26. BÖLÜM

26 8 0
                                    

Melek uzun bir süre gözlerimin içine baktı. "Kendini bu denli mahvetmeye hakkın yok," dedi.
  
Gülümsedim. Başımı başka tarafa döndüm. "Olmayan bir şeyi nasıl mahvedebilir ki insan?" dedim.
  
"Bak yine çenen titriyor, yine ağlayacaksın. Kendine haksızlık ediyorsun neden anlamıyorsun?"
  
"Sence kolay mı?" dedim çenem titrerken. "Bu kadar şeyle baş etmek ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmak kolay mı? Ya her sene yokluğuna ağladığım kişi babam değilmiş. Gerçekten salakmışım."
  
"Bilmiyordun Aslı. Kendini niye azarlıyorsun?
  
"Evet, bilmiyordum. Ama bana bunu ben küçükken söyleyebilirlerdi. Ben büyüdüm ve bunu on sekiz yaşımda öğrendim. Biliyor musun bazen, 'Keşke hiç öğrenmeseydim,' diyorum kendi kendime. Gerçekten keşke öğrenmeseydim de bu kadar acı çekmeseydim."
  
"Yıllardır Adnan Başaran'ı baban olarak mı bilmek istiyordun?" dedi Melek yerinden kalkarak. Sustum, başımı önüme eğdim. "Bak demek ki hâlâ iyi ki de öğrenmişim diyorsun," Melek'in cümlesi üzerine yüzüne baktım.
  
"Ama çok acı veriyor," dedim gözlerim dolmaya başlarken. "Öz babanın anneni öldürdüğünü bilmek, yüzüne her baktığında bunu hatırlamak çok acı veriyor."
  
"Babanla yine mi konuşmayacaksın?" dedi Melek.
  
"Biraz uzaklaşmak istiyorum. En azından birkaç gün yalnız kalmak istiyorum," dedim yerimden kalkarak.
  
"Neden?"
  
"Bilmiyorum Melek, bilmiyorum!"
  
"Neden her şeyden bu kadar kaçıyorsun? Bazı şeyleri de akışa bırakamaz mısın?"
  
"Kötü bir şey olacakmış korkusuyla iyi şeylerden de kaçıyorum. Ayrıca akışına da bırakamam."
  
"Neden?" Melek hızlı adımlarla yanıma geldi.
  
"Akışına bıraktığım her şey hayatımı mahvetti," dedim.
  
"İzin vermeyeceksin o zaman."
  
"İzin vermediğim için akışına bırakmıyorum zaten."
  
"Kendine birazcık da olsa iyi davranamaz mısın? Her gün ağlamaktan bıkmadın mı?"
  
Melek'in gözlerinin içine baktım. "Yaşanılmayan hayatımı yaşanılır hâle getirmeye çalışıyorum," dedim.
  
"Ağlamakla mı?"
  
"Beni zaten hayata bağlayan gözyaşlarım. Bu yüzden yaşlara bürümüş olduğum hayatımı karıştırma."
  
"Yaşanılmayan, herkesin acıdığı hayatını mı?" dedi Melek sinirle. Bir an olsun ne dediğinin farkında değildi. Gözlerim dolmuştu.
  
"Sen de acısana," diye bağırdım. "Acısana bana. Acıyarak baksana gözlerime. Evet, sen de hatta hepiniz de acıyın bana. Çünkü ben acınacak hâldeyim. Görüyor musun beni? Yıkık, dökük, harabe bir yerden farkım yok. Bu yüzden acıyın bana."
  
Melek tam bir şey söyleyecekken, "Sakın," dedim. "Sakın özür falan dileme. Kapanmamaya yemin etmiş yaramı kanatıp sonra özür dileyerek iyileştiremezsin, iyileştiremezsiniz!"
  
"Senin kendine verdiğin zararı kimse sana veremez," dedi Melek.
  
"Benim kendime verdiğim zarar bana yetiyor zaten. Bir de sizin oluşturduğunuz enkazın altından çıkmakla uğraşamam," dedim. Hızlı bir şekilde dışarı çıktım. Çimlerin üstüne oturarak başımı önüme eğdim. "Acıyın bana, herkes acısın bana!" diye bağırdım.
  
"Kim acıyormuş sana?" Babamın sesinin geldiği yöne bakışlarımı yönelttim. Babam ağladığımı görünce hızlı bir şekilde yanıma geldi.
  
"Niye ağlıyorsun?" dedi. "Kim ağlattı seni?"
  
Hiçbir şey demeden başımı tekrardan önüme eğdim. Babam hemen yanıma oturarak beni kollarının arasına aldı. Babam beni kollarının arasına aldığında daha çok ağlamaya başladım.
  
"Baba," dedim. Sesim titriyordu. "Ben çok yoruldum."
  
Babam başımı öperek kokumu içine çekti. "Biliyorum kızım," dedi. Ağlamamak için kendisini çok zor tutuyordu. "Seni en çok yoran kişinin ben olduğunu da biliyorum. Özür dilerim kızım, çok özür dilerim."
  
Kısa bir süre sustuktan sonra, "Annemin mezarına gidelim mi?" dedim.
  
"Gidelim," dedi. "Hadi kalk."
  
"Biliyor musun yerini?"
  
"Biliyorum tabii ki."
  
Babamın kollarının arasından çıktım. Yüzüne bakıp güldüm. Hem gülüyordum, hem ağlıyordum. Bu dünyanın en acı veren şeyi olabilirdi.
  
"Ben gidip telefonumu getireyim," dedim. Yerimden kalkarak içeri girdim. Odama doğru gittiğim sırada Melek'i koltuğun üzerinde ağlarken buldum. Geldiğimi fark ettiğinde gözyaşlarını sildi. Hiçbir şey demeden odama gittim. Odama girerek yatağımın üzerine bırakmış olduğum telefonumu cebime koydum. Odamdan çıkarak kapıyı kapattım. Melek'in öyle ağladığını görünce içim parçalandı. Ona biraz sinirliydim ama ağlamasına izin veremezdim. Yanına gidip oturdum.
  
"Neden ağlıyorsun?" dedim.
  
Gözlerimin içine baktı. "Özür dilerim," dedi.
  
"Ne için?"
  
"Sana öyle sözler söylediğim için."
  
"Ben onları unuttum bile."
  
Melek elimi tuttu. "Unutmadın biliyorum," dedi. "Ağlamamam için öyle söylüyorsun."
  
"Sana yalan borcum mu var?" dedim. Ayağa kalktım. "Hem babam yeni geldi. Annemin mezarına gideceğiz. Akşam olmadan döneriz. Evde tek başına kalabilir misin?"
  
"Elbette kalabilirim. Kaçacak hâlim yok ya."
  
Güldüm. "Zaten benden kaçamazsın," dedim.
  
"Senden kaçabilene helal olsun," dedi. Ayağa kalkıp elimi tuttu. "Şaka bir yana ama canını yaktığımın farkındayım. Sana beni affet demiyorum. Ama çok özür dilerim."
  
"Geçmiş olan bir şey için neden özür diliyorsun ki?"
  
"Geçmedi, geçmiş gibi yapıyorsun."
  
Konuyu dağıtmak için, "Melek," dedim. "Babam dışarıda beklemekten ağaç oldu. Affettim diyorsam affettim. Bu konu bir daha hiç açılmamak üzere kapandı. Tamam?"
  
"Tamam. Hadi sen git birazdan baban dallarından yaprak dökmeye bile başlayayabilir."
  
Güldüm. Montumun fermuarını çekerek evden çıktım. Tam babamın yanına gideceğim sırada korna sesi duydum. Kornayı çalan babamdı. Arabaya geçmiş beni bekliyordu. Elimi arabanın kapısının koluna atıp açtım. Oturup kapıyı kapattım. Babam arabayı sürmeye başladı. İki buçuk saat gidiş, iki buçuk saat ise geliş yoluydu. Gidip gelmemiz beş saat sürüyordu. Ne ben ne de babam iki saat boyunca hiç konuşmadık.
  
"Baba," dedim. "Bir şey mi oldu?"
  
"Yok kızım," dedi. "Bir şey yok."
  
"Üzgün gibi görünüyorsun."
  
"Sana öyle gelmiştir."
  
"Bana öyle gelmedi de, neyse..."
  
Arabanın camından dışarıyı seyretmeye başladım. Sizce de hayat çok garip değil mi? En son annemin mezarına gittiğimde, Adnan Başaran'ı babam zannediyordum. Ve hayatıma bir anda girip hayatımı mahveden Mehmet Kalpsiz o kadar vicdansız, o kadar duygusuz bir adamdı ki benim için ondan nefret bile etmiyordum. Şimdi ise o hayatımı mahveden adamın babam olduğunu öğrendim. Ve onunla annemin mezarına gidiyorum. Yıllarca babam zannettiğim Adnan Başaran'ın mezarına gitmeyecektim. Bu sefer babam öldü diye ağlamayacaktım. Hayat benimle oyun oynuyor ve oynadığı oyun hiç adaletli değil. Yıllarca yalan diyerek inkâr ettiği şeyleri bir anda gerçek diye ortaya atıyor. Hayat mı yazdı acımasızlığın kitabını, yoksa insan mı? Hayat mı daha güzel oynuyor oyununu, yoksa insan mı? Her şey bir yalanın doğruya dönüşmesinden ibaret. Elimle boynumu ovalayarak derin bir iç çektim. Montumun cebinden telefonumu çıkartıp saate baktım. Yaklaşık beş dakikalık bir yolumuz kalmıştı. Telefonumu tekrardan cebime koydum. Dağılmış olan saçımı açıp tekrardan topladım. Babamın arabayı durdurması üzerine hızlı bir şekilde kapıyı açıp arabadan indim. Annemin mezarına doğru hızlıca gittim. Kendimi annemin mezarının başında bulunca ağlamamak için elimle ağzımı tuttum. Elimle ağzımı tutmam ağlamama engel olamamıştı. Üzerinden on yıl geçmesine rağmen hâlâ ilk günkü gibi ne zaman annemin mezarının başına gelsem kendimi asla tutamam. Hep gözyaşlarıma yenilirim. Babam yanıma gelerek annemin mezarının toprağını eline alarak acı çekiyormuş gibi sıktı.
  
"Bak," dedi gözleri dolmaya meyilliyken. "Sana kızını getirdim... Neden bunu sakladın benden?.. Neden söylemedin bana?.. Neden o gün seni oradan alıp götürmeme izin vermedin?.."
  
Babamın omzuna dokundum. "Ağlama baba," dedim.
  
Annemin mezarının yanına diz çöktüm. "Anne," dedim başımı önüme eğerek. Sonra dilim daha fazla konuşmama müsaade vermedi. Sadece sustum. Dakikalarca başım önüme eğik bir şekilde durdum. Babam omzuma dokunup, "Hadi kızım," dedi. "Gidelim."
  
"Hemen mi?" dedim.
  
"Henüz ölmedik kızım, yine geliriz. Sen hiç iyi görünmüyorsun."
  
Babam elimden tutarak ayağa kalkmama yardım etti. Beni kolunun altına aldı. "Baba, gitmek istemiyorum," dedim.
  
"Kızım keşke hiç gitmesek. Ama gitmeliyiz biliyorsun," dedi babam başımı öperek.
  
"Bilmek istemiyorum. Gitmeyelim..."
  
"Gerçekten hiç iyi görünmüyorsun kızım. Bıraksam düşeceksin. Hem bu denli yıkık görünüp anneni de üzüyorsun."
  
"Ben böyle bir anda gülemem."
  
Babam beni kolunun arasına almış götürürken ben aslında babamla gitmiyordum. Beden hiçbir şeyi ifade etmiyordu. Benim ruhum annemin yanında kalmıştı. Arabaya binerken son bir defa annemin mezarına doğru bakışlarımı yönelttim. Hâlsiz bir şekilde, "Hava çok soğuk," dedim gözlerimi görmek için çırpındığım annemin mezarından ayırmadan. "Benim annem soğuğu sevmez baba. Benim annem çok üşür..."
  
Babam annemin mezarının olduğu yere doğru baktı. Hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başladı.
  
"Hem de hiç sevmez. Ama bizimle gelemiyor. Kalkıp da yüzümüze gülemiyor," dedi derin bir iç çekerek. "Oysa ki şu an gülüşünü görmeye ne kadar da ihtiyacım var bir bilebilsen. Çok güzel gülüyordun Tuğçe."
  
Babam arabanın kapısını açtı. "Hadi kızım," dedi. "Gidelim."
  
Annemin mezarına doğru yönelttiğim bakışlarımı çekip arabaya bindim. Babam son bir defa annemin mezarına doğru baktıktan sonra arabaya bindi. Arabayı çalıştırdı. Annemin mezarından yavaş yavaş uzaklaştık. Biraz da olsa görülebilen mezarlık şu an hiç görünmüyordu. Babam hemen eve gitmek istiyormuşçasına arabayı hızlı sürüyordu.
  
"Baba," dedim. "Çok hızlı sürüyorsun."
  
"Bir an önce eve gidelim," dedi.
  
Hiçbir şey demeden arabanın camından dışarıya baktım. Henüz on sekiz yaşındayım fakat çok yaşlanmışım gibi hissediyorum. Böyle ömrümün son günlerini yaşıyormuşum gibi geliyor. Gözyaşlarımdan ıslanmış olan yüzümü elimle silerek burnumu çektim. Ben çok umutsuz bir vakayım. Her zaman ağlarım. Gülerim de ama öyle çok değil. Okulda kimsenin yanında asla ağlamam. Hem ağladığımı da hiç hatırlamıyorum. Bazen yeri geldiğinde sabahlara kadar ağladığım da olmuştur. Hatta sabaha kadar ağlamamak için çırpındığım günler de... Hayatımda gerçekten sadece bir defa mutlu olduğumu hatırlıyorum. O gün ilk defa yüksek sesle "Anne," demiştim. Bunun için mutlu olunur mu bilmem ama ben yıllarca kendim de dâhil hiç kimseye yüksek sesle anne diyemedim. Hem de hiçbir zaman diyemedim. O gün ilk defa diyebilmiştim. Hem çok da mutlu olmuştum. Ama mutluluğum kursağımda kalmıştı. Çünkü ben o kelimeyi babaanneme söyleyemedim. Mutluluğum yine kursağımda kalır düşüncesiyle mutlu olmaktan korktum. Fakat Murat bana o gün mutluluktan korkmamam gerektiğini söylemişti. Söyledikleri hâlâ dün gibi aklımdaydı.
  
"Her şeyden korkuyoruz... Mutlu olmaktan, sevmekten, sevilmekten, yeni birisiyle tanışmaktan, yeni birisini tanımaktan, kalbini kırarım korkusuyla bazı şeyleri söylemekten, astığım resim belki de güzel değildir diye eve resim asmaktan korkuyoruz. Fakat bunların tam tersini de yapabiliriz. Korkmadan mutlu olabiliriz. Korkmadan sevebiliriz, sevilebiliriz. Korkmadan yeni birisini tanıyabiliriz, tanışabiliriz. İçine atmaktansa gerektiğinde kalpleri kırılmasın diye söylemekten korktuğumuz şeyleri nazikçe söyleyebiliriz. Varsın çirkin olsun, kimseye beğendirmeye çalışmadan evimize resim de asabiliriz. Biz bunların hepsini yapabiliriz. Korku buna engel olmamalı. Bazı şeyleri de korkmadan yapmalıyız. Her şeyi korkuya boğuyoruz ve kendimize zarar vermekten başka hiçbir şey yapmıyoruz. Sence her şeyi bu kadar ertelemek haksızlık değil mi?"
  
Çok haklıydı. Bu çok büyük bir haksızlıktı. Keşke öyle bir şey gelseydi ki başıma mutluluktan delirseydim. Söylediğim şey çok saçma biliyorum. O nedeni benim üretmem lazım. Hem de korkmadan yapmam lazım. Benimki de bahane işte... Korkuyu bahane olarak kullanıyorum. Sırtımı  iyice koltuğa yasladım. Bakışlarımı yere devirdiğim sırada babam, "Geldik," dedi.
  
Arabanın camından dışarıya baktığımda babamın evine geldiğimizi fark ettim.
  
"Baba," dedim. "Ben kendi evime gideceğim."
  
"Neden?" dedi yüzünü bana dönerek.
  
"Bir süre kendi evimde kalmak istiyorum."
  
"Uzaklaşmak mı istiyorsun benden?"
  
"Sadece kısa bir süreliğine..." Başımı yavaşça önüme eğdim.
  
"Peki, götüreyim seni o zaman," dedi.
  
"Hayır baba," dedim. "Ben yürüyerek de gidebilirim."
  
Babam yine aynı şekilde hiçbir şey demeden hatta yüzüme bile bakmadan eve girdi. Başımı önüme eğerek eve doğru yol aldım. Yaklaşık yirmi beş adım attıktan sonra arkama döndüm. Babam sırtı bana dönük bir şekilde hızlı adımlarla yürüyordu. Nereye gidiyordu ki? İçimdeki merak kendini yavaş yavaş belli ederken bir an olsun düşünmeden babamın peşinden gitmeye başladım. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Babam çok üzgün görünüyordu. Gittiği yeri hiç bilmiyormuş gibi bir hâli vardı. İkide bir yolunu değiştiriyor, beni görecek korkusuyla ödüm kopuyordu. Bulduğu bir banka oturdu. Arkasına geçerek onu izlemeye başladım. Başını hafiften önüne eğdi. Ağlayacakmış gibi bir hâli vardı. Eliyle boynunu ovalayarak eğmiş olduğu başını kaldırıp oturağın kenarına tutunarak ayağa kalktı. Ellerini cebine koyup yürümeye başladı. Henüz tam uzaklaşmamışken tekrardan peşine takıldım. İkide bir bulunduğu yerde duruyor, derin bir nefes alıp tekrardan yoluna devam ediyordu. Bir çiçekçinin önünde durarak papatyaları uzun uzun izledi. Papatya demetine elini uzattı. Daha dokunmamışken elini geri çekip yoluna devam etti.
  
"Baba neden bu hâldesin?"
  
Bir yerde durana kadar onu takip etmeye devam ettim. Annemle yaşamış olduğu eve geldi. Hiç içeri girmeden bahçedeki çimlerin üstüne oturdu. Uzun bir süre başı önüne eğik bir şekilde durdu. Gözlerini bir yere sabitlemişti ve hiç kıpırdamıyordu. Elini cebine atarak bir fotoğraf çıkarttı. Cebinden çıkartmış olduğu fotoğrafa bakarken hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başladı. Neden ağlıyordu? Yanına gitmek istiyordum, ağlama demek istiyordum.
  
Lütfen duy sesimi ve ağlama baba...

Kısa bir süre sonra elindeki fotoğrafı cebine koydu. Gözünden gelen iri yaşları eliyle hızlı bir şekilde silerek yerinden kalktı. Başı önüne doğru eğik bir şekildeyken hızlı bir şekilde beni görmesin diye uzaklaştım. Fakat babam benim uzaklaştığım yere doğru geliyordu. Saklanacak bir yerim de yoktu. Bulunduğum yerden biraz bile olsun kıpırdamadan sessiz bir şekilde babamın bana doğru gelişini izledim. Terler içinde kalmıştım. Yanıma gelmesine beş adım kala babam başını kaldırdı. Yüzünde birazcık bile olsun kıpırdama yoktu. Yanımdan geçerken beni fark etmemişti bile. Şaşkınlıkla yanımdan geçip de beni fark etmeyen babama baktım. Bedeni buradaydı. Ama ruhu, ruhunu nereye bırakıp da gelmişti? Neden yanımdan geçip gittiğinde bile beni fark etmemişti? Babamın bu hâli beni çok korkutuyordu. Ne oluyordu babama? Kıyamet kopsa bile takmayacak hâldeydi. Sanki şu anda önümde yürüyen babam değildi. Hiçbir şey görmeyecek derecede kör olmuştu. Hiçbir şey duymayacak derecede sağır olmuştu. Sanki hiçbir şey hissetmiyordu. Babam hızlı bir şekilde benden uzaklaşmaya devam ederken koşar adımlarla yanından geçtim. Biraz uzaklaştıktan sonra durdum. Fakat yine önümden geçmiş ve beni görmemişti. Hiçbir şey demeden önümde yürüyen babamı takip etmeye devam ettim. Eve doğru gidiyordu. Fakat başka bir yere de gidebilirdi, bunu henüz bilmiyordum. Babamın evinin önüne geldiğimizde cebinden bir anahtar çıkardı. Elindeki anahtarla kapıyı o kadar hızlı açmaya çalışıyordu ki gören bir şeyden kaçtığını zannedecekti. Arkasına bile bakmadan içeri girdi. Fakat kızı arkasındaydı, kızını bile görmedi... Dakikalarca hiç kıpırdamadan babamın arkasından bakakaldım. Hızlı ama düşünceli bir şekilde eve doğru yol aldım. Ne ara eve geldiğimi hiç bilmiyorum. Kapıyı çaldım. Melek'in kapıyı açmaması üzerine cebimdeki anahtarı çıkartıp kapıyı açtım. Açmış olduğum kapıdan içeri girerek kapattım. Elimdeki anahtarı ayakkabılığın üstüne koydum. Montumu çıkartıp askıya astıktan sonra salona geçtim. Her yer karanlıktı. Salonun ışığını açtım. Gözüm bir anda koltuğun üstündeki Melek'e kaydı. Elindeki kitap yere düşmüştü. Başı hafiften sol omzuna doğru eğilmişti. Yanına gidip omzuna dokunarak hafiften sarstım.
  
"Melek," dedim. "Hadi kalk yatağına yat. Boynun tutulacak böyle."
  
Gözünü hafiften açarak gülümsedi.
  
"Geldin mi?" dedi.
  
"Geldim. Hadi kalk yatağına yat."
  
Kolundan tutarak kalkmasına yardım ettim. Hâlâ yarı uyku hâlindeydi. Yatağına yatırarak yorganını üstüne attım.  "İyi geceler..." dedi mırıldanarak.
  
"Sana da..." diyerek Melek'in odasından çıktım. Odama giderek üstümdeki kıyafetleri çıkartıp pijamalarımı giydim. Hızlı bir şekilde yatağıma girerek gözlerimi kapattım. Babamın o hâli gözlerimin önünden bir an olsun ayrılmıyordu. Bazen öyle bir an gelir ki konuşmamız gerekirken bile susarız. Çünkü biliriz anlayanımız yoktur. Çünkü biliriz dinleyenimiz yoktur. Çünkü biliriz konuşacağımız yoktur. Yalnızızdır, hatta insanlarla birlikteyken bile... Susarız, hatta konuşmak gerekiyorken bile... Bazen bazı şeyleri takmayız. Bizim acımız takmadıklarımızdan değildir, bizim acımız takmamış gibi yaptıklarımızdandır. Takmamış gibi yaptığımız her şeyi daha fazla takıyoruz, daha fazla kurcalıyoruz. Ve bunlar için daha fazla acı çekiyoruz. Sonra öyle bir gün geliyor ki 'Bunun için mi ağladık, bunun için mi üzüldük, bunun için mi bunca acı çektik?' diyerek o zamanki hâlimize gülüyoruz. Aslında biz o zamanki kişi olsaydık eğer yine aynı acıyı çekerdik. Ama biz o zamanki kişi değiliz. Biz büyüyoruz, biz olgunlaşıyoruz... Bir süreden sonra takmıyoruz, unutuyoruz, içimize atıyoruz... Ama sonra o içimize attıklarımız bizi mahvediyor. Bir şeyi unutmak istiyorsan eğer takmayacaksın. Çünkü en çok da unutmak istediğimiz şeyleri unutamıyoruz. Bu nedenle unutmuş gibi yapmayacaksın, gerçekten unutacaksın. Takmamış gibi yapmayacaksın, gerçekten takmayacaksın. Bu böyle, bunun başka bir açıklaması yok.

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERWhere stories live. Discover now