15.BÖLÜM: AİLE GÜNÜ

En başından başla
                                    

"Aile günümüz ya bugün..." dedi annem ve o anda kafama büyük bir balyoz düştü. Kafama düşen balyozun acısı her saniye artarken bir rüyada olmadığımı anlamıştım ve bu bende sevinç dansımı yapma isteğini doğurmuştu.

"Neden diğer günlerde de normal aileler gibi davranmıyorsunuz?" diye sorduğumda babamın bakışları tekrar dikiz aynasından bana çevrildi. Annem de onun gibi sükuneti seçiyordu. "Aile günüymüş, hah!" diye gülüp bakışlarımı camın ardındaki Seyhan'a çevirdim.

Dağ evimize gelene kadar benim son sözümden sonra üçümüz de hiç konuşmadık. Arabadan indiğimizde babam ortamı yumuşatmak adına birkaç espri yaptı, hiçbirine gülmedim. Artık bu durumdan sıkılmıştım. Yılın üç yüz altmış dört günü benimle zerre kadar ilgilenmeyip sadece bir gününde aile rolüne bürünmeleri ve bununla ilgili mantıklı tek bir açıklama bile yapamamaları saçmalığın daniskasıydı.

Eve girdiğimizde üçümüz de birbirimize uzak olacak şekilde salondaki koltuklara kurulduğumuzda, "Kızım," dedi babam.

"Bana öyle seslenmeyin."

Yıllardır hiçbir yalvarışımı duymayan onlar değil miydi? Nasıl olur da şimdi, tüm o şeyleri hiç yaşanmamış sayabilirlerdi? Kıvanç eğer burada olsaydı, ona soracak bir sorum vardı. Asıl yüzsüz olan ben miydim yoksa ebeveynlerim mi?

"Lütfen işimizi zorlaştırma..."

Hayret ederek, "Ne işi anne? Siz bu durumu iş olarak mı görüyorsunuz?" diye sordum.

"Bunların hepsi senin geleceğin için..." dedi annem, benim aksime gayet sakindi.

Yüzüme alaycı bir gülümseme davet ettikten sonra, "Gelecek mi?" diye sordum. "Hangi gelecek?"

"Aksoy kurallarına uymak zorunda olduğumuzu biliyorsun," dedi babam, otoriter bir tavırdaydı ve sanki kızıyla değil de bir çalışanıyla konuşuyor gibi bir ses tonu kullanmıştı.

Yüzümü buruşturup, "Para için bize yaptıklarınıza da bakın," dedim ve eş zamanlı olarak başımı iki yana salladım.

"Bize bir şey olduğu yok."

Öfkeyle, "Anlayamadığınız şey ne biliyor musunuz?" diye başladım söze. Madem yıllar sonra ilk kez bana bu konuda konuşma hakkı verilmişti, o halde bu hakkı pekâlâ da sonuna kadar kullanacaktım. "İlkokuldan beri veli toplantılarımın hepsine Ecrin teyzeyi yolluyorsunuz, harçlıklarımı bana o veriyor, ağladığımda bana o sarılıyor, düştüğümde beni yerden o kaldırıyor, hata yaptığımda bana yine o kızıyor..." Doğrudan anneme bakarak, "Annem olduğunu mu sanıyorsun sen?" diye sorduğumda şaşkınlıkla gözlerini büyüttü. "Sen yalnızca beni doğuran ve bana ilk yedi yılımda bakan bir kadınsın. Peki ya sen?" diye sordum ve bu sefer de gözlerimi, kaşlarını çatmış olan babama çevirdim. "Farkında değil misiniz, Salim amca ve Ecrin teyze bana sizden daha fazla anne–babalık yaptı." dediğimde kısa bir anlığına birbirlerine baktılar ama tek kelime edemediler. "Benim anlayamadığım şeyse şu... Niye? Niye böylesine ilgisizsiniz?"

"Aksoylar-"

"Aksoy olduğum için kendimden nefret ediyorum!" diyerek sözünü kestim babamın. "Sırf iyi bir geleceğim, rahat bir hayatımız ve çok paramız olsun diye nasıl birbirinizden veya benden vazgeçebildiniz?" Az sonra ağlayacağımı hissederek bakışlarımı onlardan kaçırdım ve birbirine kenetlediğim ellerime diktim.

"Seni ülkenin en iyi özel okuluna gönderiyoruz. Eğitimin iyi olsun diye yıllardır binlerce lira döktük. En yeni kıyafetleri, mobilyaları, teknolojik aletleri aldık. Diğer aileler gibi olsaydık, bunların hiçbirine sahip olamazdın."

"İstedim mi hiç?" diye sorup bakışlarımı biraz önce konuşan babama çevirdim.

"Ne?"

"Ben sakız alabilmek için bile sizden para istemedim," dediğimde kaşlarını çatarak bakışlarını anneme çevirdi. "İstediğim tek şey mutlu bir aile ortamıydı. Benimle Irmak'ın annesi ya da Deniz'in babası gibi ilgilenmenizi istiyordum. İyi bir gelecek ya da para değildi isteğim. Gerçi..." deyip alayla gülümsedim. "Bana hiçbir zaman ne istediğimi sormadınız ki..."

Babam gayriihtiyari bir gülümsemeyle "Henüz çok küçüksün," dedi. "Yıllar sonra bu yaptığımızın en doğrusu olduğunu anlayacaksın."

"Ne desem boş, değil mi?" diye sordum.

İkisinin suratlarına da uzun uzun baktım. Bir şey söylemediler, sadece sustular, yıllardır yaptıkları gibi...

"Yarın yine eski halinize döneceksiniz..." Kabullenilmiş çaresizliğin verdiği hissiyatla omuz silktim. "O halde bugünün keyfini çıkaralım mı?"

Günün geri kalanında, babam epey övdüğü tereyağlı makarnasını yapmak için mutfağa yöneldi. Annem üçlü koltuğun köşesine oturmuştu. Uzun zamandır hayalini kurduğum şeyi gerçekleştirmek üzere koşup başımı kucağına koyduktan sonra koltukta bir güzel yayıldım. Hemen saçlarımı okşamaya başladı, ben de fırsattan istifade ederek ona Kıvanç'ı anlattım.

"Pek ısınamadım galiba," diye bir yorumda bulunduğunda kaşlarımı çattım.

"Nesine ısınamadın ya?"

"Çocuğun ısınılacak tek bir tarafı yok ki!"

"Ama ben âşığım," diyerek sırıttığımda annemin de gülümsediğini gördüm.

"Biliyorum, biliyorum..."

Gözlerimi kapattım ve yüzümdeki huzurlu gülümsemeyle annemin saçlarımı okşadığı gerçeğiyle baş başa kaldım.

Haykırmak istiyordum. Caddeye çıkıp, onlarca insanın ortasında, benim annem de benim saçlarımı okşuyor ulan, diye haykırmak ve delirmişçesine kahkahalar atmak istiyordum.

"Makarna hazır!"

Babamın uzaktan gelen sesinden sonra annem ellerini saçlarımdan çekince biraz hüzne bulansam da bozuntuya vermeden gözlerimi araladım ve uzandığım koltukta doğruldum.

Annemle beraber mutfağa gittiğimizde kurulmuş olan sofraya hayranlıkla baktım. Babam yemek yapmakta bir numaraydı. Başköşeye onun geçeceğini bilerek sağındaki sandalyeyi çektim ve oturdum. Annem de karşıma oturdu ve masanın üzerinde duran tenceredeki makarnayı tabaklara doldurmaya başladı. Bana yiyebileceğimden daha büyük bir porsiyon hazırlarken babam da benim için su dolduruyordu.

Makarnanın tadına ilk bakan ve babama övgü dolu sözler söyleyen ben oldum. Yemekten sonra annem bulaşıkları tek başına halledebileceğini söyleyince babamla birlikte salona geçtik. Anneme anlattığım kadar rahat bir tavırla babama da Kıvanç'ı anlatıp anlatamayacağımı düşündüğüm sırada, bir anda bana Kıvanç'ın kim olduğunu sordu. Yan yana oturuyorduk ve göz bebeklerim yuvalarından fırlayacakmışçasına büyüyerek ona bakıyordu.

"Evimize sık sık girip çıkıyormuş," dediğinde haberi korumalarımızdan veya Salim amcadan aldığını anladım ve ona anneme anlattığım kadar detaylı olmasa da Kıvanç'ı anlatmaya başladım.

Annem mutfaktan dönene kadar süren ve hiç aralık vermediğim konuşmamın ardından, babamın Kıvanç için söylediği ilk ve tek kelime 'serseri' olmuştu. Kıvanç'ın bir serseri olduğunu söylemiş olması, o an bana epey komik gelmiş olmalıydı ki kahkahalarla gülmeye başladım. Ben gülünce babam da güldü ve o gülünce, salona yeni giren, büyük ihtimalle neden güldüğümüzü dahi bilmeyen annem de gülmeye başladı.

Günün geri kalanını ise bu şekilde, yani çoğu zaman nedenini bilmeden gülerek geçirdik. Film izledik, pasta yaptık ve oyunlar oynadık. Birlikte geçireceğimiz son günmüş gibi baktık birbirimize ve hiç bitmesin istedik.

SOLUCAN 1 ve 2. KitapHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin