27.Bölüm : Hokus Pokus...

837K 40.8K 8.2K
                                    



Öncelikle merhaba^^ Çok uzatmayacağım, biliyorum çok uzun bir ara verdik, ve bırakmak gibi bir düşüncem bile oldu... Ama çok fazla yorum geldi, mesaj geldi. Ve şunu fark ettim, bu kadar insan değil tek bir kişi bile bırakmamı istemeseydi bırakamazdım zaten, kaldığımız yerden devam ediyoruz. Aynı isimle^^ Karantina için bir de video yaptım, buraya ekliyorum, hem videoyu izlerken duygulanacaksınız hem de şunu söylemek istiyorum, bu bölümün sona doğru yazdığım özel kısmı uzun zamandır yazarken en ağladığım yer oldu. Hatta belki de Karantina'yı baştan sona yazarken ağladığım tek yer. İyi okumalar ve video için iyi seyirler dileriim^^ -Beyza Alkoç



---

''Zeynep,'' dedi, ''bunları yaşadığın için özür dilerim.''

Sadece suçlular özür dilerdi, sadece saklayanlar bilirdi sakladıklarının nerede olduğunu, sadece ateş dokunabilirdi ateşe, su güneşe dokunsa sönerdi güneş... Biliyordum, bilmediğim bir şeyler vardı. Tahmin edemediğim, etmediğim, edemeyeceğim. Ve biliyordum, ateş güneşe dokunduğunda bu sefer harlanmayacaktı güneşin ateşi, bu sefer güneşi söndüren su değil ateş olacaktı. Bizim güneşimiz sönmek üzereydi. Bizi karanlık, kapkaranlık günler bekliyordu...


---


KARANTİNA

27.Bölüm :
Hokus Pokus...


Hiç çaresiz kaldınız mı? Sizin şehrinize hiç kar yağdı mı? Kayıp düşerken birine tutunmaya çalıştığınızda tek başınıza olduğunuzu anladığınız bir an yaşadınız mı hiç? İşte o an, benim hayatımın birkaç saniyelik özeti. Hayatımda bir sürü insan var, ama kendi düşüşümde tek başımayım. Anneannem hep yalnız kalmaktan korktuğunu söylerdi. Ama asla ve asla ''yalnız'' kelimesini kullanmazdı, ''tek başına'' kelimesinden nefret ederdi. O hep ''bir başına'' derdi, ''Bir başına kalmak en zoru...''  Ve ben şimdi cebimdeki notlarla bir başıma kaldım. Yapayalnız. Tek başıma.

Onur beni o parkın içinden çıkarıp arabasına doğru götürürken bir korku filminin sonunda hayatta kalmayı başarmış tek başrol gibiydim, dağılmış, mahvolmuş, başına gelmeyen kalmamış ama bir şekilde hayatta kalmış! Arabanın arka kapısı Onur tarafından benim için açılırken bir araba koltuğuna oturuyor gibi değildim, bir yatak görmüş gibi cenin pozisyonunda sığındım koltuğa. Ben o koltuğa 18 yıl önce annemin karnında her nasılsam aynı öyle yattım. Tek fark vardı. Tek bir fark. Her bebek anne karnında dokuz ay yatar da bir saniye bile yastığa ihtiyacı olmaz ya hani, çünkü yeryüzündeki en yumuşak yastıktan yumuşaktır, en sıcak yataktan sıcaktır bir annenin karnı. Oysa şimdi biri vardı... O biri benim başıma yastık olmak istiyordu. Onur arka koltuğa oturup başımı elleriyle kaldırıp kucağına yerleştirirken doğrulmaya çalıştım, şok içinde baktım ona.

''Uyu...'' diye emretti, ''Burak ve Mert geldiğinde ikisinden biri arabayı kullanır.''

İtiraz etmedim. Bazı zamanlar bazı insanlar bazı insanlara itiraz edemez. Hatta bazı insanlar bazı insanlara asla itiraz edemez. Onur benim asla itiraz edemediğim insan oldu. Onur Zorlu bir duvardı, şimdi yastık oldu, kucağında uyuyorum şu hale bak... Semsert, buz gibi bir duvara yaslanmış uyuyorum sanki. Oysa öyle garip ki... Bu soğuk duvar benim içimi ısıtıyor. Tam şuan, saatler önce korkup yüzüme dokunmasına izin vermediğim bu duvar şimdi bana en ses geçirir duvardan daha hassas geliyor. Ben ona duvar dedim, işte şimdi o duvar yıkılıyor... Bizi bekleyen karanlık günler aslında bizi beklemiyor. Onu... sadece onu bekliyor. Ve benim en büyük korkum bu şimdi, benim güçlü sert duvarım günün birinde, belki de çok yakın bir zamanda yıkılmış dökülmüş kalacak bir karanlıkta... Ve o gün onu kendisi bile kurtaramayacak. Olay ne bilmiyorum. Tüm o kağıtlarda yazanlar gerçek mi, Onur gerçekten hasta mı, cinayetini unutmuş bir katile mi sığındım bilmiyorum. Eğer öyleyse bizi karanlık günlerin beklediği kesin. Ama size bir şey söyleyeyim mi? Eğer öyle değilse... Eğer tüm bu notlar yalansa, işte o zaman bizi karanlık değil ; kapkaranlık günler bekliyor. Çünkü bu, savaş demek... Birileri karşı tarafa haber vermedikleri bir savaş açmış demek. Bu yenilgi demek... Kim kazanır bir savaşı o savaşta olduğunu bile bilmeden? Biri Onur'a karşı bir savaş açtıysa zira, Onur'un bundan haberi bile yok! Ve içim acıya acıya söylüyorum, Onur hasta olsa da olmasa da, biri Onur'a bir savaş açsa da açmasa da, mahvolan Onur olacak. Bu duvar, çok yakında yerle bir olacak... Bu, benim, Mert'in ya da Burak'ın hikayesi değil.
Bu karantinaya alınan bir okulun hikayesi de değil.
Bu bizzat Onur'un hikayesi.
Bu... bir duvarın yerle bir oluş hikayesi...

''Hala uyuyor mu?'' Mert'in sesiyle birlikte sallanan arabada gözlerimi araladım. Karşılaştığım karanlık kaşlarımı çatmama sebep oldu. Üstüme örtülen simsiyah bir monttu bu karanlığı yaratan. Kıpırdanmadan olduğum montun altında, Onur'un kucağındaki başımı hafifçe oynattım.

''Uyusun... Bugün başına gelenler başkasının başına gelseydi şuan hastanedeydik, sakinleştirici serumunun bitmesini bekliyorduk.'' Gözlerimi kırpıştırıp yaşadıklarımı düşündüm. O adamın söyledikleri, Onur'un beni buluşu, başımı kucağına yerleştirişi.

''Abi, bak bana kızmayın... Ben Zeynep'i seviyorum ama bugün onu bizden uzaklaştırmamız gerektiğini düşünmeye başladım. Kızın hayatını mahvediyoruz. Bir cinayete bulaştık, babanı korumak için girdik bu işe ama Zeynep'in hiçbir suçu yok.'' Burak tüm bu cümleleri bana fikrimi bile sormadan kurarken Mert girdi araya,

''Bizim de bir suçumuz yok Burak. Zeynep'in tüm bu işlere karışmamış olmasını ben de isterdim. Ama artık karıştı, ve geri dönüşü yok.''

Geri dönüşü yok... Geri dönüşüm olsa bile, ben yarıladığım bu yoldan dönmek istemiyorum. Onur'u, Burak'ı ve Mert'i bırakmak istemiyorum. Çünkü emin olduğum bir şey var, hiçbiriyle ne kadar süredir tanıştığım önemli değil... onları ne kadar tanıdığım önemli. Ve ben onları tanıyorum, yıllarımı verdiğim insanlardan çok daha iyi tanıyorum. Onur'a karşı duyduğum şüphe içimi yiyip bitirse de hiçbir şeyi bile isteye yapmadığını bilmek beni ona görünmez bir iple bağlıyor. Notlar onun hastalığına çıkıyor, ve her hastanın ilaca ihtiyacı vardır. Ben ona ilaç olmak istiyorum...

''Belki de her şeyi anlatmalıyız...'' Onur'un ağzından çıkan bu cümleyle birlikte şok içinde kaşlarımı çattım.

''Ne!?'' Burak'ın şok tepkisi tam da benim vermek istediğim tepkiydi.

''Her şeyi...'' diye mırıldandı Onur, ''herkese.''

''Abi sen delirdin mi? Madem her şeyi herkese anlatacaktık ne diye bu kadar gündür bunları yaşadık! Onur...'' dedi Burak ilk defa ciddi bir ses tonuyla, ''Zeynep için babandan mı vazgeçiyorsun?''

Sessizlik. Cevap yok. Montun altında kalbim deli gibi atarken öyle gergin bir hava var ki. Her şeyi herkese anlatmak mı? Beni korumak için mi!?

''Kimseden vazgeçtiğim yok. Ben sadece kimsenin hayatını mahvetmemeye çalışıyorum.''

''Babanın hayatının mahvolacağını bile bile herkese her şeyi anlatma fikrini düşünmeye başladın. Emin ol, Zeynep'in bu halde olmasını en son isteyecek insanlardan biriyim. Babanı da pek sevdiğim söylenemez. Burada korumaya çalıştığım baban değil. Sadece... sadece bizi bir kaosa sürükledin. Dördümüz, sen de dahil en başından beri babanı korumak için birlikte olacağımıza söz verdik. Kız mahvoldu, şu haline bir bak. Uyurken korkuyorum diye sayıkladığını duydun... Biz hepimiz sözümüzden dönmemek için elimizden geleni yapıyoruz ve yapacağız da. Bizi bu yola sokan sen şimdi pes etmeye mi karar verdin?''

Sayıklamak mı? Uyurken sayıklamış mıydım?

''Burak, kendin diyorsun işte, kız mahvoldu. Onur'u bunu düşünmeye iten de bu zaten.''

''En başında düşünecekti.''

Burak ve Mert kendi aralarında konuşurlarken Onur'dan ses gelmiyordu. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini, kafasının içinde ne döndüğünü bilebilmeyi o kadar çok istiyordum ki. Sayıkladığım anda neler yaşadığını görebilmek için her şeyimi verirdim. Belki de şimdi tekrar sayıklıyor gibi yapmalıydım? Saçmalama Zeynep.

''Bak... Onur...'' dedi Burak en sonunda, ''Sen benim kardeşimsin. Bana tek çocuk musun diye sorulduğunda asla ve asla evet diyemedim. Annemin ve babamın tek çocuğuyum, evet. Ama benim iki kardeşim var. Hatta şimdi üç oldu... Sana kızdığımı düşünüyorsan evet. Sana kızıyorum. Çünkü her zaman güçlü olmamızı söyleyen Onur şimdi pes ediyor, ve bu senin bana öğrettiğin hiçbir şeyle uymuyor. Biz bir yola girdik. Ve o yoldan dönmeyeceğiz. Farkında değil m-'' derken Onur Burak'ın sözünü kesti,

''Oyun,'' dedi sertçe, ''birileri bizimle oyun oynuyor. Görmüyor musunuz? Basit bir cinayeti çözmeye çalışmıyoruz. Ceset kayboldu, Zeynep'i birileri takip ediyor. Günler önce montunun cebine bir not bırakmışlar ve not açıkça benim katil olduğumu gösteriyor.''

Bir de diğer notları görsen...

''Peki korkacak mıyız?'' dedi Burak cesaretlendirmek için.

''Playstation oynamıyoruz Burak. Bir cinayet olayının içindeyiz. Biz her neyse, ama Zeynep...'' deyip durduğunda gözlerimi açtım montun altında. Söyleyeceği şeyi beklerken sustu.

''Zeynep iyi olacak. Biz yanındayız, biz onu koruyacağız. Şunu bir düşün... Birdenbire ortaya çıktığımızı düşün. Hey millet, okulda bir cinayet işlendi, cesedi sürükleyip sakladık. Günlerce kimseye anlatmadık sonra bir baktık, SÜRPRİZ! Ceset kaybolmuş! Bunları mı diyeceğiz insanlara? Ceset bulunmadan içeri atarlar bizi. Mert, haksız mıyım?'' Mert'in derin bir nefes aldığını duydum.

''Haklı... Ortada ceset de katil de yokken bu olayın suçlusu biziz Onur... Zeynep de dahil.''

Bir kez daha sessizlik. Onur cevap vermiyor, kafasının içinde ne düşünüyor bilmiyorum ama dışa vurmak istemediği çok belli. Tam her şeyin başında bu kadar içine kapandıysa çok merak ediyorum, bahsedilen intikam planı bir bir gerçekleştiğinde ne olacak. O beni koruyacağına emin. Peki ben? Onur'u koruyabilir miyim? İmkansızı istemek olur bu... Tek başıma bu bilgileri ne kaldırabilirim, ne Onur'un önüne siper olmam kurtarır onu yıkılmaktan. Benim her şeyi Burak ve Mert'e anlatmam lazım. Her şeyi.

Dakikalar süren sessizlik bir kez daha uykuya dalmama sebep oldu. Arabanın camına vuran yağmur taneleri uyumamamı imkansız hale getiriyordu. İçimde korkum, kafamda planım, Onur'un kucağında başım, öylesine çaresizce uyuyakalıyordum defalarca ve defalarca. Bu, uzun bir uyku değildi, bu art arda sıralanmış uyuyakalışlardan ibaretti yalnızca...

Kendimi sıcacık, yumuşacık bir yastık üstünde bulduğumda kulağıma gelen ateş sesiyle derin bir nefes aldım. Saat kaç bilmiyordum, neredeydim bilmiyordum, ne kadar zamandır böylece yatıyordum bilmiyordum. Gözlerimi araladığımda yanan bir şömine gördüm. Hemen önünde oturan Burak ve Mert... Kaşlarımı çatarak üstüme örtülmüş kırmızı battaniyeyi kaldırmadan doğrulduğumda kocaman, yumuşacık kahverengi bir koltukta olduğumu gördüm. Kıpırdanmamla birlikte Mert başını bana doğru çevirince gülümsedi.

''Öldün sandık.'' Kaşlarımı çattım.

''Ne kadar zamandır uyuyorum?'' Burak hemen atladı,

''Zeynep. Şimdi sana çok önemli, inanmanın biraz güç olacağı, şok edici bir şey söyleyeceğiz. Hazır mısın?'' Kalbimin hızlandığını hissettim ciddiyeti karşısında. Öğrenmişler miydi? Biliyorlar mıydı? Onur neredeydi?

''H-hazırım...''

''Zeynep... Üç yıldır uyuyorsun. Sana üç yıldır burada nöbetleşe bakıyoruz. Beslenmen, temizlenmen, giyinmen, her türlü bakımı-'' derken Mert Burak'ın koluna vurunca rahat bir nefes alıp elimi kalbime koydum.

''Öğrendiniz sandım...'' diye fısıldadığım an ikisinin de donakaldıklarını fark ettim. Kahretsin! Bunu söylemek de nereden çıktı!? Mert kaşlarını çattı,

''Neyi öğrendik sandın?'' Bir süre boş boş yüzlerine baktıktan sonra lüks kış evinin içini taradım. Onur yoktu.

''Onur nerede?'' diye sorduğum an Burak bir kez daha atladı,

''Dediğim gibi, üç yıldır nöbetleşerek sana bakıyoruz. Nöbet sırası bizdeyken Onur Ankara'ya, üniversitesine döndü. Haberin yok tabi, Bilkent'te Mekatronik Mühendisliği okuy-'' derken Mert bir kez daha Burak'a vurunca Burak büyük bir kahkaha attı. Oysa gülecek halde değildim. Aklım Onur'daydı.

''Ciddiyim, Onur nerede?''

''Sen uyanmadan iki dakika önce çıktı. Markete gidip bir şeyler alacak.'' İçim rahatlamış bir şekilde başımı salladığımda Mert bir kez daha sordu,

''Neyi öğrendiğimizi sandın?''

İşte o an, vakti gelmişti. Hissediyordum. Sırayla Mert'in ve Burak'ın yüzlerine baktım. Onlara anlatmam gerekiyordu. Artık bilmeleri gerekiyordu. Olduğum yerden kalkıp karşı koltukta duran montuma doğru ilerledim. Montumun cebinden tüm notları çıkarıp onlara gösterecektim. Elimi montumun sağ cebine attım. Kulaklığımdan başka bir şey yoktu. Sonra sol cebimi kontrol ettim ve kaşlarım çatılabilecekleri kadar çatıldılar. Orada da yoklardı. Üst cepleri, minik arka cebi de kontrol ettiğimde delirmek üzereydim. Notlar yoktu! Ellerimle koltuğu yokladım belki koltuğa düşmüşlerdir diye. Sonra ellerimi pantolonumun ceplerine götürdüm. Ama orada da yoklardı.

''Ne arıyorsun Zeyno?'' Burak'ın sorusunu görmezden gelip delirmiş gibi dizlerimin üstüne çöktüm ve koltuğun altına baktım. Aklımdan binlerce şey geçiyordu. Onur notları görmüş olabilir miydi? Notları arabada düşürmüş olabilir miydim? Ya Onur notları arabada bulursa? Ya o notlar hiç olmadıysa, ya hepsi benim hayalimse!? Yerlere, masanın altına bakıyordum ki birden Mert'in sesini duydum.

''Bunları mı arıyorsun?'' Başımı sertçe kaldırıp şok içinde kaldırdığı eline baktım. Elinde notları tutuyordu... Kalbim deli gibi atarken uzanıp notları almaya çalıştım ama Mert elini geri çekti.

''Size anlatacaktım!'' dedim yalvarır gibi, ''lütfen kaldır onları Onur görmesin!''

''Neyi bekliyordun?'' Sesi öyle öfkeliydi ki onu ilk defa böyle görüyordum. Burak hiçbir şeyi anlamamış gibi bir ona bir bana baktı.

''Ne bunlar?'' diyerek Mert'in elinden notları alırken çaresizce yerde oturuyordum.

''Şimdi, tam şuan anlatacaktım... Sizle yalnız kalmayı bekliyordum...''

''Nerede senin ateşin, kaldır başını bak... Güneşin yerini sor ona. Çünkü prenses, insan ancak sakladığının yerini bilir...''
Burak son notun son cümlelerini okuyup bana ve Mert'e karmakarışık gözlerle baktığında yutkundum.

''Alttakini oku.'' diye mırıldandım.

Bir kısmını içinden okuyup, bir kısmını dışından söylediği an her şeyi anladığını anladım. Odaklanması gereken kısma odaklanmıştı,

''Unuttuysa o acı günü. Ellerindeki kanı. Kendisi bile hatırlamıyorsa yaşanmamış sayılabilir mi bir canın bedenden... ayrılışı...'' Şok içinde öfkeyle ekledi, ''Ne diyor bu orospu çocuğu ya!?''

''Açıkça belli. Onur'un bir hastalığı olduğunu, yaşadığı travmatik olayları unuttuğunu anlatıyor. Bu cinayeti onun işlediğini v-'' Mert açıklarken Burak araya girdi öfkeyle,

''Siktirsin gitsin! Ben bile daha çok işlemişimdir bu cinayeti. Abi Onur'dan bahsediyoruz. Ben unutmuşumdur belki de yapıp. Onur yapmaz.''

''Biliyorum... onu çok seviyorsunuz... ben de seviyorum... Ama bu notları her aldığımda o vardı karşımda. Yaşanan bir travmadan bahsediyor. Aramızda başka annesinin ölümü sırasında onunla yedi saat boyunca aynı evde kalmış biri var mı? Yok...''

''Zeynep!'' Burak öfkeyle ismimi söylediğinde durmadım,

''Yapmadığına inanmak için elimden gelen her şeyi yaptım!'' dedim gözyaşlarımın arasından.

''Hala inanmak istiyorum, ama eğer gerçekten yaptıysa bile onu suçlayamayız... Bu notlara göre, Onur... Onur hasta...''

''Değil!'' dedi Burak, ''Onur iyi! Onur masum! Hasta da değil, kimseyi de öldürmedi! Mert bir şey söylesene!''

''Burak... Ne Zeynep ne ben, Onur'u suçlamıyoruz. Ben bu notları saatler önce buldum. Saatlerdir düşünüyorum. Hatırlamıyor musun? Defalarca unuttuğu şeyleri. Küçükken... bazı günler... annesinin ölümünden sonra, bazı şeyler anlatırdı. Annemle oynadık, annem dün bana pasta yaptı... Oysa tüm bunları anlattığında annesi çoktan ölüydü.'' Gözyaşlarım artık dayanılmaz bir hal aldığında Burak öfkeden delirmek üzereydi,

''Çocuktu! Beş altı yaşındaydı, hayal görüyordu! Onur iyi, siz kör müsünüz? Onur bu... Bizim Onur! Biri bize oyun oynuyor ve siz salak gibi yemişsiniz!''

''Tamam...'' dedi Mert ortalığı sakinleştirmek için, ''Zeynep ağlamayı kes, Burak sakinleş. Onur'u suçlamıyoruz. Onur için hiçbir yargıya vardığımız da yok. Bu notlar açıkça Onur'un hasta olduğunu, ve cinayeti işlediğini gösteriyor. Biz tabi ki onu koruyacağız, biz tabi ki onun yanında önünde arkasında olacağız. Gerekirse duvar öreceğiz etrafına, kimsenin onu o duvarın içinden çıkarıp almasına izin vermeyeceğiz. Ama gerçeği bilmek zorundayız. Hareketlerini incelemek, gittiği yerleri kontrol etmek zorundayız. Eğer Onur... bu notlarda yazdığı gibi hastaysa... tedavi olması gerek. Ve biz bunu bilmek zorundayız. Senden sadece sakin olmanı istiyorum Burak. Zaman ver, gerçeği anlayalım.''

Sessizlik. Gözyaşlarım boynuma kadar aktı, sessizce şöminenin ateşini izliyorum. Aklımda Onur'un çocukluğu var. Mert'in söyledikleri... Annesinin ölümünden sonra anlattığı o hayali anılar. Olmayan annesinin ona olmayan bir pasta yapışı. Olmayan annesiyle olmayan oyunlar oynayışı. Onu en başında bu kadar sert, bu kadar duygusuz olduğu için yargılamıştım. Oysa o, tanıdığım en güzel kalpli insandı... Hani Mert diyordu ya, gerekirse duvar öreceğiz Onur'un etrafında diye, işte ben o duvarı tek başıma örmeye razıydım. Tek başıma.

---


(Yazarın Anlatımıyla)
Yıllar Önce...
1 Mayıs, 2000.


İstanbul'un en nezih semtlerinin birinin, en nezih sitelerinin birinin, en nezih binasının, en lüks dairesinde sıradan olmayan bir sabah yaşanmak üzereydi. Beş yaşındaki Onur Zorlu, annesinin deyişiyle ''minik adam'' sabahın sekizinde uyanmıştı her zaman olduğu gibi. Yumruk yaptığı elleriyle gözlerini ovalamıştı. Minik çıplak ayaklarını yatağından aşağı sarkıtmıştı. Üstündeki araba desenli mavi pijaması onu öyle tatlı yapıyordu ki... Daha bu yaşta, beş yaşında, araba aşığıydı. Bebekliğinden beri büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusuna ''Araba!'' diye cevap veriyordu. Her sabah olduğu gibi o sabah da kalktı, İstanbul Üniversitesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde sadece ikinci öğretim profesörlüğü yapan biricik annesi kahvaltı hazırlamış mı bakmak için koşarak odasından çıktı. Her sabah aynı saatte kalkardı, her sabah annesini ona kahvaltı hazırlarken bulurdu. Her sabah ''Ben de senin gibi siyah renkli çay içebilir miyim anne!?'' derdi heyecanla, ama her sabah izin alamayıp portakal suyu içerdi. Oysa bu sabah farklı bir şeyler vardı. Beklemediği bir sahneyle karşı karşıyaydı o ''minik adam''.

''Anne?'' dedi gözlerini kırpıştırarak Onur. Annesinin yerde kanlar içinde yatan bedenine doğru bir adım attı. Korkmuyordu ama, insan annesinden korkar mıydı hiç?

Ses gelmedi. O ne zaman anne dese, annesi ona ''AŞKIM'' derdi, şimdi ne olmuştu böyle? Annesi neden cevap vermiyordu?

''Anne...'' diyerek bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Minik dizlerinin üstüne çöktü. Elini annesinin koluna koydu. Annesinin buz gibi olmuş elini tuttu.

''Üşümüşsün anne, bekle!'' dedi. Ayağa kalktı. Koşarak odasına gitti. Araba desenli yorganını aldı, sürükleyerek annesine götürdü. Annesinin üstünü örttü bir güzelce.

''Anne yorulmuş, anne yerde uyumuş...'' dedi kendi kendine gülerek. Ama içten içe bir gariplik olduğunu biliyordu. Hissediyordu. Annesinin başından ayrılmadı. Bekledi, bekledi, saatlerce bekledi.

''Anne uyan... Sıkıldım...'' diye fısıldadığında gözleri dolmuştu. Bir bebeğin, minik bir çocuğun gözleri dolar mıydı? Onur Zorlu'nun beş yaşında gözleri dolmuştu. Biliyordu, annesinin gittiğini, bir daha asla ve asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Bittiğini, ve bir daha asla başlamayacağını biliyordu annesiyle olan öyküsünün. Annesi gitmişti, kalanların bir önemi yoktu.

''Anne kalk...'' diye bağırdı gözyaşlarının arasından, ''Anne...''

Günler önce izlediği bir çizgi film geldi aklına. Yaralanan bir kuş vardı çizgi filmde, ''hokus pokus!'' diyerek müthiş bir sihirle iyileştirmişlerdi o kuşu! Annesinin yüzüne baktı umutla birden.

''Hokus pokus!'' dedi annesine. Hiçbir şey olmadı. Bekledi, bekledi...

''Hokus pokus!'' dedi bir kez daha. Olmadı. Uyanmadı annesi.

''Sihir yaptım anne uyan!'' Olmuyordu. Sihir de işe yaramıyordu. Artık hüngür hüngür ağlıyordu.

''Anne... seninki gibi siyah çay içebilir miyim?'' dedi gözyaşlarının arasından belki cevap verir diye.

Cevap gelmedi. Annesinden bir daha hiçbir zaman cevap gelmedi. Onur küçücüktü, annesinin sesini duymak istiyordu sadece. Tek isteği, tek dileği buydu o an.

''Acıktım anne!'' dedi hıçkıra hıçkıra belki uyanır da yemek hazırlar diye.

''Üşüdüm...'' dedi, uyanır da ısıtır diye.

''Anne düştüm, kolum acıyor...'' Sonra üzülür diye düzeltti, ''şaka şaka anne.'' dedi gözyaşlarının arasında, ''Düşmedim. Acımıyor.''

Ama olmadı. Uyanmadı annesi. Saatlerce uğraştı Onur. En sonunda yorgun düştü. Annesinin üstüne uzandı küçük bedeniyle. Yanağına bir öpücük kondurdu. Uyuyakalmak üzereyken kulağına fısıldadı ağır ağır,

''Hokus... pokus...''

Bu sihir de işe yaramadı. Artık hiçbir hokus pokus geri getiremezdi annesini Onur'a. O an anlamıştı, sihirler yalandı...


---
Lütfen oy vermeyi, yorum yapmayı unutmayın :'')

Görüşmek üzere! ^^


İletişim : 

Instagram : beyzalkoc (tek a'yla)
Twitter : beyzaalkoc
Snapchat : beyzaalkoc

Karantina SerisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin