18.bölüm

207 14 1
                                    

Alaz (pazar öğleden sonra & akşam)
Dila kendini çayla yakmayı başardığı saatlerin sonrasında oldukça sessiz ve sakindi. Yavaş hareket ediyor ve soru sorulmadıkça konuşmuyordu. Benim söylediğim sözlere bozulmuştu sanırım. Ama niyetim onu üzmek değildi, sadece onun iyiliğini düşünüyordum. Bütün gün film izledi ya da kitap okudu. Akşam üzeri Sinan arayıp, sitenin barında buluşalım, dediği için de uyuzluğu üzerindeydi. Birlikte akşam yemeği hazırlarken her şeye itiraz etti, Sinan'a verdiğim ret yanıtını duymadığı için de garip garip imalarda bulundu. Sabrımı denediğini ve beni sinirlendirmeye çalıştığını fark ederek sükûnet içinde kalmaya çalıştım. Babaanne olduğu için saygıda kusur etmemek adına heyheylerine elimden geldiğince laf etmedim. Yemekten sonra babaanne salona geçtiğinde kahvelerimizi hazırlamak için çıkardığı cezveyi tezgâha sertçe vurdu. Hızla bana dönüp, "Babaannem buradayken arkadaşlarınla içmeye gitmek de neyin nesi?" dedi.
"Bu konunun babaannenle ne ilgisi var? İnsanlar evli ya da bekâr dışarı çıkıp arkadaşlarıyla bir yerlere gidemez mi?"
"Gider mi?"
"Gider tabii, ne var bunda?" dediğimde gözlerini kısıp, "Benim için de geçerli bu durum o zaman, değil mi?"
"Tabii geçerli..."
Arkasını dönüp cezveyi alırken kısık sesle dediği kelimeyi duyup mutfaktan çıktım. Bana "ruhsuz" demişti, saatler geçip dışarı çıkmayacağımı anladığında da tavrından geri adım atmadı.
Akşam salonda hep birlikte otururken esnemeye başladı. Babaanne ile birlikte iyi geceler dileyip yukarı çıktıktan bir saat kadar sonra ben de yukarı çıktım. Karanlık odaya girdiğimde sessizce kapıyı kapatıp perdelerden sızan sokak lambalarının yarattığı aydınlıkla yatağa ilerledim. İki gecedir aynı odada birlikte uyuyorduk. Birbirimize değmemek için çaba harcadığımız için de birimiz yatağın bir ucunda diğerimiz de diğer uçta yatıyordu. Baş ucumdaki lambayı açıp birkaç sayfa kitap okumaya başlamıştım ki yatakta huzursuzca dönünce dikkat kesildim. Bir iki kere mırıldanmıştı. Tam ona doğru döndüğümde uykulu bir sesle "Alaz" dedi.
"Efendim?" deyip ne istediğini anlamak için yaklaştığımda "Üşüyorum" dedi. Yastığımı onun yastığının dibine getirip elimi beline attığımda  elini elime uzattı. Üşüdüğünü söylemesine rağmen elleri sıcaktı ve nefes alışverişi de normalden hızlıydı. Komodinin başındaki diğer gece lambasını da yaktım. Yüzüne eğildiğimde alnındaki boncuk boncuk ter damlalarını gördüm. Alnına dokunduğumda ateşinin olduğunu anlayınca, "Dila, ateşin var..." dedim. Gözlerini aralayıp, "Üşüyorum, ne ateşi" dese de verdiği cevap beni tatmin etmediğinden yataktan kalkıp banyodaki ecza dolabını açtım. Ateş ölçeri alarak alnına yaklaştırdım. Isı göstergesi otuz dokuzu gösterince onun da görmesi için ışığa yaklaştırdım. Makyaj masasının üzerine bıraktığım telefonumu alıp Caner'i aradım, üçüncü çalışta açtı. Durumu izah ettiğimde hemen hastaneye gitmemizi, bizimle orada buluşacağını söyleyip telefonu kapattı.
İlk önce babaanneye haber vermek için odasına gittim. İki üç kere çaldığım kapısını açtığında Dila'nın durumunun kısa bir özetini geçtim, hastaneye götüreceğimi söylediğimde ısrarlarıma rağmen "Ben de geleceğim, hemen hazırlanıyorum" deyip telaşla kaldığı odanın içine ilerledi. Ben de derin bir nefes alarak giyinme odasına çıktım. Üstümü değiştirdikten sonra Dila'nın odasına girdim. Çekmecelerini açıp bir eşofman takımı bulduğumda babaannesi de odaya gelmişti. Birlikte Dila'yı yataktan kaldırıp üstünü giydirdik. Kucaklayıp arabaya götürürken babaanne de arkamızdan geliyordu.
Babaannesi ile arkada oturmuş ve yol boyunca üşüttüğünü söyleyip durmuştu. Hastaneye gitmemiz yaklaşık on dakikamızı aldı. Durumunun sandığı kadar basit olmasını umarak girdiğimiz acil kapısında Eylül bizi bekliyordu. Arabadan inerken Eylül'e de "Üşüttüm herhâlde..." dedi. Eylül tebessüm ederek, "Bir bakalım güzelim" dedi, koluna girip babaanne ile birlikte yürüterek müşahede odasına ilerlediler. Caner bankoda görünüp kayıt işlemleri için kimliğini istediğinde, "Üşütmüş müdür?" diye sordum.
Doktor olarak yapılması gerekenleri yapıp başını evraktan kaldırmadan yazılması gerekenleri yazıyordu. Ama o sadece bir doktor değildi, Dila'nın ve benim arkadaşımızdı.
"Cevap vermeyecek misin Caner?" dediğimde endişeli gözlerini bana çevirdi. Ne söyleyeceğini az çok biliyordum ama ondan duymak isteği ile bekledim.
"Alaz, önce imza atmanı istiyorum" deyip kâğıdı önünde olduğumuz bankoda bana doğru uzattığında ne olduğunu anlamaya çalışarak yüzüne baktım. "Şu an bilemiyoruz Alaz. O yüzden öncelikle Dila'nın hayatını tehlikeye atan bir durum olursa müdahale edilmesine izin vermelisin" dediğinde titreyen ellerimle bana uzatılan kalemi alıp imzayı attım.
"Sadece benim imzam yeterli mi?" diye sorduğumda gözlerini kapatıp açarak onayladı. Bu imza hayatım boyunca attığım en zor imzaydı. Keşke kardeşim, annem, babam da yanımda olsaydı diye düşündüğümü dile getirdiğimde, "Önce yapılacak testlerin sonuçlarına bakalım. İnsanları velveleye verme şimdi" deyip elini omzuma attı. Beni bankoda bırakıp içeri girdiğinde babaanne dışarı çıkıp yanıma geldi. Acil kapısının yanındaki bekleme salonundaki oturma alanına oturduğumuzda, "Babaanne..." dedim gerisini getiremedim. Bakışlarımdan az çok ne demek istediğimi anlamış gibi konuşmama gerek bile kalmadan, "Evlat en doğru kararı sen verirsin" dedi. Yine de attığım imzanın ağırlığı altında eziliyordum.
Yanına gitmem gerekirdi yanımda oturan kadına dönerek, "Bir şey olursa bizi bırakıp gitme babaanne" dediğimde gözlerinden akan bir damla yaşla, "Tabii oğlum, sen merak etme" dedi ve yumuşak pamuk ellini elimin üzerine koydu. Gözlerimdeki keder içini acıtmış olacak ki, "Ben içeri girmeyeceğim; biliyorum Dila'yı, tanıyorum. Beni alt edebilir ama seni edemez" dedi. Oturduğum yerden kalkıp, "Sen merak etme babaanne" dedim ve yavaşça Dila'nın olduğu odaya doğru ilerledim. O sırada Caner kapıdan çıktı ve odanın kapısını kapattı. Bana bakarak, "Eylül halledebilir ama narkoz ve her ne olursa olsun bir cerrah olsa iyi olur diye ekibi çağıracağım. Test sonuçları iyi çıkarsa, sorun kalkarsa o zaman ekibi yollarım" diyerek elindeki telefonun ekran kilidini açtı.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde bir serum bağlamıştı. Eylül ultrasonda bebeğe bakarken benim geldiğimi fark eden Dila gülümseyerek ekranı gösterdi. O sırada hemşire ekrana bakıp Eylül'e döndü, "Ultrasonun sesi bozuldu galiba. Yukarıdan diğerini getirmemi ister misiniz hocam?" dedi.
Eylül, "Serum bitsin, ateş düşsün; sonra bakarız" deyip ekranı kararttı. Eylül'le hemşire arasındaki bakışmadan durumu az çok anlamıştım. Ultrasonun sesi bozuk falan değildi. Bebek ya zordaydı ya da ölmüştü. Dila tamamen kendinde olmadığından farkında değildi bir şeyler çevirdiğinin ama test sonuçları çıkana kadar kimse ne olduğunu tam olarak kestiremeyeceğinden ateşin düşmesine öncelik verilmesi gayet normaldi.
Gülümsememi hiç bozmadan yanına gidip yatağın kenarına oturdum, "Biraz uyu; testler bitsin, serum sonlansın, sonra da evimize gidelim" dediğimde sakince "Tamam" deyip gözlerini kapattı.
Eylül odadan hemşire ile çıktığında Dila da kendini uykuya bırakmıştı. İyice daldığından emin olunca ben de yerimden kalkıp dışarı çıktım. Eylül ve Caner kapının önünde sessizlik içinde bekliyordu. Eylül'ün yüzüne bakınca gözlerinin dolduğunu fark ettim. Derin bir nefes alarak elleri ile yüzünü kapattığında omuzları sarsılarak ağlamaya başladı.
"Üzgünüm" diyen kederli yüzüne çaresizlikle baktım. Eylül'ü kendime çekip sarıldım, "Senin ne suçun var..." dediğimde "Ben yaptım tüp bebeği..." deyip kollarımın altından sıkıca bana sarıldığında, "Sen bizi birleştirdin Eylül. Sen olmasan bu asla olamazdı. Bebek yine olur, yine yaparsın bir tüp bebek, olmaz mı?" dediğimde gözünde yaşla bana baktı.
Bunu yapmak zorundaydım, doktoru olarak bilgiyi Eylül verecekti. Prosedür gereği durum bunu gerektirirdi. Güçlü olması için elimden geleni yapmam lazımdı. Çünkü Dila'yı tanıyordum yeri göğü inletecekti.
"Narkozitöre söyleyin ameliyat öncesi bir şey versin. Değil acil, bütün hastaneyi inletir" dediğimde Caner, "Ayarladım ben, serum bitmeye yakın uyandıralım. Sonra söylemeden beş dakika önce ilacı yaparız, etki eder" dedi ve ameliyat hemşiresinin getirdiği test sonuçlarını aldı.
Gözyaşlarını silen Eylül, eline aldığı kâğıtlara kısa bir göz attıktan sonra Caner'e başıyla onay verdi. Ameliyat hemşiresine başını çevirip, "Ameliyathane hazırlansın. Yarım saat içinde alacağız hastamızı" dedi ve test sonuçlarını vererek dosyaya koymasını rica etti. Yalnız oturan babaanneyle göz göze geldiğimde yanına gittim. Gözleri kıpkırmızıydı, yanına oturup omzuna elimi atıp kendime çektiğimde başını omzuma yasladı. Bu üzüntüyü kaldıracak gücü yoktu. Caner'e elimle işaret edip babaanneyle de ilgilenmeleri gerektiğini anlatmaya çalıştım.
Caner ve Eylül yanımıza gelip babaanneyi muayene etmeye başladı. Tansiyonu biraz yükselmişti. Eylül, yanına çağırdığı Acil'de görevli hemşireye 60 miligram Adalot vermesini ve Dila için açılan odaya çıkarmasını söyleyince ben de, "Hadi babaanne; hemşire seni götürsün, güzelce dinlen. Yarın Dila'ya iyi bakmamız şart..." dediğimde itiraz etmeden yerinden kalıp hemşire ile koridorda gözden kayboldu.
Caner, Dila'nın ameliyatına girecek doktorlarla konuşmak için ameliyathaneye gideceğini söyledi. Ameliyat hemşiresi ilacın dozunu narkozitörün ayarlayacağını söyleyip Eylül'ü ve beni acilin bekleme salonunda bırakıp gitti. Aradan on beş dakika geçmeden Caner yukarı çıktı.
"Hazırız Eylül..." deyip odaya doğru ilerlemeye başladığında hemşireye serumun içine katılacak ilacın dozunu söylemişti. Odanın kapısını açıp içeri girdiğimizde çıkan sesle gözlerini aralayan Dila gülümsedi, "Düştü ateşim sanırım, artık üşümüyorum" dediğinde hemşire odaya girip serum askısını geriye çekti. Cebinden çıkardığı şırıngayı seruma enjekte etti. Dila dikkatini tam toplayamadığından hemşirenin ne yaptığını anlayamamıştı. Eylül'e dönüp, "Hadi bakalım doktor hanım, ultrasonu aç da kalp atışlarını babası da dinlesin" dediğinde Eylül yatağın yanına oturarak Dila'ya baktı, "Dilacım, böbreklerindeki iltihap kurumadığı için bütün vücuduna yayılma riski ile karşı karşıyayız" dedi ve bekledi, devamını getiremiyordu.
"Yine ilaç verin, geçer; ateşim de düştü, eve gidebilirim değil mi?"
"Hayır, gidemezsin, ateşinin sebebi üşütme değil. Böbreklerindeki iltihap. O yüzden bebeği alıp seni iyileştirmek için yoğun antibiyotik tedavisi uygulamamız gerekiyor..."
Duyduklarını ilk anda hazmedemeyen Dila, birkaç saniye şaşkınlıkla "Yalan söylüyorsun! Eğer bana bunu yaparsan seni silerim Eylül. Eğer bebeği benden alırsan beni bir daha göremezsin!"
"Senin hayatın bizim için daha önemli..." 
Silkelenip Eylül'ün kollarını iteleyen Dila'nın bakışları beni bulduğunda dolu doluydu, "Eğer bunu yapmalarına izin verirsen, benim içimden bebeğimizi almalarına izin verirsen seni öldürürüm Alaz. Yemin olsun tereddüt bile etmem, bunu yaparım!!!" deyip kolundaki seruma uzandı. O sırada Caner kolunu yakaladı, Eylül koluna uzattığı eline müdahale etti. Dila çaresizce çırpınırken kendimi daha fazla dizginleyemedim. Yatağın kenarına oturup saçlarının arasına elimi sokup başını omzuma yasladım, "Bebeğim, lütfen yapma..."
"Ben senin bebeğinim, içimdeki de ikimizin bebeği Alaz; bunu yapmalarına izin verme! Başka bir yol olmalı!" dediğinde başımı çaresizlikle Eylül'e çevirdim. Yüzüme baktığında, "Ultrasonu aç" dediğim anda Eylül de Dila da donup kaldı.
Buna mecburduk, bunu yapmak zorundaydık aksi hâlde Dila'yı ikna etmemiz mümkün olmayacaktı. "Hadi Eylül" dediğimde Dila çırpınmayı, Caner ve Eylül'de onu zapt etmeyi bıraktı. Gözleri dolan Eylül başını "hayır" anlamında iki yana salladığında daha soğukkanlı görünen Caner, Eylül'ün arkasındaki ultrason makinesine yöneldi.
Dila makinenin açıldığını gösteren uğultu sesiyle omzumdaki başını kaldırdığında göz yaşlarını daha fazla durduramayan Eylül hızlı adımlarla odadan çıktı. Dila'yı kardeşi gibi seven Eylül'ün odadan çıkması aslında her şeyi anlatıyordu. Bunun farkında olan Dila, Eylül odadan çıktıktan sonra gözlerini sıkı sıkı kapattı. Yanağından akan bir damla yaş omzuna düştü. Başını yastığa bıraktığımda Caner, Dila'nın karnına jel sürmeye başlamıştı. Dila'nın yaprak gibi titrediğini fark ettiğimde eline uzandım. Parmaklarımı parmaklarına geçirdiğimde başını bana çevirdi, gözlerini açtı. Yatağın başında diz çöküp gözleriyle aynı hizaya geldim. Cihazın başlığı karnında gezinmeye başladığında derin bir nefes aldı. Bebeğin tutunduğu yerden, rahminden herhangi bir ses gelmeyince artan göz yaşları yüzünden konuşmakta zorlansa da, "Beni bırakıp gitmiş mi?" diye acıyla inledi.
"Yine deneriz bebeğim" dedim. Gözlerini açıp başını ultrason makinesine çevirdi, sonra Caner'e bakarak, "Onu incitmeyin..." deyip gözlerini tekrar kapattı ve omuzları sarsılarak ağlamaya devam etti.
Caner makineyi kapatıp odadan çıkınca elimi Dila'nın alnına uzatıp saçlarını geriye ittim. Ne söylersem ya da ne yaparsam yapayım fayda etmeyeceğini çok iyi biliyordum. Çaresiz ve üzgün gözlerinden akan yaşlar içimi acıtırken dayanıklı kalma, güçlü görünme çabam da son buldu. Başımı eline yaslayarak yüreğimden gelen yaşların gözlerimden akıp gitmesine izin verdim. Başımı hafifçe kaldırıp Dila'ya bakarak, "Üzgünüm..." dedim.
"Her şey bitti Alaz..."
"Bebeğim, lütfen" dediğimde kapı açıldı; önce Caner, ardından da ameliyat hemşiresi ve hasta bakıcı hazır olduklarını gösteren ifadeleriyle içeri girdi. Başımı ona yaklaştırıp ağlamaktan şişmiş gözlerine ufak bir öpücük bıraktım, "İyi olacaksın bebeğim, tamam mı?" dedim.
Boynunu istemiyorum der gibi sallayıp ağlayışına devam ederken yaklaşan hemşire seruma bir ilaç enjekte etti. Yatağın arkasına geçen hasta bakıcı serum şişesini Dila'nın yanına yerleştirip sedyeyi hareket ettirdi.
Elini tutuşumu bırakmadım ta ki ameliyathaneye girene kadar. Ameliyathanenin kapısına geldiğimizde kulağına eğilip, "Beni üzme bebeğim, tamam mı? İçeri gir, sonra yepyeni bir hayat başlayacak, sana söz veriyorum" dedim. Elimi elinden çekecekken narkozun etkisiyle yarı baygın olmasına rağmen parmaklarımı sıkıca tuttu, "Sen gitmeyeceksin Alaz... Sen beni bırakıp gitmeyeceksin, söz ver" dediğinde gülerek parmaklarını dudaklarıma değdirdim, "Asla..."
Sonra açılan kapıdan içeri girmesi beklenen sedye itelenmiş ve karım içeri girmişti.
Canerle göz göze geldik. "Merak etme, sağ salim çıkacak..." dediğinde başımı evet anlamında salladım. Kapılar kapanırken artık dermanım kalmadığından kendimi duvar dibindeki sandalyelere attım. Bütün bedenim titriyordu. İçimde binlerce "Hayır! Hayır! Hayır!" dolanıyordu. Kızgındım, sinirliydim. İsyan etmiyordum ama kırılmıştım. Cebimden telefonumu çıkarıp babamın numarasına dokundum. Birkaç kez çaldıktan sonra telefon açıldı:
"Hayırdır Alaz'ım?"
Tüm çaresizliğimle sığınmak için yanıma gelmesini istediğim adama olanı biteni anlattım. Hemen geleceğini söyleyerek telefonu kapattıktan sonra kardeşimi aradım. Ona da durumu anlattığımda cılız bir sesle "Hemen geliyoruz abi" dedi. Telefonu kapattım.
Nefes alamıyordum. Çaresizliğin insanı bu denli kıvrandıracağını söyleseler asla inanmazdım. İnsan başına gelince anlıyordu ne kadar zor olduğunu. Zordu hem de çok zor, beynimde binlerce davul aynı anda çalıyor, tokmakların sesi sanki tüm benliğimi her darbede yerle bir ediyordu. Hiçbir şey yapamadan öylece oturduğum on-on beş dakika kadar sonra koridordaki ayak sesinin sahibine baktığımda yetmişlerindeki minicik kadının geldiğini fark edip ayağa kalktım. Göz göze geldiğimizde olduğu yerde durarak hüzünle bana baktı. Ayağa kalktım, büyük adımlarla yanına giderek kocaman bedenimle ufacık bedene sıkı sıkı sarıldım.
"Çok ağlamak ağıt getirir aslanım" dediğinde başımı yasladığım minik omuzdan kaldırdım. Koluma girip beni yürüten kadına ayak uydururken gözüm duvardaki saate ilişti. Ameliyata gireli yarım saat olmak üzereydi.
Annemler telaş ve biraz gürültüyle içeri girdiklerinde koridora döndüm. Babamı gördüğümde kalkıp ona doğru yürümeye başladım. Baba kokusu, baba sıcaklığı, baba omzu, baba ocağıydı. Daha anneme, kardeşime uzanamadan ameliyathanenin kapısı açıldı, hepimiz gelene heyecanla gelene bakarken Eylül maskesini çıkarıp, "Dila gayet iyi, korkulacak bir durum da yok, hızla antibiyotik tedavisine başlayacağız. Vücuttaki iltihabı yok edip böbrekteki sorunu halledeceğiz, sonra lökosit ve kan değerleri yerine gelecek ama bu gece ve yarın gece burada kalacağız" dediğinde annem yüksek sesle "Allah'ım sana şükürler olsun" deyip babaannenin yanındaki koltuğa çöktü. Önce babam, sonra annem babaannenin elini öpüp geçmiş olsun derken ben de küçük kardeşime ve eşine sarılıyordum.
Dila'nın kendine geldiği haberini beklerken babam koridorda bir oraya bir buraya dolanmıştı. Tansiyonunun yükselmesinden ürkerek "Baba..." diye seslendim. Endişelendiğimi anlayıp yanıma oturdu. Elime uzanıp tuttuğunda almak için kantine giden Ayaz ve Lila da gelmişti. Elime aldığım suyu kana kana içerken otomatik kapı tekrar açıldı. Caner gülümseyerek, "Gel karını gör..." dedi. Derin bir nefes yerimden kalktım. Arkama döndüğümde gülümseyerek, "Bakalım kafama ne fırlatacak" diyerek yüzleri hüzünle kaplı ailemi neşelendirmeye çalıştım.
Ameliyathanenin girişinde üzerime giydirilen önlükle Caner'i takip ettim. Uyandırma odası yazan kısma girdiğimde Dila gözleri kapalı yatıyordu. Yanına yaklaşıp adını söylediğimde başını hafifçe çevirdi ama gözlerini açmamıştı.
"Biraz yanında otur" diyen Caner dışarı çıkınca yatağın yanına iliştim. Bedenin yanında duran eline uzanıp iki elimin arasına aldığımda, "İçim acıyor" dedi gözleri kapalı yüzüne elimi uzatıp saçlarını geriye çektiğimde:
"Geçecek, hepsi düzelecek merak etme" dediğimde gözlerini yavaşça açtı, "Alaz, çok üşüdüm, içerisi çok soğuktu. Bebek de üşümüştür" deyip ağlamaya başladı.
Daha ben konuşup cevap veremeden odaya Eylül girdi ve dışarı çıkmamı rica etti. Caner'in "Neden dışarıdasın? Ne oluyor içeride?" cümlesiyle ona dönüp "bilmiyorum" der gibi dudaklarımı büktüm. Caner uzanıp kapıyı açtığında Lila ve Dila birbirlerine sarılmış, varlığımızın farkında olmadan konuşuyorlardı.
Dila'nın "Önce Aras, şimdi..." diye başladığı cümleyi duyduğumda başıma balyozla vurulmuş gibi sersemledim. Orada daha fazla olmama gerek kalmadığını hissederek geri geriye gidip dışarı çıktım. Üstümdeki önlüğü hasta bakıcıya uzatıp otomatik kapıyı açtığımda beni bekleyen yüzlere tek tek baktım. Ayaz, babam ve annem bana doğru bir adım atıkları anda ellerimi havaya kaldırıp bana yaklaşmalarına engel oldum.
"O çok iyi, merak etmeyin!" dediğimde babam elini uzatırken kendimi geriye çektim. Ne olup bittiğine anlayamamıştı.
"Ben yokum, tamam mı? Bitti. Keşke Aras değil de onun yerine giden ben olsaydım" dediğimde kimse ne olduğunu anlamayan gözlerle bana bakıyordu. "Şu 'keşke' kelimesi bana da söyletildi ya, ne diyeyim ki artık..." deyip yürümeye başlamıştım ki babam bu kez önüme geçip kolumu sıkıca tuttu.
"İçeride yatan, senin bebeğini kaybetmiş kadını tek başına bırakıp gidemezsin" dediğinde ilk defa babama karşı çıkarak tuttuğu kolumu elinden sertçe çektim, "Komik olma, o hâlâ Aras'ı kaybettiği için üzgün. İnan bu duruma sevinmiştir. Sonuçta benden kurtuldu" dediğimde arkamdan annemin babama verdiğim cevaba tepkisi "Ah..." olmuştu. Daha önce birkaç tartışma yaşadığım babamın sesinin ilk defa yükseldiğini duydum.
"Ne söylediğini bilmiyorsun Alaz!" dediğinde, "Yo, gayet de biliyorum. Şuna eminim ki ona göre bebeğin ölmesi iyi oldu..." diye karşılık verdim. Tam başımı anneme çevirecektim ki babamın kaldırdığı elinin yüzümde patlaması bir oldu. Bana vuran babama ve yanağımın acısına aldırmadan, hayretler içinde bizi izleyenlere dönüp, "Ona, onu boşayacağımı söyleyin. Pılını pırtını toplasın evimden, hayatımdan çekip gitsin!" dedim.
"Ve sen baba! Bana kim için vurdun? Oğlun için mi yoksa Dila için mi, bunu bir düşün..."
"Dila senin karın!.."
"-dı..." dedim ve kimseye söz hakkı vermediğim gibi kendim de lafı uzatmadım. Arkamdan seslenen erkek kardeşime yürürken elimi kaldırdım. Sakın peşimden gelme, der gibi yaparak acil kapısından dışarı çıktım. Arabanın anahtarını cebimden çıkarıp kontağa taktığımda hiç düşünmeden vitese geçen arabanın gazına bastım. Ne kendime ne de başkasına laf söyletecektim, ne düşünecek ne de düşünmesi için birilerini zorlayacaktım. Çünkü sözün bittiği, düşünmenin son bulduğu bir noktadaydım. Belli bir olgunluğa geldiğimde "keşke" kelimesinin dudaklarımdan dökülmemesi, terbiyesiz sözünün de başkalarının dudaklarından benim içim söylenmemesi adına büyük bir çaba harcamıştım. Ama olmayınca olmuyordu.

Dila
Kendime geldiğimde içimden gelen minik sızıyı daha da hisseder oldum. Uyandırma odasında bir saat kaldıktan sonra yukarıya odama çıkmak için hasta bakıcı ile asansöre bindim. Oda numarasını görünce acıyla da olsa tebessüm ederek altı yüz on iki numaradan içeriye girdik. Odadaki herkes benim içeri girişimle oturdukları yerden kalktı. Babaannem, Nergis Anne, Poyraz Baba, Ayaz, Lila... Başımı köşeye çevirdim, Alaz orada mı, diye ama yoktu. Birazdan gelir diye düşünerek gülümseyerek beni bekleyen insanlara baktım.
"Nasılsın kızım?" diyen kayınvalideme elimi uzatarak, "İyiyim anne, merak etmeyin; hafif bir sızım var, o kadar" dediğimde babaannem baş ucuma gelip alnıma eğildi. Minik bir buse bırakıp geri çekildiğinde gözlerim doldu. Hüzün herkesin gözlerinde, benimse yüreğimdeydi. Acı en çok beni ve bebeğimin babasını vurmuştu. Direndim, ağlamadım; kimsenin daha fazla üzülmesini istemiyordum. Aileme hamileliğimi söyleyememiştim, bu yüzden onları da üzüp telaşlandırmak gereksizdi. Babaannem zaten bana iyi bakar, düzelince de giderdi. Alaz'ı aradı gözlerim, canımın sızısına rağmen yaslanmak istediğim kocam neredeydi?
Kimse bir açıklama yapmadığı gibi dakikalar geçmesine rağmen odaya gelmemişti. Nerede olduğunu sorduğumda kimse beni üzmeyi babaannem kadar göze alamamıştı. O da sadece "Gitti" dedi.
"Gitti..?" cevabını tekrar ederken bir yandan da neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Onu kovmuş muydum acaba? Hayal meyal anımsıyordum bazı şeyleri, bölük pörçüktü. Ama ne olursa olsun, beni bırakıp gitmesi büyük bir hataydı.
Odada yalnız kalıp gözlerimi kapadığımda istemsizce akmaya başlamıştı yaşlar birer birer... Sanki geçip giden yıllarımın acısı çıkıyordu. Haksızlıktı yaşadıklarım, yıllarımı alıp giden yaralarım... Kimseye diyemesem de içimde öylesine yalnızdım ki... Alaz gelene kadar. Şimdi de o, "seni bırakmam" demesine rağmen gitmişti. Hayat ödülleri kadar cezaları da birbiri ardına getiriyordu. Oysa şimdi bu bedele ne gerek vardı? Ben ne yapmış olabilirdim ki diye defalarca düşünmeme rağmen bir çıkış yolu bulamadım. Ama yapmam gereken vardı her ne yapmış olursam olayım tekrar kaybetmeyecektim. Benim hayatıma hiç ummadığım bir anda hediye gibi giren kocamı asla bırakmayacaktım. Bebek için yakarırken kulaklarıma söylediği telkinleri anımsadım. Tekrar yaparız dememiş miydi? Demişti. O zaman seyirlik olmayacaktı, ömürlük olacaktı. Bir yastıkta kocamak nasip olacak ve Alaz sonum olacaktı. Yatağın yanında duran etajere uzanıp telefonumu elime aldım. Numarasını tuşlayıp aramaya bastım. Kapalıydı. Üzülmedim, üzülmeyecektim de ayağa kalktığım ilk an ensesinde boza pişirip sevdiği ne varsa gözünün önünde parçalayıp onu delirtecektim. Verdiğim kararla yastıklara başımı dayadım. Nergis Anne ve babaannemin odaya girdiklerini duyduğumda gözlerimi kapadım. Şu anda ikisinin gözlerindeki derin acıya katlanamayacaktım.

AŞKIN RENKLERİWhere stories live. Discover now