Sahi neye ağlıyordu ki? Oysa dün akşam yemeğinde gayet güzel rol yapmıştı o kadar olaya rağmen. Gerçi gözlerini tabağından hiç çekmemişti hatta ne yediğini de bilmiyordu. Sadece yemişti işte.

"Sevim ablanın eşi ölmüş"

"Deme deme" diye dizlerine vurdu Döne kadın ve ekledi "yoksa?" dedi duyacağı cevabı biliyordu ama öyle olmamasını umdu yine de.

"Evet.. Kara ölüm"

"Başımıza gelecek var. ALLAH esirgesin.. Pis illet köşe bucak kuşattı memleketi. Bu yıl bu mahalleden aldığı kaçıncı can. Evlerden ırak" diye yakındı baş örtüsünü burnuna kadar sararken Döne kadın.

Kara ölüm. Vebaya halk arasında verilen isimdi bu. Hastalık, mikrop kapıldıktan 2-8 gün içerisinde kendini gösterir. Hastada aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülürdü.

Dili de kahverengi ve kurudur. Yapılacak ilk iş hastayı tecrit etmektir. Çevresindeki sağlıklı kişiler koruyucu aşı olmalıdır. Bugün için önemi olmayan ve eski devirlerde de olduğu kadar çok görülmeyen bu hastalığın tedavisi için geç kalmadan sağlık kuruluşlarına haber vermek gerekirdi..

Veba insanlık tarihi boyunca, değişik zamanlarda ortaya çıkmış; korkulan, ölümcül, gizemli salgın hastalıklardan biriydi. İşte bu sebepten Padişahın emri ile sık sık zorunlu aşı yaplırdı halka. Ara ara yüzünü gösterip salğına dönüşüyor ve çığ gibi büyüyordu. Bu yüzden korku düştü herkese.

Tarihsel olarak en eski kayıtlardan biri olan Tevrat'ta, vebadan bahseden pek çok metin bulunmaktaydı . İstanbul'da bir çok farklı dine mensup halk yaşadığı için kulaktan kulağa yayılıyordu kültürel korkular. Bunlardan birinde Musa(a.s.), İsrailoğulları'nı, firavunun zulmünden kurtarmak için gönderildiğinde, buna karşı çıkan firavunun kavmine, Allah'tan bir azap olarak veba geldiği yazılıdır söylentisi idi. Yine Tevrat'a göre veba, Davut(a.s.)'ın, İsrailoğulları'nı sayım yaptığı bir dönemde, Allah'ın onların üzerine gönderdiği bir azap olarak geçmekteydi.

Bazı toplumlar, salgının nedenini, burçlara(astrolojiye), hurafelere, cadılara bağlamış, hatta cadı oldukları ileri sürülen kişiler, hastalıktan kurtulmak için yakılmıştı. Bazı toplumlar da çaresiz kaldıkları bu salgını, "Tanrı'nın bir gazabı" olarak görmüşse de, buna karşılık çareyi, kutsallık atfettikleri bir takım putlara, azizlere(!) sığınmakta ve azizlerden kalan bir takım cisimlere başvurmakta bulmaktaydılar. Onlardan geriye kalan eşyaları şehirlerde dolaştırarak salgına çare olacağını zannederler. Böylelikle hekimlik işini de din adamları üstlenmiş olmuştu. Onlar da haçlar, mumlar, şeytan çıkarma ayinleriyle, salgını tedavi etmeye çalıştılar.

"Babalar, oğullarını; anneler, bebeklerini terk ediyor; hizmetçiler, hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor; doktorlar, rahipler ve rahibeler, hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hıristiyan usullerine göre gömülemiyordu; evler birer mezarlığa dönüşmüştü."  

Hatta  yine onlara göre Tanrı'nın öfkesini yatıştırmak için en çok başvurulan yollardan biri de, salgına sebep oldukları düşünülen Yahudiler'i öldürmekti. Salgının önlenememesi ile toplumlar korkuya kapıldılar. Kurtulmak için ondan kaçarak daha çok yayılmasına neden oldular. Bu anlamda Orta Çağ karanlığındaki Batı toplumlarında "vebalıların yakılması", "cadı" ve"Yahudi avı" meşhurdu. Sadece bizim toplumumuz daha insancıl bakılmıştı olaya. Hastalar gözetmenler eşliğinde kamplarda toplanır ve tedavi edilirdi. İstanbul'da ki bilgi kirliliğine rağmen hiç bir zaman canice hareket edilmemişti. Bunların hepsini Gülnihal'in hristiyan bir arkadaşı masal anlatır gibi anlatmıştı. Detaylı ve araştırmacı.

Güz Sancısı (Beyzadeler Konağı)Where stories live. Discover now