Kırmızı Anahtar

EsraCanlii tarafından

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... Daha Fazla

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 58: Yol Ayrımı
Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...

25.6K 2.7K 5K
EsraCanlii tarafından

***

♫ Bölüm Şarkısı: Billie Marten - Mice ♫

***

"Zaman gelir, bütün kozmik kilitler bir noktada gevşer ve kainat, birkaç dakikalığına açılıp nelerin mümkün olduğunu size gösterir."

Tek düze giden bir yaşantının, spot ışıklarıyla çevrili, büyülü bir sahneye taşındığı o an, Field of Dreams'de bu sözlerle anlatılmıştı.

Çünkü bir rivayete göre öyle bir gün gelecekti ki, kainat o büyülü sahnede bize pencerelerini açacak ve yaşadığımız o sıradan hayatın, küçük dokunuşlarla nasıl bir mucizeye gebe kalabileceğini, tüm cömertliği ile gösterecekti. Ve işte evrenin insana, öngörüsünü mümkün kıldığı bu sihir, bazıları için bir kırılma noktası olacaktı.

O noktadan geçmiş bir insan tam olarak şöyle diyecekti:

"Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı..."

Bu doğru fakat eksikti.

Çünkü sistem bazen, tam olarak böyle işlemiyordu.

Kainat, kusursuz cömertliği ile bizleri çıkardığı o büyülü sahnede, hakikate uzanan penceresini aralarken, gökyüzünde çırpılan bir çift kanat, tüm döngüyü alt üst edebiliyordu.

Çünkü mucizeler, alt üst olabiliyordu.

Edward Lorenz'in 'Kaos'u, teoriden fazlasıydı.

Bir kelebek kanat çırpacak ve yaşamın içindeki bütün örüntüler son şeklini, baktığınız pencereden çok daha farklı şekilde alacaktı.

Bunu; hafif yağmurlu bir gecede, esintili bir tepenin başında, zihnimdeki o tatlı blokeyi acının iziyle söküp atarken anlamıştım.

'Olması gereken', 'olan' ve 'olmaması gereken'den oluşan bu üçlü döngü, bir kelebeğin kanatlarının ucunda türlü parametrelerle şekillenirken, benim payıma ise tek bir gerçek düştü:

Ölü bir çocuk.

Bir kelebek kanat çırptı, örüntüler son şeklini aldı ve kainatın kusursuz cömertliği ile mucizelere gebe kalan hayatım, kucağıma ölü bir çocuk bıraktı.

Ve aslında hiçbir zaman parmağıma girmeyecek olan bir yüzüğün, 'olmaması gereken' yere doğru çıktığı o hüzünlü yolculuğu, böylece başlamış oldu.

***

"Evet."

Rüzgarın tepeyi savuran uğultusana rağmen, Yağız'ın ağzından dökülen o tek kelime, kulaklarıma oldukça berrak bir tonda gelmişti.

"Bu, ne demek?" diye sormuştum. Sadece saniyeler kadar önceydi. Asu'nun, parmağımda aylarca taşıdığım bir yüzüğün GPS cihazı olduğunu bir çırpıda söyleyip basıp gitmesinden hemen sonraydı.

"Bu, ne demek?" diye sormuş, cevap bekleyen bakışlarımı, karşımda gözlerini sımsıkı yuman adama, Yağız'a doğrultmuştum.

"Deniz..." Sesi, çaresizdi. Üzerime doğru attığı bir adımla elini yavaşça bana doğru uzatmıştı.

İşte o an bir adım geri çıktım.

Kendimi toparlamak ve kelimelerimi bir araya getirmek için kısa bir an öylece durdum ve Yağız'ın gözlerinin içine bakarak titreyen sesimle sordum.

"Asu'nun dediği... Doğru mu?" Gözümden bir damla yaş düştü o an. "Yüzükte GPS olduğu doğru mu?"

Yutkundu. "Doğru."

"T-tamam..." Kısa bir süre derin derin nefes aldım. Ve ardından 'inanmak isteyen' gözlerimi tekrar ona dikerek "Yağız..." dedim. "Ben... Sana sadece bir kere soracağım..." Tüm bedenim zangır zangır titriyordu. "O yüzüğü... O yüzüğü bana sadece bu yüzden mi taktın? İçindeki GPS'le beni izlemek için mi? Sadece bu kadar mı?"

İşte tam o an, rüzgarın tepeyi savuran uğultusuna rağmen, Yağız'ın ağzından dökülen o tek kelime, kulaklarıma oldukça berrak bir tonda gelmişti:

"Evet."

O tek kelime, bir süre kulaklarımda yankılandı.

Evet.

Evet.

Evet.

Bir kelime, bir insanın kulağında kaç defa başa sarabilirdi?

"Anladım" dedim, neden sonra. Yüzüme allak bullak olmuş, tuhaf bir ifade oturmuştu. Ağlıyor ama aynı zamanda da gülüyor gibiydim. "

"Anladığını zannetmiyorum..." dedi, o an Yağız'ın kırık dökük sesi.

"Yok, yok... Gayet anladım..." Gülmeye başladım.

"Hiçbir şeyi anladığın falan yok..."

"Gerçekten anladım!" dedim, üzerine doğru bir adım atarak. Gözlerimden akan yaşlara rağmen dudağımın kenarında daimi bir gülümseme oluşmuştu. "Hatta bak dur, ne anladığımı sana da anlatayım..." Sesimi yükselterek devam ettim: "Hayatıma girdiğin günden beri, beni mayınlı bir arazinin orta yerine hapsetmiş gibi hissediyorsun! Ve aylar önce o sabah çekip gitmeden evvel de vicdanını rahatlatmak istedin, senin yokluğunda o mayınlara basmayacağımdan emin olmak istedin! Ha... Basacak gibi olsam bile zaten hemen yetişirdin! Dedektörünü bu yüzden üstüme zimmetlemedin mi? GPS'i bu yüzden yerleştirmedin mi oraya? Ah... Hem de öyle bir süsledin ki onu... Hahahah... Bir yüzük? Her kadın bayılır! Hele senden... Yağız Saran'dan... Nasıl reddederdim ki?"

"Deniz-..." dedi o an, silik bir tonla.

"Aylarca!" Ellerimi iki yana açtım. "Aylarca be! Ahmak gibi parmağımda taşıdım o yüzüğü ben! Kendimce anlamlar yükledim! O gece... Onu parmağımdan çıkarırken kalbimi çıkardım sandım! Şimdi ise sen karşıma geçmiş-... Ah... Kahretsin! Ben... Ben nasıl bu kadar aptal olabildim, Yağız? Ya ben senin karşında daha ne kadar küçük düşeceğim?"

"Hayır... Hayır, öyle değil..." Üzerime doğru bir adım attı. "Ben senin güvende olm-..."

"Kes sesini!" Göğsünden ittim. "Ben bu saçma kelimeyi daha fazla duymak istemiyorum! Ben... Ben sana az önce sordum! Ben... Sana... Sordum! Sadece bunun için miydi, dedim! Sadece Allah'ın belası bir GPS miydi o yüzük? Başka hiçbir anlamı yok muydu, dedim. Ben sana bunları sordum!" Yüzümü hızlıca sıvazladım. "Peki, sen bana 'Hayır, Deniz. Yüzük sadece bir cihaz değildi, gerçek bir yüzüktü. Ama güvende olmanı da istediğim için içine GPS de yerleştirmem gerekti, diyebildin mi? HAYIR! O zaman biz daha neyi konuşuyoruz ya? Sadece bir cihazmış..." Sesimi bir perde daha yükselttim:

"Aylardır parmağımda taşıdığım, senin için atan kalbimle bize dair umutlar bağladığım o yüzük... Sadece koyun gibi güdülmemi sağlayan bi' cihazmış işte! Sen... Sen bana bunu nasıl yaptın?" Gözlerimi Yağız'ın gözlerine dikerek yalvarır gibi sordum o an. "Ya... Sen... Sen beni hiç mi sevmedin?"

Yağız'ın yüzünde hayrete düşmüş bir ifade oluştu o an. "Sen" dedi. "Sevginin ancak yüzüklerle ilan edilebildiğini düşünüyorsan eğer... Parmağında on ayrı yüzükle uyandığın o sabah, buna çoktan ikna olmalıydın Deniz!"

"Belki de ikna olduğum için bu haldeyimdir!" Sesim oldukça gür çıkmıştı. "Kelepçenin, bileğine değil parmağına yakın olacağı günü beklememi söyleyen yalancı bir adama inandığım için bu haldeyimdir!"

"Ben sana yalan söylemedim!" dedi, gözlerinden çıkan ateşle.

"O zaman niye yaptın?" diye bağırdım. "Amacın eğer sadece buysa, sadece izimi sürebilmek için bir GPS taşımama ihtiyacın varsa bunu illa bir yüzükle mi yapmak zorundaydın! Ya sen nasıl bu kadar aşağlık bir şey yapabilirsin!"

"ÇÜNKÜ BUNDAN HABERİM BİLE YOKTU!"

Sesi, bir süredir içinde tuttuğu bir cümleyi haykırırcasına güçlü çıkmıştı.

"N-ne?"

Eliyle yüzünü sıvazladı. "Haberim yoktu Deniz... GPS'in, yüzüğün içinde olması benim isteğimin tamamen dışında gelişti" Derince bir nefes verdi. "Ben... Ben izini sürmek istedim. Attığın her adımı, gittiğin her yeri, girip çıktığın her deliği bilmek istedim. Ama bunu, daha dün tanıdığım, hakkımda hiçbir şey bilmeyen ve sabahına hayatından çıkacağım bir kadının parmağına, uykusunda yüzük takarak yapmak istemedim. Bu... Bu sana haksızlık olurdu. Ki oldu da..."

Ben, yüzüne öylece bakakalmış halde anlattıklarını dinlerken Yağız'sa devam etti:

"Telefonundaki takip cihazı yeterli değildi. Telefon kırılabilir, kaybolabilir ya da içindeki yazılım ortaya çıkabilirdi... Ki bunların hepsi de oldu. O yüzden... İkincil bir önleme ihtiyacım vardı. Daha sağlam, daha güvenilir, bir parçan gibi sürekli seninle olacak bir şey..." Sesli bir nefes verdi. "Ben... Ben Kevin'dan küpe, kolye ya da bir saatin içine yerleştirmesini istemiştim GPS'i. Ama... O, ki sanırım buna hiç şaşırmazsın, yine kafasına göre hareket etmiş... Bana verdiği kutunun içinde bir yüzük olduğunu, Kevin'in GPS'i bir yüzüğün içine yerleştirdiğini, o yüzüğü parmağına takmadan sadece saniyeler önce öğrendim."

Sen az önce neler duydun, Deniz?

Olasılıklar denizinde boğulmak, böyle bir şey miydi? O gün, tüm koşullar olması gerekene hizmet etseydi Yağız'la aramızda böyle bir hesaplaşma hiç yaşanmayacaktı. Çünkü... Nasıl denir? Bir kelebek kanat çırpmış ve kaos bizi Kevin parametresiyle bambaşka bir gerçekliğe sürüklemişti.

Bir itaatsizlik tohumu, çıktığım o büyülü sahnede hayatımı mucizelere değil yanılgılara gebe bırakmıştı. Ölü çocuk, parmağıma hiç girmemesi gereken bir yüzükle birlikte doğmuştu.

Yağız'ın ağzından dökülen cümlelerin ardından, parmağımda hala izi duran o ölü çocuğa gitti elim ve istemsiz bir kahkaha attım o an. "Yani..." dedim. "Ben, ben şimdi aylardır senin aslında takmak bile istemediğin bir yüzüğü mü taşıyordum parmağımda? Ahaha ben... Bi' saniye, bi saniye... Ben şimdi aslında Kevin'la mı nişanlıydım?"

Ben kahkaha attıkça Yağız'ın yüzündeki karartı artıyordu. O içerledikçe ben ise içimdeki tüm zehri dışarı kusuyordum.

"Deniz!" Kaşları çatıldı. "Şuna bir son verir misin?"

"Neye?" dedim o an gözyaşlarıma karışan kahkahalarımın arasından. "Gülmeye mi? Ama... Hiç kusura bakma buna son falan veremem. Hem, kendi halime gülüyorum ben. İçine düştüğüm şu duruma gülüyorum. Ama... Ama sen de gülmüşsündür mutlaka, ha? Kesinlikle gülmüşsündür bana." Üzerine doğru bir adım attım. "Hepi topu bir takip cihazından ibaret olan bir yüzüğü, yeni gelin gibi aylarca parmağında gezdiren bir ahmağa gülmüşsündür mutlaka... Ah, hem de neydi? Takmak bile istemediğin bir yüzüktü üstelik, değil mi?"

"Yapmak zorundaydım, niye anlamıyorsun?" dedi, diklenir bir sesle. "Güvenliğini sağlamak için buna mecburdum!"

"ALLAH BENİM GÜVENLİĞİMİ KAHRETSİN!" Ellerimi iki yana açtım. "Bencilce yediğin bi' halt için de artık şu kelimeyi kullanmaktan vazgeç! Güvenliğimmiş! Ya yemişim güvenliğimi! Sen..." Parmağımla göğsüne dokundum. "Sen, tek bir delikten çıkmak için yüz elli ayrı yol bulabilen adamsın! Sen, Yağız Saran... Bana içinde GPS olan bir yüzüğü takmak zorunda kaldığını, başka şansın olmadığını falan anlatma bu yüzden! Çünkü eğer istesen başka yol bulabilirdin. Bulurdun! Ya da ben bunu... Şimdiye kadar senin ağzından çoktan duymuş olmalıydım! Bunu bana sen itiraf etmeliydin, bombayı kucağımıza bırakıp topuklayan o kadın değil!"

"Söyleyemedim, Deniz!" dedi, yutkunarak "Bunu söylemenin benim için kolay olduğunu mu zannediyorsun?"

"Ya sen bunu yaşamanın, benim için kolay olduğunu mu zannediyorsun?" Elimin tersiyle gözümden süzülen bir damlayı daha sildim. "Ben yokluğunda ondan güç aldım! 'Geri döneceğine' bir söz gibi kabul ettim o yüzüğü! Ona tutundum!" Elimle göğsünü hafifçe ittim. "Ama sen nasıl bu kadar umursamaz olabildin Yağız? Ya hiç mi düşünmedin? Bu kız sabah uyanacak, parmağında bir yüzük görecek ve çekip giden bir adamın ardında bıraktığı bu sahte yüzüğü, sahici duygularla parmağında taşıyacak diye... Düşünmedin mi? Bunları göremedin mi sahiden? Ha... Peki ya sonrasını? Sen... Sen gerçekten bunu da mı hiç mi hesaba katmadın? Bir gün bu yalanı öğrendiğimde canım acır, üzülürüm, kırılırım, mahvolurum diye... Hiç mi düşünmedin Yağız?"

"DÜŞÜNMEDİM!" dedi, buz gibi bir tonda bağırarak.

"Öyle mi?"

"Öyle! Yüzüğe bu kadar anlam yükleyeceğini düşünmedim çünkü Deniz!"

Gözümden boşalan yaşlarla haykırdım o an. "Keşke ben de beni sevdiğini düşünmeseymişim!"

Yağız'sa başını hızla iki yana salladı. "Bu benimle ilgili değildi, seninle ilgiliydi!"

"Benimle ne ilgisi var?" dedim, çaresiz bir sesle.

Yağız'ın cevabı ise gökteki şiddetli bir gürlemeyle geldi:

"SENİN... SENİN BENİ SEVEBİLECEĞİNİ HİÇ DÜŞÜNMEMİŞTİM BEN DENİZ!"

Bir süre kadar Yağız'ın gözlerine baktım o an. Gözleri, yalan söyleyecek bir adama göre fazla sahici bakıyordu. Yağız, kurduğu cümleyi inanarak söylüyordu.

"Ne-... Ne demek bu?" dedim, yarım yamalak kelimelerle.

Başını iki yana sallayarak "Ben" dedi güçlükle. "Ben sandığın gibi biri değilim Deniz! Söz konusu sensen değilim! Reddedilmez, yenilmez, kibirli bir adam olamıyorum karşında! Tam aksine zayıf hissediyorum..." Sesi giderek silik bir hal almıştı. "Ben... Ben o sabah çekip giderken o yüzüğü parmağında taşıyacağını hiç düşünmemiştim!" Yutkundu. "Benim gibi bir adamı... Bekleyeceğini hiç düşünemedim. Bir yerde... Bir yerde bıkar, istemez, vazgeçersin sandım. Deniz ben, beni böyle sevebileceğini hiç düşünmemiştim!"

Benim yanaklarımdan yaşlar süzülürken Yağız, dolu dolu olmuş gözleriyle konuşmasını sürdürdü:

"Kalbinde bir yere dokunduğumun farkındaydım. Aramızda oluşan o bağın... Bana doğru attığın adımların... Ama bu, bu yeterli değildi ki Deniz..." Derin bir nefes verdi. "Zor bir hayatın vardı. Çok kapalıydın, dikenli tel gibi korkularla örülüydün... Bense senin tüm korkularının, uzak durduğun her şeyin karşılığı gibiydim. Evet... Kafanı karıştırmış olabilirdim ya da bazen, korkularınla yüzleşmek istediğin zamanlar sana iyi gelmiş olabilirdim. Ama... Ama bana aşık olacağını... Bunu düşünemezdim. Yani..."

Üzerime doğru bir adım atarak ekledi:

"Aylar önce o gün, o kasım sabahında... Seni parmağında bir yüzükle bırakıp giderken, emin olamadığım senin kalbindi Deniz, benimki değil..."

Başını göğe kaldırdı o an ve saniyeler içinde bakışlarını tekrar yüzüme odakladığında, ince ince çiseleyen yağmurla zihnini arındırmış gibi gülümsüyordu:

"Ben farkındaydım. Bende yarattığın etkinin, beni nasıl sarstığının, dönüştürdüğünün... Ben kalbimin farkındaydım... Ben... Ben seni ilk öptüğüm gece uyuyamadım Deniz."

Sözlerinin ardından gözlerindeki buğuyla birlikte elini yavaşça yukarı kaldırdı. Parmakları ıslak saç tellerime hafifçe dokunmuştu. "Sen, birinin sana dokunmasından hoşlanmıyordun" dedi, yumuşak bir sesle. "Bense sana dokunma isteğini aklımdan çıkaramıyordum... Sen aramıza 2 metre koyuyordun, bense aramızdaki tüm mesafeleri kaldırmak istiyordum... Deniz... Sen ışıklar sönünce nefes alamıyordun. Ama benim nefes alabilmem için ışıkların sönmesine ihtiyacım vardı. Ben karanlıktım. Ben... Senin korktuğun, kaçtığın, sevmediğin her şeyin bütünü gibiydim..." Sıkıntılı bir nefes vererek sesini bir perde yükseltti:

"Söylesene... Bu şartlar altında beni sevmeni beklemem çok mantıksız olmaz mıydı?"

Başımı, sözlerini onaylar gibi aşağı yukarı salladım o an. Yüzümdeki ıslaklık ise artık daimi bir hal almıştı. Karşımda duran adam beni duygudan duyguya sürüklerken, yapabildiğim tek şey ağzından dökülenleri sessizce dinlemek oldu.

"Ama biliyor musun?" dedi, bir süre beni öylece izledikten sonra. "Ben... Sanırım yine de bekledim." Dolu dolu olmuş gözlerine inat gülümsüyordu. "Yani beni sevmeni... İçten içe istedim. Ama... Bir yandan da bunu istemenin bencilce olduğunu düşündüm. Buna hakkımın olmadığını düşündüm Deniz. Ve zaten bir yerde beni beklemeyi bırakacağını, yüzüğü ertesi gün öfkeyle çıkarıp atacağını... Böyle düşündüm."

Yutkunarak derin bir nefes verdi. "Seni, öyle uzaktan o kadar çok izledim ki... Ne zaman çıkaracaktın o yüzüğü? Ne zaman beni beklemeyi bırakacaktın? Kafamda böyle milyon tane öngörüyle günlerce izledim seni. Ama sen... Sen her gün beni biraz daha şaşkına çevirdin. Her şeyi ardında bırakıp önüne bakmak yerine... Beni aradın. Beni çağırdın. Bana seslendin. Sen... Benim gerçekte kim olduğumu öğrendikten sonra bile kaçıp gitmedin Deniz! Sen beni-..."

"Sevdim..." dedim, sözünü bölen ağlamaklı sesimle.

Başını sallayarak gülümsedi. "Sevdin..." Ardından derince bir nefes verdi "Yoksa kalabalık bir yılbaşı balosunda, ışıklı merdivenlerden inerken tüm gözleri üzerine çeken güzel bir kadına, elimi uzatma cesaretini nereden bulabilirdim?"

"Bilmem" dedim, donuk gözlerle. "Bırakma cesaretini bulduğun yerden?"

Aramızda duran birkaç adımlık mesafeyi kapattı. "Bırakmayı hiç istemedim ki Deniz..."

Ağzından dökülen her kelime karşısında bin bir duyguya giriyordum. Öfkeli, kırgın ve karmaşıktım.

"Bana bunları neden yaşattın Yağız?" dedim o an, en çaresiz sesimle. "Niye bana hiçbir şey anlatmadın? Zaten hiçbir koşulda parmağıma girmeyecek bir yüzüğü aylarca taşımama neden göz yumdun? Ben... Anlatsan, seni anlardım. Bunu ilk senin ağzından duysaydım, kahretsin ki ben seni anlardım... Neden anlatma-..."

"Sen ne hissettiysen ben de aynısını hissetmişimdir belki Deniz" dedi, sözümü bölen sitemli sesi. "Bir takip çipini kamufle eden anlamsız, saçma bir yüzük... Zamanla, sen onu taktıkça, sen ona anlamlar yükledikçe, sen sevdikçe... Senin parmağında anlamlı bir hale gelmiştir belki benim için..."

Hüzünlü gözleri, bir süre gözlerime baktı o an. Ve bir zamanlar benden, her şeyden sıyrılabildiği gün geldiğinde 'evde olmamı' isteyen adam, şimdi ise o Firuze'yi evsiz bırakan acımasız bir cümleyi öylece döküverdi ağzından:

"Belki de artık kelepçenin hiçbir zaman parmağıma yakın olamayacağını bildiğim için anlatmamışımdır hiçbir şey... Hiç değilse bunun büyüsü bozulsun istememişimdir..."

İki adım uzağımda, art arda kurduğu hepi topu iki cümle... Acının fiziksel bir boyuta geçmesi için yeterli bir mesafe...

Hala öylece dikiliyor musun?

Kulakların ne acı sözler duydu Deniz. Sense hala ayakta mısın? Kelimelerle örülü keskin bir bıçak kalbinin tam orta yerinden kesti attı seni. Hala mı ayaktasın?

Ve eğer o gün kelepçe bileğime değil de parmağıma yakın olursa, işte o gün, o gün evde ol Deniz. O gün mutlaka evde olman gerekiyor, anlaştık mı?

Böyle demişti ya sana aylar aylar önce... Şimdi ise bambaşka bir şey söylüyor. Eksik ve tatsız konuşuyor. Evde olsan da gelemeyeceğini söylüyor ya hani artık, bence sen ayakta falan değilsin Deniz.

"Öylece vaz mı geçiyorsun yani?" diyebildim o an, neden sonra darma duman olmuş bir sesle. "Buraya kadar mıydı her şey?" Hastalıklı hafızamda, geçmişin acı sözlerini çalkalayan deprem, tüm bedenime sirayet etmişti. Yağız'ın yüzüne, kurduğu cümlenin tüm ağırlığını omzumda taşır gibi bakıyordum.

Başını 'evet' anlamında salladı. "Olması gereken bu..."

"Öyle mi?"

"Öyle..." Gözleri ellerime gitti o an. "Sen de yüzüğü bu yüzden çıkarmadın mı parmağından? Üstelik ben uyurken... Rövanş alır gibi acıtarak, bu yüzden gitmedin mi?"

Gözümden ince ince süzülen yaşla fısıldadım. "Gitmedim..."

"Gittin Deniz..." dedi, ısrarcı bir tonla. Ve kahkülümün gözüme düşen bir tutamını kulağımın arkasına yerleştirerek ekledi:

"Bir dalga boyu gövdemden, deniz suyu gibi çekildin. Adın gibisin Deniz, adın gibisin..."

Sihir gibi sözleriyle bozulan kalp ritmim, kulaklarımı sağır eden bir gürültüde atarken yakasına yapıştım. "Sen, 'gitmek' görmemişsin!" dedim, hıçkırığıma karışan sesimle. "Biri gerçekten gittiğinde, peşine taktığın bir korumayla izini falan süremezsin! Ayak bastığı yerin koordinatlarını gösteren bir ekran olmaz elinde! Elinde ona dair hiçbir şey olmaz hatta! Hayatta mı? İyi mi? Yemek yiyebiliyor mu? Uyuyabiliyor mu? Sağlıklı mı? Sürekli bu soruları sorarsın kendine! Sürekli başa sararsın! Gözün, dışarıdaki en ufak bir karartıyı takip eder. Acaba o mu? Kulağın, en küçük bir sese dikkat kesilir. Acaba o mu? Acaba... Acaba... Acaba! Kafanda sürekli sorular döner. Ama hiçbir cevap alamazsın. Hiçbirine cevap alamazsın. Sana her şey kapı duvar olur çünkü. Çünkü gitmek dediğin, tam da böyle olur! Ki, sen... Sen de böyle olduğunu çok iyi biliyorsun!" Yakasını yavaşça bırakıp yüzümdeki ıslaklığı elimin tersiyle sildim. "O yüzden şimdi karşıma geçip bana 'gittin' deme Yağız! Yaşadığım şehri bile değiştirmemişken, üstelik bir de gidip beni elinle koymuş gibi bulacağın yere, eski evime geri taşınmışken, dünyanın öbür ucuna kaçmışım gibi konuşma..."

"Dünyanın öbür ucuna da kaçsan" dedi, fısıldar bir sesle. "Seni, elimle koymuş gibi bulamayacağım hiçbir kara parçası yok."

"10 GÜN!" dedim, bağırarak. "On gün oldu! Aynı kara parçasındaydık da ne oldu? Bilmek, bulmak... Bunlardan bana ne? Geldin mi? GELMEDİN. Ben ona bakarım. Asu'nun aşk oyunları olmasaydı, şu an burada bunları konuşuyor bile olmayacaktık! Sen, attığım her adımdan haberdar kendi köşende viskini yudumlarken, bense senden her zamanki gibi habersiz, korku ve endişe içinde, bana geleceğin ve 'BEN HATA YAPTIM DENİZ!' diyeceğin günü bekliyor olacaktım, öyle aptal gibi... Zavallı gibi..."

"Sen zavallı görmemişsin..." dedi o an, biraz evvel benim söylediğime benzer bir tonda. "Komodinin üzerinde bulduğu bir yüzüğü, saatlerce izleyen bir adam tanıyorum. Adam öyle zavallı ki... Bir zamanlar uyuyan bir kadının parmağına taktığı sahte bir yüzük, şimdi o uyurken kadının parmağından çıkınca öyle gerçek gelmiş ki adama..." Başını iki yana sallayarak acıyla gülümsedi. "Zavallı adam korkmuş... Dokunduğu her şeyi sahici kılan o kadının peşinden giderim, diye korkmuş. Çünkü... Çünkü gitmemesi gerekiyormuş; kendini ondan uzak kalmaya alıştırması, hem kendini hem onu... Çünkü adam bugün gitse, kadını görse, karşısına geçse... Biliyor ki, yarın öbür gün defolup gitmeyecekmiş gibi tutunmak isteyecek yine ona... Ettiği tüm yeminleri unutup dokunmak isteyecek..." Derince bir nefes alıp gözlerini önce kapattı ardındansa yavaşça açtı. "Sen, 'zavallı' olmaya daha uygun birini görüyor musun?"

"Yapma bana bunu artık, yapma!" Hızla arkamı dönerek ileri geri volta atmaya başladım. "Bıktım senden! Seni anlamaktan bıktım! Sana hak vermekten bıktım! Beynimi uyuşturuyorsun, düşünemiyorum ben! Kızıyorum, kırılıyorum... Sonra gelip bin dereden su getiriyorsun inanıyorum! Bıktım! Canım acıyor, canım çok acıyor. Sonra sen çıkıp teraziye kendi acını koyuyorsun, ağır basıyor. Bıktım! Yağız... Ben bıktım! Ben her defasında seni anlamaktan ve sana hak vermekten bıktım! Kendimle çelişiyorum, kendimle savaşıyorum, kendime direniyorum... Bak... Şu halime bak! Ne hale geldiğime dön bi' bak! Ama ne biliyor musun?" Üzerine doğru hızla yürüyerek iki elimi göğsümde birleştirdim.

"Ben... Ben bu hale, sen hayatımda olduğun için gelmedim! Allah kahretsin ki... Beni bu hale getiren, hayatımda sen olmadan yaşadığım on günlük cehennemdi!"

Yüzüme bir süre öylece baktıktan sonra "Biliyorum" dedi, yutkunarak. "Ben de oradaydım..."

"Böyle olması gerekmiyordu! Sen... Bizi mahvettin!" Ellerimi kendi göğsümden çekip Yağız'ın göğüs kafesine sitemle bastırdım o an. Ve gözyaşları içinde mırıldandım. "Senden... Senden nefret ediyorum..."

Başını yavaşça iki yana salladı. "Keşke etsen... Ama etmiyorsun."

"Sen... Sen bencil adamın tekisin!" dedim, göğsünden ittirerek.

Yağız'sa yerinden santim oynamamıştı. Gözlerini yüz hatlarımda gezdirerek "Evet" dedi. "Bencilce... Çok bencilce şeyler istiyorum..."

"Kes sesini..." dedim, yutkunarak.

"Deniz sana sarılmak istiyorum..." Sesi, varla yok arasında çıkmıştı.

"Sarılamazsın..."

Sözlerimi duymazdan gelerek fısıldadı. "Sana dokunmak istiyorum..."

Başımı iki yana salladım. "Dokunamazsın..."

Gözlerini, baştan ayağı tüm bedenimde arsızca gezdiriyordu. Bense aramızdaki o bir solukluk mesafeyi bozmadan kale savunmamı sürdürüyordum.

"Deniz..." dedi o an, varla yok arası bir sesle. Elleri yavaşça bana doğru uzanıp sonra tekrar geri çekildiler.

Dilin yemin etmişti çünkü. Ellerin unuttu mu? Yemin ederim sana bir daha dokunmayacağım, Deniz. Ama ben unutmadım.

Sesli bir nefes vererek yüzünü sıvazladı ardından. "Kolay mıydı sanıyorsun?" dedi, sözde yeminini kast ediyordu. "Bak... Karşında kıvranıyorum. Bir nefes uzağımdasın, dokunamıyorum. Deniz ben aklımı yitirmek üzereyim!" Dudaklarını diliyle nemlendirip kollarını hafifçe iki yana açtı. "Seni buraya almak istiyorum, buraya... Burada saklamak, kollarımın arasında yaşa istiyorum... Sana... Sana her şeyin çok güzel olacağını söylemek istiyorum ben... Birlikte bi' yolumuzun olacağını söylemek istiyorum." Sesli bir nefes verdi o an. "Ama... Ama olmuyor."

Sözlerinin ardından kısa bir sessizlik yaşandı. O an boğazımda oluşan yumruyu öteleyerek gözlerimi cüretkarca gözlerine diktim. Ve kendimden emin bir ses tonuyla sordum. "Olmuyor. Öyle mi?"

Başını iki yana salladı. "Olmuyor."

Üzerine doğru bir adım attığımda burun buruna geldik. "Birlikte bir yolumuz asla olmayacak yani?"

Bakışları dudaklarımla gözlerim arasında bir süre gidip geldikten sonra tedirgin bir sesle "Olmayacak Deniz" dedi.

"Anladım." Gözümden süzülen ıslaklığa rağmen karşısında hiç olmadığım kadar kararlıydım. "O yüzden mi böylesin şu an?"

"Nasıl-...ım" dedi, cılız bir sesle.

Nefesi, tenime değerken "Sıkışmış..." dedim. "Bu an ve yarın arasında sıkışıp kalmış..."

Yutkundu. "Yarının hiç gelmemesini isterdim..."

Derince bir nefes verip "Henüz gelmedi" dedim.

Acı çeker gibi fısıldadı. "Gelmedi..."

"O zaman" dedim, güçlükle. "O zaman hala niye öpmüyorsun beni?!"

"Den-iz..." Gözlerini önce sıkıca yumdu sonra yavaşça açıp mırıldanır gibi "Beni cezalandırmaya mı çalışıyorsun?" dedi. "Lütfen-... Keser misin şunu?"

"Neyi?" dedim, gözlerimi yüzünden hiç ayırmadan.

Yağız'sa bir adım geri çıktı o an. "Deniz-..." Elleriyle hızlı hızlı yüzünü sıvazladı. "Bak... Bunun iyi bir fikir olmadığını biliyorsun, birlikte bir yolumuzun olmadığını da..."

"Evet, biliyorum." Aynı kararlılıkla üzerine doğru bir adım daha attığımda Yağız ise bir adım daha geri çıktı.

"Deniz!" Başını hızla iki yana salladı. "Kahretsin-... Kal orda-... Deniz! Ben-... Ben sana dokunmamak için yemin ettim!"

"Evet" dedim, yutkunarak. "Ama ben etmedim."

O an, rüzgarın uğultusu, doğaya saçılan minik yağmur damlalarının naif sesi ve arabanın müzikçalarından gelen yumuşak bir şarkı, kulaklarımıza nüfuz ederken zaman, üç beş saniyeliğine durmuş gibiydi.

♫ ♫ ♫  

♫ ♫ ♫ 

Bense o anlarda Yağız'ı hızla çenesinden kavrayıp kendime doğru çektim ve dudaklarını, susuz geçmiş yazlardan yağmurlara kavuşmuş gibi büyük bir açlıkla öpmeye başladım.

Üç beş saniyeliğine duran zaman, o an yeniden işledi. Yağız'ın, dudaklarımın açlığına cevap vermesi uzun sürmemişti. Bir elini ense kökümden geçirip başımı avcu arasında sabitlerken, diğer eli ise belimi şiddetle etine bastırdı.

Saniyeler evvel gökyüzünden ikimizin arasına sızan çisenti, şimdi birbirine kenetlenen bedenlerimizle birlikte kendine yer bulamıyordu.

Dudak kıvrımlarından beslenen tutkulu yolculuğum sürerken, bir yandansa teninin tüm ıslaklığını sırtında gezen avuçlarımın arasına hapsediyor ve kendime dahil ediyordum. Daha çok o, daha az ben...

Elleri bedenimdeki sabırsız baskısını arttırdığında boynuna doladığım kollarımdan güç alarak havaya sıçradım ve bacaklarımı beline dolayarak tüm ağırlığımı ona bıraktım. Ayaklarımı yerden keserek beni hafifleten his, onun boynuna ise vebal gibi bir yük bindirmişti.

Beni ve beklenmedik arzuları.

Ancak o, dirençli bacaklarıyla hiç sarsılmadan yükünü çarçabuk kucakladı. Kollarını, kalçamın altında birleştirerek gövdemi sıkıca kavramıştı. Ve şimdiyse ellerim, yüzünün her ayrıntısını çiseleyen yağmurdan arındırarak okşarken, içimden ona doğru yol alan ürpertici bi' sıcaklık, parmak uçlarımı bir yanardağ eteği gibi eritiyordu.

O esnada telaşlı adımlarını, adımlarını karavana doğru yöneltti. Attığı her adımda bedenim de onunla ilerliyor ancak dudaklarım kenetlendiği yerden, onun dudaklarından santim oynamıyordu.

Karavana geldiğimizde sırtımın ıslak bir cama değmesiyle irkildim. Etim, Yağız'ın ağırlığı ile karavanın kapısı arasında kısılmışken onu hala öpmekle meşgul dudaklarımın minik boşluğundan güçlükle nefes alıyordum.

O an beni bedeninden yavaşça aşağı indirdi. Bir eli tenimde geziniyor, diğer eli ise karavanın kapısını arıyordu.

Karavanın kapısı neredeydi?

Benimse kollarım boynundan hala ayrılmış değildi. Sanki biraz evvel ağzından, ertelenmiş bir ayrılığın muammaya ilanı hiç dökülmemiş gibi sarılıyordum ona. İki dudağı arasından onca acı söz hiç çıkmamış gibi en tatlı öpücükleri konduruyordum onlara. İçimdeki tarifsiz özlem, mantığımın ve olan tüm gerçekliğin terazisini kırıp atmıştı sanki. Düşünemiyor, ölçüp tartamıyor, sadece o an içinde onu, o an hiç bitmeyecekmiş gibi istiyordum. Ondan gelecek ayrılığın kabusunu yaşamayı ise hiç gelmemesini umduğum yarınlara saklıyordum.

Ben, içimdeki endişenin alarmını sabaha ertelerken, Yağız ise dudaklarıma kondurduğu öpücüklerin ritmiyle oynamaya başladı. Uzun, kısa, uzun, uzun, kısa ve ardından tekrar uzun... Her şey ne kadar olması gerektiği gibi, diye düşündüm o an. Teni, tenimde temasını sürdürürken her şey ne kadar da yerli yerindeydi...

Ya da belki biraz dağınık?

Avcum, ense kökünden kavradığında, ıslak ve dağınık saçları parmaklarımın arasından tel tel kayıp gidiyordu. Yüzüme dağılmış yağmur damlalarının nemini ise yine onun dudakları şefkatli öpücüklerle siliyordu.

Onunla, 'dağınıklık' dahi sanki nizama giriyordu.

Dakikalar sonra, tenimi bir harita gibi saran elleri baldırlarımdan sertçe yakalayıp gövdemi tekrar havaya kaldırdığında, bir süredir bize ayak direten karavanın kapısının da açıldığını fark ettim.

O sıra attığı bir adımla beni kucağından indirerek, karavanın zeminine doğru hafifçe bıraktı. Ben, bir adımla içerideydim. Yağız ise bir adım geride ve hala dışarıda...

O gece birbirine tutunan bedenlerimiz, ilk defa orada birbirinden ayrılmıştı.

Yarı karanlık gecede, gözlerime, ıslak kirpiklerinin arasından, beni ölçüp tartar gibi, kısa bir süre kadar baktı. Bense saniyeler süren o anları, beyaz gömleğinin yakasına yapıştıktan sonra dudaklarına tutkulu bir öpücük kondurup onu hızla içeri çekerek sonlandırdım.

Şimdi ikimiz de içerideydik.

Karavanın hemen önünde yanan renkli ampullerin camdan yansıyan alacalı gölgesi, içeriye loş bir ışık vermişti. Ve o ışık, ellerimin onu bulması için kesinlikle yeterliydi.

O an, yüzünü kendime bir kez daha çekip dudaklarını yeniden öpmek için uzandığımda başını hafifçe geri çekti.

Ve gözlerimiz birbiriyle tekrar buluştu.

Ben nefes nefeseydim o ise karanlığın içinde tutkuyla parlayan görkemli bir çoban yıldızı gibi nefes kesici görünüyordu.

Gözlerini, gözlerimden çekip, hızla yükselip alçalan göğüs kafesime kilitlediğinde elleri de omuzlarımın çıplaklığını kavramıştı.

"Buz gibi olmuşsun..." dedi o an, fısıltıyı andıran sesiyle. Yüzüme nefesinin sıcaklığı değerken parmakları ise kollarıma doğru naif dokunuşlarla yol alıyordu.

Aynı anlarda benim de ellerim Yağız'ın göğsüne uzandı. Islanmış beyaz gömleğinin baştan ilk iki düğmesi her zamanki gibi iliklenmemişti. Parmak uçlarım, o düğmelerin arasından köprücük kemiğinin üzerine gelerek göğüs kafesinin çıplaklığına doğru minik daireler çizmeye başladı. "Sen de..." diye fısıldadım o sıra. "Sen de buz gibisin..."

Tenindeki soğuğa rağmen dışarı üflediği nefesi sıcacıktı. İçimi ürperten soluğuyla birlikte üstümdeki kırmızı renkli büstiyerin askılarını yavaşça indirdi. "Her yeri ıslanmış" dedi yutkunarak, "Hemen çıkarmazsak hasta olacaksın."

Sözlerinin ardından onay beklemeyen parmakları yeniden büstiyerle buluştu. Göğüs hizamdan aşağı doğru inen çapraz ipleri yavaşça çözmeye başladı. Parmakları naif hareketlerle ipleri birer birer asılırken gözleri ise yaptığı işin kusursuzluğunu takip ediyordu.

Büstiyeri, üzerimden tamamen çıkarınca bir elini usulca kalbimin üstüne koydu. Göğsüm, ince siyah bir sütyenin içinde hızla yükselip alçalırken Yağız'ın eli de aynı uyumla hareket ediyordu.

Diğer elini de ıslak pantolonumun üzerinde gezdirmeye başlayarak "Bunu da" dedi. "Bunu da çıkarmamız lazım..."

Bense o an dudaklarını öpebilmek için hızlıca Yağız'ın yüzünü kavrayıp bir kez daha kendime doğru çektim. Bir yandan da üzerindeki gömleğe uzanarak düğmelerini çözmeye çalışıyordum ki önce başını tekrar geri çekti sonra ise avcunu elimin üstüne getirerek beni durdurdu.

"Deniz..." dedi, çaresiz bir sesle. "Sen...- Sen alkollüsün." Yutkundu. "Sen-... Ah... Sen, ne kadar alkollüsün?"

Boğazımda oluşan yumruyla yanağını okşadım. "Seninle sevişecek kadar alkollüyüm, seninle sevişmenin hata olduğunu bilecek kadar da ayık..."

"Hata, evet..." Yüzünü okşayan elimi yakalayıp avcumun içine minik öpücükler kondurmaya başladı. "Peki, bir hata nasıl bu kadar doğru hissettirir?"

Gülümsedim. "Kelimeler anlamlarının dışına ilk defa çıkmıyor... Seninleyken hep öyle..."

Başını hızlı hızlı sallayarak sıkıntılı bir nefes verdi o an. Çekimser elleri üzerimden bir kez daha geri çekildiğinde, aklına yeniden on gün önceki o malum gecenin düştüğü aşikardı. Şişelerce alkolün ve ruhsal çöküntünün etkisinde, her şeyi normalleştiren o gündelik tavırlarıyla bana dokunduğu gece... Onu reddettiğimde ise yüzüme tokat gibi indirdiği bir cümle;

Yemin ederim, sana bir daha dokunmayacağım Deniz.

Şimdi ise hatlar mı karışmıştı? Alkolün tesiri altında olan ben iken beni etik gereği reddeden Yağız mı olmalıydı?

Kelimeler, bir kez daha anlamlarının dışına mı çıkmalıydı?

Ben içimde ihtimallerin çarkıfeleğini döndürürken aynı anlarda Yağız da bir hamleyle beni bileklerimden yakalayıp tekrar kendine çekti. "İrade" dedi, varla yok arası bir sesle. "Tek bir kelime... Ama sen onu muhafaza edebilirken bense anlamının dışına çıkarmak üzereyim... Sen, her şeye rağmen alkollüyken sana dokunmama izin vermeyecek kadar iradeliydin çünkü..." Başparmağıyla dudaklarımın üzerinden birkaç kez geçti. "Ya ben değilsem?" Bir süre öylece gözlerime baktıktan sonra çenemden yavaşça kavrayarak alnını alnıma dayadı. "Ya ben irademin dışına çıkmak üzereysem?"

Kısa bir duraksamanın ardından sıkıntılı bir nefes verdi. "Ah-... Kahretsin-... Pişmanlığına oynuyorsun Deniz" dedi, yutkunarak. "Ateşle oynuyorsun..."

"Sen yokken cehennemde olduğumu söylemiştim" dedim, yüzünü iki elim arasına alarak. "Ateşin içine beni sen attın. Bunu oyuna çeviren sensin..."

"Ben oyun oynamam..." Dudakları alnıma küçük bir öpücük kondurdu. "Oyunu kurar ve kenara çekilirim." Dudaklarının bir sonraki adresi burnum oldu. "Şimdiyse düpedüz oyuna geldim sanırım... Dokunmamak için yeminler ettiğim bir kadın, biraz önce karşıma geçip 'Ama ben etmedim' dedi... Bu yaptığının anlamı nedir, biliyor musun?" Kulağıma eğilip fısıldadı. "Yasadaki boşluktan faydalanmak..."

Ellerimi saçlarına dolayarak bir nefes mesafesindeki dudaklarına biraz daha yaklaştım. "Öyleyse hükümsüzdür..." dedim ardından, heyecandan titreyen sesimle.

O, soruma hiçbir cevap vermeden gözlerim ve dudaklarım arasında mekik dokuyan bakışlarla beni süzerken yineledim. "Hükümsüzdür, değil-..."

O an aramızdaki bir nefeslik mesafeyi aniden kapatarak dudaklarıma şiddetli bir öpücük kondurduğunda kelimelerim yarım kaldı. Bir yandan dudak kıvrımlarımdaki ürpertici yolculuğunu sürdürürken diğer yandan ise belimden hızla kavrayıp beni karavanın hemen dibinde, renkli minderlerle çevrelenmiş kırmızı çarşaflı yatağa taşıdı.

Aynı anlarda ise eli, altımdaki yer yer ıslanmış pantolona gitti. "Çıkar şunu!" dedi, nefes nefese. Ama bana verdiği komutu, benden hiçbir hamle beklemeden yerine getiren de o oldu. Pantolonumu, hızlı hareketlerle bacaklarımdan sıyırıp bir paçavra gibi karavanın en dip köşesine fırlatmıştı.

Ellerinin sonraki adresiyse, üzerimde fazlalık gibi kalan iç çamaşırlarımdı. Ancak bu kez önce davranan ben olmuştum. Parmaklarım, göğsüne uzanıp üzerindeki gömleğin düğmelerini hızlı hızlı çözmeye başladı. Onu, gömleğinden ve pantolonundan sıyırıp kendimle eşitlediğimde iki koluyla gövdemi kuşatıp ateşe dönen tenini, buz kesen bedenime sertçe bastırdı.

Uzandığım yumuşak bir yatakta, ellerim sırtını sıkıca kucaklarken varlığının kasıklarımda oluşturduğu arsız sancı, dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştı.

Dudaklarını dudaklarımdan güçlükle ayırarak "Çok özledim seni" dedi o an, nefes nefese. "Ben seni çok özledim, Deniz..." Dilinin yumuşak darbeleri boynumdan göğüs tepeciklerime yol alırken devam etti. "Günlerdir dokunamıyorum böyle sana... Gözlerinin içine bile bakamıyorum... Baktığımda göremeyeceğim bir yerde olmandan nefret diyorum Deniz. Uzandığım an dokunamayacağım bir mesafede olmana katlanamıyorum..."

"Keşke" dedim, avuçlarıma geçirdiği ellerini sıkarak. "Keşke daha çok baksan, daha çok görsen, daha çok dokunsan bana... Daha fazla... Daha yakın olsan... Çok dah-..."

O an bir elini yavaşça avcumdan çekti. Ve parmaklarının naif dokunuşlarla göğsümden başlattığı gezinti, rotasını kasıklarıma çevirdiğinde kelimelerim minik bir iniltiyle yarım kaldı.

Daha yakın ol, çok daha yakın...

İç çamaşırlarımı üzerimden, kötü bir talihi tersine çevirir gibi sıyırmaya başlamıştı. Elleri, tenimin her santimetresini dudaklarının ıslak yolculuğuna tanık tutarken benim dudak kıvrımlarımın onun göğsüne mühürlenmesi de çok sürmedi.

Bacaklarımın arasına kramplar sokan bu büyülü harmanın kıskacında, onun beni bir kez daha tamamlamasını dayanılmaz bir telaşla bekliyordum yine. Şiirlerden ve şarkılardan beslenen yeni bir gecede, eski bir hazzı hiç yarın olmayacakmış gibi onunla bütünlemek istiyordum. Tenim arzuyla titrerken, bir 'hata'nın en 'doğru'dan daha doğru hissettirdiği bu şehvetli anı, takvimlere gerek kalmadan bir nefeste doğrulamıştım. Sanki yarın, hiç gelmeyecekmiş gibi, ona, kapıda bekleyen bir yarından daha yakın olmalıymışım gibi...

Daha yakın, çok daha yakın...

O an, içinde debelendiğim sızıyla başını, gömdüğü bacak aramdan sıkıca kavradım ve dudaklarının ıslaklığını kasıklarımın en giz köşesinden güçlükle ayırarak kendime doğru çektim.

"Daha yakın ol" dedim, nefes nefese. "Çok daha yakın..."

Bir süre gözlerime, içimde uyanan tutkuyla tanışmanın o keyifli tatmini içinde baktı. Camdan bir biblo kırılganlığında olduğumu düşündüğü zamanlar, şimdi ne kadar da uzaktaydı...

Çünkü yakın olması gereken oydu. Daha da yakın olması gereken sadece oydu.

Erkekliğinin tüm coşkusunu kullanarak, elleriyle beni bir alev topu gibi çevrelediğinde, içimin en saklı kuytusuna erişmek için biletini almıştı.

Ardından çenemden kavrayıp dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu ve nefesi tenime buğusunu bırakırken bacaklarımın boşluğuna da en hiddetli darbesini mayaladı.

Şimdi daha yakın, daha da yakındı.

Şimdi en yakındı.

Tenimin misafiri, içimin tüm odalarına girip çıkarken bu akıl dışı ziyaret, bedenimi benzersiz bir hazla sarsıyordu. O esnada ağzımdan kopan iniltiler ise o hazzın en kallavi imzasıydı.

Buna direnemiyordum... Karşısında öfkem, kırgınlığım, dilimin ardındaki sitem, içimi kemiren tüm dikenli duygular birer birer düşüyordu.

Aşk, beni, mutlak direncimin kırıldığı yerde, en ilkel arzumla giyinmiş ve tüm gardlarımdan soyunmuş halde, boylu boyunca teslim almıştı o gece.

Teslim almış ve dönüştürmüştü.

Ben, parmaklarımı bir kıskaç gibi çarşafa kenetlerken, içimin kıvrımlarında gezinen teklifsiz bir duygu, dönüşümün ılık rüzgarını çoktan kulağıma üflemişti... Başımı döndüren bu ürpertinin içinde, bir kez daha ona dair, ona dahil oluyordum...

Yağız'ın ritmik ve hiddetli temaslarıyla hareket eden vücudum, onun eksiltip tamamladığı ölçüde bambaşka bir şekil alıyordu.

Eşikten bir adım içerisinde o ve ben 'biz' oluyordu.

Bense, gövdemizde açılan tek bir kilitle bizi 'bir' kılan o kapıdan, defalarca geçmeye hazırdım.

Yakınında, en yakınında olmaya hazırdım.

O an, o ve ben 'biz'e dönerken gök ise ılık bir Mayıs gecesinin hafif çisentisini şiddetli bir yağmura dönüştürmüştü.

Ancak o sıralar yağmurun ve eser miktarda melodinin karıştığı o büyülü gecenin tüm sesleri, kulağımıza bir fısıltıdan farksız gibi çalınıyordu. Dakikalardır etimde yankılanan çıplaklığının sesi ise oldukça tizdi...

Tenimi çalkalayan keskin ses, ritmini sıkı bir seyire oturttuğunda, nefese nefese adımı seslendi.

"Deniz..."

İsmime karşılık, ismini verdim:

"Yağız..."

Ve karavanın buğusuna karışan adlarımızla birlikte, tenimdeki ziyaretinin kasıklarımı sızlatan ağrısı, bulutların üzerinden dağların esintilerine karıştı.

Sanki dünyanın tüm yükleri de o esintiyle birlikte hafifleyerek ve havada bir tüy gibi süzülerek, göğüs kafesimi parçalarcasına atan kalbimin üzerine kondu.

O an, nefes nefese kalmış Yağız'ın ter içindeki başını boynumun altına bastırdığını duyumsadım. Kollarım ise onu sıkıca kucakladığında gövdemin üzerinde iki ayrı kalp çarpmaya başladı.

Biri solumda, biri sağımda...

Hangisi benim, hangisi onun ayırt edemiyordum.

Ancak o gece, hiç gelmemesini umduğum yarınlara bel bağlayarak, dışarıda yağan yağmurun toprağına tutunması gibi, hasadımı, onunla yeşerecek bir umudun harmanına tuttuğum o gece, ayırt edemediğim bir şey daha vardı.

Hiçbir zaman parmağıma girmeyecek olan yüzüğün, bir kelebeğin kanatlarını çırpmasıyla başlayan o hüzünlü hikayesinin son bulduğu gece, yeni bir hikaye daha yazılacaktı.

Çünkü kelebek yine kanatlarını çırpmıştı.

Ve bedenini aşkla sardığım bir adamın koynunda, hangisi benim, hangisi onun ayırt edemediğim kalp atışlarının arasına yeni bir ritmin daha mayası çalınmıştı:

Üçüncü bir kalp sesi...

***

Bonus:♫ Suzan Hacıgarip - Yağmur♫

***

Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

74.8K 8.1K 16
Etine dolgun, bol kıvrımlı ve birazcık, çok azıcık tombul bir kız olan Evrim ile sporu takıntı haline getirmiş, sağlıklı yaşam gurusu ve kas yığını D...
482K 4.1K 25
Hikayede sık sık +18 ve şiddete yer verilecektir! Yaş sınırını göz önünde bulunduralım.
1.7M 54.3K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
189K 10.3K 23
❝ Konserdeki Sevgilim: Mine, üç ay. Konserdeki Sevgilim: Sadece üç ay çıkıyormuş gibi davranacağız. Konserdeki Sevgilim: O kadar. Siz: Üç ayın sonun...