v. monster

798 163 38
                                    



R E C O R D I N G   N O . 5

妖怪


"canavarlara inanır mısın?" diyor.


ekranda bedenini arkadan görebiliyorum. üzerinde beyaz renkli bir kısa kollu var. ekranda görünmüyor ama tişörtü ona hediye eden ben olduğum için ön tarafında küçük bir arı işlemesi olduğunu anımsayabiliyorum.


bir marketteyiz. genelde bu markete uğrayıp yiyecek bir şeyler aldıktan sonra bulduğumuz ilk yere oturur minik bir piknik yaparız. o gün de muhtemelen bunu yapacağız.


"artık 4 yaşında değilim." dalgaya vurarcasına konuşuyorum.


iki şişe portakal suyu alıyor ve önünde sürüklediği sepete bırakıyor.


"ben de değilim. ama hâlâ inanıyorum. yatağımın altında beni uyutmayan bir canavarı besliyorum. bir tane de kafamın içinde."


o zaman buna gülüyorum. belki komik olduğunu düşünüyorum. ama şimdi yüzümde acı bir tebessümle onu izliyorum. çünkü bu videodan bir süre sonra bahsettiği iki canavarla da tanışıyorum.


birisi yatağının altında.

öteki kafasının içinde. kafamın içinde.


"bugün kafamın içindeki canavar bir tırtılın yaprakları kemirmesi gibi beynimi kemirip durdu. bir deli gibi çığlık atıp duruyor. yaralarımı bulup üzerinde bütün gücüyle zıplıyor. ve görünüyor ki bugün yatağımın altındaki canavarı da besleyeceğim." diye mırıldanıyor.


en büyüklerinden bir kutu bisküvi alıyor. kutu o kadar büyük ki iki eliyle tutmak zorunda kalıyor.


"bugün bizim de karnımız doyacak gibi görünüyor." hafifçe kıkırdıyorum. dediklerini duymazdan geliyorum. çünkü o hep böyle konuşuyor ve onu anlamıyorum. sadece ligeia gibi davrandığını düşünüyorum.


arkasında yürümeye devam ediyorum.

ta ki bir anda durana kadar. son anda ona çarpmadan durabiliyorum.


bir rafa rastgele doldurulmuş bıçaklardan birisine uzanıyor ve alıyor. iki parmağı bıçağın keskin tarafında gezinirken sessizce bıçağı izliyor.


"bıçak gerektirecek bir şey almadık... sanırım." diyorum.


başını hafifçe yana çeviriyor ama bana asla bakmıyor.


"almadık. bunu ev için alacağım. lazımdı." diyor ve önündeki market arabasına atıyor. ama birkaç saniye daha öylece duruyor.


"söylesene. mutlu musun?" diyor. sesinde garip bir tını var.


"ne için?"


"herhangi bir şey. mutluluğu arada sırada da olsa hissedebiliyor musun?" diyor ve sonra bir adım atıyor.


"evet. şu an seninle olduğum için mutluyum mesela."

raftaki krakerlere uzanan eli bir an için donup kalıyor.


"pekâlâ... sanırım ben bozuğum."


dediği şeye gülümsüyorum.

"neden öyle dedin ki?"


"çünkü mutlu hissetmiyorum. hiçbir zaman. hiçbir şey için. sanki bana o his hiçbir zaman verilmemiş gibi. en son ne zaman mutlu bir anıya sahip olduğumu bile anımsamıyorum. bu büyük bir haksızlık." sitem edercesine konuşuyor. ardından yürümeye devam ediyor.


"bugün birisi beni çok üzdü. tanıştığım günden beri bir gün kalbimi paramparça edeceğini bildiğim birisi. ve o beni üzerken hiçbir şey diyemedim. ona karşılık veremedim. çünkü içten içe bunu hak ettiğimi düşündüm. çünkü hayattaki payıma sadece mutsuzluğun düştüğüne inandım."


o konuşuyor.

çocuklara ayrılan bölümden kırmızı renginde kağıtlar alıyor.


bense onun içten içe attığı çığlıkları duymuyorum.




house of burning cranes Where stories live. Discover now