YİĞİT MUVAHHİDLERİN ÖYKÜSÜ - 2

958 47 0
                                    

Seksen darbesi sonrasında, ülke harabeye dönmüş, siyasi ve dini çalışmalar ağır darbeler yemişti. Cumhuriyetten bu yana askeri darbeler ve zulüm kanunlarıyla baskı altına alınan halk, bu darbeyle can çekişir olmuştu. Siyasi, dini çalışma yapmak ateşten gömlek giymek, dünyayı üç talakla boşayıp, ölümle evlenmek demekti. Üç kişi bir araya toplansa siyasi örgüt diye baskın yapılıyordu.

İşkence merkezlerinde insanlık dışı muameleye tabi tutuluyordu insanlar. Yurt dışına kaçanlar, göçmen kamplarında perişan olmuş, kalanlar cezaevlerinde tahayyül edilmesi zor eziyetlere maruz kalmıştı. Cumhuriyetin ilk hedefi dindi. İslam'a ve Osmanlı bakiyesi sayılan her şeye medeniyet adı altında savaş açılmıştı. Koca altmış yıl... Bir neslin tükenip, yeni nesillerin yetiştiği altmış yıl. Dinden uzak kalmış bir halk... Dinini öğrenmek veya öğretmek isteyenlere daha altmış asır unutulmayacak işkence, sürgün, hapis, açlık, idam...

Bu enkaz karşısında gayret ehli Müslümanlar çalışmaya başlamıştı. Yeni bir İslami uyanış, İslami hareket tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de canlanmıştı. 80 darbesi umutların tükenmesi, henüz boy gösteren başakların filler tarafından ezilmesiydi. Bu sükûnet hali, bölgesinin tanınmış âlimlerinden Beşir Hoca'nın uykularını kaçırıyordu. Bir şeyler yapmalıydı, insanlara hakikati anlatmalı, bu küfrün karşısında bir hareket oluş-malıydı. Kendi gibi düşünen arkadaşları ile bir araya geldiklerinde, bu durumu konuşuyor, çözüm önerileri üzerinde tartışıyorlardı. Beşir Hoca çözüm arayışı için, özellikle İslam tarihi, İslami hareketler gibi konulara yoğunlaşmış, derin okumalar yapıyor, saatlerce tefek- kür edip, Allah (a.c)'den yardım istiyordu.

Tüm bu çalışmalar ve okumalar sonunda bu işin, ferdi davet ve özel oturumlarla olmayacağına kanaat getirmişti. Çözüm Hz.Ömer'in vecizesinde tüm netliğiyle billurlaşmıştı. "İslam, İslam değildir cemaat olmayınca, cemaat, cemaat değildir emir olmayınca, emir, emir değildir itaat olmayınca..."

Beşir Hoca bu tezini, arkadaşlarına İslam tarihinden örneklerle izah etmişti. Şer'i olarak herkes yapılması gerekeni biliyordu. Fitnenin olduğu her yerde cihad Allah'ın emriydi. Lakin şartlar, harekete geçmeye engeldi.

"Hiçbir şart kulluğumuzu yerine getirmemizin, in- sanlara kurtuluş olarak gönderilmiş ümmet olmamızın önünde engel değildir. Dayanağımız Allah'tır. Ve O, her şart ve zorluktan yücedir." diyerek , o gün cemaatin temelleri atılmış, tüm baskı ve engellemelere rağmen, düzenli bir çalışma başlamıştı. İslam'a susamış insanlar bu yeni sese akın akın icabet etmişti. Yılların sinmişliği, yerini mücadele ve başkaldırıya bırakmıştı. Bu insanlar kendilerini bir isimle anmamış, biz Müslümanlarız demişlerdi. Ne var ki halk onlara tebliğciler demeye başlamış, bu isimle anılır olmuşlardı. Cemaatin her yerde çalışması vardı, meşru olan her yolu kullanıyor, insanlara tevhidi hakikatleri anlatıyorlardı. Her mahallede çay ocakları açılmış, buralar kısa zamanda davet merkezi haline gelmişti.

Mus'ab, cemaatin saygın hocalarından ve önderlerinden İbrahim Hoca'nın oğluydu. Babası yaşının ilerlemesine rağmen cemaatle tanıştıktan sonra hiç durmamış, ulaşabildiği her yere ulaşmıştı. Bu gayreti ve halk tarafından seviliyor olması, ön plana çıkmasına sebep olmuştu. Sonrasında baskı, gözaltı ve işkenceler... Kısa zamanda görmediği eziyet kalmamıştı. Önü alınamayan sistem, bir kış sabahı evinin önünde onu şehit etmişti. Yaşarken yaptığı hizmeti şehadeti ile devam ettirmiş, ölümü yüzlerce insanın hidayetine sebep olmuştu. Hem her şehit, dava binasının harcını sağlamlaştıran bir unsur değil miydi? Bir davanın gücü şehitlerinin, mazlumlarının sayısıyla ölçülürdü. Geriye iki erkek çocuk ve Hatice annemiz misali bir eş bırakmıştı. Büyüğü Muhammed henüz gençti. Babası gibi ilim adamıydı. Küçüğü ise Mus'ab daha çocuktu. Babasının şehadetini ilk zamanlar anlamamış daha sonra idrak etmişti. Dertler onu, o ise imanını büyütmüştü.

Mus'ab, Hakan'la okulda tanışmış, onunla ilgilenmiş, hem okul içinde hem okul dışında çalışmalara katılmasına vesile olmuştu. Orta üçte ayrılmışlar, bir daha karşılaşamamışlardı, bu karşılaşma tevafuk olmuştu.

Hakan mutluluktan ne yapacağını unutmuştu. İneceği yeri iki durak geçmiş olduğunu fark etti. Mus'ab'ın konuşmasını, hiç susmamasını istiyordu sanki. Uzun zamandır biriyle konuşurken böyle mutlu olmamıştı. Onu sıkılmadan dinlemişti. Mus'ab bir şeyler anlatıyor, o ise onun gözlerinde, arkadaşlık ettikleri iki buçuk yılı izliyordu. Bu an bitmesin diye lafa girdi.

- Müsaitsen bir yerde oturup sohbet edelim. Hem eskilerden konuşuruz, hem de dertleşiriz.

- Olur. Ben ikindi namazına kadar müsaitim. Sonrasında biraz işim var.

- Tamam, çok iyi olur. Ben babama işe gitmeyeceğime dair haber vereyim. Sonrasında hep müsaitim. Son durak yakınlarında güzel bir çay bahçesi var, istersen oraya oturalım.

- Şey, çay bahçelerinde hem müzik oluyor, hem de kadın erkek karışık, bana uygun değil. Daha farklı bir yer de olabilir.

- Bak bizim evde annemden başka kimse yok. Hem yemek yemiş oluruz, hem de rahat rahat konuşuruz.

- Olur, daha iyi olur.

Minibüsteninip taksiye binmişler, on beş dakika sonraeve varmışlardı.     

                                                        

                                                                                                                ❁ ❁ ❁


YİĞİT MUVAHHİDLERİN ÖYKÜSÜWhere stories live. Discover now