-17-

4.1K 118 41
                                    

Bu bölüme not: Bazen canınızı sıkan şeyleri anlatmak iyi gelir. Anlatamayacağınız kadar derin ve özel şeyleri bir defter yaprağına yazdıktan sonra onları imha edebilirsiniz. Yakın onları yakın ki bir rüzgar esip götürsün.

Aşağıdaki duyuruyu okumayı unutmayın ⬇⬇⬇

İçeriye girince koltuklardan birine oturdum zaten Can üçlü koltuğa geçmiş kolasını yudumluyordu. Karnım sanki buruş buruş hareket ediyor gibiydi, hafiften acıkmıştım. Mine etrafta görünmüyordu. Canla konuşmak istemiyordum ama aç olduğum beklemek de istemiyordum ayrıca şuanda evde bizden başka kimse yoktu.

"Can, bir şey soracağım; şimdi siz Toprak Beyle kardeş misiniz? "

"Valla benim bildiğim öyle ama sen gizli bir aile sırrımız varda söylemiyorsan gücenirim ona göre."

Öyle bir güldü ki tıpkı abisi gibi olan deniz mavisi gözleri ışıl ışıl ışıldıyordu, gülüşü iki dakika önce olan gerginliği unutmuş gibi, aramızda geçen konuşmalar gerçekleşmemiş gibi sıcaktı. Tanıdık bir şeyler vardı sanki; gözlerinde, gülüşünde... Saçmadığımı düşündüm, ne tanıdıklığı olacaktı ki, Toprak Beyin kardeşiydi, aynı genlerden geliyorlardı, sadece Toprak Beyin yüzü Candan daha genişti ama gözleri aynıydı ikisininde. Muhtemelen buradan geliyordu tanıdıklık. Kaşlarını şüphe ile kısar gibi yaparken hala gülümsüyordu, o gülümsemesini hiç silmiyordu sanırım.

"Ne o yoksa gerçekten bir aile sırrımız mı var, yoksa ben üvey evlat mıyım?" Koltukdaki yastığı tutup ona fırlattım.

"Saçmalamakta master yapmışsın. Durmadan saçmalıyorsun!" Deyip ayağa kalktım ve mutfaga doğru ilerledim.

Keşke mutfak ve salon birleşik olmasaydı o zaman ondan, o yüzünden silmediği gülüşünden ve gözlerinde gördüğüm o tuhaf, anlam veremediğim duygudan kaçabilirdim. Zaten mutfak ve salon birleşik olduğu için bakışlarını hissedebiliyordum. Sandal biçiminde konulan tezgah mı mutfak dolabı mı olduğunu anlamadığım dolabın üstünü her amaç için kullanabilirdik. İşte onun önüne geçmiş iki elimi de yanaklarıma yerleştirmiş etrafta darmadağın duran oyuncaklara, dondurma çubuklarına, hazır çocuk pudingi kaplarına ve bir kaç meyve yada bırakılmış yemek tabaklarına baktım. Bir adam bu kadar dağınık olabilir miydi? Bir çocuğun dağınık olmasını anlayabilirdim ancak 20 yaşını geçmiş birinin bu kadar sorumsuz olmasını aklım hiç bir şekilde kabullenemiyordu. Ne yapıp etmeli bu adamı bir hale yöne sokmalıydım ama nasıl? Bu sorunun cevabını bulamıyordum işte. Onun hayatına müdahale edemezdim, çünkü buna hakkım yoktu. Hem sormaz mıydı bana sen hangi sıfatla bana karışıyorsun diye? Sorardı elbet, bende cevap veremez, diyecek sözümün olmamasının acı hissini yaşardım. Ancak bir şeyler yapmak zorundaydım. Bir kısır döngü içinde dönüp duruyordum işte, ne dışına çıkabiliyordum ne de içinde kalabiliyordum.

Peki ya beni hatırlatma işini ne yapacaktım? Adam beni bir kere gördü ve daha sonra hiç görmemişti, sadece kurtardığı alelade bir kızdım, beni önemseyip aklında tutması bir saçmalık olurdu. Bunu nasıl yapacaktım. Ah akılsız kafam, neyime güvenip böyle bir davranışa cesaret ettiysem! Dertten erimek üzere olan beynime nur topu gibi yeni dertler edinmiştim. Kendimden büyük konuşup hiç bir icraat gösteremeyecektim. Düşündükce daha da içim daralıyordu sanki.

"Ne oldu, Karadeniz'de gemilerin mi battı? " diye soran Canın varlığını kısa süreliğine düşüncelerimin arasında kaybetmiştim ama o hep olmadık zamanlarda insanın karşısına çıkıyordu.

"Yok bir şey, sadece düşünüyordum."

"Ne düşünüyordun peki ?"

"Hiç. "

BENİ BIRAKMAUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum