ELEM: ÖLÜM YEŞİLİ

By melikegvnc

80.9K 37.3K 58.8K

Onunla aynı yaranın kanamasıydık. Geçmiş bizim kalpteki yaramızdı, ve ben onunla aynı yaranın en orta yerinde... More

ELEM: ÖLÜM YEŞİLİ
1. "Hayat Kumarı"
2. "Kanlı Kafes"
4. "Kanayan Çocukluğum"
5. "Mezarlığın Kalbini Acıtmak"
6. "Yaraya Susamak"
7. "Bıçak Sırtı Dağlar"
8. "Düşümden Ayrı Kalan"
9. "Göğü Kanatan Şimşek"
10. "Göğe Uçan Kuşun Selâsı"
11. "Yalnızlar Mezarlığı"
12. "Nabzı Lâl Eden Sağır Hisler"
13. "Küstüm Çiçeğinin Küskün Yüreği"
14. "Yanık İzleri ve Düşüşler"
15. "Yaraya Üfleyip Yangını Harlamak"
16. "Yaralı Dizlerin Yamalı İzleri"
17. "His Kordonu"
18. "Toprağın Yuvasıdır Yaralı Çiçekler"
19. "Sahneyi Aralayan Sırlar"
20. "Ölü Ruhların Kefen Gözleri"
21. "Doğumun Yankısıdır Ölüm"
ASEF BERZAH KORKARA
23. "Enkaz Kadın ve Yangın Adam"
24. "Yanılgı Çıkmazının Gölgesidir Yenilgi"
25. "Geçmiş Har, Gelecek İntihardır"
26. "Kandan Adam"
27. "Kırık Kadının Ceset Yarası"
28. "Kelepçelenmeden Tutuklu Kalmak"
29. "Gökler ve Kuşakları"
30. "Kar ve Kan"
31. "Kazanmak ve Kaybetmek" || Birinci Yıl.
32. "Dudaklar Kavuşunca"
33. Yolun Sonundaki Ev ve Yıkılış
"MELÂL RUHŞİNA AKARSU"

3. "İlk Mağlubiyet"

3.5K 1.6K 2K
By melikegvnc

Düzenlendi.

Mis gibi okumalar, umarım seversiniz. Yanii yorum yaparsanız da onca aksiliğin üstüne musmutlu olurum. Seviyorum sizi♡

Maçtan 10 dakika önce,

Gökyüzünün yeryüzüne özlemler yağdırdığı vaktin kadranında sıkışan pişmanlık, genç adamın göğsünde yeni açılmış bir yaraydı henüz. Pişmandı. Dakikalar öncesinde omzuna çarptığı kadının sesi, ve sesindeki dargınlık bir an olsun aklından gitmiyordu.

"Kafanı eşekler tepsin, kızın kolunu söktün." Diye mırıldanırken kendi kendine durdu ve ona çarpan omzuna baktı, sertçe yumruk attığında canı acımıştı ama bu kendine verdiği cezaydı. "Böyle günün gecesini, gündüzüne düğümleyip sikeyim." Oturduğu deri koltuğun arkasındaki siyah duvarda, 'Beşinci Mevsim' adını verdiği tablosu duruyordu.

"Ulan o değil de kızın kolu resmen koptu." Genç kadının dediklerini hatırlayınca kendini gülmemek için zorlasa da güldü. "Bir de öfkeli öfkeli konuştu." Gözleri büyürken elini kalbine koydu. "Ben konuş diyene kadar, kes sesini." Eğer o an sinir pişmanlığından daha az olsaydı, bir an bile beklemez arkasına döner özür dilerdi.

Üzerine giydiği siyah spor atletin açıkta bıraktığı kolları kasılıyordu sürekli. "Acaba bir şerefsiz gibi mi göründüm gözünde?" Yeniden mırıldanmasıyla, gökyüzünün yeryüzüne uluması eş zamanlı olmuştu.

Uzun eklemlere sahip nasır tutan ellerini sıktığında, ağzındaki dişlerin yaptığı baskıdan dolayı çıkan ses, odaya anında yayılmaya devam ediyordu. Karşısında bulunan camın sergilediği gökyüzü ile yeryüzünün birleşimine baktı.

Yeşil gözlerinin etrafında çerçevelenen siyahlar çoğalıyordu yeniden. Oturduğu deri koltukta, nefes aldıkça olağandışı sesler çıkıyordu sürekli. "Nerede kaldı bu amına koyduğumun mutasyon kafalısı!"

Bu sefer hafif bağırarak çıkardığı sesin etkisi sadece odanın köşesinde ağını ören örümceği değil kendi bedenini de titretmişti.

Genç adam, ihtiyarlaşan hislerini sinir duygusuyla tazelediği saniyede; gönderdiği adam da nefes nefese kalmış bir hâlde, kapıdan içeri girmişti.

Genç adamın ölüm diye bağıran gözleri, karşısındaki beti benzi akmış çocuğa çevrildi. Ona göre çocuktu, henüz 20'sinde bile değilken almışlardı onu bu deponun karanlık yüzüne.

"Koçum dünyanın öbür ucuna mı gittin?" Sinirliydi, az önceki gülüşü yoktu ve az sonra bir adamı öldürecek kadar öfkesi vardı. Para verileceğinden ve dövüşeceği adamın masum olduğundan haberi yoktu. "Verdin mi çayı? Söyledin mi özür dilediğimi ve müsait bir zamanda konuşmak istediğimi?" Çocuktan hâlâ bir ses çıkmıyordu, adı Zeran'dı. Asef burada en çok Zeran'ı severdi. Zeran'nın kahve gözlerindeki şaşkınlık artarken kafasını iki yanına salladı. "Mirza Feyzal'ın suçu yokmuş," dedi, kaşlarını çatıp Asef'e bakmamak için direndi, "kardeşinin hasta olduğunu söyledi o çarptığın kız, sanırım sevgilisiydi." Yeşil gözleri bir anlığına durgunlaştı, sonra kendine gelip siyah spor atletinin açıkta bıraktığı kollarını dizlerine yasladı.

"Abi, kafesi sen kursan da kuralları amcanda, maçtan çekilmenin cezası, ölüm." Adam gülmeye başladığında ayağa kalktı, siyah eşofmanı ve siyah spor ayakkabısı onu bu karanlıkta görünmez kılsa da gözlerindeki yeşiller parlıyordu, ölüm yeşilleri. "Dinle, parayı hazırlayın, ne kadar gerekiyorsa."

Yeşil gözlerinde zehir vardı, ölüm vardı, yeşil gözlerinde bir yerlerde çocukluğu vardı. Gözlerini kapatıp gülümsedi ve başını soluna doğru eğdi, ne yapacağını bilmiyordu.

Çaresi yoktu.

Var mıydı?

Bilmiyordu.

Vicdan mı yoksa kötülük mü?

'Kötülüğü iyiliğinle beslersen, şeytanın elinde bir avuç sevap kalır.' Bu sözü getirdi aklına. Kaldırımlarında hayatı öğrendiği o sokağın babası olan adam demişti bunu genç adama.

Giz'i kurduğunda kendine verdiği sözleri bir bir gözlerinin önüne getirdi, kötü bir adamdı ama kötülük eden bir adam değildi. Vicdanı var mıydı bunu da bilmiyordu, dünya hapishanesinde suçluyu öldürenin vicdanı olur muydu?

Olurdu.

Kararını vermişti.

Koltuğun üzerindeki siyah kapşonunu alırken genç kadının sesini çizdi göğsüne, yüzünü görmemişti fakat sesi her renksiz geceyi boyamıştı tüm renklere. Kapşonu kollarından geçirip kapıya yürüdü, kapıdaki çocuk şaşkınlıkla kenara çekildiğinde ne diyeceğini bilmiyordu.

Kapıyı örtmek üzereyken kısa bir anlığına durdu, kötü bir adam değildi Asef Berzah Korkara. Ve o adamın yarınını, bugün söyledikleri çizmişti; bundan sonra girdiği her çıkmaz sokağın adı o kadın olacaktı.

"Maçtan çekiliyorum, amcam benimle bir süre iletişime geçmesin."

İlk mağlubiyetiydi.

İlk yenilgisiydi.

Belki de?...

🍀

Düşünce duvarlarının rengi daima beyazdır, ve insan hangi düşüncesinde en çok yaralandıysa o düşüncenin duvarı çatlak olur, rengi kan rengine boyanırdı. Bu zamana kadar düşünce duvarının kan rengine boyandığı tek duygum sevinçti. Ben ne zaman sevinsem canım yanardı, güldüğüm için ağla derdi bana çocukluğum.

Beş yaşında sevinçliydim, sekiz yaşında, dokuz, on, on bir, on iki, hattâ iki gün önce de sevinçliydim. Düşünce duvarlarımın çoğu çatlaktı, çiçek bile açmıyordu, kan rengiydi. Yüzü gülen kadınların çocukluğu her zaman ağlardı.

Bunu öğrendiğimde tüm yaşlarım bana hem dayanak hem düşman olmuştu.

Şimdi sevinçliydim, düşünce duvarının rengi kan rengiyken çatlaklarında çiçekler yetişmeye başlamıştı, inancım göğsümden yine kopmamıştı.

Gözlerim hâlâ gri kapıdaydı, orada yoktu, gideli ne kadar olduğunu bilmesem de nefesi hâlâ sırtımı üşütüyordu. "Siktir!" Dedim, kendimi tutamayıp şaşkınlıkla kafese bakarken. Sima'nın kahkahalarını ve çığlıklarını duydukça, kafesin kapısının açıldığını, Mirza'nın gözlerindeki bezin çözüldüğünü gördükçe, bu yaşadıklarımın bir gerçek olduğunu anlıyordum.

Bir iki adım önümdeki uzun boylu çocuk bana baktığında gülmeye başladım, kaşındaki piercing ve yüzünün pürüzsüzlüğü onu kusursuz kılmıştı. "Lan bebe, ne dedi duydun mu?" Dudağındaki halka piercingi diliyle içeri çekerken başını aşağı yukarı salladı ve güldü. "O içerideki benim abim, bak kazandı, çak bi' beşlik lan!" Yanına hızlıca ulaşıp elimi açtım ve açtığı eline vurdum.

"Ablacım iyi misin?" Heyecanla başımı aşağı yukarı sallayıp durduğum yerde dans etmeye başladım. "Kurtuldu! Kurtuldu! Lan çocuk kalk göbek atalım!" Çocuk kaşlarını çatıp geriye doğru giderken onu bırakıp kalabalığı ite ite kafese ulaştım. Kafesin üzerindeki skor kapatılmıştı, saat ve tarih dışında başka bir şey yazmıyordu.

Saat, 23:55'ti.

Mirza'ya baktığımda dümdüz bir şekilde onun da kapıya baktığını gördüm, şaşkındı. O kadar şaşkındı ki, eğer şimdi ölse anca giderdi bu şaşkınlığı çünkü Asef Berzah Korkara'nın bunu yapacağını bende dahil hiç kimse beklemiyordu.

"Bence Asef Azrail'le görüştü, deneysel yöntemle canını alacak." Fatih'in sesiyle onlara döndüm ve kapının önünde kahkaha atarak Mirza'ya el sallayan Sima'yı gördüm, gülüşüm büyürken Fatih'e baktım yeniden.

"Azrail deneysel yöntem kullanmıyor, Fatih." Omzunu silkti, o gülmüyordu ancak şaşkındı, mutluluğu yüzünden okunurdu. "Bence kıyamet falan koptu, biz şu an ölüp dirildik ve cennette huri yerine it kopuklarla beraber kafes dövüşü izliyoruz." Sima kafesin içine koşup Mirza'nın üzerine atladı kahkahası depoda yankısını sürdürürken.

"Sen cennete mi gireceksin?" Kafasını iki yanına salladı ve ellerini siyah kot pantolonunun ön cebine soktu. "Ben siz ölünce yeni bir dünya kurup keyif süreceğim, bence Azrail Mars'a giremiyor, oraya gidelim."

"Ağzın götüne dönecek, şöyle konuşup durma." Yüzümü buruşturup omzuna vurdum. "Allah inancın yoksa da böyle kara mizah yapma, hoşuma gitmiyor." Dudaklarını büktü. "Tamam, kızma, özür dilerim tek taraflı düşünüyorum." Elimi omzuna koyup güldüm, "haksız olunca böyle mahcup olman beni çok eğlendiriyor."

"Yürü git be, üst dudak fakiri." Sima Mirza'nın boynunu kıracak kadar sıkı sarılıp yanaklarını öperken Mirza da nefes almak için ondan ayrılmaya çalışıyordu. "Sen de beyin fakirisin, kekosun." Kafesin etrafındaki kalabalık bizden daha şaşkındı, hattâ çoğu öfkeliydi, çünkü Asef'in yeneceğine eminken çekilmesi onları kızdırmıştı.

Maçtan çekilmenin cezası, o kafeste yenilen kişinin cezası ile aynıydı. Ölüm.

Kendi kendini öldürecek kadar manyak olduğunu düşünmüyordum, yani sanırım.

Fatih de kafesin içine girdiğinde kalabalığın çıktığı ve sürekli kapanıp açılan kapıya baktım, depo neredeyse karanlıktı ve bu büyüklüğe göre sadece aşağı doğru sarkan dört uzun lamba vardı, çoğu da patlaktı.

"Lan benim cücüğüm nerede?" Kolumdaki ağrı en beklenmedik anda sızlıyordu, ama ona olan öfkem gitmişti. Çarptığı kolumu ürkekçe okşaması düşünce duvarındaki öfke duygumu kana değil masumiyete boyamıştı.

Kafesin kapısının üzerindeki düzenekler alınırken kafese girdim, ve Mirza'nın gözlerine baktım. Nazar boncuğu gibi gözleri vardı, deniz gibi, gökyüzü gibi, her şeyden öte canım gibi.

"Cücük falan ayıp olmuyor mu, Yarasa Bey?" Dilimi çıkarıp ona doğru koşmaya başladım, kollarını açıp kahkaha atarken kafam sertçe omzuna çarptı.

"Yarasa deyip durma sınavdayken sınıfını yanlış yazmış bir velet gibi hissediyorum sen öyle deyince." Ensesindeki saçları ve saçından damlayan terleri ellerimle sildim, ve geriye doğru çekilip alnından öptüm. "Başardın, can içim." Alnımı alnına dayadım ve burnunun ucundan öptüm. "Ne oldu bilmiyorum, ama geçti," yüzünü sevdim. "Lezâ kurtuldu, deniz gözlü can içim, abim, inancımı yine öldürmedin."

Kollarını belime dolayıp sıkıca beni göğsüne bastırdı, saçımdan öpüp gülmeye devam etti. "Alırım dedim mi, aalırıım." Şiveyle konuştuğunda beni kolunun altına alıp Sima'yı da yanına çekti. "Sanırım regl olacağım, çok duygusalım."

"Sima sen her gün regl oluyorsun zaten, yataktan düşsen regl olacağım sanırım diyorsun..." Dedi, Mirza şefkatle saçlarını severken. "Ama bu sefer kesin olacağım, hissediyorum."

"Ayıp ya." Yüzü kızararak ensesini kaşıyan Fatih kafeste gözlerini gezdirirken Mirza ona el hareketi çekti. "Sen bilmezsin ama ben on bir yıldır onunla, beş yıldır da şu süslüyle yaşıyorum, tuvalete hangi aralıklarla gittiklerini bile biliyorum lan!" Fatih şaşkınlıkla Mirza'ya baktı. "Erkeklerin yüz karası!"

"Erkekim, göstereyim mi?" Mirza'nın kolunun altından çıkıp kalçasına tekme attığımda Sima'da omzuna vuruyordu. "Ne oluyor oğlum?" Fatih gözlerini devirdi. "Kimliğimdeki erkek yazısını gösterecektim, beyinsizler."

"Ha."

"Ha, öyle göstermek."

"Öyle desene o zaman."

Üçümüz derin bir nefes vererek Mirza'ya baktık, ve kendimizi tutamadan gülmeye başladık. "Artık gidelim." Dedim, ve kafesteki kalabalığın çoğunun gidişini izledim, kapı açılıp kapanıyor, her açılıp kapandıkça sesi depoya yankılanıyordu. "Hayır, buraya yatak döşek serip uyuyacağız." Diyen Mirza'ya baktım, kolunun altına Sima'yı almıştı yine.

"Mirza, sence neden çekildi maçtan?" Ortama sessizlik hakim olduğunda bu sessizliği Fatih öksürme sesiyle böldü. "Olana bakın, nedene değil." Sırtını dönüp kafesin önünde sabahtandır bizi izleyen yaşı oldukça büyük olan üç adama baktı. "Mirza, parayı teslim edecekler, ve bugün itibariyle Giz'le olan tüm ilişkin kesilecek." Bize bakmadan konuşuyordu. Kafesin kapısındaki çivi ve cam kırıkları çıkartılıyordu, her maçtan önce kaçmak isteyen olursa diye bu ve daha birçok öldürücü düzenek kurulmuştu.

"Konu bu değil yavrum, Fatih haklı. Lezâ kurtuldu mu? Kurtuldu. Ben öldüm mü? Yo, daha ortalığı elli altı etmeden ne ölmesi? E, o zaman ne gereği var böyle sorulara?" Sima şortunun arka cebine ellerini koyup geriye çekildiğinde dudaklarını büktü. "Azarladın resmen. Bana bir şeyler oluyor, sanırım re-"

"Seni keserim, artık sus ulan, şu motorun soğusun izin ver de!" Dedi Mirza, Fatih'in yanına yavaşça yürüdüğünde.

Sima bunun ardından kaşlarını çattı, dudağını iki yana büzdü ama bu bir sorgu büzüşüydü. "Bu adam, hiç yenilmeyen birisi ve şu an kurallara göre ilk mağlubiyetini yaşadı. Sence de hiç tanımadığı birisi için bunu yapar mı insan?"

Mirza ve Fatih'in sırtı kasıldığında cevap vermek yerine sustular, Sima omuzlarını düşürüp yanıma yürüdü. Kafesin etrafı artık daha boştu, ama depo hâlâ kalabalıktı, üst kattan sesler geliyordu ve bu sesler kesinlikle öfke doluydu. Deponun sağ tarafındaki küçük pencerelerin camları kırıktı, içeri soğuktu ancak bunu yeni yeni hissediyordum.

Asef Berzah Korkara.

Bu savaşın mağlubu, ama ölümün rengi.

"Tateist." Mirza Fatih'e bakarak kollarını açtı, gülümsedi. "Gel lan, sarılayım sana bir." Fatih de çatık kaşlarla ona döndüğünde sonradan gülümsedi genişçe, Mirza'ya sarılıp sırtına ellerini vurdu. "Geçmiş olsun başkan, gidelim hadi." Başını olumlu anlamda sallarken bize seslendi: "Ben hastaneye gideceğim, siz de gelmek ister misiniz?" Sima ellerimi tutup başını aşağı yukarı salladığında ben de aynısını yaptım. "Evet, geleceğiz."

"Güzel. Fatih ben Tunahan'ı hallederim, parayı alır çıkarım, ama 500 bin çok fazla, bana 80 bin yetiyor. Gerisini ne yapacağım?" Fatih omzunu silkti. "Alma." Dedi, kısaca. "Mantıklı." Diye katıldı Fatih'e.

Fatih asla çirkin değildi, her ne kadar burnu kötü dursa da kesinlikle çok yakışıklıydı ve her kadının ilgi duyacağı birisiydi.

Başımı önüme eğip ağrıyan koluma baktım, öfkelenmek yerine gülümsedim.

Mirza kafesten çıkıp birkaç metre ilerideki siyah kapıdan içeri girdi, Fatih de o sırada bize dönüp gelmemiz için kafasıyla bizi işaret etti. Yanına gittiğimizde yavaşça yürümeye başladık ve kafesin kapısından biz de çıktık, gözlerim etrafı incelerken göz göze geldiğim insan sayısı epey fazlaydı, birçok kişinin odağı tamamen bizdeydi. Deponun kapısına doğru baktığımda gözlerimi kapayıp dakikalar öncesini, onunla ilk göz göze geldiğim ânı düşündüm.

Düşünce duvarımın çatlaklarında yetişen çiçekler çoğalmaya başladı.

Adını biliyordum, fakat acısının bedeninde bir kıkırdak kemiği gibi belirli bir süre içerisinde ne kadar büyüdüğünü bilmiyordum. Asef Berzah Korkara.

Ona karşı ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum, ve açıkçası şu an pek umurumda değildi. Mirza kurtulmuştu, artık Asef Berzah Korkara benim için ölüm değil öylesine biriydi.

Deponun kapısında durduğumda Fatih Sima'nın omzuna kolunu atıp kapıdan çıktı, aralıklı kapıdan yüzüme çarpan rüzgârla gözlerimi kıstım.

"Cahit Korkara ne yapar?" Yanımda büyük araba lastiklerinin üzerine oturmuş bir şekilde fısıldaşan gençleri görünce adım atmak yerine durdum. Sağdaki çocuğun saçları son zamanlarda popüler olan bir dizideki çoğu oyuncunun saçı gibiydi, yan tarafları kesilmiş üst tarafı kesilmemişti. Gözleri koyu kahveydi, dudakları kalındı ancak rengi soluktu. Yaşı epey gençti.

Karşısındaki çocuksa diğerinin aksine daha kiloluydu, gözlerinin rengi elaydı ancak bu net bakılmadığında belli olmuyordu, dudakları inceydi ve koyu kırmızıydı, üzerine giydiği beyaz spor atletin çoğu yeri kurumuş kanlarla doluydu. Bir dizini kendine çekmiş elindeki çakıyla oynuyordu.

"Sence Cahit Korkara, Asef abime dokunabilir mi?" Diğer çocuk sormuştu bunu, sesi yaşına göre daha kalındı. "Cahit Korkara eğer mevzu canı olursa yılanla bile arkadaş olur." Diye devam ettirdi. "Ama Asef abime dokunamaz, yaşadığına dua etsin, benim abime dokunursa biz de ona dokunuruz." Asef'i korumak istemeleri, ve ona olan sevgileri ölçülemeyecek derecede büyüktü.

Bu beni gülümsettiğinde bir süre daha onları dinledim, ela gözleriyle bana bakan çocuk kaşlarını çattı. "Buyur abla?" Kafamı iki yanıma sallayıp zorlukla gülümsedim. "Biraz sizi dinledim de, Asef sizin için çok mu önemli?" İkisi gülmeye başladıklarında çocuk elindeki çakıyı kapatıp cebine koydu. "Bizi üstümüz kirli diye adam saymadı kimse, Asef abim üstümüz kirliyken de sevdi bizi, korudu. O tek görünür ama tüm sokaklar onun arkasındadır."

"Bulaşma, yanarsın, diyorsunuz yani..." Boğazımı temizleyip çatık kaşlarla beni izleyenlere baktım. "Biz masuma el kaldıracak kadar kalleş değiliz, ev açarız, koruruz ama el kaldırmayız ablam. Rahat ol."

"Bir dahaki hayat dersine kadar görüşmek üzere, delikanlılar!" Elimi havaya kaldırıp onlara salladım ve güldüm. Onlar da gülerek karşılık verdiklerinde ikisi de elini göğsüne koyup iki kere vurdu, aynısını yaptım. Sırtımı dönüp kapıdan çıkmak üzereyken tok sesli çocuğun sesiyle duraksadım: "Furkan Enes ben, yanımdaki de Emir. Ne zaman istersen bizi burada bulursun abla, hadi gecen iyi olsun."

Gülümseyerek kapıdan çıktım, deponun kapısını örtmeden Sima ve Fatih'in yanına yürüyecekken bizi içeri almayan çocukla göz göze geldim.

Bir süre birbirimize bakıp durduk, gözlerinde öfke vardı, hattâ nefret. Yine kapının önündeydi, dudaklarımı ıslatıp konuşmaya başlayacakken bir anda ağzıma kapanan eller cümlelerimi boğazıma tıkadı. Nefes alamıyordum, gözlerimi Fatih'e çevirip ona baktığımda öylece beni izlediğini ve güldüğünü gördüm.

Elimi arka cebime götürünce bileğimi tutup beni engelledi, sinirle gözlerimi kapatıp dizimi öne doğru götürdüm, ve bacak arasına denk gelecek şekilde sertçe tekme attım. Ağzımdaki elini gevşetince sinirle dişlerimi de ellerine geçirdim.

"Lan!" Mirza'nın acı çeken sesi kulaklarıma ulaşırken arkama baktım, Mirza'nın eline üfleyip diğer yandan da bacak arasını örttüğünü gördüğümde elimi açılan ağzıma kapattım. "Sen doberman mısın ulan köpek?" Elini acıyla sallarken diğer elini de bacaklarının arasına kapatıp inliyordu. "Mirza bana bunları sen öğrettin ama!" Dudaklarımı bükerek Sima'ya baktım, ama onun yaptığı tek şey Fatih'le beraber anırmaktı.

"Lan kızım öğrettim diye illa bana uygulaman mı gerekiyordu? Öldüm öldüm, yemin ederim oramı hissetmiyorum, uyuştu, yetmiş yaşına gelmeden pipisiz kaldım!" Çevredeki gözler Mirza'ya ve elinin örttüğü yere odaklanmıştı. "Pipime bakmayın, ambulans çağırın kuduz aşısı getirin, bir şey yapın, o," Gözlerini orasına indirdi, "o ölüyor."

"Abartma, gel vur ödeşelim." Onu izleyenlere bakıp ofladım. "Çekirdek ister misiniz? O bir deli, ve insanlar ona bakınca onları ısırıyor." İnsanlar bir anda dağılmaya başladıklarında Mirza'ya doğru yürüdüm, daha iyi görünüyordu. Yüzümü gösterip gözlerimi kapattım. "Bir tane vur, ödeşelim."

"Sana mı vuracağım?" Başımı aşağı yukarı salladım. "Peki." Diyen Mirza'yla beraber gözlerimi sımsıkı yumdum, dakikalar boyu ses gelmeyince açacakken yanağımdan öptü. Belime kollarını dolayıp elini kafama götürdü, "Ödeştik, seni öpünce iyileştim." Gülümsedim. "Özür dilerim, gerçekten bir an sen olduğunu tahmin edemedim, üzgünüm."

"Sorun değil, doğru olanı yaptın canımın içi." Çenesini kafama bastırıp sırtımı okşadı. "Sima ve Fatih'i hastaneye gönderdim," Başım hâlâ göğsündeyken sokağın başına doğru yürüdüklerini gördüm, Sima arkasını dönüp ona baktığımı görünce orta parmak kaldırdı ve daha sonra öpücük attı, "motorum muayeneden yeni geldi, frenleri bağlanmış, binmek ister misin?"

Geçen ay motorunun frenleri tutmamıştı ve kaza yapmıştı, neyse ki ucuz atlatmıştı.

"Korkuyorum sanırım." Isırdığım eline bakarken dudaklarımı büktüm. "Üzülme, ben senlen gurur duyuyorum." Elini aşağı indirip omzunu silkti ve göğsünden uzaklaştım. "Aslanın ağzından ekmeğini alırsın sen, aferin sana." Gülümseyişimi saklayamadan ona baktım. "Sen delisin, sen gerçekten deli artı manyaksın." Gözlerimi yere indirip ayaklarımı izledim. "Mirza, çok mutluyum içimde su aygırları gülerek çifleşiyormuş gibi hissediyorum." Kahkaha atarken beni tekrar göğsüne çekti. "Su aygırlarından ne istiyorsun?"

"Çok tatlılar bir kere, Marsu Pilami duymasın ama geceleri onu su aygırlarıyla aldatıyorum."

"Allah canını almasın, kuyruğu kopuk deli!" Tekrar gülmeye başladığımızda depo ve sokak artık daha sessizdi. Dakikalar sonra geriye çekildim, ve pişmanlıkla eline baktım, ellerimi arkamda birleştirip dudaklarımı büzdüm. "Öpeyim mi?" Tebessüm ederek başını salladığında öne eğildim ve ısırdığım yeri öptüm. Uzun süre bekleyip çekilmeden önce tekrar öptüm ve gözlerine baktım. Mavi gözlerinin içinde inancım vardı, sevgim, tüm hislerim vardı.

"Doğru söyle, geçti mi?" Geçmediğini biliyordum.

"Geçmez olur mu? Benim küçük çirkin ördek kardeşim, sen nefesini değdirsen izi bile kalmaz yaralarımın. Ayrıca az önce seni ürküttüysem özür dilerim mutluluk ile ne yapacağımı bilemedim,"

Gözlerimi kısıldığında güzel yüzünü izledim, Mirza'ya içim gidiyordu. Bu zamana kadar herkes onunla beni abi-kardeş, dost dışında hep sevgili sanmıştı. Mirza benim ailem, inancım, göğüs kafesimdeki özgürlüğüm, varlığımdı. Ona çok düşkündüm, Sima'dan da çok.

"Ağlamak yok, gidelim, lütfen gidelim." Ellerini yanağıma koyup alnımdan öptü, başımı aşağı yukarı salladığımda motoruna gitmek üzere hareketlendim ama o beni durdurup kapıdaki çocuğa baktı.

"Ha bu arada Yasin işine son verildi kardeşim." Mirza'nın 8 kelime ile kurduğu cümle, adının Yasin olduğunu öğrendiğim adamın adımlarını anında kesmişti.

Motora yürümeye başladığımızda Yasin adına çok üzüldüğümü hissediyordum, birinin ekmeğini kesmek isteyeceğim en son şeydi. "Mirza, ona haksızlık yaptın, bu işe ihtiyacı vardı."

"Dinle, sana ona karşı geldiğin için el kaldıracaktı, seni hiç tanımasam bile onu işten çıkartırdım, bugün sana olamayan yarın başkasına olur, buna eminim." Motorun önünde durup yüzüme baktı, dediklerinde haklıydı.

Kaskını bana uzatıp motora binmek üzereyken burnumu çekerek başımı önüme eğdim. Bana baktığında bir süre öyle durdu, daha sonra kaskı kafama taktı ve motora bindi. Arkasına da ben atladığımda birkaç saniye sonra motoru çalıştırıp Giz'den ayrıldı.

Rüzgâr gözlerime doğru vurduğu için gözlerim yaşarmıştı, burnum akıyordu. Ellerimi Mirza'nın belinde sıkıca kenetleyip yolları ve insanları izledim, hayat onlar için düz bir çizgiydi, o çizgiden kovulan istenmeyenlerdik bizler ise. Hayat çizgi, sokaklar ve çocukları titrek ellerle kaderleri yazılmış o istenmeyenlerdi.

Yutkundum.

Aklıma o geldi, Asef.

Belki kötüydü, belki katil, belki caniydi; ama bugün benim için iyi birisiydi. O kafese girmemişti, bu bana yeterdi. Göğsüme kızgın yağ dökse yine sesim çıkmazdı artık, çünkü benim inancımı öldürmemiş, sağ bırakmıştı.

"Dalin kokuyorsun yine." Diye mırıldandım, deri ceketindeki kokusunu içime çekerken. Dalin şampuanla yıkandığından mı bilmiyordum ama terlemediği zamanların dışında hep Dalin kokardı, bu çok güzel hissettiriyordu. "Sen bir de ceketin içindeki derime sor o kokuyu. Terden küflendim, eve gidip banyo yapmazsam evin bir aylık tuz ihtiyacını terimden karşılayabilirler."

"Güldüm." Dedim, ana yolda son hızda sürdüğü motor yüzünden ona yapışırken. "Gülsün evet, benim gülüm."

"Iy, keko."

"Gülüm."

"Sus ya."

"Seni çok seviyorum!" Diye bağırırken kask olsa da yanağımı sırtına sürttüm. "Ben de, can içim. Ben de..." Hastaneye gidene kadar son konuştuğumuz tek şey bu olmuştu, ara sıra gaza köklenip arabalara makas atmıştı, kırmızı ışıkta geçmiş, dolmuştaki kızlarla konuşup numarasını vermişti, çoğu kız beni sorduğunda ise, "Yolda buldum." demişti.

Hastanenin otoparkında motor sonunda durunca hızla motordan inip eğilerek yeri öptüm ve derin bir nefes aldım. "Yurdumun yollarına, kaldırımına, taşına toprağına..." Ellerimi yukarı kaldırıp nefes nefeseyken bağırdım. "Ölürüm Türkiye'm!"

Mirza arkamda gülerken çoğu kişinin gözleri benim üzerimdeydi. Dakikalar sonra ayaklanıp Mirza'nın kolunu tuttum ve ona baktım. "Yine ne var ulan?"

Dudaklarımı büktüm, dediğimi anlayınca elini kafasına vurdu. "Bayılacağım, kolonya içirseniz yine ayılmayacağım. Yeter be cücük yumurtası, aman be."

"Nazlanma, sevgilin olsa hemen çıkartır sonra da güzel sözler söylerdin." Omzumu silktim.

"Sevgilim mi?" Bakışları uzağa daldı. "Siktir et, gel çıkartayım."

Ona yaklaştım, parmakları kaskın üzerinde durduğunda gözlerime bakıp güldü.

"Kızım yemin ederim eşek sıpası diye diye seni pataklayasım var,"

Anılarıma bir kırbaç vurulduğunda, zihnim o günü önüme koydu...

"Babacığım bugün bana yeniden boyama kitabı alır mısın?"

"Eşek sıpası daha dün aldım onu ne ara bitirdin sen bakalım?" Babam gülerek bunu söylediğinde benim dudaklarım ağlamaya hazır hale çoktan gelmişti bile.

"Ben eşeğin sıpası olunca sizin kızınız olamam ki. Başkası olsun eşeğin sıpası ben anneciğim ve babacığımla çok mutluyum."

"Baba gibi."

Mirza'nın kaskı çıkarmak üzere kafama yönelen elleri, söylediklerimin ardından titrek bir nefes eşliğinde kaska dokundurdu kendini. Kaskı çıkartıp sessizliği korumaya devam ederken, karşı yoldan gelen Sima ve Fatih görüş alanıma girdi usulca.

Gülüşe gülüşe yanımıza ulaştıklarında, yüzümüzdeki durgunluğu fark edip gülüşmeyi durdurdular.

Az sonra ne olduğunu soracaktı ikisinden birisi, ve hiçbir şey olmadığını söyleyip çok şey olduğunu yine, her zamanki gibi saklayacaktım.

"Ne oldu?" Gülümsedim, içimde kopan kıyamet bazen dışımı yakardı, birileri ne olduğunu sorardı. "Hiç...Soğuk çarptı, üşüteceğim sanırım." Ve her defasında, dilimi bir yılan gibi saran yalanları doğururdum.

"Namık Kemal'i bu aralar çok okuyorsun. Attın yalanı," Sima sırtını bize dönüp hastaneye doğru adımlamaya başladı. Fatih de onun arkasından yürümeye başlayınca, az önce Sima'nın yarım bıraktığı cümleyi tamamladı. "Siksinler inananı."

Mirza kafamdan sıyırdığı kaskı, motorsikletin koluna takıp kolunu omzuma attı, dudakları saçlarıma değdi ve omzuma attığı eliyle yanağımı okşadı. "Sıkma canını." Diye mırıldandı. Canımı sıka sıka etimi çürütmüştüm, ama tamam; bir kerecik sıkmazdım.

"Mirza, insanlar neden bilmediği yarayı deşer?"

"Sen beyaz duvarın önceden başka renk olduğunu bilir miydin?" Başımı olumsuz anlamda salladım, kafasını kafama yaslayıp derin bir iç çekti. "O yüzden bilmediği yarayı deşer insanlar. Onlar senin gülüşünü görüyor, sen onlara hüznünü göstermiyorsun, ve onlar senin yaranı göremiyor. Onların gözünde beyaz bir duvarsın, önceki rengin, ya da duvardaki çatlakların kimsenin umrunda değil." Saçımı öpüp derin bir nefes aldı. "Ben dışında kimseye inanmıyorsun, çünkü birine inanınca onların da baban gibi olduğunu düşünüp kaçıyorsun."

"Senden hiç kaçamadım." Bunu bildiğini gösteren bir gülüşle karşılık verdi. "Beni bulduğunda çocuktum çünkü, ağlayan çocuklardan kaçılmaz."

Acilin kapısına geldiğimizde ofladı. "Şu hastanelerden ve tuzsuz yemeklerinden nefret ediyorum."

"Öyle deme, poğaçaları güzel oluyor."

"Aşırı beyin yüklemesi yaşayan kardeşim, çünkü poğaçaları onlar yapmıyor." Otomatik kapıdan ilk önce Sima ve Fatih girdiklerinde gözlerimi yukarı kaldırıp Mirza'ya baktım. "Öyle miymiş?"

"Yok götümden yalan sıçıyorum ben." Ağzına vurdum sertçe. "Küfür etme, sevmiyorum edilmesini." Küfürü sevmezdim, ve ben de şaşkın olduğum anlar dışında asla küfür etmezdim. "Bu küfür değil, tespit." Otomatik kapıdan girdiğimizde yüzüme çarpan sıcakla mayıştım, Mirza'ya sokulup bize çevrilen gözlerin odağından çıkmaya çalıştım. "Neden bize bakıyorlar böyle kötü kötü?"

Sandalyelerde oturanlardan birine baktığımda çatık kaşlarla bizi izlediğini gördüm, kucağında henüz en fazla beş yaşında olan bir oğlan çocuğu vardı. Kırmızı kazağının kolları ıslaktı, beyaz şortunun dizleri yemyeşildi, ve diz kapakları kanlıydı. Maç oynamış olmalıydı.

Gözlerimi kısarak çocuğa gülümsediğimde çocuk da bana gülümsedi, ve heyecanla elini salladı. Tüm sandalyeler çocuk, genç, yaşlılarla doluydu. Onlardan uzaklaşırken bu sefer elindeki peçeteyle burnunu silen bir adamla göz göze geldim, yeşil gözleri ağlamaktan kızarmıştı, parmağındaki yüzüğe bakıp bakıp ağlıyordu. Yoğun bakım yazan bir kapı açıldığında adam ayağa kalktı, doktora baktı ve dudaklarından neredeyse hayatının gidişatını belirleyen cümlelerin çıkmasını bekledi. Doktor maskesini çıkartıp dudaklarını birbirine bastırdı, ve kafasını iki yanına sallayıp adama baktı.

"Başınız sağ olsun." Ve sonrası feryâd, sonrası yas, sonrası yaşarken ölmek.

Hızla acilin önünden ayrılıp geniş kısma geldiğimizde Mirza'dan ayrılıp elimi kalbime koydum ve derin nefesler almaya başladım. Yanımızda Sima ve Fatih de duruyordu. Gözleri üzerimdeydi üçünün, ve adamın durumuna üzüldüğümü biliyorlardı.

Dakikalar sonra yutkunup gözlerimi kapattım, "Mirza, siz asansöre binin, ben Sima'yla merdivenleri çıkarım." dedim, Sima'nın yanına yürüyüp onun göğsüne yaslanırken. Asansörlerden korkuyordu. Mirza ve Fatih beni cevapsız bırakarak asansöre yürüdüler ve birkaç kişiyle beraber yukarı çıkmaya başladılar. Sima'ya baktım. "Kaçıncı kattaydı Lezâ?"

"Üçüncü kat, odası 1254 numaralı oda." Krem rengi kapıyı açıp merdivenlerin önünde durduk. Gözleri dalgındı, bana mı küsmüştü? "Hey, seni üzdüm mü? Gerçekten rüzgârdan etkilendim, yalan söylemiyorum."

"Hayır, canım ve cananım...Ona üsülmedim..." Çocuksu bir hüzünle dudaklarını büktü. "Meloş...Melâl...Ona çok aşıkım, ah aşkım..."

Gözleri sulandı, ellerini sulanmayla beraber gözüne götürdü. "Fasulye bitmemiştir değil mi?" Gözlerim o kadar büyük açıldı ki kaşlarıma falan değdi. Ben büyük bir şey oldu sanarken, bunu demesi beni hem rahatlatıp hem de kızdırmıştı. "Bir söz vardır, eskilerin sevdiğim bir sözüdür. Kasap et derdinde koyun can derdinde. Senin ki de tam bu söze karşılık şu an. Ayrıca anneannem yapacak tekrardan, merak etme."

"Kosop ot dordondo koyon con dordondo. Övövö." Saçını sertçe geriye atıp merdivenlerden çıkmaya başladı. "Of be, kırk yıllık kamyoncuyum böyle kasa görmedim." Sima çığlık atarak homurdanmaya başladığında gülmekten gözlerimden yaş gelmişti.

"Sapık, Allah'ın cezası götçü. Lisedeki götçü kimyacıyı geçtin, pis götçü!" Üçüncü kata benden önce ulaştığında hâlâ homurdanıyordu. "Hey, kimyadan bahsetme bana! O ders yüzünden antrenmanlarla matematik çözdüm lise bitene kadar!"

"Melâl, gaz sıkışması ne?"

"Kuru fasulye yenilen gece yaşanan o tehlikeli saatler."

Kahkahaları artarken omzumu silktim ve merdivenleri çıkmaya devam ettim, ikinci katı da bitirip üçüncü katın merdivenlerine adım attığımda Sima kapıyı kapatıp gitti, derin bir nefes alıp yavaşça çıkmaya başladım.

Merdivenleri bitirip kapıyı omzumla iterek açtım, gözlerim ilk önce görüş alanına Fatih'i, daha sonra Sima'ya el hareketi çeken Mirza'yı aldı. Önümden elleri önlüğünün cebinde olan kır saçlı doktor geçtiğinde dudaklarımı birbirine bastırıp Fatih'in doktorlar hakkında dediğini getirdim aklıma.

'Madem Allah alır verdiği canı, doktorlar niye Allah'ın işine karışıyor?' Bu söylediği şey karşısında Mirza, Fatih'i bir gün boyunca hiç durmadan kovalamıştı.

Kapının önünden çekilip onların yanına yürümek için hareketlendiğimde düşünce duvarlarını kana boyayan çoğu duygu, çoğu ölümün adı hastaneydi. Hastane cennet ve cehennem değil, ölüm ve kalımdı.

Duvarlara parmaklarımı sürterek Mirza'nın yanına gittiğimde beni kolunun altına alıp bekledi. "Hazır mıyız?"

"Neye?" Fatih'in sorusu Sima ve beni güldürdü. "Lezâ'nın gazabına."

"Lezâ büyümüş ama küçülmüş bir kız çocuğudur, en olmaz anında köşeye sıkıştırır ve ansızın zekice sorularla seni alaşağı eder." Düzgün türkçesiyle konuşarak Fatih'e açıklama yapan Sima, derin bir nefes alıp Mirza'nın diğer kolunun altına girdi. "Tanrı bizi Lezâ'nın beyninden korusun insanlar!"

Ve Sima gümüş rengi kapı koluna elini bastırarak kapıyı açtı.

Görüşüme ilk önce Yaşar Amca, daha sonra ellerinin ürkekçe yüzünü sevdiği melek kızı Lezâ girdi. Bembeyaz çarşafın üzerine dağılan siyah saçları, Mirza'nın aynısı olan mavi gözleri, hastane elbisesi ve tüm karanlığa rağmen her siyahı renklendirecek gülüşüyle çok güzeldi.

Mirza'nın dudakları titredi ve başını önüne eğip gülümsedi. Eğer o kafesten çıkamasaydı her şey daha farklı olurdu, tüm dengeler değişirdi ve kötüler iyileri değil, iyiler kötüleri öldürür, yalanlar gerçekleri doğururdu.

Açılan kapıya Lezâ'nın gözleri çevrildi, Yaşar Amca'nın ellerini yüzünden itti ve kocaman gözlerle ellerini birbirine çarptı. Elinin üstü morluklarla doluydu, serumu takan hemşirelere kısa bir anlığına öfke duydum. Gözleri üçümüzde ve arkamızda sessizce bizi izleyen Fatih'te dolandı, en sonunda yeniden bana baktı. "Melâl Abla!"

"Lezâ kafana tükürürüm ben senin öz abinim ulan." Yaşar Amca kaşlarını çatarak Mirza'ya baktı. Lezâ da omuzlarını yukarı kaldırıp indirdi ve abisine dil çıkardı. "Lezâ ben senin Simolişkolipşokunuşk'un değil miydim?"

"Hayır, sen benim Simolişkolipşokunuşk'um değilsin, Simolişkopunukşumsun." Mirza kollarını bizden aldı ve ellerini yüzüne götürürken, "amin." dedi.

"Allah bizi kafasında beyin niyetine nohut taşıyan Sima'lardan korusun." Bu sefer amin diyen ben oldum. Kapıdan ayrılıp Lezâ'nın yanına yürüdüm.

"Sima biz gidelim ya."

"Abiciğim, bana neden naz yapıyorsun? Git o çikolata alıp yanağını emcüklediğin kızlara yap nazını."

"Emcük mü? Mirza?" Yaşar Amca şaşkınlık ve aynı zamanda öfke içerisinde Mirza'ya bakarken, Mirza ellerini yukarı kaldırıp kafasını salladı. "Allah canımı alsın ki ben SimMel ikilisi harici kimsenin yanağını emcüklemiyorum! Sen emcüklemeyi nereden biliyorsun?" Lezâ omzunu silkti ve Sima'ya baktı.

"Sima abla dedikodu yaparken okulundaki rektörün kocasıyla telefonda emcükleştiğini söylemişti, ve emcüklemenin anlamına da birini sevmek demişti." Mirza Sima'nın ensesine vurdu, "Mirza ben sanırım yine re-"

"Ölsen kurtaramaz seni elimden kimse, kızım hadi gidip okul arkadaşına bir de o arkadaş erkek kişisi olursa ve ona 'seni emcüklüyorum.' derse ne olacak? Beni katil mi edeceksin?" Lezâ dudaklarını büktüğünde Mirza'ya baktım. "Abi ben sınıftaki Mehmet'e onu çok emcüklediğimi söyledim, neden kızıyorsun Sima ablama?"

"Mirza sırası değil?" Sima'nın boğazına sarılan ellerine ve saçlarını dağıtan kafasına bakıp zorlukla nefes aldım. "Başka zaman onu öldürüp diriltirsin, konu şu an kardeşinin başkasını emcükleme- yani sevmesi değil. Anlasana, hadi ama."

Sima'nın üzerine karabasan gibi çökmekten vazgeçip yatağın diğer tarafına yürüdü, ve kardeşini uzun dakikalar boyu öptü, sevdi. "Abi, ben iyileşeceğim. Biliyor musun? Artık ellerim acımayacak, ve kalbim ağrımayacakmış!" Mirza'nın nefesleri sekteye uğrarken gülümsemeye çalıştı, onun ölmesi düşüncesi bile Mirza'ya nefes alırken cehennemi yaşatırdı. "Evet güzel meleğim, iyileşeceksin." Burnunun ucundan öptü. "Kalbin ağrımayacak, bana kız düşürme konusunda yine yardım edeceksin. Hey, kızları kıskandığından yine çelme takmak yok, kızlar bana düşecek, anlıyor musun?"

"O kızlar sana aç gibi bakıyor! Seni yerlerse abim olmaz!"

"Bunu babamın yanında konuşmayalım, ilerideki gelinine şimdiden nefret doluyor." Lezâ dudaklarını büküp bana baktı ve ellerimi tuttu. "Beni bir tek sen anlıyorsun." Sima yanımıza gelip oturduğunda onun da elini tuttu. "Ve sen anlıyorsun, ah canım ablalarım!" Mirza'ya dil çıkardı. "Canım ablalarım! Canım!" Birkaç dakika sonra elimizi bırakıp Mirza'ya baktı. "Ne oldu? Kıskandın mı? Kıskandın evet, sarılırsan barışırım seninle."

Fatih ellerini ağzına kapatarak Lezâ'yı izliyordu, Yaşar Amcaysa gülüyordu, evladını kaybetmeyeceğini biliyordu ve bu onun tüm kötü anlarını silmişti. "Bu pinokyo burunlu da kim?" Fatih'i ilk kez görüyor olmalıydı. "Lezâ merhaba ben Fatih, abinin arkadaşı." Baştan aşağı Fatih'i süzdü. "Ama sen Fatih değil Pinokyo'sun. Burnun var, uzun. Beni kandıramazsın!"

"Kardeşine bak abisini al. İkisi de aynı. Kırıcısınız." Fatih başını önüne eğerek odanın duvarına yaslandığında derin bir nefes aldım. "Fatih Abi! Şaka yaptım! Seni kırdıysam özür dilerim, babacığım aşağıdan pritt alırsan onu yapıştırabiliriz!"

"Espri zehirlenmesi yaşıyorum, kızdaki beyin harıl harıl çalışıyor."

"Kardeşime laf etme lan, doğru söylüyor kırılan şeyi insanlar yapıştırır."

"Sima, neden susuyorsun? Seni kırdıysam seni de yapıştırabiliriz, sen benim en sevdiğim arkadaşımsın. Susma lütfen." Sima yatağın yanında eğilerek Lezâ'ya yaklaştı ve alnından öptü, ağlamak üzereydi, Lezâ Sima'nın hassas noktasıydı.

"Boncuğum," Bu cümle bana annemi hatırlattı, canım ağrıdı. "Ben sanırım bugün çok mutlu olduğum için konuşmuyorum, başka zaman daha çok konuşurum ki." Lezâ başını aşağı yukarı sallayarak yanaklarından öptü. Fatih'le göz göze geldiğimizde gülümsedim, Mirza'nın yumruk attığı gözü morarmıştı.

Onunla sessiz bir sohbetin içerisindeyken açık kahverengi kapı açıldı ve Lezâ'nın doktoru elinde mavi bir dosyayla içeri girdi. Dosyayı yatağın ucuna bırakıp cebinden ışıklı bir şey çıkarttı ve Lezâ'nın gözlerine ışığı tutup kontrol etti. "Öğrendin değil mi?" Lezâ başını aşağı yukarı salladı. "Evet doktor amca, benden kurtulacağın için çok sevinçli olmalısın!" Doktor gülerek onun yanağını sevdi. "Öyle demeyelim de, akıllı bir çocuk bizim gibi yaşlılardan ve o kokan hastane yemeklerinden kurtulacak diyelim."

Bize dönüp kaşlarını yukarı kaldırdı, Lezâ'ya olan iyi yüzü şu an yoktu. Kolundaki saate baktı, koyu kahverengi gözleri epey yorgun ve uykulu duruyordu, yüzü kırışıklarla doluydu.

"Saat gece üç. Yasal olarak bu saatte burada olmanız yasak, gitmelisiniz." Fatih, Sima ve bana şüpheyle baktıktan sonra Mirza'ya baktı. "Evlat, Lezâ'nın kan grubuyla senin kan grubun aynı, ve ameliyattan önce kan almamız lâzım senden. Bir süre bizimle kalacaksın. Diğerleri gidebilir."

Mirza'nın gözleri bir süre kapalı durdu, ve saniyeler sonra açarak yüzüme baktı, "Fatih bırakacak sizi eve, yarın akşam gelirsiniz yeniden." Sima'ya bakıp gülümsedi, ve ondan bir cevap bekledi. Ela gözleri bana döndüğünde gözlerimi kapatıp açtım, "Peki, gidelim."

Lezâ'ya yaklaşıp alnından öperken doktorun öksürük sesiyle ondan uzaklaştım. "İyiliği için yaklaşmamanız en doğrusu." Sima doktorun gözlerinin içine baka baka Lezâ'yı öptüğünde Mirza ve Fatih kendini tutamadan kahkaha attı. Doktorun kaşları çatıldı ama tepki vermeden odadan çıktı, Yaşar Amca'yla da vedalaştıktan sonra Fatih'in yanına gittik ve odadan çıktık.

Asansörleri es geçip merdivenleri çıkmak kadar zor olmayan bir kolaylıkla indik, ve acil kapısından çıkıp otoparkın önünde adımlarımızı keserek birbirimize baktık. İlk konuşan ben oldum. "Ne diyeceğimi bence biliyorsunuz." Fatih gözlerini devirip Sima'yı kolunun altına aldı. "Kumralım yine baş başa kaldık, Maraşlı'na aşk itirafı yapabilirsin doyasıya." Sima'ya mutlu olduğu zamanlarda sıklıkla, Kumralım, derdi. İkisi yakışıyordu ancak Sima'nın hayallerindeki erkek asla Fatih değildi.

"Sadece nefes almak istiyorum." Sima kaşlarını kaldırarak Fatih'e sokuldu. "Şu an ne yapıyorsun? Nefes almıyor musun? Yine aynısı, kendini bizden sakınıyorsun, yapma şöyle anasını satayım." Sima'ya yaklaşmak istediğimde geriye doğru kaçtı. "Aramıza duvarlar örüp yanında olduğumu söyleme." Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi başka yere çevirdim, içimde olan savaşta cephe almadığım iki kişiden birisiydi, Sima.

"Peki." Diye kendi kendime fısıldadım, başımı önüme eğip yutkundum. "Benim kardeşim yoktu, hayatı öğretebileceğim kardeşim olmadı, sen geldin, bana hayatı öğrettin, gülmeyi öğrettin, kardeşim oldu; beraber öğrendik birçok şeyi." Geriye doğru adımlar atarken sesim olduğunca kısıktı. "Konuşmanı istemiyorum, sadece bilmeni istedim." Gözlerinin içine bakarak gülümsedim, ve gözlerimi şaşı yapıp dilimi çıkardım. "Allah'ın cezası, canımın cananı!" Kırgınlığı gitmişti, istediği buydu.

"Sen sormadan söyleyeyim, evet cebimde ve evet bana zarar verecek herkesi etkisiz kılacak kadar iyi dövüşüyorum, ve yine lanet olsun ki çok vahşi cazibeyim!" Sırtımı onlara dönerken Sima'nın gülüş seslerini işitebiliyordum, Fatih de ona eşlik ediyordu. "Melâl, Çakıröz'e girme."

"Sokaklar benim dostum, Fatih, karanlık sokaklar benim dostum. Ve bir şey olursa çığlık atmayı unutmam, küçük bir çocukmuşum gibi davranmasanıza." Onlardan artık daha uzaktaydım, başka sokağa dönene kadar arkamdan baktıklarını ve şüphede kaldıklarını biliyordum, ama bana bir şey olmazdı. Dövüş konusunda çoğu erkekten daha iyiydim, ve etkisiz kalsam bile bağırmaktan bir an olsun vazgeçmezdim.

İki sokağı arkamda bıraktığımı fark ettiğimde bir süre olduğum yerde durdum, ve derin nefesler aldım. Sokak lambaları sıra sıra dizilmişti ancak çoğu sönüktü, sönük sokak lambalarını daha çok sevmiştim her zaman.

Nereye gideceğim konusunda bir fikrim yoktu, ya o tepeye gidecektim ya da evimin yakınlarındaki parka gidecektim, ancak parklar gece çöktüğünde tehlike çöplüğü olurdu. Tepeye gitmeye karar verdiğim sırada artık her şey dünde kalmıştı ve göğüs kafesimin içerisinde yaşayan düşünce duvarlarına çocukluğumun her gün yazdığı tek şey: "Dünde kalırsan yarın olsa da güneş doğmaz."

Her şey silikti, dünde kalmamıştım, bugün yeni bir gündü ve sıradan hayatıma artık devam edebilirdim.

Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm ve belki de saatler sonra yıldızlar gecenin ardına gizlenirken o tepenin başında, bankın önünde durdum. Şehir ayaklarımın altındaydı, şehrin ışıkları, sokak lambaları, parkları, her şeyini görüyordum.

Bu tepenin adı Âhfâ tepesiydi, benim koyduğum bir isimdi ve bu ismi okuduğum bir kitapta görüp anlamını araştırdığımda koymuştum.

Çok gizli, pek gizli demekti.

Gizlim, dostum ve sırdaşımdı bu tepe ve bank.

Banka oturup sırtımı geriye doğru yasladım, dizlerimi kendime çekip ellerimi dizlerimin önünde birleştirdim ve çenemi de diz kapaklarıma yaslayıp hiçbir şey düşünmeden şehri izledim.

Düşünce duvarına ellerimle dokunduğumda bu sefer kan rengi değildi, yeşildi. Nefes alarak dudaklarımı birbirine bastırdım ve yorgunlukla etrafa baktım.

Asef Berzah Korkara.

Adı ve gözleri aklıma gelirken yüzümü buruşturup başımı önüme eğdim ve gözlerimi kapadım.

"Sen?" Başımı yukarı kaldırdığımda koluma saplanan ağrı umurumda değildi, duyduğum tok ve kalın sesin sahibini aradığımda gözlerim tepenin başındaki sokak lambasının altında duran onunla karşılaştı. Asef Berzah Korkara oradaydı, inancımı göğsümden koparmayan adam oradaydı.

Nefes almak için gözlerimi ondan çektiğimde yanıma doğru yürümeye başladı. "Ben?" Diye onu yanıtlarken gözleri yüzümde değildi. Başıma gelip durdu, elinde siyah bir poşet vardı ve az önce cebinden çıkarmıştı. Siyah eşofmanının çoğu yeri çamura bulanmıştı, ayakkabıları da öyleydi. "Beni mi takip ettin?" Dedi, alayla. "Şu durumda takip edilen ben oluyorum." Dudakları güzeldi, üst alta göre daha inceydi. "Burayı tek bilen ben değilmişim demek daha doğru olur."

Onu onayladığımda yanıma oturmak için yüzüme izin almak ister gibi baktı. "Kolumu kırarken izin mi almıştın?" Başını önüne eğdi. "Bunu normal zamanda yapmam, ama eğer gerçekten canını yaktıysam sen de benim kolumu kırabilirsin." Dizlerimi aşağı indirip kenara kaydığımda elimi yanımdaki boşluğa iki kez vurdum. "Şiddeti şiddetle çözemezsin." Omzunu silkti. "Otursana, tepemde heykel gibi dikilmeni istemem."

"Kendimi çok hazırlamıştım," diyerek yanıma oturduğunda gözleriyle uzun zaman sonra tekrar karşı karşıya kaldım. "Şu an beni yerden yere vurup ağzıma kolumu sokman gerekmiyor muydu?" Poşeti ortamıza koydu ve sırtını geriye yaslayıp bana baktı. "Kolumu acıttın evet, ama bunun için seni neden döveyim ki? Benim kızdığım, ya da öfkelendiğim koluma vurman değil, arkana dönüp bir kez olsun nasıl olduğuma bakmadan gitmen." Duraksadı, gözlerini benden çekip dudaklarını ıslattı.

"Konudan bağımsız, bir şey sormak istiyorum." Kapşonunun şapkasını indirdiğinde saçlarının kısalığıyla yüz yüze geldim. "Bu zamana kadar canının yanmasını değil, yakanın gelip bakmamasını önemsedin hep, değil mi?" Kafamı iki yana sallarken siyah poşeti yırttı. "Umrunda olan koluna vurmam değil, isimsiz. Senin öfken benim özür dilemeyişime. Sen söyledin." Vişneli meyve suyunu yer yer kanın kuruduğu nasırlı ellerine aldığında başını eğerek yüzüme baktı.

"Öfken diner mi, ya da ben senin gözünde daha iyi bir adam olabilir miyim bilmiyorum ama," gerçeklikten uzak bir şekilde gülümsediğinde vişneli meyve suyunu bana uzattı. "Meyve suyu versem bana bir kere gülümser misin?" Yeşil gözlerinin içindeki çocukla bir anlığına karşı karşıya kaldığımda elindeki meyve suyuna uzandım.

Avuçlarındaki kan kime aitti, ya da o kötü bir adam mıydı, hiçbiri, onun hakkında olan ön yargılarımdan hiçbiri şu an umurumda değildi.

"Eğer meyve suyu karışık olsaydı seni gerçekten döverdim." Soğuk meyve suyunu ellerimin arasına alırken gözlerinden bir an olsun ayrılmadan gülümsedim. Gözleri gülüşüme indiğinde derin bir nefes vererek başını önüne eğdi. "Güzelmiş," dudaklarını birbirine bastırıp kısa süre sonra tekrar gözlerime baktı. "Yani gülüşün, güzelmiş. Yanakların falan var, iyi yani."

"Teşekkür ederim, Asef Berzah Korkara." Kaşlarını çattı, pipeti poşetinden çıkartıp meyve suyunu deldim. "Bu çok resmi oldu, Asef desen yeter." Siyah poşetin içinden soğuk çayı çıkardığını gördüğümde şaşkınlıkla ona baktım. "Hey, senin alkol kullanıp belinde silahla gezmen gerekiyordu. Olmaz böyle."

"Alkol mü?" Yüzünü buruşturdu. "Ayran ve çayı aynı anda içersen daha çok sarhoş olursun." Tenekeyi incelerken kaşlarını çattı. "Bu şerefsiz bebe bana, sıcak çayın soğuk olanı abi, dedi. Umarım öyledir." Tenekenin üzerindeki kapaklı yeri açtı ve gözlerini kapatıp çayı kafasına dikti. "Ulan bu ne? Sidik gibi." Ağzından uzaklaştırıp tenekenin içindeki çayı arkasındaki yeşilliğe döktü. "Çocuğun suçu yok, bu sadece seninle ilgili."

Boş kutuyu siyah yırtık poşetin içine atıp ellerini saçlarına götürdü ve sertçe kaşıdı. "Bunu alacağıma keşke kendime de meyve suyu alsaydım." Pipeti dudaklarımın arasına alıp meyve suyunu içmeye devam ederken yüzüne baktım. Burnu dik ve kavisliydi, dudakları vişne çürüğü rengindeydi ve gözleri sayısız kitaba sığamayacak kadar güzeldi. Kirpikleri gür ve karaydı ancak kısaydı, göz altlarında mor halkalar vardı, kaşları seyrekti; yüzünün çoğu yerinde sivilce lekesi, ya da dikiş izi vardı. Kulakları kepçeydi.

"Yüzümü ezberledin sanırım." Pipeti dişlerimle ezerek ondan bakışlarımı çektim ve bankın kenarına doğru kaydım. "Düşünüyordum, yüzüne dalmışım." Öne doğru eğilip ellerini dizlerine koydu ve cevap vermeden yüzümü izledi. "Adını söyleyecek misin?"

"Koskoca Asef Berzah Korkara benim aldığım nefesi nasıl bilmez?" Omzunu silkti, gözleri hâlâ yüzümde geziniyordu. Pipeti dudaklarımdan ayırıp ben de ona baktım. "Asef Berzah Korkara olmam, herkesin hayatına hükmedebileceğim anlamına gelmez, isimsiz. Adını merak ettim, öğrenmek istesem öğrenirdim ama senin isteklerin benim sana olan sınırlarım demektir." Konuşmamak için pipeti tekrar ağzıma götürdüm ve meyve suyu bitene kadar ağzımı bıçak açmadı.

"Amacın beni etkilemek mi?" Güldü. "Seni etkileyecek hiçbir özelliğim yok, ve buraya senin için gelmedim. Geldiğimde buradaydın." Bu sefer gülen taraf bendim, ona zerre güvenmiyordum ve herhangi bir atağına karşı neredeyse hazırdım. Onu alt edebilecek kadar güçlüydüm. "Geldiğinde buradaydım?" Biten meyve suyunu havaya kaldırıp salladım. "O yüzden bana meyve suyu aldın?" Bakışlarında hiçbir değişiklik olmadı.

"Buraya geldiğimde seni gördüm, ve bana gülümsemen için bir şeyler almak istedim. Ben birine gülümsemek istediğimde ondan meyve suyu isterdim," meyve suyuna baktı. "Sen de gülümsersin sandım. Özel bir nedeni yok, amacım seni etkilemek de değil. Birini nasıl etkileyeceğimi bilmiyorum, sadece omzuna çarptım ve haksızdım." Ellerini birbirine geçirip tekrar banka yaslandı, ve gözlerini yukarı kaldırıp bir süre konuşmadı.

Boş kutuyu siyah poşetin içine attığımda ona baktım, gün saatler sonra ayacaktı, dedem ve anneannemi endişelendirmek istemiyordum. "Başka zaman olsa, ben de sana gülümse diye meyve suyu alırdım, ama şu an gitmeliyim. Bir daha görüşmemek üzere, Asef Berzah Korkara." Başını aşağı yukarı salladı, ve gözlerime baktı. "Neden arka cebinde kelebek taşıyorsun?" Dikkatli birisiydi, bu beni ürküttü. "Kendimi gücümle koruyamadığımda ona başvuruyorum." Üst dudağını alt dudağının arkasına saklayıp gözlerini kapattı.

"Kendini zekânla bile koruyabilirsin, o kelebek sadece kesici bir alet." Onun gibi geriye yaslanıp ellerini izledim. "Bunu bana bir kafes dövüşçüsü mü söylüyor?" Dişlerini sıktı. "Kafes dövüşçüsü değilim."

"Kimsin?"

"Asef Berzah Korkara."

"Kibirlisin, burnun yere düşse eğilip almaz kendi ayağınla ezersin. Evet, sen tam bir Asef Berzah Korkara'sın." Ayağa kalkıp ona öfkeyle baktım. "Gidiyorum ben." Bana bakmadan başını salladı. "Başına bir şey gelebilir, seni ben bırakırım."

"Sayın çok sevgili Asef Berzah Korkara, sen benim babamın oğlu olsan yine seninle bir yola girip de yürümem. Başıma bir şey gelecekse senden de gelebilir." Ofladı. "Seni öfkelendirdim." Dudaklarımı büktüm ama o bana bakmadan birkaç saniye önce tekrar eski hâline getirip gözlerine baktım. Boynunu sola doğru eğip gülümsedi.

Gözleri hâlâ yüzümdeyken ayağa kalktı, "Az önce bana sen dedin, koskoca, diyerek adımı söyledin. Koskoca Asef Berzah Korkara'yım evet, ama benim kimseden farkım yok, dinle, beni sizden üstün kılan hiçbir şey yok. Ölünce siz kefene ben altına mı sarılacağım? Hayır. Aynı kefen, aynı tabut, aynı mezar." Gözlerini ayaklarına indirdi, ve kenara çekilip öylece bekledi.

"Koskoca Asef Berzah Korkara, birkaç güne Giz'e gelip sana gül diye meyve suyu vereceğim. İyi geceler." Önünden geçip tepenin aşağısına doğru yürümeye başladığımda şu an ne hissettiğini bilmiyordum. Ben ne hissediyordum? Elimi kalbime götürdüğümde bir hızlanma, bir heyecan ya da başka bir şey bekledim, ama her şey olması gerektiği gibiydi. Ona karşı hissizdim.

"Esmer," Kulaklarımda yankılanan ses, ona aitti. "dur biraz." Adımlarım sesinin bıçağıyla kesildi, sesi keskin bir bıçaktı.

"Sana bilerek çarpmak gibi bir niyetim yoktu. Canını yaktıysam, yakmamış bile olsam yaptığım büyük kabalıktı, hattâ büyük hayvanlıktı. Harbi diyorum, hayvanlıktı."

Sesi gürleştikçe gürleşiyordu sanki. "Özür dilerim."

Durduğum yerde öylece gökyüzünü izlerken kalbime dokundum yeniden, gülümsedim. Başımı yana doğru döndürdüm ve adımlarımı atmadan birkaç saniye önce ona baktım, ellerini iki yanına açmıştı, dudaklarını bükmüştü ve bakışları doğrudan yüzümdeydi.

"Düşündüm de," tepeden aşağı yürürken elimi havaya kaldırıp salladım. "Sen güzel bir adamsın, Asef Berzah Korkara. O güzel adama iyi bak."

Cevap vermedi, ondan bir cevap beklemeden tepeden aşağı doğru heyecanla yürüdüm, gülümsemem yüzümden bir an olsun silinmiyordu. İyi hissediyordum. Tepenin büyük kısmını arkamda bıraktığımda evime en yakın cadde Çakıröz'den geçiyordu, oraya girecektim. Bu beni şüpheye düşürse de korkması gereken ben değildim.

Tepeden inip, sağ taraftaki caddeye yöneldiğimde; ona dizleri hariç her tarafı kanayan çocukluğum ile koşup sarılmak istedim.

"Gözleri yüzünden kesin, renkli gözlü olan herkese böylesin, evet Melâl, kandır kendini." Terleyen ellerimi pantolonuma sildiğimde Çakıröz caddesine girmeden hemen önce telefonumun konumunu açtım ve Mirza'yla mesajlaştığımız uygulamaya girip ekranı kapatmadan yeniden cebime koydum.

Çakıröz Caddesi.

Derin nefeslerle caddeye girdiğim sırada yanımdan hızla geçen kedi birkaç saniye sonra sol ara caddeye döndü, caddede artık yalnızdım. Önünden geçtiğim apartmanların çoğu griydi, duvarları çatlaktı, herhangi bir depremde yıkılmaları an meselesiydi. Birkaç gecekonduyu da arkamda bıraktıktan sonra caddenin sağında üzerinde battaniyeyle içen ve önündeki ateşe ellerini tutan üç çocukla karşılaştım.

Başımı önüme eğip hızlıca yürürken tırnaklarımı avcuma geçirdim, tek isteğim bu caddeden çıkmaktı. Çünkü tehlike sadece kaldırımlarda değil, tüm evlerdeydi

"Baksana karıya." Adımlarım olabildiğince hızlıyken iki fısıldaşan adamdan biri önümü kesmek için ayaklandı. "İyi malmış." diye fısıldadı baştan aşağı beni süzerek. Adım atmayı durdurdum, ve elindeki gazeteye sarılı bira şişesini yudumlayan yaşlı adama baktım. "Ben burada sizden başka mal göremiyorum." Yerde oturan adam sakallarına bulaşan birayı koluna silip kırık dişlerini göstererek güldü.

"Gecemizi şenlendirmek ister misin?" Dediğinde artık adım atmaya başlamıştı, önüme geçmek için adımları hızlanırken ona doğru döndüm ve gülümsedim. Diğer adam da bu teklifi kabul ettiğimi düşünüp güldü. "Gecenizi mahvetmek isterim." Adamlar iki yandan gülmeye devam ederken midemin bulandığını hissediyordum. "Şefik, baksana karıya dişli çıktı." Yerde oturan adam karşımdaki şerefsizi onayladı.

"Altımıza girdiğinde de böyle olacak mıymış, sor bakalım." Şefik denen pislik birayı kafasına diktiğinde bu sefer gülmüyordum. "Şerefsiz, piç kurusu." Elimi arka cebime attım, karşımdaki adam elindeki bira şişesini yere atıp parçalara ayırırken büyük cam parçasını alıp bana doğru yürümeye başladı. "Sizin gibi orospu karıları öldürmek bile ödül. Orospusunuz işte hepiniz!"

Kelebek.

Kelebeği cebimden çıkartıp adamın karşımda durmasını bekledim. Şefik kısa bir süreliğine elimdekine, ve arkama bakıp oturduğu yerden kalkmış, karşımdaki adamı umursamadan kaçmıştı. Kaldırımların üzerindeki herkes karanlığa karıştığında tüm evlerin ışıkları söndü.

Adam şaşkınlıkla bir bana bir de caddeye bakarken yutkunarak geriye doğru adımladı. "Bir," bir adım atıp ona yaklaştım, "adım insan, adım kadın, adım Melâl." Kelebeği elimde döndürerek gülümserken yüzüne kusmam an meselesiydi. "İki," ölmekten korkuyordu, bir adım daha attım. Korkuyu kadınlar hissetmemeliydi artık. "Ben bir kadınım, ve katilim sizsiniz." Boynumu eğip kelebeği kalbine doğrulttum. "Üç," dudaklarımı büktüm. "Kadınları öldürsen de susmazlar, unutma, birimiz susarsa binimiz bağırır, birimiz ölürse binimiz öldürür. Adalet yoksa, kadınlar var." Adalet yoksa, sokaklar var.

Arkama bakıp geriye doğru kaçmaya yeltendiğinde kelebeği ilk önce midesine sapladım, canı acıdı, bağırdı, sokaklar inledi, bu sefer kadın ölmedi.

Kelebeği midesinden döndürerek çıkartıp adamın yakasından tuttum sıkıca. "Orospu!" Elini kaldırıp yüzüme vurmak üzereyken gözleri yeniden arkama döndü, ve korkusu artık nefesini kesecek kadar büyüktü.

"Dört, şimdi senin belanı siktim." Bu ses, bana ait değildi.

Adamın gözleri arkamdaki gölgeye bakıp olabildiğince büyürken titreyerek benden uzaklaştı, kaçmak için arkasını döndüğünde midesini tutarak yere düştü.

Bu sesin sahibi, Asef Berzah Korkara'dan başkası değildi.


🎬
Sahne üç. Acıyı düşünme, acıya dönüş.

Bölüme dair düşünceler, eleştiriler bu satıra yazılabilir. İyi ki varsınız, tanışmıyoruz ama aynı satırlardan tanıdığız.

Twitter: mellikegvnc
Instagram: mellikegvnc

Continue Reading

You'll Also Like

561K 21.2K 31
Arkadaşımın abisine aşık olmak yapacağım en büyük saçmalıktı ama bazen işler bizim isteğimiz dışında gerçekleşebiliyordu. Serhat; Anlamıyorsun kızıl ...
716K 32.9K 26
Not: Kitapta +18 unsurlar mevcuttur.. ........................................ ~ZS~....................................... Kına yakmak kendini adama...
158K 10.9K 17
/Aile Kurgusu/ Yeni bir ev, yeni insanlar, aynı baba fakat farklı ruh. Gözlerinde yoktu artık küçük bir çocuk, çoktan terk etmişti yuvasını. Heyecan...
ASYA By Su

ChickLit

279K 15.4K 31
Abi kitapları kıtlığı çekiyorsanız doğru yerdesiniz. Bölümleri yazdıkça atacağım. "Onu istemiyorum." Nefret dolu bakışları bendeyken babamdan uzakla...