18. BÖLÜM: "BENİM MANZARAM SENSİN"

3.7K 678 245
                                    

Medya: Alexandre Desplat- Wong Chia Chi's Theme

"Etrafımızdaki güzellikleri yahut çirkinlikleri gözlerimiz sayesinde görüyoruz, sesleri duymaya yarayan kulaklarımız, hissetmemizi sağlayan tenimiz, koku almak için burnumuz, çevremizdeki olayları analiz etmemiz ve düşünmemiz için tam donanımlı bir beyinle dünyaya gözlerimizi açıyoruz. Sonra, farkında olmadan toplum tarafından büyütülüyoruz ya da uyutuluyoruz! Öz benliğimizi bulmak uğruna çabalayıp duruyoruz ama ne kadar çabalarsak çabalayalım bu dünyaya gözlerimizi kapattığımızda yine kendimiz olarak değil de, bir başkası olarak veda ediyoruz. Nasıl mı? Aynen şöyle, hayatın boyunca kendini geliştirmek adına çeşitli okullara, kurslara yazılıyorsun, televizyonun karşısına geçip sana yararlı olabileceğini düşündüğün programları izliyor, bütün herkesin elinden düşürmediği kitapları okuyorsun. Yani sen, sen olmaktan çıkıp artık herkesleşiyorsun. Farkında olmadan sistemi çökertilmiş toplum tarafından yok edilip, tam donanımlı olarak geldiğin bu dünyaya kendinden çok şey kaybederek veda ediyorsun." diyerek başını hala tepelerinde kar olan sıradağlara çevirdi.

"Herkes bu dünyaya tam donanımlı olarak gelmez ki, yanlış düşünüyorsun. Ayrıca herkesin okuduğu kitabı okumak veya izlediği programları izlemek zorunda değilsin, seçim yapma hakkın var."

"İstisnalar kaideyi bozmaz sevgilim, genel olarak konuşuyorum. Seçim yapma hakkının olduğunu mu düşünüyorsun?"

"Evet."

"Eğer seçim yapma hakkın olsaydı, babanı ve abini ailen olarak seçer miydin?"

Sıkıntıyla sağ kolumu kaşıyıp, gözlerimi herhangi bir boşluğa dikerek düşünmeye başladım.

"Seçmezdim." dedim kısık bir ses tonuyla.

"Bu basit bir örnekti, sen seçim yapma hakkının olduğunu sanıyorsun zaten sanmam da gayet doğal. Can damarları alınmış olan sistem zaten bunun üzerine kurulu. Sen, boşa giden akıntıdan kurtulmak için her bakımdan kendini eğittin, sırf onlara benzememek için öğretmen oldun var mı ötesi? Hatırlayınca sinir oluyorum." diyerek sol elini yumruk yaptı. "O yaşlı bunak aklını elinden almak için okuduğun kitapları yırtmış, sahte rapor hazırlatarak çalıştığın okulda adını deliye çıkarmış. Dedikodular yüzünden mecburen okuldan çıkmak zorunda kalmışsın."

"Bütün bunları nereden biliyorsun?"

"Annen anlatmıştı." diyerek ellerimi tuttu. "Toplum birbirine benzeyen insanlardan oluşuyor; orospuların kırmızı halılarla karşılandığı, bilgisiz alimlerin naralar attığı, din tüccarlığı yapan hocalar, ağzından ahlaklı sözleri eksik etmeyip kameralar arkasında küfürler savuranlar, okuduğu kitaplar bir elin beş parmağını geçmeyen insanların yazar olduğu, para içinde boğulan, yaşlı bunakların kızları yaşındaki sevgilileri, ekranların önünde aile olmanın öneminden bahsedip gayrimeşru olarak dünyaya çocuk getirenler... daha bir sürü örnek var. Kime inanacaksın? Eğer iyiysen, bu ahmaklar tarafından yok edilirsin. Aslında doğduğumuz andan itibaren uyutuluyoruz."

"Mert, ben kaybettiğim benliğimi geri kazanmak istiyorum." diyerek olduğum yere çömeldim. Soluk borumdan akciğerlerime doğru yol alan acı, yavaş yavaş bütün bedenimi ele geçiriyordu. Ellerimle boğazımı sıkarak:"Nefes alamı-" dediğim an Mert, hızlıca beni kucakladı ve yatağa doğru yatırarak, ağzıma oksijen maskesi taktı. Duyduklarım hastalıklı bir zihnin kaldıramayacağı kadar ağırdı ve ben salt gerçekler altında günbegün eziliyordum.

***

Çelimsiz kollarıma inat, omleti tavada çevirmeye çalışıyordum. Saat sabahın beş buçuğuydu. Yarım saat sonra Mert, uyanacağı için hızlıca sofraya kahvaltılıkları dizmeye başladım. Fokurdayan çayın altını kısıp, omleti servis tabaklarına koyduktan sonra özenle masaya koydum. Ardından seri hareketlerle hızlıca bahçeye çıkarak, kapının hemen dibinde büyüyen papatyalardan kopardım. Mutfağa geldiğimde saydam vazonun içine kopardığım papatyaları yerleştirdim. Çayın altına da kapatarak nihalenin üzerine koydum. Sofra hazırdı. Evde ayna olmadığı için ne halde olduğumu göremiyordum. Tezgâhın üzerinde duran çelik tepsiyi alarak şöyle bir kendime baktım, saçlarımı ellerimle düzelttim ve artık hazırdım. Sofranın başına oturarak Mert'in uyanmasını beklemeye başladım. Bir yandan da mutfaktaki duvar saatinden gözlerimi ayırmıyordum. Saat tam altı olunca içimi heyecan kaplamıştı. Oturduğum sandalyeden kalkarak bir süre mutfakta dolaştım ama hala Mert uyanmamıştı. İmkansızdı, ne kadar yorgun olursa olsun muhakkak saat tam altıda uyanırdı. Merakıma yenik düşerek yavaşça üst kata doğru çıktım. Japon paravan artık olmadığı için saniyeler içerisinde odadaydım. İşin garibi Mert hala uyuyordu, derin bir oh çekerek yanına doğru yaklaştım. Dürtükleyerek: "Mert saat altıyı çoktan geçti. Uyanmayacak mısın?" dedim ama hiçbir şey demeden yüzünü pencereye doğru çevirip ellerini yanağının altına birleştirerek uyumaya devam etti. Yatağın üzerine çıkıp Mert'in üzerine oturdum hınçla. "Kalksana be!" dediysem de yine ses çıkarmadı. Dudaklarımı burnunu ısırmak için yaklaştırdığımda aniden gözlerini açarak kollarıyla bedenimi kavradı ve gülümseyerek dudaklarıma doğru yöneldiğinde, kalbim çoktan göğsümü tekmelemeye başlamıştı. Bir eliyle saçlarımı severken diğer eliyle ise yüzümü seviyordu. Titriyordum ama bu bambaşka bir duyguydu. Onunla ilk defa öpüşmüyordum ama bu sefer ki temas çok farklıydı. Daha önceden Mert, tarafından zorla kaçırıldığımı düşündüğüm için korkularım ve zihnimin bana oynadığı oyunlar yüzünden hiçbir zaman onun aşkını ve sevgisini hissedememiştim. Gözlerimi hafifçe açtığımda sevgi dolu ela gözleriyle karşılaştım. Tekrar gözlerini kapatarak boynuma doğru yöneldiğinde kesik kesik nefes alıp vererek heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. Ellerimi, saçlarında ve vücudunda gezdirmeye başladım. Keşfetmediğim bedeni bütün açlığıyla şimdi avuçlarımın arasındaydı. Üzerimdeki kıyafetleri hızlıca çıkarmaya başladığında, birdenbire bütün gücümle onu ittim. Yataktan yere düştüğünde acıyla inleyerek yüzüme müphem bir ifadeyle bakmaya başladı. 

PARANOYAK (BİTTİ)Where stories live. Discover now