35. Bölüm ''Pinhan''

430 27 10
                                    

"İnsan baş kaldıran yaratıktır derler."

Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos 

Artık her şey için çok geçti, yaşanmış olanlar ve yaşanacak olanlar için. Bu yoldan geri dönüşü olmayacaktı, renkler ayrılmış, yollar çizilmişti. Artık onlar diye bir şey yoktu, iki taraf vardı. Andriel onu bir kez daha incitmişti, bir kez daha yalan söylemişti. Ona duyduğu saf ve derin öfke gecenin üzerinde asılı kalan ay gibi kanlıydı. Theodore soyu hep böyleydi, önce avını parçalar sonra yutardı. Onu parçalayacak olanın, savaştığı kartalın James olduğunu zannetmişti ama bu kişi Andriel'dı. 

''Bana hemen Lord Gardener'ı bul Ravin.'' dedi. Ona yaptıklarının hesabını sorması gerekiyordu. Ravin onu avluda yalnız bırakıp gözden kayboldu. Bu esnada dışarıdaki hareketlenmelerin sesini duyabiliyordu, kapıya kadar gelmişlerdi. Avludaki nöbetçilere oradan ayrılmamaları için emir verdi, bulabildiği kadar adam bulması gerekiyordu. Avludan çıkıp hızlıca kuleye gitti, merdivenlerden eteklerini toplayarak çıkarken bir elbiseyle dolaştığı için lanet ediyordu. Olası bir ok yememek için dışarı çıkmadan çana uzandı ve var gücüyle salladı. Çan sesi bütün kalede yankılanırken bu; kıyametin sesiydi. Sûr borusu üflenmişti. 

Aşağı indi ve iç avluya geçerek ana salona ulaştı, salonda tam bir kargaşa hakimdi. Herkes neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Şövalyeler odanın önüne geçerek etten bir duvar örmüşlerdi ancak yıkılması çok sürmezdi. Bu sırada onu kolundan biri çekti.

''Burada olmamalısın.'' dedi Lord Darian. ''Benimle gel.'' onu kolundan çekiştirip salondan çıkarırken. 

Sylvia sersemlemiş bir halde onu takip ederken nereye gittiğini bilmiyordu. Kalbi boyuna atıyor, sırtından soğuk terler dökülüyordu. Gözlerindeki harelerinin etrafında dolanan damarlar birbirine geçmişti. Bu sırada gökyüzünde beliren ışıltılı yıldızlar birden başlarından aşağı yağmaya başladı. Göğün üzerinde süzülürken adeta bir alev topunu andıran oklar bütün avluyu ateşe vermişti. 

Sylvia'yı bir duvara yaslarken ona siper oldu. ''İçeri gir ve Albert'le kal.'' diye bağırdı ve onu duvardan odaya itti. 
Odaya girdiğinde Albert'i zırhını giyerken buldu. Gümüşi plaka zırhı içinde eski günlerdeki gibi savaşçı bir adama benziyordu. Yenilmez ve üstün Albert Theodore yeniden savaşa hazırlanıyordu ancak bu sefer kendi krallığına karşı olacaktı.
Kapı hızla açıldı ve içeri kılıcını kuşanmış olan Lord Gardener girdi. Dikkatli gözleri odayı tararken aradığını bulmuş gibi gözleri parıldadı. 

''Albert!'' dedi, ''İyisin ya...'' Kılıcını yavaşça yere indirirken Sylvia hançerini çekip atiklikle onun boğazına dayadı. Bir anda tüm vücudu kaskatı olmuştu ancak bunu yapması gerekiyordu. Krallığına ihanet edenlerden intikamını almalıydı. Elleri aksini gösterse de zihnini temizledi ve vücudunu sabit tutmaya çalıştı. 

''Isabella, ne yapıyorsun?'' diye bağırdı Albert ancak Sylvia bunu işitmedi. Bütün dünyaya karşı sağır olmuştu. Sanki başından aşağı kızgın bir ateşe girip çıkmış gibi bütün bedeni yanıyordu. Korkudan titriyor, önündeki adamın canını almak için harekete geçmiş elleri bıçağı sımsıkı tutuyordu. 

''O bir hain.'' dedi dişlerinin arasından. Gözleri, elleri ve Albert'in arasında gidip geliyordu, yaşlı adam çaresizce onu durdurmayı deniyordu. 

''İzin ver açıklayayım.'' dedi Gardener sonunda söze dahil olarak, boğazına dayanan bıçağa endişelenmiş gibi gözükmüyordu. Her zaman üzerinde olan sükunetten ödün vermeden konuşmuştu. 

''Bu akşam saldırı olacağını biliyordun.'' dedi onu dinlemeden. ''Andriel ile anlaştınız.''

''Andriel ile anlaşmadım, onu uzun zamandır görmedim bile.'' dedi nefes vererek. Aksini kanıtlamak için yalnızca konuşuyordu, yalvarmıyor ya da af dilemiyordu. 

''Andriel onu tanıdığını söyledi. Kim o zaman?'' diye sordu afallayarak. Eğer Albert, Gardener'a bu kadar güveniyorsa geriye kim kalıyordu?

''Tek bildiğimiz bu kaleyi avucunun içi gibi bilen başkalarının da olduğu Sylvia. Ben kralın sol koluydum ancak bir sağ kolu da vardı.'' dedi ona dönerek. Sylvia hançerini yavaşça yere indirirken zihni bir dehlizin içinde yuvarlanan küçük bir taş parçası gibiydi. Zaman, bütün gerçekleri yalanlara bulayıp tekrar önüne sunuyordu. Kaderse yılan kılığına bürünmüş bir şeytanlıkla karşısına geçmiş izliyordu. ''Yalan söylüyorsun.'' dedi inanmadan.

''O gece kalenin kapılarını içeriden biri açtı ve ben onu bulmaya yemin ettim. O gece gizli geçitten geldiler, o geçidi ise sadece kral ve ben biliyorduk. '' ''Sadece kral ve ben.'' dedi kendi kendine tekrarlayarak. Sylvia birkaç adım geri çekilirken artık ne düşüneceğini bilmiyordu, tüm gerçekleri tuzla buz olmuştu.

''Bu doğru.'' dedi Albert. '' O gece Evan ve seni kalede bulduğumuzda bu beklenmedik bir saldırıydı. Anneni kurtarmak için kendimi feda ettim...'' dedi isyan eder gibi. Simsiyah gözleri karanlık odada yaşlarla parıldıyordu, orada pişmanlık yaşıyordu, tanrıya kefaretini ödüyordu.

Sylvia hançerini havaya kaldırdı ve Albert'i gösterdi. ''O zaman Evan neden sana kızgın? Her şeyi yaptıysan neden seni affedemiyor!''

''Çünkü annenin ölmesine, Alexandra'nın ölmesine ben sebep oldum. Tahtımı tehlikeye atmamak için o hamileyken terk eden bendim.'' 
Göz yaşları yavaşça yanaklarından süzülüp sakallarına ulaşmıştı, ağlamaktan çekinmiyordu. Sanki göz yaşlarıyla temizleniyormuş gibi onların akıp gitmesine izin verdi. 

Sylvia acıyla gülümsedi, hikayenin nasıl bittiğini biliyordu. ''Ama o yine de öldü!'' diye bağırdı. Onu hemen burada öldürmek istedi, vücudunu parçalara ayırmak ve yeryüzünden silmek istedi ama öfkesinden çok daha güçlü bir acıma hissediyordu. Albert'in gözlerinde kendine olan nefreti tanıyordu. Küçüklüğünden beri bunu biliyordu ancak neden olduğunu şimdi anlıyordu. 

''Onu kurtarabilmek için tahtımdan vazgeçtim.'' 

Bu sırada bir kapı açıldı ve içeri Quentin Şövalyeleri girdi. ''Geldiler!'' diye uğultular yükseldi. ''Theodore'lar geldi!'' Albert onu arkasına çekip alırken onu yatağın yanına götürdü. ''Altına gir ve biri gelene kadar bekle.'' dedi. Onu altına sokar sokmaz kapı tekmelenerek açıldı ve Theodore şövalyeleri içeri hücum etmeye başladı. Odada olan birkaç Quentin şövalyesi yetmeyecekti, Albert ve Gardener'ın da öne atıldığını görebiliyordu. Bütün olan biteni yatağın altından izlerken ellerini ağzına götürüp sıkıca bastırdı. 

Theodore şövalyelerinin ardı arkası kesilmezken Quentin şövalyeleri azalıyordu. Sylvia birkaç kez yatağın altından çıkmak için yeltenmişti ama vücudunu hareket ettiremediğini fark etmişti. Zemin yavaşça kanla kızıla boyanırken kanın yatağın altına ulaşması da uzun sürmedi. Yerde duran cesetlerden süzülen kan önce dirseklerini ıslattı, ardından karnına sokuldu. Sonra tüm vücudu boyandı. Ellerini kulaklarına bastırıp gözlerini yumdu ve uğultunun geçmesi için bekledi. Birkaç dakika yalnızca öyle kaldı, gözlerini hiç açmadı. 

Ellerini çektiğindeyse tek duyduğu sessizlik oldu. Göz kapaklarını ayırdığında kendini kıyametin ortasında buldu, yerde onlarca ceset vardı. Etrafı kolaçan ettiğinde başka birinin olmadığını gördü, yerde yatan Albert'in yüzü ona dönüktü. Koyu renk gözleri donuk bir şekilde onu izliyordu. Sylvia ağzını kapatarak çığlığını engellemeye çalıştı. Kafasını diğer tarafa çevirip gözlerini kapattı ve sessizce ağlamaya devam etti. 

Artık ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bu insanlar ona güvenmiş, onun için ölmüşlerdi ve o bütün bunları yalnızca izleyebilmişti. Başını yere koyduğunda saçlarının kanın sıcaklığına bulandığını hissetti. Kafasını kaldırıp karşıya bakamadı, çünkü bakarsa onun ruhunun terk etmiş olduğu cansız gözleriyle karşılaşacaktı. O gözler ona bütün koyuluğuyla bakacak ve bütün yaşanmışlıkları önüne taşıyacaktı. 

Albert Theodore'un sevdiği kadın onun gözlerine bakarak ölmüştü, şimdi o da sevdiği kadının gözlerine sahip olan kıza bakıyordu. 

Kuşların Zamanı (Kitap Oldu)Donde viven las historias. Descúbrelo ahora