2 / Trouble

163 21 36
                                    

Mark...

Mutlu ve güzel anılar her zaman kurtuluş getirmez.

Hatıralar ne kadar güzel olursa, o kadar acı verici bir şeye dönüşebilir.

Ama bu sadece benim düşüncem...

Çoğu insan hatıralarını anlatırken yüzünde anlamsız bir gülümseme taşır.

Ben hariç.

Ben hak eden insanların acı içinde kıvranan suratlarını izlemeyi severim.

Şu anda olduğu gibi.
Boğazını kavradığım adamın kırmızıya dönmüş suratı, çağresizce uzamış boynu, kesik kesik aldığı nefesleri, anlında şişen damarları izlemekten duyduğum garip haz gibi...

Tek fark;
Bunu her insanda görmeyi sevmiyorum. Çünkü bu adam özel. Her şeyimi çalan adam, şu an ellerinin arasında kıvranıyor.

Bilirsiniz...

Dünyada adalet yok.

Ama en azından, ben kendi adaletimi sağlayabilirimdim. Değil mi?

Ve ben kendi adaletimi sağlamaya, yani bu işe ilk on beş yaşımda başladım. Ailemi benden alan adamın, ailesini elinden alarak. Onu da kendim gibi, koca bir hiç yaparak.

Ailesi dediğime bakmayın. Sahip olduğu tek şey kısır ve orospu karısıydı. Para için zorla fuhuş yaptırdığı karısı.

O kadını öldürmek belki de onu, o aşağlık adamın elinden kurtarmaktı. Ölüm o kadının tek kurtuluşuydu ve ben ona bu kaçış trenine bindireli çok olmuştu.

Ben katil değilim. Yahut kötüleri öldüren bir kahraman. Ben yalnızca haklının hakkını aldığı, suçlunun cezasını bulduğu ve yapılan şerefsizliklerin kimsenin yanına kâr kalmadığı bir dünya istiyordum.

Göze göz, dişe diş, kana kan.

Son kez çırpınışlarına şahit oluyordum en iyi dostumu benden alan adamın. Son kez bakıyordum o iğrenç suratına. Son kez dokunuyordum lanet vücuduna. Son kez dinliyordum sessiz yalvarışlarını.

Yavaşça kapandı gözleri, hissizleşti benden kurtulmaya çalışan elleri, ağırlaştı vücudu ve bıraktım onu. Yığıldı yere. Beş para etmez bir saman çuvalı gibi...

Soğuk kanlılıkla arkamı döndüm ve kokuşmuş barın, kokuşmuş odasından dışarı attım yorgun bedenimi. Barın merdivenlerini tırmanırken, kulaklarımı uğuldatan ve içimde bile hissettiğim bas sinirimi bozuyordu.

Kafamın içi yeterince gürültülü değilmiş gibi birde buranın gürültüsüne katlanamazdım. Yoluma çıkan bedenlere çarpıp iterek yolumu açıyordum ve barın çıkışına ilerliyordum. Geride bir ceset bırakarak.

Ben bu değildim...

Karanlık sokakta yalpalayarak yürüyen bedenim, sızlayan ayaklarım, omuzlarımda ağır yüklerle yürüyorum. Ailemden geriye, sahip olduğum tek yere yürüyordum.

Evime...

Ev dediğin neydi?

Betonarme bir yapı mı? Etrafı dört duvar olan boş bir bina mı? Barınak mı? Mal mı? Mülk mü?

Ev demek aile demekti...

Huzur demekti, sıcaklıktı, güvendi. Ev kalbin olduğu yerdi benim için. Kalbimi söküp aldılar benden. Ailemi aldılar, evimi aldılar.

Boğulduğum düşüncelerimin ardından nihayet gelmiştim, sadece uyuyup uyandığım, yemek yiyip barındığım mülküme. Gayet sakin bir şekilde girdim evimin şifresini. Uğursuz bir sesle açıldı kapı. Yalpalamaya devam eden adımlarla yürüdüm ve asıl eve ilerledim.

Adımımı evin içine atar atmaz hiçlik karşıladı beni, on yıldır olduğu gibi.

Bu yanlız adamın adını merak ediyorsunuz değil mi?

Ben herkese kafa tutan, baş belası polis komiseri.

Mark Tuan!

WHO CARES! || MarkSonDove le storie prendono vita. Scoprilo ora