2

522 55 12
                                    


Zaman her şeyin ilacıdır lafını hiç anlamazdım. Bana göre zaman hiçbir şeyi iyileştirmiyor, sadece alıştırıyordu ve biraz da unutturuyor. Yaşıyordum ama göğsümdeki ağırlık hiç dinmiyor, bazen aynaya baktığımda annemin kederli gözlerini görüyordum. Anneme benziyordum ama kaderim anneminki gibi mi olacak bilmiyordum. Hiçbir şey zevk vermiyordu, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Yine de bir yanım bir şeyler hissedebilmek için arzuyla tutuşuyordu. Hissetmek. Evet, hissetmek istiyordum. Heyecan, tutku, acı, mutluluk... Her ne olursa. Ağlamak istiyordum, bağırmak, kahkahalar atmak, delirmek istiyordum.

Çocukluğumu özlüyordum. Avustralya'da geçirdiğim ilk on yılım güzeldi, annem orada daha iyiydi, yüzü gülerdi az da olsa. Ben doğduktan bir süre sonra Avustralyalı biriyle tanışmış, her şeyi unutmak için onunla bir ilişkiye başlayıp Güney Kore'yi terk etmişti benimle. Bir süre onunla yaşadık, kötü biri değildi. İkisi de pek benimle ilgilenmezdi, annem kendini tamamen o adama adamıştı. Yıllar geçtikten sonra evlenmeye karar verdiler ama olmadı, adamın ailesi annemi kabul etmedi büyük ihtimalle benim yüzümden, kavgalar arttı ve en sonunda adam onu terk etti. Annem yine de çabaladı, bir arkadaşıyla iş kurdu ama iş dünyası acımazdı. Kurduğu işi battı, beş parasız kaldık ve Güney Kore'ye döndük sekiz yıl önce. Büyükannemin yardımıyla hayatta kaldık, annemin yüzü bir daha gülmedi, ruhu hastalandı ve ben hiçbir şey yapamadım. Büyükannem buraya dönmenin ona kötü geleceğini bildiğini söylemişti çünkü benim burada doğduğumu söyledi. Bu yüzden para biriktirip başka, uzak bir şehre taşınmamızı söylerdi ama kirayı bile ucu ucuna ödediğimizden bu imkansızdı.

Önümdeki hesapların olduğu defteri kapadım, hesap makinesindeki tutarı bir kenara yazdım. Kasada bir miktar açık vardı, bu tarz sıkıcı işleri büyükannem daima bana yaptırırdı. Kendisi küçük bir markete sahipti. Büyükannem üç reyonun arasında dolaşıp etiketleri değiştirirken ben de burada bu ay sonu hesaplamalarını halletmiştim. Okuldan dükkana geleli neredeyse dört saat olmuştu, üzerimi bile değiştirmemiştim. Ay sonlarını sevmezdim, dükkanın hesap kitap işleri bunaltırdı beni.

Başımı sıkıntıyla masaya koydum ve elimdeki tükenmez kalemi çevirerek oynamaya başladım. Başımın yanında duran telefonum titrediğinde doğrulup telefonumu elime aldım. Rehberimde Jimin'den başka kimse olmadığından gelen bildirimin ondan olduğunu biliyordum.

jimin:
beş dakikaya oradayım

jimin:
büyükannenden izin alabildin mi?

jimin:
boşuna yürümeyeyim oraya :d

chaeyoung:
daha bahsetmedim

chaeyoung:
gel sen hallederiz

jimin:
hala benden nefret etmiyor, değil mi?

chaeyoung:
geçen gün senin hakkında iyi bir şeyler demişti sanırım

chaeyoung:
neyse, hadi hızlı ol
buradan bir an önce kurtulmak istiyorum

jimin:
ok

Telefonu masanın üzerine koydum. Dirseğimi masaya koyup elimi çeneme yasladım ve dükkanın camından dışarıyı izlemeye başladım. Hava neredeyse kararmış, sokak lambaları aydınlanmaya başlamıştı. Caddeden pek fazla insan geçmese de arabalar çoktan peş peşe sıralanmış, trafik var gibi gözüküyordu. Birkaç dakika sonra dükkanın karşı kaldırımda duran Jimin'i gördüm. Trafik ışıklarını bekledikten sonra koşarak dükkan kapısının önüne geldi ve hışımla içeri girdi. Bu sert girişi büyükannemi korkutacak olacak ki büyükannem reyonların arasından fırladı ve şeytani bakışlarını Jimin'e yöneltti. "Ne oluyor?" dedi büyükannem azarlar gibi.

kuroi namida ☆ rosékookWhere stories live. Discover now