DOLUNAY-5

14.6K 1.8K 583
                                    

           

Düşlerim ve düşüşlerimi bir arada yaşıyorum, henüz on yedimdeyim.

Başım Leo'nun dizlerinde, radyoda cızırtılı bir müzik çalıyor. Ne olduğunu anlayamıyorum, yabancı bir müzik çalıyor. Fakat Leo öyle güzel eşlik ediyor ki müziğe, sesini duyabilmek için bu araba yolculuğunun sonsuza dek sürmesini istiyor bir tarafım. Dudaklarımı kıpırdatıp ben de eşlik etmek istiyorum ona. Fakat utancımdan ağzımı bile açamıyorum. Mahalleli görse ne der? Ecnebi bir çocuğun peşine takılmış küçük bir kıza ne der? Elbet orospu der, elbet yosma der. Ne desin? Peki ya babam görse, koskoca Eşref Koçak görse ne yapar? Öldürür elbet.

Dudaklarımı ısırıyor ve ardından bakışlarımı ona doğru kaldırıyorum. "Arka sapaktan dönersen, evin arkasında inebilirim," diyorum ona. Benimle görülmek istemeyeceğini tahmin ediyorum. Bizim burada böyledir. Yirmisine gelmiş delikanlılar küçük kızlara uyum sağlamazlar. Onlar kadın isterler, onlar milli olmak uğruna, gerçek bir kadın isterler.

Oysa Leyla, on yedisinde bir genç kız.

"Seninle bir yere gideceğiz, Leyla." Diyor. Ah! Adımı söylüyor adımı! Duyuyor musun ey dünya? Benim adımı söylüyor. Adımı söylerken dudakları büzülüyor. Kenarları kırışıyor. Sanki benim kışım, bahara dönüşüyor. Tam da telaffuz edemiyor adımı. Ama olsun, adımı söylüyor adımı!

Ben de bir an onun adını söylemek için dayanılmaz bir istek duyuyorum. Leo! Diye haykırmak istiyor ve onun vereceği tepkiyi ölçebilmek istiyorum, yapamıyorum. Bir engele takılıyor, düşüveriyorum.

"Nereye?" diyorum. Sesimde bariz bir korku var. Buralar tekin değildir, ben seni tanımam, nerelere götürüyorsun beni?

"Görürsün," diyor. Susuyorum. Yol uzun sürerken şarkı değişiyor, Leo'nun sesi yükseliyor ve ben dayanamadan şarkının adını soruyorum.

"Johnny Cash," diyor. "You Are My Sunshine."

Ne demek olduğunu bilmiyorum ama melodisi çok hoşuma gidiyor. Sanki her sözcük, o an bir yemini temsil ediyor. İçim kıpırdıyor, karnım kasılıyor. Heyecanlanıyorum çünkü bu bizim paylaştığımız ilk an oluyor.

Kemikli parmakları radyoya doğru uzanıyor. Radyonun sesini açıyor. Ve şarkıyı söylerken bu sefer gülümsediğini hissediyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Sonsuz bir düşe dalıyor ve rüyamda ikinci defa Leo'yu görüyorum.

Başımda nasırlı parmaklar, tenimde küçük dokunuşlar, uyanıyorum. Gözlerimi bulutlu bir gökyüzüne açıyorum. Bulutlar kayıyor, gökyüzü dönüyor. On yedimin ilk taze acısı, saçlarımı okşuyor. "Leyla," diyor. "Uyan."

Hemencecik uyanıyorum.

Leo, beni kucağından indirip yere bırakıyor. Gözlerim en başta nerede olduğumuza alışamıyor ama ardından dönüp duruyorum. Dört bir yana dönüyor, savruluyor ve gözlerimi kırpıştırıyorum. Bir zeytin bahçesinde olduğumuzu idrak ediyorum. Buraya daha önce gelmediğimi biliyorum ve kalbim öyle büyük bir hızla atıyor ki Leo, onun sesini duyarak, "Sakin ol," diyor. "Baban burada seni bulamaz."

"Nereden biliyorsun?"

"Çünkü şehirden otuz kilometre uzaktayız."

Bir şaşkınlık ve korku nidası dudaklarımın salkımlarında yeşeriyor. Elimde dudağıma kapanıyor ve zapturaptsız bir şekilde nefes alıyorum. Muhtelif her duygunun can kazandığı bir kazanın içine düşüyorum. Ne diyeceğimi öylesine bilemiyorum ki dudaklarım aralık kalıyor. Leo, çenemden tutuyor.

"Özgür," diyor. "Özgürlük!"

Ve bir anda bahçede koşmaya başlıyor. Ellerini iki yana açmış bir şekilde bir zeytin ağacına doğru koşuyor, ardından onu sıyırıyor ve bir diğerine doğru koşuyor. "Haydi!" diyor. "Koş."

Üzerimdeki yeleği çıkartıyorum. Özgürlüğümü hissedeceksem eğer, öyleyse ilk zihnimi özgür bırakmalıyım, diye düşünüyorum. Üzerimde askılı elbisem ve ayağımda  ayaklarımı sıkan pabuçlarımla koşmaya başlıyorum. Zeytinlerin kokusunu alıyorum ama o koku içinde Leo'nun kokusunu dahi ayırt edebiliyorum. Dört bir yana savruluyorum. Bağırmaya başlıyorum. "Baba!" diye haykırıyorum. "Senden nefret ediyorum!"

Dudaklarımdaki gülüş topaklanıyor. Etrafa saçılıyor. Öyle ki halimi gören Leo'nun dudaklarında yeşeren gülümseme, daha bir kıymetleniyor benim için. Halime gülüyor ama o an bunu bile umursamıyorum. Koşuyorum, koşuyorum ve bir noktada ayakkabılarımı çıkartarak kenara atıyorum.

Dudaklarım kuruyana, ayaklarım acıyana dek ileri koşuyorum. Ardımdaki ayak seslerini duyuyor ve beni yakalamaya çalıştığını anlıyorum ama öyle hızlı koşuyorum ki Leo dahi ben yakalayamıyor. "Stop!" diye bağırıyor. Ne demek istediğini anlamadığım için durmuyorum. "Hey, Leyla!"

Ciğerlerimde tükenen havanın etkisi ile duraksıyor ve öne doğru eğiliyorum. Elbisemin sırt kısmındaki bağcıkları açılmış, hissediyorum. Utancı o an yok sayamaya çalışıyor ve ellerimi arkaya atarak bağcıkları bağlamaya çalışıyorum. Soğuk parmaklar, parmaklarımı esir alıyor ve yere bırakıyor. Sırtımda bir yıldız yolu çiziyor. Dokunduğu her yerde lavlar patlıyor, tenim kasılıyor. Dur demeye gönlüm razı gelmiyor. Parmakları sırtımdaki yaraların üzerinde gezer ve ipleri bağlarken, dudaklarını terk eden küfürleri duydukça, gönlüm hiçbir şeye razı gelmiyor.

"Okay?" diyor. Yusuf ağabeyin öğrettiği kadarıyla var İngilizcem. Başımı sallıyorum.

"Buraya izinsiz girdik," diyorum. "Ya biri gelirse?"

"Burası bize ait," diyor. "Babamın."

Şaşırıyorum. Ama bir şey de demeden başımı sallıyor ve sırtımı ağaca yaslayarak derin bir soluk alıyorum. Leo o kadar yakınımdaki kokusu burnumu dağlıyor ve gözlerimi kapatma ihtiyacı hissediyorum. Bir eli başımın arkasındaki ağaca doğru yaslanıyor ve ardından başını ağaca doğru eğiyor. "Özgürlük," diyor. Sadece demekle kalıyor çünkü ikimizde bunu hissedemiyoruz.

Kokusunu içime çekerken, içimden çıkmasın diye nefes vermiyorum. Soluğumu tutmaya çalışıyor fakat onu bile beceremeyerek üzülüyorum.

"Leyla," diyor. "Kaç yaşındasın sen?"

"On yedi," diyerek başımı sallıyorum. "Daha on yedi."

"Çok küçüksün, Leyla."

"On sekizime bir hafta kaldı," diye itiraz ediyorum. Küçük değilim Leo, değilim!

"Sen?" diye sormaktan kendimi alıkoyamıyorum.

"Yirmi," diyor. "Yirmi yaşındayım."

Olduğum yerde kıpırdanıp ağaçtan ayrılıyor ve zeytin ağaçlarının aralarında yürümeye başlıyorum. Ellerimi dallara dokunduruyorum. Zeytinleri okşuyorum. Ruhumun ayasını yere bırakıyorum ve kirleneceğimi umursamadan toprağa uzanıyorum. Başım arkada, saçlarım dört bir yanda, gökyüzünü izlerken o da yanıma kıvrılıyor.

Gökyüzünü izliyoruz.

Özgür olduğumuzu sandığımız gün, tutsaklığımızı izliyoruz. "Çok küçüksün," diye tekrar ediyor. "Küçük bir kızsın sen."

"Değilim!"

"Öylesin,  Leyla. Öylesin."

Leyla o gün hiçbir şeyin imkansız olmadığına inanıyor. Tutunduğu tek gerçek, bu oluveriyor.

Hey! Çok çok mutlu olduğum bir o kadar da burkulduğum bir bölüm oldu. Ama güzel oldu bence, sizce?

Kısa bir hikaye olmasını temenni ettim ama sandığımdan daha uzun olacak gibi bir his. Her neyse, siz ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin.

Bunun dışında iletişim için:

instagram: dilaoz0

AY'A SIĞINAN MEFTUNWhere stories live. Discover now