Kalp İkizi (Umut Serisi 6)

By seyma_demir

196K 17.5K 6.5K

İnsan gördüğüne mi aşık olur, hissettiğine mi? Kader mahkumu olan Musa evvelden beri aşık olduğu Yüsra'dan me... More

1. Musa
2. İsa
4."Çıra ve Koca Meraklısı"
5. "Arsız"
6. "Baykuş"
7. "Suç Ortağı"
8."Kümes""
9."Şüphe"
10-"Görünen Yol"
11. "Buldum Seni"
Bana Öyle Bakma Satışta!
12. "Paratoner"
13. "Pinokyo/1"
13.Pinokya\2
14. "Sakar"
15. "Prangalar"
16. Sır
Duyuru
17. "Kibar"
17 "Beyefendinin Çiftliği"
18. "Selamet"
19. "İlk Adım"
20. "Kahve"
21. "Leyla"
Geçici Final

3."Çelişkili Duygular"

9.4K 802 370
By seyma_demir


"Sevgili, Köy Kızı Hanımefendiye...

Halen köyde olduğunu sadece tahmin edebiliyorum. İsa'nın bu mektubu adresine ulaştıracağını umuyorum. Bana adresini vermekten neden çekindiğini anlıyorum ama elimde değil, merakla doluyum. Çıkışıma sadece günler kaldı. İki elin parmağını geçmeyecek günler... Sonraki mektuplarını daha kokusu çıkmadan, cebimde taşıyacağım dışarıya...

Hanımefendi. Dışarı, orada, yakınımda bir yerde olacak mısın? Seni korkutmak istemiyorum ama bunu umuyorum. Sen benim ışıktan basamağımsın. Sen benim gökyüzünü aydınlatan o tek başına parıldayan yıldızımsın. Sen, sen sevgili mektupdaşım, benim umut kapımsın."

...

"Sevgili, Özgürlüğüne günler kalan Beyefendi...

Sana ne desem umut olur, korkarım. Kimim ki ben sana kapı olayım? Sen, kendi kapınsın benim gözümde. Sen kocaman, meşeden, sağlam ve tarih kokan bir kapısın. Ardında kocaman bir dünya taşıyan adamsın. O dünyaya beni nasıl layık bulursun?

Mektupdaşım. Arkadaşım. Hemdemim... Sözler ellerimden akarken, ellerim utanır. Nasıl yüzyüze gelirim seninle? Bu satırlarda tanışız seninle, sözcüklerde beni tanımayacaksın. Odaya girdiğinde görmeyeceksin. Kocaman bir kalabalığın ortasında sana baksam, gözlerimi bulamazsın... Çünkü Beyefendi, satırlarımda varım ben. Sözlerimde yokum. Yüzümde yokum. Sesimde yokum. Sen, yazan kızı benimsedin, beni nasıl kabul edeceksin?"

...

"Sevgili, sevgili...

Korkutmasın bu hitabım seni ne olur. Bir önceki mektubum sanki kalbini kaygıya boğmuş gibi hissediyorum. Sana hitap edişim, mektubumun başından belli değil miydi? Saygılarımla değil; sayın değil, "Sevgili" dedim sana. Bunu rastlantı mı sandın? Korkusuzca yazıyorum bu mektubu. Çünkü bir sonraki mektubunu dışarıdan almayı bekliyorum. Ben dışarıda olsam da, bana yaz... Eğer sesinin yetersiz olacağını düşünüyorsan, gözlerinden anlamazsam hissettiklerini, hissettirdiklerimi; yaz bana Hanımefendi, ben yazdıklarınla nefes alıyorum. 

Sana hanımefendi diyeceğim, demeye devam edeceğim. Çünkü kalbimde, bu sıfata en yakışan sensin. Bir gün, iznim olarak gözlerine bakmak dileğiyle mektubumu noktalıyorum. 

Haddim değil, hakkım değilsin; ama orada bekle Hanımefendi. Bulunduğun yer neresiyse, oraya bakacak ve seni göreceğim. Seni bulacağım. Seni, benim yapacağım."

...

Rana ağlayarak satırları katladı. Kıymetli mektubunu göğsüne bastırdı. Hafif esen yaz meltemi yanağının yaşlarını okşadı. Köydeydi. Şehre nasıl dönerdi? Onun Yüsra'da kendini arayışını ya da kendinde Yüsra'yı buluşunu nasıl seyrederdi? 

Şalvarının çiçeklerine gözlerini dikerek, boğazında ki düğümü yutmaya çalıştı. Köyde hep rahat giyinmeye alışkındı, başında basit bir yazma, üzerinde uzun kollu bir bluz ve ayaklarında ninesinin rahat çarıklarından vardı. Mavi çarıkları toprağa sürdü, kendini geriye itti ve ağaçlara bağladığı hamakta sallanırken, çarşaf gibi serilen göğe çevirdi kafasını. 

"Beni görmeyeceksin..." diye fısıldadı. "Ben basit, görünmez, sessiz Rana'yım. Sen ışık saçan Yüsra'yı göreceksin. Bense gölgede kalan basit, tanınmayan o kız olacağım."

Canının yanmadığına kendini inandırmaya çalıştı. Belki de Yüsra ile çok iyi anlaşırlardı. Yusuf enişte çok iyi bir kayın birader olurdu, Musa'ya hayata dair bir çok şeyi o öğretmişti. 

Rana zorlukla nefes alarak eskiye dair kurcalağını hatıraları düşündü. Musa, Yüsra ile devamlı aynı evde bulunurdu. Yüsra'nın ağabeyi, artık Rana'nın da samimi arkadaşı olan Erva'nın kocası Yusuf, Musa'ya bildiği her şeyi öğretmişti. Onun yol göstericisiydi. Erva'nın dediğine göre, on kardeşi de tanıyan Yusuf enişte, bir tek Musa'ya böyle kapısını açmıştı. Onda bir cevher olduğunu  söylemişti. O cevher ki, her evine gittiğinde kız kardeşine tutulmuş ve aşık olmuştu. 

Bunu anlamamak için ahmak olmak gerekirdi. Erva, Ece hatta Selnur bile Musa'nın, Yüsra'ya olan ilgisinden haberdardı. Aylarca kurcalayıp bulduğu bu hikaye, Rana'ya mektuplardan vazgeçmesi için bahane vermeliydi. Denemişti. Allah şahit denemişti ama o adam; o sözleriyle genç kızı derinlere çeken adam hiç durmamış, mektuplarıyla Rana'yı satırlarına çekmişti. Yaz, demişti adeta. Ne olur yaz, yoksa burada boğularak öleceğim...

Rana istemeden, kalbini adamın kelimelerine bırakmıştı. Kendi canını, kalbini, hatta onurunu bile adam için feda etmeye hazırdı. Dışarı çıktığında ondan nefret mi edecekti? Varsın, etsindi. Rana buna göğüs gererdi. Onun kendini karanlığa, umutsuzluğa gömmesinden daha iyiydi. 

Kimi kandırıyordu? Onu, kalbini verdiği kızı, başka birine duyduğu aşkını deli gibi kıskanıyordu. Hak, genç kızın bu yalanını Rana'ya reva görmüyor olmalıydı. 

Genç kız, buruşan mektubu şalvarının cebine iliştirdi ve ninesine yardım etmek üzere ayaklandı. Doğumu beklenen koyunun iniltileri kulağına geliyordu. Belki de, bu dünyaya hayvanlar için gelmişti. Onlara bir el olabilmek için...

Kim olduğunu sorguladığı her gün, kendine bunu hatırlatıyordu. O hayvanların dilinden anlıyordu. Bu köy onun için bulunmaz bir nimetti. Halk, bir veterinerleri olduğunu işittiğinden beri-bu veteriner köyün en sevilenlerinden Fadime ninenin torunuydu- oldukça mutluydu. Ona hastane kurmayı bile teklif etmişlerdi. "Köyde gençlere ihtiyaç var." demişti köy muhtarı. "Gençler şehrin konforuna öyle alışmış ki, çalışkan, doğayı seven insanlar yok denecek kadar azaldı. Korkarım, ülkenin temel direği köyler yakında yok olacak. İnsanlar taze süte, yumurtaya, sıcak insanlığa, komşuluğa bile aç kalacak."

Rana muhtarın bu samimi sözlerine katılmadan edemiyordu. Oldum olası şehir insanı olamamıştı.  Şimdi eline böyle bir bahane geçmişken, neden kalmasındı? Hem ninesi artık yaşlanıyordu. Tek torunu kendisi olduğuna göre, bu sorumluluğu almalıydı.

Kıvranan hayvanın yanına gidip, yumuşak tüylerini okşayarak onu rahatlatmaya çalıştı. Doğum yaklaşıyordu. 

Bu doğum sadece madden olmuyordu. Rana'nın içinde de yeni bir ruh doğuyordu. Bu ruh, hem şehirden kaçıyor, hem de şehre özlem duyuyordu. 

İtiraf etmekten ölesiye korkuyordu. Duyduğu özlem daha şehirden daha çok, o şehirde ki tek bir kişiyeydi. 

"Seni bulacağım... Seni, benim yapacağım." Adamın sesinden bunları duymak nasıl hissettirirdi? Sesini unutmuştu. Yüzünü dahi net hatırlamıyordu. Ama kalbinde, ruhunu tüm hatlarıyla çizebilirdi. 

Ninesinin sözlerini anımsadı. "

Asla gerçek olmayacak bir hayalin peşinde çırpınma kızım. Bu uğurda kendini de, sevdiklerini de yıpratma. Sana gelecek olana tamah et. Gelmeyecek olandan da bir hayır ara. Bu hayat, gençler için fazla kısa, yaşlılar için fazla uzun. Gençliğini yaşamak için, sonsuzmuş gibi gelen yaşlılığını harcama. Dizlerinin tutmadığı, gözlerinin görmediği, sadece kendinle kaldığın o takatsiz yaşlarını, vicdan azabıyla geçirmek istemezsin."

Vazgeçecekti. Umut etmekten. Hayal kurmaktan. Evlilik ev çocuk fikrinden. O bu dünyaya sadece bunun için gelmişti. Küçük kuzuyu kucakladı ve saman balyasının üstüne taşıdı. Bunun için, diye düşündü. Kalbi hafifledi. Özlemi şimdilik azıcık dindi. Anne olmuş kadar mutluydu. 

...

Musa, onu karşılayan dev kalabalıkla afalladı. Elbette, seneler boyunca böylesine bir kalabalıkta büyümüştü. Onlara alışkın olmalıydı. Ama afallamıştı. Bundan nefret etti. Böyle yabancı gibi hissetmekten...

Annesi, kardeşleri, yengesi, yeğeni, herkes oradaydı, onun gözlerine bakıyorlardı. Onda bir şey arıyor ve muhtemelen bulamıyorlardı. Eski Musa'ya dair bir şey...

İsa yoktu. Gelmek için çok çabalamasına karşın, yeni atandığı köy hastanesinden izin alamamıştı. Musa'nın onu ziyaret etmesi gerekecekti.

Büyük bir sofra kuran annesine minnetle gülümsedi. Kardeşlerinin hayatlarında değişen her şeyi, o gün, o sofrada öğrendi. Ağabeyiyle dertleşti. Yengesiyle yeniden tanıştı. 

Yengesiyle tanışmıştı ama bu sefer ki asıl tanışma gibi hissettiriyordu. En başta ona yaptığı haksızlığı, üç senelik esaretle ödemişti. Kadının kalbinin güzelliğini gözlerinde görebiliyordu. Onu, bir erkek kardeş gibi seviyordu. Musa inkar edemezdi. Bir abla sahibi olmayı öyle çok istemişti ki, ağabeyinin vefat eden ilk eşini abla yerine öyle koymuştu ki; bu iyi niyetli kadını incitmişti. 

Herkes konuşuyordu. Bu evde herkes konuşurdu. Öyle çok laf, gaf, kavga, espriler dönerdi ki havada, eğer ucunu kaçırırsan kendini dışarıda hissederdin. 

Musa çok şey kaçırmıştı.

Köşeye çekildi. Evlerinin ihtişamlı kalabalığına bakarken, bacağına dokunan ufak bir sıcaklık hissetti. Kafasını eğdi ve hemen hemen üç yaşında ki yeğeniyle karşılaştı. Çarpıcı gözlerine bakarken nefesi kesildi. Kızın gözleri gök kadar maviydi. Şeffaf gibi duran gözleriyle ona bakarken, Musa boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. İçeride çocuklar olmazdı. Onlara dokunamazdı. Onlarla konuşamaz, dizinde zıplatamaz, onlara şeker alamazdı. 

Beceriksiz bir amca olarak sadece çocuğa bakmaya devam etti. Neyse ki çocuk bu koca kalabalıkta hep yeni amcalarla tanışmış olamlıydı, onun konuşurken hiç çekingen değildi.

"Amca?" Sesinde ki soru işaretiyle elini dizine vurdu. "Benim amcam mısın?"

Tam olarak böyle söylemiyordu. Bebek dilinden kelimelerle ama annesi gibi tane tane konuşuyordu. Musa büyülenerek ona doğru eğildi. Onları izleyenlerden habersiz fısıldadı.

"Amcanım."

"Hangi amcam?" diye sordu çocuk. Sarı saçını avuç içleriyle yüzünden çekti ve elinde tuttuğu örgü bebeğini ona doğru uzattı. Musa, çekinerek bebeği ellerine aldı. "Oturt." dedi kız dizini göstererek. Musa bebeği dizine oturttu. Kız kucağına tırmandı ve diğer dizine oturdu. Bebeğiyle yüz yüze bakıyordu ama sorularına devam etti.

"Uykucu amca değilsin. Yaramaz amca da. Komik amca da... Sen hangi amcasın?"

Kız babası dışında sekiz kardeşine de isim takmış olmalıydı. On kardeştiler. Üç senedir bir eksik... Yutkunarak düşündü. Ona ne demeliydi?

"Ben uzakta ki amcayım." dedi, muhtemelen ona da böyle demişlerdi. Kız anlamamış gibi kaşlarını çattı. Dudaklarını büzdü. 

"Ben uzaktaki amcayı bilmiyorum."

Musa çaresizce kafasını kaldırdı. Onlara bakan tüm kardeşleri gözlerini kaçırdı, hepsi bir işle meşgulmüş gibi görünmeye çalışıyordu.

Ağabeyi Mehmet gülümseyerek onların yanına geldi. Musa'nın karşısına oturdu. Kızının yüzünü kendine çevirip, "Çok özledik amca kızım." dedi.

Kız bunu biliyormuş gibi ellerini çırptı ve Musa'nın yüzünü ellerinin arasına aldı. Musa'nın kalbi duracak gibi oldu. "Çok özledim amca gelmiş." derken yüzünde gülücükler açıyordu. Eteğinin cebine elini attı ve oradan, Musa'nın oyduğu ahşap oyuncağı çıkardı. "Özledim amca bunu bana sen mi yaptın?"

Musa titrek ellerle oyuncağı aldı, çevirdi ve üzerine kazıdığı "H" harfinin üzerinde parmaklarını gezdirdi. Bir çeşit el yapımı çıngıraktı. "Onu halen yanında mı taşıyor?" diye sordu ağabeyine şaşkınca. Ağabeyi ona merhametli bir tebessüm sundu.

"En sevdiği oyuncağı. O yanında olmayınca uyumuyor, yemek bile yemiyor. Bunun tıpta bir açıklaması varmış ama İsa'ın afilli sözleri bende yok. Ona bağlanmış. Bir insana bağlanmak gibi..."

Musa yeğeninin saçlarını okşadı ve yüzünü yaklaştırarak alnını uzun uzun öptü. Kokusu öyle güzeldi ki, ciğerleri bile sızladı. Özlemle. Gözleri sulansa da fısıldadı. "Evet kızım, onu ben yaptım."

Kız boynuna sarıldı. "Hiç yabancılık çekmiyor." diye gülerken, Musa'nın sesi titriyordu.

"Sence böyle kalabalık bir ailede yabancılık çekmesi garip olmaz mıydı? Doğduğunda bile bir orduyla karşılandı."

"Sevgi dolu bir kız..." diye fısıldadı Musa. "Annesi gibi."

Ağabeyi bahsi geçen kadına döndü. Musa ağabeyine bakıyordu, ağabeyi karısına... Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, Musa'nın kemikleri özlemle titredi. Ağabeyi aşıktı. Aşık olmakla kalmamış, bu aşkı mutlulukla taçlandırmıştı. Yattığı üç yıl bu manzarayla hiçe dönüştü. Bir ailenin mutluluğu içinden kendinden verdiği üç yılın hiç bir değeri yoktu.

"Keşke daha önce aklım başıma gelseydi." dedi ağabeyi hüzünle. "Keşke tüm bunlar yaşanmadan önce her şeyi anlasaydım."

"Senin suçun değildi." diye aceleyle geçiştirdi Musa. "Kanunu bile kandıran adamdan bahsediyoruz. Artık eski için hayıflanmak zamanı değil. Ben burada mutlu bir kadın, mutlu bir evlat ve mutlu bir baba görüyorum. Bu her şeye değer." Musa, kızı kucağında sıkıştırarak kafasını bir kere daha öptü. "Onun için her şeye değer."

Ağabeyi dolan gözlerini saklamak için yere baktı. Musa onun zorlukla yutkunduğunu ayrımsıyordu. Kendi de zorlukla yutkunuyordu, yeğenine bakarken ağabeyinin sözlerini işitti.

"Hatice'nin, yeğeninin mutluluğu için, en büyük hayalinden vazgeçtin. Bizim için. Benim için. Nasıl bir ağabey buna göz yumar? Nasıl bir ağabey bunun olmasına izin verir?"

"O gece..." Musa hırsla soludu ve devam etti. "O gece orada sen olsaydın, üç yılı sen yatacaktın; bu kız babasız, eşin de kocasız üç yıl geçirecekti. Düzeltemeyeceğin kadar karanlıklara gömülecektin. Kendini unutacaktın. Mesleğinden olacaktın. Kimliğini kaybettiğinde, işte o zaman mutlu bir aileye dair tüm umutlarını da kaybedecektin."

"Sana olan bu mu?" diye sordu ağabeyi sözünü keserek. Gözleri mavi şimşekler gibi kendi gözlerine çarptı. Musa sustu. Sadece ağabeyine baktı.

"Sana olan bu mu Musa? Benim sevgi dolu kardeşimi böyle yapayalnız adama çeviren sebep bu mu? Sustuğun her dakika benim burada öldüğümü bil. Mutluluk tek kişilik değildir. Bu kocaman ailede tek bir kişi bile üzülünce, hepimizin canı yanar. Sen gerçekten mutlu olmadığın sürece, ben kendi huzurumu bulamayacağım kardeşim."

"Ne yapayım?" diye omuz silkti Musa. "Belki de bu ailede benim payıma düşen budur."

"Senden başka sekiz kardeşim var. Mutluluğu en hak eden kim diye sorsalar, hepsi de, düşünmeden seni seçer. Sen, kardeşim, kendinden başka herkesi düşünecek kadar koca bir kalbe sahipsin. Tek sorun son zamanlarda ona konuşan kimsenin olmayışı."

Ağabeyi işte bu konuda yanılıyordu. Musa'nın kalbine biri konuşmuştu. Bunu hemen dile dökse ne olurdu? Acaba kız onu kabul eder miydi? Onu ister miydi? Mektupdaşı isterdi ama bu hayatta, dışarıda yaşayan Yüsra ister miydi? Musa neden onları iki farklı insan gibi sınıflandırıyordu? Yüsra değil miydi o satırları yazan? Muhtemelen onu da kabul edecekti.

Ağabeyi düşüncelerini doğru anlamış gibi eğildi ve fısıldadı. "Annem şimdiden sana kız bakma işlerine başladı. Henüz gerçekten girişmeden önce, yarın yemek daveti vermeye karar verdik. Bizim ekip olacak."

Ağabeyi biliyor olabilir miydi? "İsa sana bir şey mi söyledi?" diye sordu şüpheyle. Mehmet ağabeyi kaşlarını kaldırdı. "Ne söyleyecekti?"

Musa bu oyuna daha fazla dayanamayarak ellerini kaldırdı. Kucağından kayan yeğeni ona ters ters baktı. Musa derhal küçük prensesi kucağına geri çekti. "Sen ne dersen o." diye homurdandı Musa.

"Öyle tabi..." Ağabeyi arkasına yaslandı ve esaslı bir bakış attı.

"Yusuf'un geliyor oluşu da seni sevindirir tahminimce. Onu çok severdin sen. O da seni elbette, tüm bu yemek planı onun başının altından çıktı. Hatta onun evinde olacağını duymak seni memnun edecektir. Atlarına olan ilgini anımsıyorum."

Musa yerinde kıpırdandı. Kızarmamak için çaba sarf ediyordu. Ağabeyi ve yengesi oradan ayrılana kadar avluda oturdu. Sonra kardeşlerinden izin istedi, banyo etti, giyindi ve yatağına, yanının boş olduğu koca yatağa yattı.  İsa ile çekilmiş resimlerine bakarken, yarın için heyecan duymaya çalıştı.

Elbette onu göreceği, mektuplarında olduğu gibi, birbirlerinin sözlerini tamamlayan kelimelerle konuşacakları için umutluydu; öyle olacaktı, çünkü onlar adeta ruh arkadaşıydı. 

Ama dört duvar asarında geçen onca aydan, seneden sonra, insan içinde nasıl davranacağını unutmuştu. Panik atakları da hesaba katarsa, kendini rezil etmesi an meselediydi. Daha bugün kardeşi arkadan omzuna vurduğunda, onu ittirerek duvara dayamıştı. Ruhunun karanlığı ellerine yansımış ve erkek kardeşinin boğazını sıkmıştı. Rahatlayana kadar sıkmaya devam etmiş olması, onun ruh hastası olma yolunda hızla ilerlediğini gösteriyordu. Ya da koğuş arkadaşları gibi, birer katil...

Kendini sakinleştirmek için valizinin üst kapağını kurcaladı, gizli bölmeye elini soktu ve destelerden birini, herhangi birini çekip yatağına geri döndü. Gece lambasına yanaştırdığı güzel el yazısını, akıcı kelimeleri, adeta dillenen satırları okudu.


"Uykucu Beyenfendiye...

Çok uyuduğundan hayıflanmışsın. Ben de aksi, uyuyamamaktan hayıflanıyorum. İnsanlar neden böyle korkunç beyefendi? İnan bana, içeride olduğun için değil bu sözlerim. İçerisi de, dışarısı da, insanların içlerinde hapis oldukları tek yer bedenleridir bana göre.

Bir sürü mahkum var etrafımda. Mahkum olduklarından habersizler. Kimisi dar fikirlere, kimisi dar kıyafetlere, kimisi ebedi cehalete. Korkunç değil mi efendi?  Ruhum tehlikede benim. Bunun ciddiyetinin farkında mısın?

Konuşacak tek kelamım yok insanlarla. Beni anlayacağını düşündüğüm arkadaşlarıma karşı bile susuyor olmam, sence bu da benim mahkumiyetim mi? Konuşamamak? Kendimi anlatamamak? Ama sana anlatıyorum. Buna ne diyorsun?

Belki de ben, seninle mahkum oluyorumdur içime. Kabul etsen de, etmesen de böyle bir hale soktum seni. Birinden elbet kurtulacaksın, benim mahkumiyetimle ne yapmayı düşünüyorsun?

Bilsen iyi olurdu. Çünkü ben ne yapacağımı bilmiyorum."

Musa gözlerini yumarken, hayalinde canlanan kadın değil, sözleriydi. Nasıl kelimelere aşk duyabililirdi? Bu hastalıklı bir duyguydu. Kollarına alması gereken bir kadındı. Evliliği bir kadınla gerçekleştirecekti, ki diliyordu ki bu o kadın olacaktı. Ama kızı hayal edemiyor, bu sanki hislerini, kelimelerin büyüsünü yerle yeksan edecekmiş gibi hissediyordu.

Uhrevi aşkı ona mutluluk getirmezdi. Kızı kanla, canla karşısında görmeliydi. İşte o zaman kelimelerin bir bedeni olacaktı.

Yarın, diye düşündü. Yarın, o kadını görecekti.

...

Ertesi gün, en güzel kılığına bürünmeye çalıştı. Yüzünün yanında, esaretinden kalma izler vardı ama buna rağmen tıraş oldu. Epey kısalttığı saçlarını düzeltmeye gerek yoktu. Aynadan baktığı adam, yeni askerden dönmüş genç bir adamı andırıyordu. Çenesinde ki çirkin izin dışında, kim görse onun mahkumiyetten yeni kurtulduğunu tahmin edemezdi. 

Ağabeyiyle buluştular. Hep beraber, Yusuf ağabeyin evine yol aldılar. Yusuf ağabey, Musa'nın öz ağabeyinden farksız olmuştu mahkumiyetinden önceki senelerde. Ona eğitim, akıl, imkan; ne isterse o anda sağlıyor, yardımına koşuyordu. 

Seneler aralarına mesafe koymuş muydu? Musa onun tavrını tedirginlikle merak ediyordu.

Bir de kız kardeşi mevzusu vardı... Yusuf ağabey, Erva yengeyle evlenmeden önce öfkeli, katı bir adamdı, Musa bunu Mehmet ağabeyinden işitmişti. Arada sırada eski halinin yansımasıyla karşılaştığını da söylüyordu. Musa'nın da o yanla tanışmaya pek niyeti yoktu. Yüsra'nın duygularından emin olana kadar, adamın kız kardeşinden uzak durmak zorundaydı.

Bu elbette zor olacaktı ama bir bakış, bir sesleniş, birazcık yakınlık bile Musa'ya umut verirdi. Onu beklerdi. Hak etmek içinde çabalardı. Kimse bilmiyordu ama Musa o mektuplar için umutla yaşıyordu. Yoksa şimdiye, işe yaramaz bir harabeye dönerdi. Yusuf ağabeyi de ilerde onu anlardı. 

Arabadan inerken ayakları titriyordu. Yanından geçen Selnur yengesi ona gülümsedi. Ağabeyi karısının beline elini yerleştirdi, önden ilerlemeye başladılar. İhtişamlı eve yaklaştıkça Musa'nın kalbini huzursuzluk kapladı. Yusuf ağabey seneler boyunca çalışmış, evinin görünümüne güzellik katmıştı. Bir mimarın dokunuşuyla şekillenmiş evde tek tane kusur yoktu.

Etraftan at kişnemeleri, kuş cıvıltıları, güvercinlerin kanat çırpış sesleri geliyordu. Bahçenin çevresini kaplayan koca ağaçlar evin etrafını yabancı gözlerden gizliyor, mistik bir hava katıyordu. Uzun patika yol tamamen taş döşenmişti. Yenilikler Musa'yı gitgide belini büken huzursuzlukla doldurmaya devam ediyordu.

"Sen kimsin?" diyordu kendi kendine. "Bu adamın kız kardeşini hak etmek için, neye sahipsin?"

Sesi bastırdı. Mektupdaşı paraya önem vermeyeni kalben seven o kızdı; Yüsra asla onu küçümsememiş, herkesten iyi anlamıştı.

Şimdi düşününce, ona asla "Yüsra" diye hitap etmemişti. "Hanımefendi" idi onun adı. Şimdi ona hitap etmesi gerekse ne diyecekti?

"Hadi amca..." dedi arkasından bacağını tutan yeğeni. "Annem ve babam gitti. Biz kaldık. Ömer'i görmek istiyorum ben!"

Musa sersemce, "Ömer de kim?" diye sordu. Kız ona gerizekalıymış gibi baktı. "Ömer benim arkadaşım."

Musa kaşlarını kaldırdı. "Bu erkek arkadaşlar konusunda seninle ayrı bir gün konuşacağız." Ellerini pantolonuna sürttü, gerginlikten ensesi terlemişti. "Şimdilik, amcana dua et küçüğüm."

"Neden dua istiyorsun amca?"

"İhtiyacım var kızım." dedi Musa bir solukta ve ağabeyinin arkasından bahçeye girdi.

Onları büyük, şen, kalabalık bir topluluk karşıladı. Kadınlar çardakta, erkekler evin bahçesindeydi. Dumanlarla çevrili sarışın adama gözlerini kısarak baktı. Dumanlar hafifçe dağıldı, Ali tüm o uzun boylu haşmetiyle onlara doğru elinde ki maşayı salladı. Suratında güller açıyordu. 

Ali, Ece ile mutlu bir evlilik yapmıştı bundan seneler önce. Şimdi ikiz kız çocuğu babasıydı. Gözlerinde ki gülümseye bakılırsa, seneler aşkından da, mutluluğundan da hiç bir şey eksiltmemişti. İçi burkuldu Musa'nın. Buna sahip olabilecek miydi? 

Gözleriyle istemsizce etrafı taradı. Yüsra'yı bulmayı beklerken, Yusuf ağabey kollarını açarak onu selamladı.

Hiç bir dışlama yoktu. Tedbir yoktu. Gözlerinde endişeye dair tek bir kırıntı yoktu. Sanki öz ağabeyiydi ve ona kollarını açıyordu. Musa tereddüt etse de, onun kucaklamasına aynı samimiyetle karşılık vermeden edemedi. Özlemişti insani duygularını sergilemeyi. İçeride kendini o kadar çok kasıyordu ki; yumuşaklık göstermek zayıflık demekti.

"Özlendin aslanım." dedi Yusuf ağabey o gür sesiyle. Geriye çekildi, ona keskin ela gözleriyle baktı. Yıllar ona sadece daha çok yakışıklılık ve gençliğin veremediği erdemi katmıştı.  Musa bu adamı kendine rol model seçerken ne kadar doğru bir tercih yaptığını bir kere daha anlıyordu. 

Herkesle selamlaştı. Bu kuzenler, arkadaşlar, evliliklerine sebep olan arkadaşların ortasında, neye uğradığını şaşırmış bir halde muhabbete katılmaya çalıştı. Gerek olmadıkça konuşmadı. 

Evden "O" çıkana kadar kafasını yerden kaldırmadı. O çıkınca da, soluk alamadı. Ona bakarken, sanki saniyeler durmuş gibiydi. Ağır ağır yürüyordu. Yazıklarının aksine, aceleciydi yürüyüşü. Gözleri de şen bakıyordu. Sıkıntısını nasıl bu kadar iyi gizleyebiliyordu?

"Ben sıkıntı denizinde boğulurken Beyefendi, insanlar gülecek bir çok sebep buluyor. Bir çekirgenin incinmesine bile inciniyorum. Ben bu insanlık işini yanlış anlamış olmalıyım."

Erva yengesi gülümseyerek kıza seslendi. Yüsra, tüm o güzelliği, saflığı, gençliğiyle gülümseyerek kadınların yanına ilerledi. Elleri bir hekime yakışacak kadar zarifti, becerikliydi de muhakkak. Ama hayal ettiği nasırlar onda yoktu. Mektupdaşının sözlerini ayrımsadı.

"Ellerim her daim toprak kokar. Hangi kadın toprak kokmak ister ki?"

Onun, kendisini görmek için köyden geldiğini düşünmek bile genç adamı heyecanlandırırken, bu çelişkiler canını sıkıyordu. Kız etrafına bakındı. Herkese sevecen bir tavırla selam verdi. Gözleri süpürdü, süpürdü ve kendinin üzerinden geçti. 

Musa o anı öyle uzun zamandır beklemişti ki, sadece saniyeler süren bakışını saatler gibi hayal etti. Güzel ela gözleri ona sadece bir kaç saniye dokundu. Herkese sunduğu o nezaketli tebessümden sundu, gözlerini kaçırdı ve işinin başına döndü. Bu iş neydi de, Musa'ya sadece bu kadarcık bir bakış ayırabilmişti?

Musa onun kafasının arkasına çaktırmadan bir kaç kere daha baktı. Ama kız gece boyunca asla arkasını dönmedi. Bir şeyler garipti...Bir şeyler eksik. Musa ruhunu sıkan sıkıntıyı def etmeye çalıştı. Belki de kız, ağabeyinden çekindiği için onu görmezden geliyordu.

Akşamın bir yerinde Musa elini yıkamaya içeri girerken, kızın da koridordan kendine doğru geldiğini gördü. Yana çekildi ve ona yol verdi. Kız da yanından hızla geçti. Sanki o hiç orada değilmiş, bir yabancıymış gibi...

"Hanımefendi." diye mırıldandı Musa. Kız şaşırarak durdu ve döndü. "Hım, bana mı dediniz?"

Musa beyninden vurulmuşa döndü. Kıza, "Hanımefendi." demişti. Nasıl bunun anlamını bilmezdi? 

"Köpeğiniz iyileşti mi?" diye sordu huzursuzca, konu açmaya çalışıyordu. Onda mektuptan izler arıyordu. Burada yakalansalar, ikisinin de felaketi olurdu. Musa, tek bir söz bile duysa yeterdi. Teselli bulurdu. Umutla kızın yüzüne baktı. Kız kızardı. Bu iyiye mi işaretti?

"Daha iyi..."

Musa sevinçle diz çökmek istedi. Nefes nefese sordu. "Nineniz de iyidir umarım."

Kız kafasını yana eğdi, ona bakmadan cevap verirken daha da utanmış gibiydi. "İyi, son gördüğümde gayet sağlıklıydı."

Musa gülümsedi. Onu daha fazla sıkıştırmak istemedi. Kız belli ki utangaçtı. Tüm o bakışlarını kaçırması bundan sebepti. "Sizi yeniden görmek isterim." dedi yalnızca. "Tabi bu mümkünse."

Nezaketinden pek bir şey kaybetmemiş gibiydi. Böyle giderse, düşündüğü kadar zorlanmazdı.

"Kusura bakmayın." diyen kızın sesi mahcup ve çekingendi. "Ağabeyimden izin almadan kimseyle görüşmem."

"B-ben izin alırım." dedi Musa hararetle. Dilinin sürçmesine engel olamıyordu. Elleri heyecanla titriyordu. O kızı bulmak için, bu kızla biraz zaman geçirse yeterdi. İnce ince çözülür, Musa'nın aşık olduğu Hanımefendi ortaya çıkardı. 

Kız daha çok kızardı. Hayal ettiği gibi, ya da kelimelerinde anlattığı gibi çelik gibi bir duruşu yoktu. Hatta biraz, savunmasız duruyordu. Bir hekim için bile fazla savunmasızdı duruşu... Musa bu kızda bilmediği bir şeyler olduğunu seziyordu. Ya yazarken kendini saklıyordu, ya da şuan kendini saklıyordu. İki durumda da, Musa'nın onu çözmesi gerekiyordu.

"Yeniden görüşmek dileğiyle o vakit..." dedi kızın cevabını beklemeden ve oradan zorlukla ayrıldı. İçinde filizlenen tohumu da cebine kattı, herkesle selamlaştı, oradan ayrıldı. Daha fazla durmaya korkuyordu. Gözlerinden belli olur diye korkuyordu. 

Kızın yazdıklarından bir metin daha yadına düştü.

"Ağaç tepelerinde kiraz toplarken aklıma geliyorsun Beyefendi. Bu nasıl mümkün olur? Canımdan kıymetli misin artık sen? Ya da, canım mısın artık sen? Bir erkeğe yazdığım bu sözler günahımın kanıtıdır Beyefendi. Nasıl edecekte temizleyeceğiz bu günahı? Mektubu mu yakmalı, hislerimi mi?"

Musa o gece ona cevap yazmış, aceleyle göndermişti.

"Mektubun artık ellerimde Kiraz Ağacındaki Hanımefendi. O artık benim. Benim günahım. Onu ne yakacağım, ne yırtacağım; onu saklayacağım, ta ki günah olmaktan çıkıp, sevabım olana kadar. Bu sözlerimi hatırla Hanımefendi. Aklından çıkmayacağım."

...

Musa ertesi gün ikizini ziyarete giderken, mutlulukla dolması gerektiğini kendine tembihleyip duruyordu. Ama koca bir boşluk gitgide büyüyordu. Belki de hapishane onda kalıcı bir durum yaratmıştı. Artık hiç mutlu olamayacak, hep kasvetli ve yenik hissedecekti. 

Gözlerini cama dayadı ve İsa'nın çalıştığı köy hastanesine giderken, geleceğine dair hayal kurmaya çalıştı. Oraya Yüsra'yı yerleştirdi. Çocuklarını. Mutluluğunu... Bir şeyler doğru hissettirmiyordu. Elini kalbine dayadı ve attığını duyumsadı. "Yaşarken öldün mü?" diye sordu kalbine. "Artık hissizleştin mi? Mektuplarında heyecanla uçuşuyordun, şimdi ne oldu sana?"

Henüz dalmıştı ki, gece boyunca uyuyamamanın verdiği rehavetle yeniden uyandığında, kaba bir korna sesi duydu. Dolmuş şoförü söylendi. Köyün ismini söyleyerek, inmesi gerekenleri uyardı. 

Musa, İsa'nın çalıştığı köyün burası olduğuna inanamadı. Tek tük evlerin olduğu, oldukça uzak ve tenha bir köye benziyordu. Dağların eteğinde evler konuşlanmış, tarlalarla çevrilmişti. Minibüs onu bırakarak yoluna devam etti. Bu köyde yalnızca kendinin inmiş olması da tesadüf değildi. Elektiriğin bile bu köye uğradığı muammaydı.

Yeniden korna sesi işitti. Güneşe karşın gözlerini kısarak traktörün üstüne baktı. Yolun ortasında durduğunu o anda fark etti, eğer geriye kaçmasaydı, traktörü süren kişi tarafından ezilecekti.

"Hey!" diye seslendi genç adam, onu geçip giden traktörün arkasından koşarak. "Bakar mısınız? Merhaba!"

Traktör ağır bir sesle fren yaparak durdu. Koca tekerleklerinden tozlar etrafa uçuşuyordu. Sürücüsü her kimse Musa onu göremedi. Ama sesini duydu. Afallayarak tökezlemesine de sesi sebep oldu. 

"Buyurun Beyefendi." dedi bir kadın sesi.  Sesinin tonu öyle tok ve diksiyonu öyle düzgündü ki, Musa bir kaç saniye sadece toz öbeğine gözlerini dikebildi. Genç kadın ısrarla sordu. "Köye mi gideceksiniz?"

"E-Evet..." dedi Musa, ahmak gibi kekeleyerek. Ama Allah aşkına, kaç kişi traktör süren bir kadınla karşılaştığında bunu normal karşılardı? Araba elbette. Bisiklet bittabi, ama traktör?

"Arkaya atlayabilirsiniz, sizi köyün merkezine bırakırım."

"Köyün merkezi mi?" Musa köye baktı. Merkezi de muhtemelen köyün kendisiydi, çünkü on tane ev var, yoktu.

"Göründüğü kadar küçük değildir. Evler dağınıktır, çoğu dağın eteğinde, ağaçların arasında saklıdır. Yabancısınız galiba?"

Toz öbeği dağıldı, kadın eğilmiş arabasının içinde bir şey arıyor, aynı zamanda da onunla konuşuyordu. Her ne arıyorsa buldu, onu cebine sıkıştırdı ve kafasını kaldırıp ona baktı. Musa bu tanıdık simaya bakarken, midesinde rahatsız edici bir his cereyan etti. Onu nereden tanıyordu? Kaşlarını çatarak çıkarmaya çalıştı. Kadının da kendisine bakarken renginin kül rengine döndüğünü ayrımsadı.

"Kardeşim..." diye mırıldandı Musa sersemlemiş bir halde. "Köyünüzde aile hekimi. İsa. Yeni atandı."

"Aile hekimi?" diye tekrarladı kız onu, sanki farklı bir dilde konuşmuş gibi. Musa kafasıyla onayladı. Kız yutkundu ve önünü döndü. Direksiyonu tutan elleri sıkılaşmıştı.

"Sizi oraya bırakabilirim, isterseniz."

Musa etrafına bakındı, hava sıcaktı, köye giriş yolu da çoraktı. Bu aşina gibi hissettiği yabancı kadının arabasına binerken tüm bunları bahane etti. Arkasına, tekerleğin üstünde ki kabartıya oturdu ve asla arkasını dönmeyen, konuşmayan, gülümseyen bu kadına eşlik etti.

Düşündüğü tek şeyse, kızın kahverengi gözlerinin gördüğü en anlamlı bakışa sahip olmasıydı. Kendinden utanarak düşüncelerini uzaklaştırdı. Kadın evli olabilirdi, kendisi de birine söz vermiş sayılırdı. Yüsra'yı, mektup arkadaşını nasıl düşünceleriyle aldatırdı? 

...

"Seni bulacağım." demişti adam ona. Mektubunda bunu söylerken, Rana gerçeklik payı olacağını asla düşünememişti. Onu gördüğünde kalbine inen ağrı, korku ve dehşetle, onu bulduğunu, yalanlarını ortaya çıkardığını sanmıştı. 

Halbuki Rana'yı tanımamıştı bile. Yüzüne bakmış ve kayıtsızca, kardeşini görmek istediğini söylemişti. Rana, onun bir ikizi olduğunu biliyordu ama Selnur'un düğününde dahi karşılaşmamıştı. Hekim olduğundan bihaberdi. Mektuplarında ondan bahsederdi ancak asla mesleğinden, nerede olduğundan bahsetmemişti.

Kalbinde yeşeren diğer şey ise-umut denen zehirli bir ağdı bu- sökülüverdi. Ellerine dolandı ve simsiyah bir katran gibi parmaklarında katılaştı. Yazdıkları böylesine ellerine dolanmıştı. Onun bu köyde ne işi vardı?

"Adınız ne?" diye sordu genç adam. Sesinin tonu Rana'yı sersemletti. Karşılaşmalarını hep hayal ederdi. Sesini senelerce hayal etmişti. Karanlıkta tam seçilmeyen gözlerini sık sık düşünürdü. Ama bunlar hayalden ibaret olurdu, onun asla kendine ait olmayacağını bildiği gerçeklerin aksine...

Şimdi gözlerini kafasının arkasında hissediyordu. Beli oklava gibi düzleşmiş, elleri terliyor, nefesi sıklaşıyordu. Bir el olsa sesi, onu okşuyor olurdu. Saçlarını seviyor olurdu. Bir koku olsa sesi, en misk kokuların harmanı olurdu. Onu koklamak ve yeniden koklamak isterdi insan. Bir insan olsaydı sesi... İşte o Musa olurdu. 

Genç kız çaktırmadan aynadan adama baktı. Adamın gözlerini boynuna diktiğini gördü. Kısacık saçları uzun kirpiklerini, siyah ve gür kaşlarını, sakalsız şekilli çenesini ve güzel burnunu ortaya çıkarıyordu. Onun için bunu diyebilirdi insan. Erkek güzeliydi. Rana günah dolu fikirlerini teperek mırıldandı.

"Rana." Onun kendini tanımıyor oluşuna halen içerlese de, kılığına bakınca hak vermeden edemiyordu. Altında şalvar, kafasında oyalı bir yemeni, üstünde dedesinden kalma yazlık askeri parka vardı. Öyle rezil haldeydi, öyle kılıksızdı ki; kırk yıl düşünse onun karşısına böyle çıkmayı hayal edemezdi. En güzel halinde bile onun gözlerine dokunamışken, bu haliyle dikkatini çekmesi olanaksızdı. İstediğinden değil. Artık saçma isteklerden, hayallerden vazgeçmişti.

Ama bu kadar yakınındayken aşık olduğu adam, ellerinin titremesine, kalbinin teklemesine engel olamıyordu.

"Seninle tanışıyor muyuz?"

Rana yalan söylemeliydi. Kolayca söyleyebilse, mektupta yaptığı gibi, işler onun için daha iyi olacaktı. Ama o yazarken yalan söyleyebiliyorken, konuşurken asla söyleyemiyordu. Dili ağzında şişiyor, kalbi tekliyordu. 

"B-Belki..." dedi kekeme bir aptal gibi. Lafı dolandırmaya çalıştı ama adamın daha çok dikkatini çekti. Adam öne doğru eğilerek motorun sesinden dolayı bağırdı.

"Nasıl olur da isminizi hatırlamam? Simanız çok tanıdık. Nerede tanıştık Hanımefendi?"

Hanımefendi, deyişi... Rana neredeyse yoldan sapacaktı. Neredeyse koca kamyonetten düşecekti. Yazdığı o naif kelimeyi dudaklarındna duymak genç kıza hiç iyi gelmedi.

"Hatırlamıyorsanız, önemsizdir." diye mırıldandı. Gözleri neden dolmuştu? Aptal bir genç kız gibi davranıyordu. O yirmi altı yaşında, aklı başında bir kadındı.  

"Önemsiz değildir..." diye bağırdı adam. "Bu hayatta tanıştığımız her insanın kaderimizde bir yeri ve çizgisi vardır. Lütfen, aptallığımı mazur görün ve söyleyin. Sizi nereden tanıyorum?"

"Ece'nin arkadaşıyım." dedi Rana, aynı şekilde bağırarak. "Aynı zamanda Selnur yengenizin de. Beni bir düğünden hatırlıyorsunuz. Çarpışmıştık biz... Ben üzgünüm. Vardık. İnebilirsiniz."

Rana yanan genzini temizleyerek adamın inmesini bekledi. Motoru susturmadı. Adamın hareket edip etmediğini duymadı. Kalbi çok ağrıyordu ve bilmediği bir sebepten kırgın hissediyordu.

"Özür dilerim." dedi adam arkasından, Rana'nın kalbini durduran bir sesle. "O geceye dair anılarım hep biraz buğulu. Hiç bir şey anımsamıyorum. Sadece sizle ilgili değil."

Rana ona, "Yüsra'yı da hatırlamıyor musun?" diye sormak istedi ama bu küstahlık olurdu. Adamı kandıran kendisiydi. Neden o kız duyduğu aşkı kıskanıyordu? Parazitten, yalancıdan başka bir şey değildi.

"Özrünüz kabul edildi beyefendi." dedi genç kız hafifçe gülümseyerek. Tebessümüne kendi bile aldanacaktı neredeyse. "Erkek kardeşinize selamlarımı iletin. Umarım köyümüzde uzun soluklu olur da, halkımız genç doktordan yararlanır."

"Söylerim." dedi genç adam arabadan atladıktan sonra ona doğru döndü. Aşağıdan yukarıya baktı. Rana ona yandan bir bakış attı. Yüzüne şöyle doyası bakmak nasıl olurdu? Onun her hattını incelemek, onunla konuşmak, sesinin sesiyle çarpışması? Haram olurdu, diye düşündü hüzünle. Yanlış olurdu. Yasak olurdu.

"Teşekkür ederim."diyen adam şaşkınca etrafına bakındı. Rana gaza bastı, adam arkasından bağırırken, gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalıyordu. "Ayrıca üzgünüm Rana. Hatırlamaya değer bir insansın!"

Öyle miyim, diye düşündü Rana. Artık hiç öyle hissetmiyordu. Adamın köyünden gitmesini umut ediyordu. Nefes almak için buraya saklamıştı. Bu nasıl bir kaderdi ki, onca özgür zamanlarında birbirleriyle hiç karşılaşmamışken, koca şehirde rastlaşmamışken, bu tenha köy girişinde birbirlerini bulmuşlardı?

Ya da Rana onu bulmuştu. Musa ise, bulmak istediğine çoktan kavuşmuş olmalıydı. Yüzünde ki tebessüm ve hafifleme bunu kanıtlıyordu.

"Köyüne gelmek isterim hanımefendi. Seninle o salıncakta sallanmak isterim.  Çekinme hemen, yanlış anlama da. Hayalimde yanına oturmaya iznim var. Sana dokunmaya iznim var. Gözlerine bakmaya... Gözlerin hangi renkti Hanımefendi? Hatıralarım puslu. Onların rengini bana yazar mısın?"

Rana hüzünle bu mektupları ezberlediğini fark etti. Ona gözlerinin rengini söylememişti. Gözleri ela değildi. Yeşil değildi. Mavi değildi. Sadece, kahverengiydi.

Görünmeyen kahverengi.

Kendi ruhu gibi...







Continue Reading

You'll Also Like

415K 3.5K 23
Hikayede sık sık +18 ve şiddete yer verilecektir! Yaş sınırını göz önünde bulunduralım.
783K 32.7K 49
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
sitâre By ⠀ོ

Short Story

3.4K 433 12
İnsanın kendi hikâyesinin başrolü olabilmesi için kaç elekten geçmesi gerekir? Ben Sitâre. Sıradan bir hayatın, sıradan bir figüranıyım.
2.1K 384 14
Bir kaza sonucu anne babasını kaybeden genç bir kızın kendine aile kurma çabasının en acı verici hikayesi... Kimsesiz kalan ve bunu hayatının gerçeğ...