16- "İman, insanı insan eder"

1.3K 163 72
                                    


""

Yürüdüğüm yol, yürümeye direndiğim. Düştüğüm, kalktığım, ağladığım ama revan olduğum yol.
Ne kadar yorulsam da ayrılmamak için ağlayarak dûalar ettiğim yol.
Bu yolla içim bir olunca insan ne demek anlamıştım.
İnsan; kendini mâlik sandığı hiçbir şeyin mâliki olmayan, dünyaları kendine sığdırmaya çalışıp günün sonunda bir toprağa sığan, kapkara bir akıl felsefesiyle dünyaya bakmaya çalışan mahluk.
Unuttuğumuz bir şey var ama.
İnsan, en başında bir kul.
Kulluğunu unutup kendine diğer her şeyi yükleyerek kendini maddi ve manevi ziyan eden kul.
Allah'ın kulu, ona abd olmuş olan.
Böyle mi yaşıyoruz peki?
Parayı patrondan, meyveyi topraktan, bize hazırlanan yemekleri hep bir insandan bilerek.
Rızkı verene gerçekten abd mı oluyoruz?
Ya da minnetimiz kime?
Eğer bizi doyuran gerçekten Allah'sa neden Allah'ın emrini dünyalığın önüne koyamıyoruz?
Kafamda binlerce soru, cevabını bilsem de nefsime ağır bir darbe gibi inen.
Minnetimizi o kadar çok esbaba (sebep) vermişiz ki, arkasında duran asıl mânâyı unutmuşuz.
İşte o yüzden belki de iman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder demiş Said Nursi.
İnsan ya; kul olan, âdem olan insan. Yükü omuzlarından aşağıya sarkan, omuzlarına çöken insan. Günahları her namazda secdeye giderken omuzlarından aşağıya dökülen insan.
İnsanın fıtratı bu. Fıtratında Allah'a kul olmak olan insan.
Maddeye değil, beşeri sevgiliye değil, işe, güce, paraya, güzelliğe değil.
Allah'a kul.
Fikriyatım her ne kadar bu düşüncelerden kaçmak istese de izin vermemek için direniyordum. İnsan, ne olduğunu unutursa geriye et ve kemikten başka ne kalırdı.
Bir iskelet insan mıydı ki?
İnsanı insan yapan ruhu değil miydi?
Ruh ya, verilen sözü unutup telaşeye dalan ruh.
Bir gün ayılırız diye diye gözünü kabirde açan ruh.

İnsanların içinde yapayalnız hissettiğim günün sonunda böyle bitmişti. Çok kalabalık olan kitapçıda kendime hiç yer bulamadım sanki. Hamza yoktu yanımda bugün, ondan da olabilirdi. Zaten Dildâr'ın da okulu başlamıştı.
Kafamı yana çevirip uyuyan eşime bakınca gülümsedim. Hâlâ inanamıyordum ki. Bir hayaldi o, çocukluktan kalan bir tebessümdü kalbimde. Şimdi eşim olmuştu, yoldaşım olmuştu. En sevdiğim de derttaşım olmuştu.

Biz evleneli iki hafta olacaktı ama ben hâlâ garip hissediyordum. Çok mutluydum, uzun süredir bir kadının yüreği ile bu kadar yakın olmamıştım. İyi geliyordu bana, öyle sussa ve gülümsese bile kalbim yumuşuyordu. Tüm gün ikimiz de yoruluyorduk ama herkes odasına çekilince yanıma gelip oturduğunda benim için günün tüm stresi bitiyordu.

Eskisi gibiydik işte. O anlatıyordu, ben dinliyordum. Bazen kitap okuyorduk, bazen Kur'ân, bazense ona yazdığım şiirleri okutuyordum. Her seferinde kıpkırmızı olup kocaman sarılıyordu. Hatta birkaç gün yüzünde kocaman bir tebessümle dolaşıyordu.

Kadınlar gülmeyi hakediyordu. İstedikleri pahalı evler, arabalar, kıyafetler, parfümler değildi. Her gün dışarıda yemek yemek ya da delicesine alışveriş yapmak de değildi istekleri.
Kadınlar, sevilmek ve anlaşılmak istiyordu. Karşısındakinin onun hizmetçi olmadığını anlamasını istiyordu en çok. Babam annemi bir hizmetçi gibi kullanırdı ve ben nefret ederdim. Eşime bunu yapamazdım, O bana Rabbimin emanetiydi. Emanetime hıyanet edemezdim. Evet ben işte olduğum için genellikle evden o sorumluydu annemle beraber. Ama ben gidip de neden şunu yapmadın diye ona azar çekemezdim. Karşımdaki, bir insandı. Kalbi olan bir birey.

Hiçbir kalp bir dünya telaşesi yüzünden kırılmayı hak etmezdi bence. Ahiret tarlasına kırık kalpler ordusu ile gidip, onların altında ezilmekti en büyük korkum. O kalpte Allah vardı, bir kalp nasıl böyle kolay yıkılırdı?

"Bir gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil.."diyen şairi düşünüp dururdum hep. Diyorum ya kalp, Allah'ın evi. Onu yıkmak kimin haddine ama yıkıyoruz işte. Viranelerle dolu dünyaya bir enkaz daha bırakmak için yarışıyoruz. Kendimizi asıl enkaza çevirdiğimizden bihaber.

MÜLZEM (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin