2. Bölüm

440 22 5
                                    

*Güneş*
Yaklaşık yarım saattir asansördeydik ve ben sessizce gözyaşı dökmekten başka bir şey yapmıyordum, korkuyordum ve sakin olmak için elimden geleni yapıyordum. Haluk Bey'le hiç konuşmamıştık, sadece bizi bulmalarını bekliyorduk. Bir ara yüzümdeki yaşları silip Haluk Bey'e baktım nefesindeki düzensizliği ve suratındaki o rahatsız ifadeyi görünce kısık sesle "İyi misiniz?" diye sordum. Yüzüme baktı küçük bir tebessümle "İyiyim" diye karşılık verdi. Yüzüne bakmayı bırakıp önüme döndüm, "Sadece.. Daha fazla panik olmayın diye nefes almıyorum o kadar."
Gözlerim kocaman oldu ve tekrar kafamı ona doğru çevirdim. Gülüyordu. "Anlamadım?" diye karşılık verdim şaşkın gözlerle. Kolundaki saate bakıp konuşmaya devam etti. "Yaklaşık yarım saattir kapalı alandayız ve oksijenimiz tükeniyor. Nefes almakta zorlanırsınız, daha fazla panik olmanızdan korkuyorum." dedi ve yüzüme bakıp başını yere eğdi.

Sırf ben rahatsız olmayayım diye nefes almaktan mı vazgeçti?

Cevap vermedim. Ama kendimi daha güvende hissetmiştim. Kısa süre sonra Haluk Bey'in yere oturduğunu farkettim. Bununda verdiği rahatlıkla bende yanına oturdum. Elindeki şişeyi bana uzattı.
"Öğretmenim su içer misiniz?"
İlk elindeki şişeye sonra da yüzüne bakıp kahkaha atmaya başladım. Yanaklarımdaki yaşları unutup ciddi anlamda kahkaha attım. Onunda yüzünde ister istemez bir gülümseme oluştu. Hem şu anki halimiz sinirlerimi alt üst etti hemde bana öğretmenim demesi komiğime gitti. Ne olduğunu anlamayan bakışlarla bana baktığını farkedince,
"Ya kusura bakmayın hep lise çağındaki çocukların öğretmenim demesine alıştığım için sizden duyunca biraz tuhaf oldum."
Çok net bir ses tonuyla, "İsminizi bilmiyorum ki." Gözlerinin içine baktım,
"Güneş.. Güneş Yılmaz."
Bir anda bana bakışı değişmişti, çok bariz belliydi. Yüzündeki gülümseme ve gamzesi daha çok büyümüştü. Elini bana doğru uzattı, "Memnun oldum Güneş Hanım." dedi yumuşak bir sesle. Gözlerimi ellerine doğru çevirdim ve bende ellerini tuttum. "Bende öyle."
Ellerimi bıraktıktan sonra bir süre sessizlik oldu.

"Öğretmenim demiştiniz? Tahmin edeyim biyoloji öğretmeni misiniz?"
Kaşlarımı havaya kaldırıp hayır anlamında başımı sallarken gülmeye başladım.
"Hadi yaa tutturamadım!" derken saçlarını parmaklarının arasına alıp karıştırdı. "Lisedeki biyoloji öğretmenime çok benziyodunuz halbuki.' diyip gülmeye devam etti.
"Aksine biyolojiye hiç alakası yok, edebiyat öğretmeniyim." Ela gözleri kocaman oldu "Gerçekten mi?" Çok şaşırmıştı.
"Evet, niye bu kadar şaşırdınız?"
"Bende edebiyat fakültesi mezunuyum." diyince göz büyütme sırası bendeydi. Ciddi misin? bakışı attığımda kafasıyla onayladı ve ekledi,
"En büyük hayalim edebiyat öğretmeni olmaktı. O zamanlar tek arkadaşım kitaplar, şiirler, şarkılardı. Babam hiç istemezdi, hatta bu mesleği tercih ettiğim için kızardı. İşlerinin başına geçmem için zorlardı. Bunların üstüne aniden vefat edince mecburen işlerin başına geçmek zorunda kaldım ve en büyük hayalimden vazgeçtim."
Bu sefer daha farklı baktım gözlerine, bana yakın hissettiren şeyler buldum sözlerinde. Ne diyeceğimi bilemedim, sadece gülümseyip "Kader." diye ekledim.
"İnsan kaderiyle sıklıkla, seçmekten kaçındığı yolda karşılaşıyor." O bilmiş bakışlarımı atıp "La Fontaine." deyince bana bakıp, "Ya çok pardon edebiyat öğretmeniydiniz dimi?" deyince beraber gülmeye başladık.

Bir süre sessizlik oldu sonra sessizliği bozan o oldu.

"Asansörden korktuğunuzu anlamıştım ama bu kadar korkacağınızı bilseydim merdivenleri tercih ederdim, kusura bakmayın." dedi ciddi bir ses tonuyla.
Ve tabii ki en büyük savunma yöntemine giriştim; inkar!
"Yok canım ne münasebet, şey ben sadece birazcık şey yapıyorum asansörden yani korkmak değilde şey olduğu için, yoksa şey yapmam ben."

Edebiyat öğretmeninin hazin sonu. Cümle kuramadım harika!

Dudaklarını yine birbirine bastırdı ve tabii canım tabii tabii bakışlarını atıp gülmeye başladı. Konuyu değistirmek en mantıklı yoldu. Gözlerim az önce uzattığı su şişesine kaydı.

"Şey.. Aslında biraz su içsem fena olmaz." diyip gülümsedim. Yüzüme baktı ardından şişeyi bana doğru uzattı.
"Teşekkür ederim."
Suyu içerken beni izliyordu, bunun farkındaydım o yüzden yüzüne karşı dönmeye çekindim. Çünkü göz göze gelirsek utanacaktım ve yanaklarım kesinlikle kızaracaktı. Gözlerimi gözleriyle buluşmadan "İyi geldi." dedim. Herhangi bir cevap gelmedi ve yine sessizlik.. Konuşmaya bir şey bulamayınca gözümü asansörde gezdirmeye başladım. Bunu her zaman yapıyordum, sıkılınca veya utanınca gözlerimle etrafı incelemek alışkanlık gibi bir şeydi. Sonra göz ucuyla Haluk Bey'e baktım.

Hâlâ beni mi izliyor?

*Haluk*
Asansörün önüne geldiğimizde o koca gözleriyle bana baktığında korktuğunu anlamıştım ama o kadarda önemsememiştim. İçinde büyümeyen bir çocuk vardı, bunu konuşma tarzından, ses tonundan, el kol hareketlerine kadar her şeyiyle belli ediyordu. Asansör bir anda durduğunda gerçekten korktum. Kendim için değil ama onun için, Güneş için. İsmini ilk söylediğinde içimden geçen tek soru şuydu, 'Bir insan ismini bu kadar mı iyi taşır?' Uzun uzun baktım yüzüne, tüm ayrıntısını ezberlemeye çalıştım, uzun kirpiklerini saymaya, dudaklarının hareketlerini, gözlerinin içindeki buğuyu çözmeye çalıştım. Öyle güzeldi ki, güneş gibi.. Evrende tekti. Gülüşüyle insanın içini ısıtmayı başabiliyordu ve harika bir özelliğini daha keşfettim; benim gibi beyazla siyah arasında gidip gelen bir adamın siyahını aydınlatmak..
Yanımda oturmuş etrafı inceliyordu, bense onu. Bi' ara göz göze geldik,

Onu izlediğimi anlamamış olsun.

hemen gözlerimi kaçırdım ve bende etrafı inceliyor gibi yaptım. Sonra tekrar dönüp ona baktığımda bakışlarını çoktan üzerimden çekmişti. Elleriyle kollarını ısıtmaya çalıştığını farkettim. Elbisesi askılıydı ve üşüdüğü belliydi.
Kısık sesle "Üşüdünüz mü?" diye sordum. Cevap vermedi sadece yüzüme baktı, hayır diyemiyordu çünkü üşüyordu, evet demeyede çekiniyordu. Cevap vermesini beklemeden ceketimi çıkarmaya yeltenince kolumdan tuttu, gözlerimin içine baktı "Gerçekten gerek yok."
Kolumu elinin altından çektim ve ceketimi çıkardım. Ona doğru yaklaştım ve ceketimi omuzlarına bıraktım. Burnuma papatya kokusu dolmuştu. İstemsizce kokuyu içime çektim. Sanki yaz ayında, kır bahçesine uzanmış kitap okuyor gibiydim. Tepemde güneş yakıp kavuruyor, etrafımda kır çiçekleri mis kokuyor.
Bana bakıp gülümsedi ve bende gülümseyerek karşılık verdim.

***

1 saatten daha uzun bir süredir burdaydık ama hâlâ ses seda yoktu.

"Ben kendimi hiç iyi hissetmiyorum."
Telaşlı gözlerle baktım, bitkin haldeydi.
"İyi misiniz?" diye sordum. Bana doğru döndü, güçsüz bir sesle, "Zor nefes alıyorum Haluk Bey, bir şey yapın, çıkmak istiyorum artık."
Bende kendimi iyi hissetmiyordum ama bunu belli etmemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. 'Bu böyle olmayacak.' diye mırıldanıp asansörün kapısını yumruklamaya başladım. Sesimi duyurmaya çalışıyordum. Güneş Hanım'a döndüğümde sadece boş gözlerle bakıyordu. Daha çok panikleyip avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. 10 dakikadır bağırıyordum ve sesim kısılmaya başlamıştı. Çok şükür biri bizi duymuştu.

"Kim var orada?" diye seslendi.
"Lütfen yardım edin asansör arızalandı, bir şeyler yapın ."
Saatlerdir güçlü olmaya çalışıyordum ama bende bitkin düşmüştüm. Sesimizi ilk duyan bir öğrenciydi ve müdüre haber vermeye gidiyorum diyip uzaklaştı. Hemen Güneş Hanım'ın yanına çöküp,
"Şimdi yardım etmeye gelecekler, lütfen biraz daha dayanın, lütfen." Güneş Hanım hiç bir şey söylemedi sadece gözleriyle onaylıyormuş gibi yaptı. O sırada müdür ve bir kaç adamın sesiyle ayağa kalktım.

"Merak etmeyin Haluk Bey tamirciler geldi hemen çıkaracağız sizi."
Hemen Güneş Hanım'a döndüm ve ellerimi uzattım. Ellerimi tuttunca sıkıca tutup ayağa kaldırdım. Bi' an dengesini sağlayamadı ve düşecek gibi oldu, belinden kavrayıp kulağına doğru eğildim, "Lütfen biraz daha dayanın." hiç bir tepki vermedi.
"Açın artık şu kapıyı!" diye bağırdım. Çok geçmeden asansörün kapısının açılmasıyla Güneş Hanım'ın kollarımın arasına yığılması bir oldu.

O an ne yapacağımı bilemedim, sadece "Güneş Hanım?" diye seslenip yanağına dokunabildim.

Papatya MevsimiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin