11. Kıyamet ♣

1.3K 106 24
                                    


Göğsüme bağlanmış, mermere benzeyen ağır bir taş. Simsiyah rengiyle tam kalbimin üzerine oturtulmuş, soluklarımın önünü kesiyor. O kadar acıtıyor ki canımı, tenime değdiği ilk anda göğüs kafesimi parçaladığını hissediyorum ama o taşı bedenimden sıyıracak kuvveti bulamıyorum. En tenha köşelerimde aradığım enerji kabuğuna çekilmiş gibi, zerre gücüm yok. O taş beni yiyip bitirirken, paramparça olup ölümle kol kola girerken yalnızlığımdan başka bana kimse yardım edemez. Yine de zayıflığımın farkında olarak minik bir çabayla o taşı üzerimden atmayı deniyorum, son bir uğraşının beni ölümden ayrı tutacağını sanarken bir anda ikinci bir darbe en olmadık noktadan vuruyor.

Tamamıyla dolu bir havuzun içine, suya itiliyorum.

Saflığın sembolü sayılan su sanki asitmiş gibi yakıyor, ciğerlerim sıkılan bir sünger misali büzüşüyor. Can havliyle çırpınıyorum, ellerim orantısız bir hızla savrulurken kalbimin hizasındaki iri taş beni iyice dibe çekiyor. Ne yapacağımı bilemez haldeyim. Öyle şaşkınım ki, hiçbir hareketimi mantıkla planlayamaz olmuşum. Hazırlıklı olsam, havuza itileceğimi bilsem nefesimi tutar ve kendime bir dayanak sağlardım ama habersizdim. Ölüm bana çat kapı gelmişti.

Artık bilincim sallanıp gözlerim karanlığa kavuşuyorken sırtımda havuzun dibindeki sert fayansları hissediyorum. Dibe vurmak deyimi bundan daha fazla net olamazdı. Ölümle sırt sırta vermiştik ve ölüm benim ruhumun kapısını zorluyor, özgürlük içindeki tutsaklığı arıyordu. Serbest bırakacağı ruhumla eş zamanlı esir tutacağı bedenimden haberi yoktu.

Tam o an, kara bir gecenin en ilerleyen saatlerinde doğan güneş misali bir el uzanıyor suyun içine. Kemikli, upuzun ve bir erkeğin kaldıramayacağı kadar narin bir el. Vakit kaybetmeye gerek duymadan kolumdan yakalıyor ve ben, gözü yaşlı sevgilime yani ölüme elveda ederek kaçıyorum. O el beni kurtarıp su yüzüne çıkardığında taşın ağırlığı bile koymuyor artık, hayatın ve yaşamanın verdiği o tadın hissiyle cayır cayır yansam umrumda olmayacak. Ama o taş hala orada, ölümün nişanesi olarak başucumda.

Taşlar yerine oturup herkese bu benzetmelerden pay çıkardığım zamanda bile Deniz'in hayatımdaki rolünü kestiremiyordum. Beni kurtaran o el mi, göğsüme bağlanıp dibe çeken o taş mı, yoksa diri diri ölmeme sebep olan su muydu? Bilmiyordum ama Deniz'in varlığı beni korkutuyordu, adlandıramadığım bir parçam gibiydi.

Kapı açıldı ve tüm düşüncelerim, kaynayan bir tencere suyun kapağı açıldığında uçuşan buhar gibi havaya saçıldı. Deniz içeriye girerken sanki düşüncelerimi görmüş hissine kapılmıştım, duru bir metin misali yüzüme bakan ne karıştırdığımı anlardı ama Deniz hiç oralı bile olmadı.

"Selam," dedi çatallanmış sesiyle. Bakışlarım Deniz'in yüzümde sabitlenirken şaşkınlıkla onu izledim. Açıkçası fazlasıyla değişik görünüyordu, her zamankinden çok daha tuhaf gelmişti. Koyu saçları darmadağın, yanakları içeri göçük, gözleri baygındı. Neden böyle olduğuna anlam verememiştim ama sert elmacık kemikleri bile eriyip yüzünde kaybolduğuna göre cidden kötü olmalıydı.

"Selam, bir sorun mu var?" dedim merakla. Yorgun, kanlanmış gözlerle bana bakarken hasta olduğunu o an ele vermişti.

"Hayır, sorun falan yok." Deniz ve hasta kavramları bana çok uzak gözüktüğünden kısa bir süre onun hasta olabileceğine ihtimal veremedim ama sesindeki hırıltılar sanki özellikle kulağıma çalınıyordu. Omuzları dik yürüyen, asla sırtını eğmeyen Deniz Günsur hastaydı. Üstelik giydiği tişört ve eşofmanla tamamen harabe gibi görünüyordu. Bu hali bana fırtınalı geceler boyu gökyüzünde çakan şimşeklerden korkup, annesi ve babasına sığınan masum bir çocuğu anımsatmıştı.

NEFESWhere stories live. Discover now