13 🌸 yağmurla akan gözyaşı 桜

Start from the beginning
                                    


Balıkçı yaka gömleği ve bol kesim gri pantolonuyla bizi göz eziyetine maruz bırakan Tarih öğretmeni Bayan Soo, Silla Krallığının kılıçta usta olan kişilerden seçilen Hwarang adlı birliğinden söz ederken üst camları açık olan pencereden kulağıma ilişen rüzgarın uğultusu odaklanmamı engelliyordu. Gündüz olmasına rağmen oldukça karanlık olduğundan sınıfın ışıkları açıktı ve ruhum da tıpkı dışarıdaki hava gibi koyu griydi sanki. Sabahtan beri içime oturan huzursuzluk derslerin başlamasıyla daha da artmış, oturduğum yerde kıpırdanıp durmaktan bir hal olmuştum.

Sıram cam kenarından arka kısımlarda yer aldığı için şanslıydım. Daha fazla dinlesem de anlamayacağımı düşündüğüm ders için kafa yormak istemeyişimden kolumu masaya koymuş kafamı da yaslamış gözlerimi kapıyordum ki, bu sefer camlara vuran sese ilişti gözlerim.

Havanın kasvetinden bunun geleceği belliydi ancak böylesine bir anda gök patlarmışçasına yağacağını tahmin edemezdim. Bir anda herkesin dikkatini çeken iri yağmur damlaları ani bir patlamayla yere dökülmeye devam ederken Bayan Soo dikkatleri kendisine çevirmek için bir şeyler söyledi.

Ben hala aynı vaziyette başımı milim kıpırdatmadan yağmuru izliyordum. Bir saat yağsa bile sel basacakmış gibi görünen bu kızgın yağmur, yeryüzünde meydana gelen kötü bir şeyin duyulmayan çığlığı gibiydi. Rüzgarın sarmalayışından kuvvet alıp hıçkırıklara boğulan bir hizbe, yakarıştı. Toprağın çatlaklarından sızıp onunla paylaşıyordu sanki derdini. Kimse bilmiyordu ama sanki benimle de konuşuyor gibiydi. İçimde büyüyen sıkıntı patlak vermek üzereyken su toplayan bir sünger gibi ağırlaştım saniyelerce.

"Sujin, bize Silla krallığının hangi üç yeri birleştirmeyi hedeflediğini söyler misin?"

İsmimi algılayan beynim beraberinde hiçbir fikrim olmayan soruyu getirdiğinde afallayarak başımı kaldırdım ve ifademi korumaya çalışarak ayağa kalktım. Bayan Soo'nun beklentiyle bakan gözleri, sınıfın içerisinde samimi olmadığım insanların alayla dolu iğneleyici bakışları pek de yardımcı olmadığından çaresizdim.

"Ben...bilmiyorum efendim."

Bayan Soo'nun yüzüne yerleşen kızgınlıkla karışık sahte anlayış ifadesi beni ürpertiyordu. "Fakat az önce bahsetmiştim tatlım."

Bu zamana kadar televizyonda rastladığım tarihi dizileri getirdim önce aklıma, aralarından sorunun cevabını seçmek oldukça uğraştırıcı ve imkansız gibiydi. Bana hadi dercesine bakışı süreci hızlandırmıyor aksine yavaşlatıyordu ki, aklıma ilk isim gelmişti.

"Baekje."

"Evet, diğer ikisi?" Bu sefer memnuniyetle karışık ciddi ifadesi yüzüne yerleşirken gözlerimi kapıyor, olmayacak zamanlarda aklıma düşebilecek bu bilgiyi dilime getirmeye çabalıyordum. Olmuyordu ama. Ne kadar denersem deneyeyim gelmiyordu bir türlü. Çaresizce özür dileyecektim ki imdadıma kapıya vurup içeri gelen nöbetçi öğretmen yetişiverdi.

Çok önemli bir şey olmadıkça dersi bölmeyen bu öğretmenlerin şimdi neden geldiğini kimse anlayamamıştı.

"Özür dilerim Bayan Soo. İzninizle, Sujin'i acilen almam gerekiyor."

İsmimi kahverengi takım elbiseli son sınıfların öğretmeninden duyduğumda şaşırmıştım. Bu saatte neyin aciliyetine binaen beni çağırırlardı ki?

"Bir sorun mu var hocam?"

"Biz sizinle sonra görüşürüz, şimdi babası bekliyor ayıp olmasın." Bana dönerek kibarca gülümserken ekledi. "Eşyalarını da topla Sujin."

Kafamda milyonlarca soru cirit atarken diğerlerinin bakışları arasında üç beş parça eşyamı mavi renkteki bez sırt çantasına sokuşturup sınıftan ayrıldım. Nöbetçi öğretmenin peşinden ilerlerken ona sorup sormama arasında gidip gelişlerim, içimde çığ gibi büyüyen korku müdürün odasına geldiğimizi fark etmemle son bulmuştu.

İçeri girer girmez babam ilişti gözlerime. Yıkılmıştı sanki, gözlerinin kenarları alerji olmuş gibi kıpkırmızı, yanakları gergin, ifadesi dümdüzdü. Saçları her zamankinden daha dağınık, yağmurun etkisiyle nemliydi. Ölesiye korksam da "Baba." diye ona seslendiğimde beni fark etti ve oturduğu yerden kalkarak hızla bana ulaşıp sarıldı. Kemiklerimden sıyrılıp ruhuma sarılıyordu sanki, kocaman bir yük taşıdığı bariz olsa da nazikti dokunuşları.

"Baba, neler oluyor?" Sızlatıyordu sorum ciğerlerimi, sormaya çekiniyordum ama sormadan edemiyordum da. Kötü bir şey olmuştu. Çok, çok kötü bir şey.

"Sujin-ah..." diye döküldü ismim dilinden kan çanağına dönmüş gözleri tekrardan dolarken. "Annen-"

(Y/N): Medyadaki müzik eşliğinde okumanız önerilir~

Soğuk.

Saç uçlarımdan başlayıp ayak uçlarıma varıncaya kadar keskin bir soğuk var. Üşütmüyor, öylesine yoğun ki yakıyor. Gözlerim bulanık, bakışlarım sersem. Tıpkı bir enkaz gibiyim, bomboş ama yıkıntılarla dolu. Kirpiklerimde asılı kalan umudum, çaresizliğimin gölgesinde yanıyor alev alev. Yarım kalmış ruhum zincirlenmiş mahkum gibi sarmalanmış bir direğe, celladını bekliyor. Hayasız göz yaşlarım kurumuş göz topraklarımdan akmıyor artık.

Soğuk. Çok soğuk var.

"Müzik dükkanından çıktıktan sonra karşıdan karşıya geçecekken aniden bastıran yağmur nedeniyle görüş açısını kaybeden bir araba, annesinin elinden kurtulup öne atlayan beş yaşındaki çocuğa çarpmak üzereymiş ve senin annen onu itip kendini feda etmiş. Vücuduna aldığı ağır darbe nedeniyle iç kanaması var ve kurtulma ihtimali fazlasıyla düşük."

Yankılanıyor kelimelerin bomboş olduğu koca cümleler beynimde defalarca. Küçük bir çocuğun masum hayatı adına kendini feda eden bir kadının resmi canlanıyor an be an gözlerimin önünde. Kumral saçlarını her daim salık bırakan, gözlerine sevgi işlemiş, bakışları deniz kokan güzel bir kadın. Daima arkadaş olan, fakat anneliğini elden bırakmayan, sevdiklerine dünyadaki en değerli şeylermiş gibi hissettiren eşsiz bir kadın. Cümlenin en çok acıtan kısmıysa 'müzik dükkanı' oluyor. Doktorun olay yerinde elinden savrulan eşyaları arasında buna sebep olan şey var şimdi tam ayaklarımın ucunda. Plastiği kırılmış içindeki resim ıslanıp yırtılmış. Bir albüm, en çok istediğimden.

O anda yıkılıyor tüm dünyam. Bu yağmurlu günde oraya gidişinin tek sebebi olmak, parçalıyor her bir hücremi. Yankılanıyor duvarların arasında sessiz feryadım. Kimseler anlamıyor çektiğimi, kimseler göremiyor ruhumda büyüyen koca kara deliği.

Ameliyathanenin hemen sol köşesindeki soğuk zemine oturmuş dizlerimi kendime çekerken duymuyorum dış dünyayı. Kulaklarımın üstünde kalın bir ses yalıtımı var sanki, sırf içimdeki çığlıklarla sağır olayım diye. Dudaklarım narkoz almışım gibi uyuşuk, bedenim hissiz. Ne ağlayabiliyor ne de koridorda dört dönen babama ulaşabiliyorum.

Tam dibimde sıcaklığına imrendiğim bir oğlanı duyumsuyorum bilinçsizce. Kolumu tutuyor sanki, hissetmediğimin farkında değil. İç çekişlerini hayal meyal duyuyorum. Jimin, benden daha güzel yaşıyor acısını. Dışarı vurabiliyor en azından, benim gibi içten içe eritmiyor ruhunu. Karşılık veremiyorum ona, yanımda olduğu için minnetimi dile getiremiyorum. Konuşabilsem, neler derim halbuki... Yapamıyorum.

Gözüme ara ara ilişen bir sahne beliriyor. Yağmurun altında arabanın önüne atılan küçük bir çocuk görüyorum. Toprak kahvesi saçlarına yağmur taneleri ilişmiş, masumca bekliyor. Ölüme bir nefes kadar yakınken çekiliyor karanlıktan aniden. Sonra o giriyor araya. Masumu iten cılız kolları ne yapacağını bilemez halde acı bir fren eşliğinde ıslak asfaltla buluşuyor. Gül renginde acı bir kızıllık sarıyor dört bir yanını. İleride elinden fırlayıp yere düşen siyah çantası ve bir de plastik parçası. Yağmur daha da şiddetleniyor. Bir bildiği var ki ağlıyor. Yeryüzünden eksilen bir güzellik için salıyor tüm varlığını.

Son olarak ameliyathanenin içerisinden yüzündeki mağlubiyet ifadesiyle çıkan yeşil önlüklü yaşlı doktorun sesi, tüm hastaneyi ilk çığlığımla buluşturacak şeyi söylüyor.

"Başınız sağolsun."

cherry blossom | pjm Where stories live. Discover now