Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 58: Yol Ayrımı
Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...

32.7K 2.7K 4.3K
By EsraCanlii


***

♫ Bölüm Şarkısı: Billie Eilish - I love You 

***

"Ağladığında verdiğim sözler gözyaşlarını değil, gözyaşlarının sebeplerini silmek içindi..."

Böyle demişti bir keresinde.

Bense o günden sonra her ne zaman ağlasam, bilirdim; önce bir eli yavaşça yanağıma uzanacak ve işaret parmağı, yanaklarımın üzerinden geçerek gözyaşlarımı hemencecik silecekti. Ardından ise aynı sihirli eller o yaşların sebeplerini silmekle ilgilenecekti... Bu, hep böyle oldu.

Ta ki o güne kadar...

Düzenlenen bir tezgahla, anlaşmak için gittiği Müsteşarı öldürmek zorunda bırakılmasından ve o ana ait görüntülerin kamuoyuna servis edilmesinden yalnızca dakikalar sonra... Sırılsıklam olmuş bir polis üniformasıyla karşıma geçip ölümü, ayrılığı, insan ruhuna acı veren o tüm her şeyi sıradanlaştıran donuk sesiyle bana o cümleyi kurduğu güne kadar...

"Ben gidiyorum Deniz. Yalnız gidiyorum."

Düşündüm... Yağız'ın dudaklarından dökülen o veda kokulu cümlenin hem öncesinde hem de sonrasında ne kadar çok ağladığımı düşündüm. Ve Yağız'ınsa ben karşısında ağlarken sadece beni izlemekle yetindiğini, gözyaşlarıma hiç dokunmadığını ve nihayetinde o yaşları sadece benim ellerimin sildiğini... Uzun uzun düşündüm.

Yağız, o gün benim gözyaşlarımı silmemişti.

Çünkü kendi içinde, sebeplerini silemeyeceği yaşlara dokunmayacak kadar tutarlı bir adamdı.

Bense, o gün nereden bakarsanız bakın, gözü çıkana dek ağlamış, gözden çıkarılmış bir kadın...

---

"Zincirlikuyu'daki konuyla ilgili... Dıdırıt... Malum şahısların son görüntüsüne Emirhan Caddesi üzerinde rastlanmıştır... Dıdırıt... Darphane civarında oldukları tahmin edilmektedir... Dıdırıt..."

Yağız'ın dudaklarından dökülen o son cümle, benimse gözümden süzülen o son damla, polis telsizinden gelen anons sesini hiç duymamışız gibi havada dondu kaldı.

"Boğğs" İçeri, ağzını tutarak giren Kevin'ın bir şeyleri duyduğu muhakkaktı. "Poğiğsleğ geliğo, foğk! Çoğbok çokoğloğm boğdoğn!"

Ayakta öylece dikiliyorduk. Ben Yağız'a bakıyordum. O bana bakıyordu. Birbirimizde gördüğümüz neydi?

"Boğğ! Siğe diyoğuğ... Foğk!" Kevin koşarak yanımıza yaklaştı. O an bizde gördüğü neydi?

"Aracı hazırlayın." Yağız, gözlerini gözlerimden çekmeden cevap verdi Kevin'a. "Arkadan çıkacağız." Ve bakışlarını yüzümde tutarak ses tonunu yükseltti. "Pavel!"

Pavel, saniyeler içinde koşarak odadan içeri girdi. Yağız, önce Pavel'e Rusça oldukça uzun bir cümle kurdu. Ardından bana Türkçe fakat çok daha kısa bir cümle kurdu.

"Pavel'le birlikte araca geç. Buradan tek başına gitmen güvenli değil şu an..."

Yüzümde saçma bir gülümseme peydah oldu. "Tek başına gitmek, senin tekelinde olan bir şey çünkü. Değil mi?"

"Pavel, Deniz Hanım'a eşlik et." Yağız, beni duymazdan gelerek direkt Pavel'le, hem de Türkçe, muhatap olmuştu. Demek ki istediklerinde anadilimizde de anlaşabiliyorlardı.

Gözümde donan damla aşağı süzüldü o an. Bir süre Yağız'ın yüzüne öfkeli bakışlar attıktan sonra hızla arkamı dönerek Pavel'in ardından yürümeye başladım.

On dakika kadar sonra bir cenaze aracının içinde, seyir halindeydik. 'Kel' olduğu polis telsiz kayıtlarına kadar geçmiş olan Pavel, başında bir şapkayla aracın şoför koltuğunda oturuyordu. Kevin yan koltukta 'ölü yakını' olarak seyahat ederken biz ise Yağız'la layık olduğumuz yerde, cenaze aracının tabut taşınan bölmesindeydik.

İkimizin arasında içi boş bir tabut vardı. İkimizin arasından muhakkak ki bir şeylerin cenazesi kalkmıştı.

"Benim tekelimde değil..." dedi, aramızdaki 'ölüm' sessizliğini bozan Yağız olmuştu. Sorduğum malum soruyu ancak cevaplıyordu. "Benim tekelimde olsaydı, tek başıma gitmeyi seçmezdim."

Aracın içinde gözlerimiz ilk defa kesişti o an. Tam bir şeyler söylemek için ağzımı açıyordum ki ön taraftan Kevin'ın sesi duyuldu:

"Boğs... Çeviğmeğ!"

Yağız hızla yerinden kalkarak orta yerdeki tabutun içini açtı. Ardından elini bana doğru uzattı. "Acele et!"

Ben "ne-nasıl?" gibi kesik kesik sözcükler mırıldanırken Yağız'sa elimden tuttuğu gibi beni tabutun içine çekti ve kendisi de yanıma girerek tabutun üstünü kapattı. Şimdi tam olarak bir tabutun içinde, burun burunaydık.

"İyi misin?" dedi, sessizce. Eli daracık tabutun içinde elimi yakaladı.

"İyi olmak için fazla saçma bir yerde değil miyim..." Elimi elinden çektim.

"Sadece benimle birliktesin" dedi, imalı bir ses tonuyla. "Kendini, her an bulabileceğin şeyin içindesin."

"Selamınaleyküm... Başınız sağ olsun..." Yağız'ın kulaklığından yabancı bir ses geldi o an. Kevin'ın bahsettiği çevirmeyi yapan polis olmalıydı bu.

"Doğstlağ düşmağnlağ sağ olsuğ..." Kevin, ağzındaki yaraya rağmen konuşmasını çabuk toparlamıştı fakat Türkçe'sini, değil...

"Size ne oldu, geçmiş olsun?" dedi, polis.

"Trafiğ kazağ... Dağıldığ beniğm çeneğ, konuşağmıyoğ... Çoğk kötüğ... Kaynığm da kazadağ öldüğ." Kevin 'kayın' nerden biliyordu?

"Hadi ya... Çok geçmiş olsun tekrardan... Kimlikleri görebilir miyiz?"

"Tabiğ..."

"Yakalanacağız!" diye fısıldadım o an korkuyla. Ya tabutun içini de açarsaydı polis? Ölüye olsun saygı duyabilirler miydi? Cenaze aracında bile kamufle olamayacksak, nerede olacaktık hem? Direkt mezara mı girseydik? İç sesim, düş yakamdan!

"Kimlikleri temiz..." dedi, Yağız'ın yüzüme değerek korkumu hafifleten nefesi. "Sıkıntı çıkmayacak" diye ekledi sonuna da. Fakat yahu, kimlikleri nasıl temiz oluyordu? Bu ülkede kirin üstünü örtmek ne kadar da kolaydı...

"Buyrun kimliklerinizi... Bir de arkayı görelim?" Polisin sesi, Yağız'ın kulağındaki cihazdan tekrar duyuldu.

"Yağız... Yağız! Geliyor adam! Ne yapacağız?"

"Şişşt şişşt şişşt... Sorun yok." Yağız'ın elindeki silahı hafifçe yukarı doğru kaldırdığını hissedebiliyordum.

On beş, yirmi saniye kadar sonra ise bulunduğumuz yerin kapısı açılmıştı. Benimse korkuyla atan kalbimin sesi, kulaklarımı patlatacak gibiydi.

"Kaynığm..." Kevin'ın ağlamaklı sesi tekrar duyuldu. "Çoğk geğnç fevağt eylediğ. Kocağsı da peğişan..."

"Kocası mı?" dedi, polis hayretle.

Derdi elbet. Çünkü Kevincığım, 'kayın', karı veya kocanın erkek kardeşine deniyordu. Ve ülkemiz, henüz eşcinsel evliliklere pek(!) hazır değildi.

Fakat neyse ki polis, Kevin'dan daha fazla saçmalama potansiyeline sahipti ki, sözlerine bir soru cümlesi daha ekledi: "Kocası adam mıydı?"

"Tabiiğ tabiiğ..." dedi, Kevin. Tabii mi? Pekiştirilmiş 'tabii' hem de?

"Tercih meselesi yani..." dedi, polisin samimiyetten uzak sesi. "Yazık... Sizin karınız da mahvolmuştur, kardeş acısı zordur."

Ve Kevin, tüyü diken cümleyi kurdu. "Yoğk beğn evleğnmediğm dağa."

"Allah Allah..." Polisin sesi şaşkındı. "Sizin sülale biraz karışıkmış."

Ben, o sıralar konumum itibariyle gerçek anlamda ecel terleri dökerken Yağız, tabutun içinde Kevin'a ince ince küfürler ediyordu.

Kısa bir sessizliğin ardından ise dışarıdan bir telefon sesi duyuldu. Polis, Kevin'a "Bir dakika bekleteceğim sizi..." diyerek telefonu cevapladı.

"He İbo, söyle?"

Fakat Yağız'la birlikte, polisin konuşmasını sona erdirip kontrolü tamamlamasını beklediğimiz sıralarda dışardan bir ses daha geldi:

"Bismillahirrahmanirrahim."

Sonra bir ses daha:

"Siz tutun abi şuradan... Tamam, burası bende."

Ve bir ağıt:

"Ah ninem!"

İçinde bulunduğumuz tabut hareket etmeye başlamıştı. Yağız öfkeyle mırıldandı. "Siktir, ne oluyor? Kevin!"

Kevin'dan cevap gelmiyor fakat etraftan gelen sesler çoğalıyordu:

"Pek ağırmış."

"Kaç yıldır yatalaktı kadın..."

"100 kilodan fazladır."

"Vah zavallı Zehra ninem!"

İçinde bulunduğumuz tabut, birtakım insanların omuzları üzerinde ilerlemeye devam ederken nihayet uzaklardan Kevin'ın sesi geldi:

"Stoğp! Beniğm ölümüğ çalıyoğlağ!"

Koşturma, ayak sesleri, polis telsizleri, bağırışmalar...

Ve tekrar Kevin:

"Kaynıııığm! Beniğm ölüğm o! Fağk! Bırakğın!"

Ve polis:

"Hop! Kardeşim! Bırakın adamın ölüsünü! Sizin değil o tabut! Sizin aracı öne çektik, oraya gidin! Aha, bakın oradaki işte... Bu ölü sizin değil! Allah Allah..." Aynı polis, ardından telsizine döndü. "Dırırıt... Amirim, şu an için burada olumsuz bir durum yok. Dırırıt... Ölüler birbirine karışmış. Ama düzelttik biz efendim. Dırırıt..."

Cemaat ise şaşkındı:

"Tövbe estağfurullah!"

"Olacak iş mi yav?"

"Olur mu canım öyle şey?"

Bu, kesinlikle bir karabasan olmalıydı. Üzerimizde bir kabus vardı ve kımıldayamıyorduk! Dışarıda olup biten her şeyi karanlık, dar bir tabutun içinden anlamaya çalışıyorduk.

Ben kendimce dualar ediyordum, Yağız kendince küfürler ediyordu. Çünkü cenazeleri karıştıran kalabalık bir cemaat, bizi 100 kiloluk Zehra Nine niyetine mezarlığa, gömmeye götürüyordu.

Kevin'ın feryadı tekrar duyuldu o an. "Fağk! İndirğin kaynığmı... Hadiğ!"

"Getir kardeşim şöyle..." dedi polis, bir kez daha devreye girerek. "Hadisene be kardeşim!"

"Bilemedik ki şimdi komiserim" dedi, kalabalıktan biri. "Ne yapsak?"

Mesela tabutu geri mi bıraksanız?

Hayır, cemaat neyin kararsızlığını yaşıyordu? E Zehra Nine falan değildik işte? Elleri değmişken bizi de gömesileri gelmişti?

Polisin sabrı taşmıştı. "Bırakın lan hadi şu tabutu şuraya! Tövbe tövbe..."

Cemaat ikna olmaya başlamış olmalıydı ki "E bırakalım bari o zaman Muzaffer Abi..." dedi, kalabalıktan bir ses.

"E hadi öyle yapalım o zaman..." dedi, diğer ses.

"E hadi o zaman..." dedi, diğeri de.

Ve nihayet hep beraber mutabık oldular:

"E hadi..."

Yağız, dişlerinin arasından sessizce mırıldandı o an. "E zahmet olacak amına koyayım!"

---

Tabutun cenaze aracına 'zor da olsa' geri bırakılması, ardından aracın kapısının kapanması ve Kevin'ın polisle bir posta daha girdiği birtakım saçma diyalogların akabinde Pavel'in nihayetinde gaza basmasıyla, yolumuza devam edebilmeyi başarmıştık.

Yağız, tabutun kapağını fırlatırcasına açtı hemen. "Gel... İyi misin?"

"İyiyim" dedim, donuk bir sesle.

"Ter içinde kalmışsın" dedi, beni kolumdan çekip tabuttan çıkarırken.

"İyiyim Yağız" dedim tekrar, kestirip atar bir ifadeyle.

Bununla ilgili konuşmak istemediğimi anlamış olacak ki yüzüme bir süre baktıktan sonra sıkıntılı bir nefes vererek cümlelerinin hedef kitlesini değiştirdi. Ara bölmeye bir yumruk atıp sürgüyü aralayarak bağırdı. "Gerizekalı! Aracın başından niye ayrılıyorsun sen? Gözlerin nereye bakıyordu o herifler bizi omuzlarına alırken?"

"Fağk! Diğer poliğs yanınağ çağırdı. Ne yapsaydığm? Jesus! Beğn ne bileyiğim siziğ çalağcaklar?"

"Hah! Bir de neymiş, kaynınmışım sözde! Ama kocam varmış? Üstelik sen de hiç evlenmemişsin?" Yağız'ın yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. "Polis sana cenazenin kime ait olduğunu bile sormamışken o aptal ağzını ne diye açıyorsun ki? Hayır, yani biraz daha mı dağıtayım onu, bunu mu istiyorsun?"

"Boğs... Çoğk üstümeğ geliyoğsun! Bugüğn hep kılık değiştim, bi kadığn oldum, bi adağm oldum... Ölücü arabasığnda kafam kağıştı, 'kayın' dedim. Fağk! Ne yapiyiğim?"

"Efendim..." Bu, cüssesini dahi gölgede bırakacak kadar güçlü ve tok ses, 'ölücü arabası'nın sürücü koltuğundaki Pavel'den yükselmişti.

Yağız, hızlıca yüzünü sıvazlayarak, kendini sakinleştirmek için olsa gerek, derince bir nefes alıp verdi. "Söyle Pavel?"

Pavel'in Yağız'a Rusça olarak sormaya devam ettiği soru cümlesinde adım geçmişti.

Yağız ise "hayır" dedi Pavel'e cevaben, gözlerini tam gözlerime odaklamıştı. "Dikkat çekmeyecek bir yerde dur. Siz inin..."

'Dikkat çekmeyecek bir yerde' inmesi istenen kişilerden biri Pavel biri de bendim... Yağız benim yanımda, benim adıma karar veriyordu yine. Hem de bunu gözümün içine baka baka yapıyordu.

Ben de tıpkı onun gibi gözlerimi, ondan hiç ayırmadım o an. Yaklaşık iki dakika sonra araç, o 'dikkat çekmeyecek yerde' durduğunda da gözlerimi, gözlerinden hala hiç ayırmamıştım.

"Pavel..." dedi, sesi biraz evvelkine göre daha şefkatli çıkmıştı. "Pavel yanında kalmaya devam edecek... Ben..." Sesi daha da yumuşadı. "Ben gideceğim... Ama senin tamamen güvende olduğunu görmeden değil. Önce bunu sağlamam gerek. Hiç değilse benim yüzümden başının belaya girmeyeceğinden emin olmam gerek..." Yutkundu. "Gitmeden görürüm seni..." Ardından sesine tekrar soğuk bir ton yerleştirdi. "Deniz... İn hadi."

Yüzüne meydan okur gibi baktığıma eminim.

Fark etmiş olacak ki, cümlesini yineledi. "Deniz... İn lütfen. Hadi..."

"İnmeyeceğim." Pat diye çıktı bu kelime ağzımdan.

Kaşları çatılmıştı. "Anlamadım?"

"İnmeyeceğim, dedim. Neyini anlamadın tam olarak?"

"Deniz!" Gözlerini sıkıca kapatıp hızlıca açtı."Bak... Bana kırgınsın, kızgınsın. Ama ben senin yarın hayatta ve güvende olacak olmanı, bugün bana karşı ne hissettiğinden daha fazla önemsiyorum. O yüzden... İn şimdi şu araçtan."

Başımı iki yana salladım. "Hayır inmeyeceğim."

"Deniz!" Sesi bu kez öfkeli çıkmıştı.

"Yağız!" Gözlerimi sıkıca kapatıp hızlıca açtım. "Bak... Bana şu an kızgınsın, sinirlisin. Ama bugün senin yanında olmayı, yarın hayatta ve güvende olacak olmaktan daha fazla önemsiyorum. O yüzden... İnmeyeceğim bu araçtan."

Bir süre yüzüme şaşkın gözlerle baktı. "Sen..." dedi sonra, garip bir hayal kırıklığı vardı ses tonunda. "Sen şu an beni anlamaktan neden bu kadar uzaksın Deniz? Gördün, biliyorsun; ikimize bir yol çizmek için yapabileceğim her şeyi yaptım. Seninle olmak için... Her şeyi... Ama şimdi... Ortada ne yol kaldı ne çizgi... Ölmek ya da ölü gibi yaşamak dışında, çıkar hiçbir yol yok artık. Ve ben bu noktada yalnız devam etmek zorundayım. Ki bunu en başından beri öngörebiliyor olman lazımdı... Çünkü sana hiçbir zaman bunun aksini düşünmeni gerektirecek sözler vermedim. Tam tersi, seni buna hazırladım. Hem seni hem kendimi..."

Bense Yağız'ın kendince yaptığı 'açıklamayı' duymamış gibi başımı sağa sola sallayarak yineledim o an bir kez daha. "İnmeyeceğim."

"Deniz..." Yağız, içten içe sabır çeker gibiydi. "Neden bunu bir güç savaşına çeviriyorsun? Bu öyle bir şey değil. Benimle neden restleşiyorsun? Gidersen ben, kalırsan sen kazanacakmışsın gibi meydan okuyan gözlerle bakıyorsun bana. Bu... Bu doğru değil. Sen şu araçtan çıkıp gittiğinde mutlu hissedeceğimi mi zannediyorsun? Ben... Ben berbat hissedeceğim Deniz. Ama artık bu his meselesi değil, hayatta kalma meselesi. Ve ben şu an senin bırak hayatının, incinen tırnağının dahi sorumluluğu altına giremem."

Daha konuşacak gibiydi ki araya girdim. "Ben kendi aldığım kararlardan doğan sonuçları başkasına mal etmem... Bugüne dek yaptığım tüm seçimlerin sorumluluğunu üstlendim." Yüzüne imalı gözlerle bakarak devam ettim. "Bu sözler bir yerlerden tanıdık geldi mi? Hayır, gelmesi gerek çünkü bunları birkaç hafta kadar evvel bana söyleyen sendin. Redkey operasyonundan bana gelmek için mi vazgeçtiğini sorduğumda, beni böyle bir sorumluluğun altına sokmaman gerektiğini söylediğimde... Bana bunları sen söyledin. Fil hafızan var ya, hatırlarsın. Sonra da şöyle devam ettin. Bu yola girmeyi seçerken sebeplerim vardı. Bu yoldan dönmeyi seçerken de sebeplerim var. Ve sana gelmek istemeyi, o sebeplerin arasına dahil edip etmemek benim meselem, senin değil." Yüzümde yersiz bir tebessüm oluşmuştu. "Şimdi ise Yağız Saran... Bu benim meselem... Kendime bir yol seçerken 'Seninle gelmek istemeyi' hayatımdan ve incinecek tırnağımdan daha geçerli sebepler arasına dahil edip etmemek benim meselem, benim sorumluluğum... Senin değil."

Yüzüme hayret eder gözlerle bir süre kadar baktıktan sonra derince bir nefes verdi. "Dünya üzerinde, ne tür bir insan, bir cenaze aracından inmemek için bu kadar ısrarcı olabilir?"

"Bilmem" dedim, gözlerimi kocaman açarak. "Belki de nereye gideceği belirsiz bir hayatı yaşamak yerine, istikameti en başından belli olan bir cenaze aracında olmayı tercih edecek türden bir insandır..."

"Sana tercih etme gibi bir hakkın olduğunu kim söyledi?" dedi, ellerini iki yana açarak. "Sana böyle bir hak verdiğimi hatırlamıyorum."

Kollarımı bağlayarak arkama yaslandım. "Hatırlayamazsın. Çünkü vermedin. Çünkü hak, verilen bir şey değildir."

"Ha, evet!" dedi, imalı bir sesle. "Kahrolsun Emperyalizm, evet... Bildiri de okuyacak mısın?"

"Fena fikir değilmiş..."

"Deniz!" dedi, dişlerini sıkarak.

"İnmeyeceğim işte ya! İn-me-ye-ce-ğim!"

"Ah..." Yüzünü bilmem kaçıncı kez sıvazladı. "Deniz, bak..."

"Baktım ve inmeyeceğim." Sesim gayet sakin çıkmıştı. "Gel, istersen beni zorla indir araçtan, ha? Şöyle yaka paça... Ne dersin? Zorbalık, yabancı olduğun bir şey değil nasılsa. Gel, yap."

Yüzüme, bütünüyle 'şaka' olmamı ister bir ifadeyle bakıyordu. Bense devam ettim.

"Hadi..." Kollarımı bağladım. "Gel dene..."

İnşallah denemez.

Belki yirmi, belki de bir otuz saniye kadar, gözlerindeki o 'şaka' olmamı isteyen ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti. Ardından derince bir nefes alıp yutkundu. Ve gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan aracın ön bölmesine eliyle birkaç kez vurdu.

"Pavel..."

"Efendim?" Pavel'in sesi, emire hazırdı.

"Devam et" dedi Yağız, keskin bir ses tonuyla. "Deniz Hanım cenaze aracından inmek istemiyor."

Yüzümde tam 'başarmış' olmanın verdiği haklı sevinç ifadesi uyanacaktı ki Yağız cümlesini tamamladı:

"Sen, Şile'deki yere doğru sür, biz nasılsa orada ineceğiz... Sonrasında Deniz Hanım, dilediği kadar cenaze aracıyla seyahat edebilir..."

---

"İneceğim!"

Bir saat kadar sonra araç deniz kenarında, bir tepenin tam ucuna konumlanmış devasa büyüklükteki bir evin önünde durduğunda, elimle aracın kapısına uzanarak böyle haykırmıştım.

"Anlamadım?" dedi, Yağız cenaze aracından dışarı ilk adımını attıktan sonra. Ellerini, sürgülü kapının iki yanına bir kartal gibi açmış, dış dünya ile arama bedeni ile paravan oluşturmuştu.

"İneceğim ben" diye yineledim tekrar, kırık dökük sesimle.

"Neden?" Kafamı ne yöne uzatsam, Yağız kolunu oraya getiriyor, dışarı adım atmama müsaade etmiyordu. "Biraz evvel tam tersini istiyordun..."

Göğsünden ittirerek gövdemi hızla araçtan dışarı attım. "Şimdi de böyle istiyorum!"

Yüzüme ifadesiz gözlerle bir süre baktıktan sonra "sen sadece..." dedi, "sadece erteliyorsun..."

Tam ağzımı bir şeyler söylemek için kımıldatacaktım ki "Pavel!" dedi, Yağız.

Araçtan hızla inen Pavel ağır adımlarla yanımıza geldi. "Efendim?"

Yağız, savaş yöneten bir komutan edasıyla konuşmaya başladı. "Cenaze aracını yok et. Ekipmanı depodan çıkar. Zemine in. PR plakalıyı hazırla. Ve hepsini oraya sevk et. Yarım saate çıkacağız..."

"Emredersiniz!"

"Kevin?"

"Boğs?" Kevin, yıldırım hızıyla dibimizde bitti.

Yağız, cebinden çıkardığı anahtarları Kevin'a fırlattı. "Mahzene in, sistemi çalıştır. Seninle biraz işimiz var orada..."

"Okeğy!"

E ben? Bana da bir şey söylesin. Ben ne yapayım? Ya da yok. Yok. Kötü şeyler söyleyecekse sonsuza dek sussun.

"Deniz?"

"Evet?" dedim, o an emir bekleyen bir er gibi keskin çıkmıştı sesim.

"Eve gir, terasa çık. Sağdan ikinci odaya girdiğinde sol köşede bir gardırop göreceksin." Başını sağa sola sallayıp sesli bir nefes verdi. "Git orada üstünü falan değiştir, ıpıslaksın. Hasta olacaksın."

Hadi bakalım Deniz, yine iyisin. Resmen kilit roldesin. Daha işlevsel olamazdın bugün!

Yağız'a hiçbir şey söylemeden hızlı adımlarla arkamı dönüp eve doğru ilerleyen Pavel ve Kevin'ın peşinden gittim. Girilecek olan mahzen, neydi? Hazırlanacak ekipman, yapılacak sevk, yarım saate çıkılacak şey neydi?

Hiçbir fikrim yoktu. Çünkü ıpıslaktım. Ve üstümü değiştirmezsem hasta olacaktım.

İçimi kemiren sorular ve birtakım hastalıklı düşünceler eşliğinde, dışı kadar içi de ihtişamlı olan taşlık evin üçüncü katından terasa geçerek, sağdan ikinci odaya girdim. Üzerime elime geçen bulduğum ilk hırkayı geçirerek terasın cam bölmesinin tam önününe konumlandırılmış TV'yi açtım.

Açmaz olaydım.

TV AÇ

Billur TV / Meclis Oturumu

Kürsü: "Yazıklar olsun!"

Masalara vurulan yumruklu protesto sesleri...

Meclis Başkanı: "Sayın milletvekilleri, lütfen!"

Kürsü: "...Gerçekten yazıklar olsun. Uzatılan eli sıkmayacaksan sıkmazsın, dönüp arkanı gidersin. Eyvallah... Ama o aşağlık adam, devletin ona uzattığı o dostane eli ne yaptı, gördünüz! O eli, kırdı, kırdı! Ama bundan kurtuluş yok ona. İki cihanda da peşindeyiz artık! Hem onun hem de o destekleyicileri var ya, o destekleyicileri... Bak, evet... Evet..."

Yükselen yuhalama sesleri.

Kürsü: "...Evet bakın, kendilerini belli ediyorlar. Elimiz yakanızda! Hepinizin yakasında!"

Muhalefet sıraları: "Hadi oradan utanmaz herif! Önce koskoca Müsteşarı, silahsız, korumasız, düne kadar 'katil' dediğiniz bir adamın kucağına atacaksınız, ona gizli anlaşmalar önereceksiniz, teklifler sunacaksınız... Sonra işler, istediğiniz gibi gitmeyince de siz 'barış güvercini' olacaksınız, biz o adamın 'destekçisi'? Öyle mi? Bu ne aymazlıktır be!"

Değiştir

MİM TV – Siyaset Cengi Programı

Yorumcu 1: "Elinizi vicdanınıza koyun, Allah aşkına... Her ne olursa olsun... Yağız Saran bir suçludur. Adam öldürmüştür, adam kaçırmıştır, bulaşmadığı illegal hiçbir faaliyet kalmamıştır. Gerekçesi her ne olursa olsun bu adam eli kanlı, azılı bir suçludur. Katildir. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mahkemeleri vardır. Hakimleri vardır. Savcıları vardır. Bu adamı alırsın, götürür yargılarsın. Hukuksal tüm ihtimaller yargı sürecinde oturulur konuşulur. Hafifletici tüm sebepler de o zaman tartışılır... Yani bunun başka türlüsünün akılla mantıkla izahı mümkün değil. Sen devlet misin tefeci misin, mafya mısın? Kimsin? Bu yapılan nedir, biri bana açıklasın. Ücra bir köşede, ülkenin İstihbarat Teşkilatı'nın en tepesindeki adamı, koskoca Müsteşarı, bir katille nasıl yalnız bırakırsın? Böyle pazarlık mı olur? Böyle adalet mi olur? Üç beş kişi oturmuş, milyonlarca insan adına böyle bir karar alıp saçmalık ötesi bir plan yapmış. Sonra plan işe yaramayınca da, bir de utanmadan TV'lere görüntüleri servis etmişler... İnanılır gibi değil. Nereden tutsanız elinizde kalıyor!"

Yorumcu 2: "Yanlış yerden tutuyorsunuz çünkü... Hayır anlamıyorum ben, siz nerede, hangi gezegende yaşıyorsunuz? Devlet dediğiniz organizma ne zamandan beri bu kadar temiz? Çok romantik sözler bunlar. Çok gereksiz bir duyar peşindesiniz. Devlet gerekirse, eğer bu halkının menfaatineyse, elbette gider katille de görüşür, teröristle görüşür, itle de görüşür, uğursuzla da görüşür... Bu, tarihin her evresinde denenmiş bir yöntemdir. Ki Yağız Saran sıradan bir suçlu değil. Bu adamı yakala, ki becerebiliyorsan yakala hadi. Git yakala, yargıla, 250 yıl ağırlaştırılmış müebbet ver, koy kodese. Eee... Hani ne oldu yani? Çürüt adamı iki duvar arasında. Öyle bir zihni, öyle bir beceriyi, ender bir zekayı çürüt. Sana bana ne faydası var bunun? Olmaz... Devletler her zaman 'win win' bakar meseleye. Bu adamla anlaşmak, hatta gerektiği takdirde ondan faydalanmak... Yapılması gereken buydu. Denendi de. Fakat bir şeyler ters gitti. Ki ben... Bilmiyorum bunu dile getirmem ne kadar doğru ama, açıkçası orada yaşananların tam olarak görüldüğü gibi olduğuna inanmıyorum. Başka bir şey var o işin içinde."

Moderatör: "Evet, bu görüşe sahip oldukça sosyal medya kullanıcısı da var ki, biraz evvel Twitter'da bir hashtagh açıldı. #BirAçıklamasıOlmalı etiketiyle pek çok kullanıcı Redkey kod adlı Yağız Saran'dan bir açıklama bekliyor."

Yorumcu 3: "Yapması lazım yani... Şu, şu oldu demesi lazım. Müsteşarı öldürmeden önce söylediği sözler falan... Bilmiyorum bende de pek birleşmedi parçalar... Bir şey var ama ne?"

Yorumcu 1: "Ortamlarda sosyal demokratız diye gezersiniz bir de... Nasıl bir şey bu ya? Adam gözünüzün önünde koskoca Müsteşarı öldürdü. Hala izah mı bekliyorsunuz? Ne katilsevici varmış ülkede arkadaş!"

Yorumcu 2: "Lafınızı bilin, sözlerinize dikkat edin! Kimin ne sevici olduğunu tüm Türkiye çok iyi biliyor!"

Değiştir

KRTY TV – Utanç Günlüğü

"Tarihe geçen kara bir leke..."

Dıdıt dıdıdıııııdıt dıdı dıdı dıdırı dıııııdıt...

"Teröristle pazarlık kanlı bitti..."

Dıdıt dıdıdıııııdıt dıdı dıdı dıdırı dıııııdıt...

"Gizli görüşmenin perde arkası... Az sonra KRTY TV'de..."

Değiştir

ZANTV – Müi'minden Münafıka Şer-i Kelam

Vaaz: "Rabbülalemin... Devletimiz kimlere emanet? Ne tür bir şeytan işidir bu? Görün kardeşlerim... Düşmanı görün. Biz, Redkey'ın gazabını defetmek için 'Ya Rabbi, iman, iman, imaaaan' der idik. İman ver ki, güç ver ki ey Yarebbi... Memleketimizden o kafiri def edelim der idik. Şimdi düşman bir iken üç oldu, beş oldu, yüz oldu, bin oldu Yarabbi... Devletimizin idaresine kimler gelmiş böyle? Bu zulüm nedir böyle? Karılarımız, kızlarımız, kundaktaki yavrularımız Yarebbi... Ey onlar şimdi nasıl rahat uyuyacak Yarabbi? Biz kulların bu zulme nasıl dayanacak Yarebbi?"

Ağlaşmalar.

Vaaz: "Hepsinin üzerine gazabını niyaz eyle Yarebbi!"

Cemaat: "Amin!"

Vaaz: "O devlet yöneticilerini helak eyle Yarebbi!"

Cemaat: "Amin!"

Vaaz: "Redkey'i başımızdan def et Yarebbi!"

Cemaat: "A-..."

Değiştir

İNT TV / Perde Arkası Programı

Konuk1: "O görüşmede bir iş var... Yağız Saran, oraya niye gitti, eğer talepleri reddedip Müsteşarı öldürecekse idi... Bu, hiç inandırıcı değil."

Konuk2: "Ne olmuş olabilir, yapmayın Allah aşkına?"

Moderatör: "Sizce görüşmeye biri müdahale mi etti yani?"

Konuk1: "Bakın, ben başka bir şey söylüyorum. Biri müdahale etti, demiyorum. Ama Müsteşarı kameralar karşısında öldürmek Yağız Saran'la örtüşmüyor... Bu işte, bir iş var. O yüzden biz diyoruz ki, orada bir şeyler oldu... Henüz tespit edemesek de biliyoruz, oldu. Hiçbir şey olmamışsa bile kesinlikle bir şeyler oldu."(^-^)

TV KAPAT

Denizciğim, al; bu akıl. Al bunu, git ötede çıldır... Çünkü hiç çıldırmamış olsan bile, kesinlikle çıldırdığını söyleyecekler.

Hiç değilse hakkını ver!

"Fağk!"

Kanepenin üzerine çarptığım kumandanın çıkardığı sesi, üst katın girişinde beliren Kevin'ın yakarışı takip etti. Ardındansa bir araba sesi...

Hızlı adımlarla pencereye koşup perdeyi araladığımda bir arabanın evin bahçesinden ayrıldığını gördüm.

"Nasıl yani?" dedim, şaşkın bir ifadeyle. "Yağız mı o? Öylece gitti mi yani? Ne... Ne-reye?"

Kevin öfkeyle homurdandı. "Yanıldığımı göstermeye!"

Gözlerimi kapayarak hızlıca yüzümü sıvazladım. Konunun Cemal Suphi Dayı'yla ilgili olduğunu anca idrak etmiştim. Saatler evvel Kevin'ın gösterdiği şüpheli fotoğrafları ve üzerine Cemal Suphi'den aldığım fakat cevaplayamadığım telefonu...  Yağız sonunda hepsini öğrenmişti demek... "Anlattın..." dedim, derin bir nefes alarak. "Fotoğrafları da gösterdin..."

"Yeah..." dedi, Kevin hayıflanarak.

"Ve sana inanmadı" dedim, aynı şekilde hayıflanarak.

"Ya..." dedi Kevin. "Ne büyüğk surprise!"

O an Kevin'ın kolundaki saatten sinyal sesi yükselmeye başladı. "Arıyoğr." Boğazını temizleyerek saatin sol alt düğmesine bastı. "Boğs?"

"Deniz yanında mı?" dedi, Yağız tek nefeste.

"Burdayım!"

"Dayımı geri ara" dedi Yağız'ın sesi. "Şimdi..."

Yağız'ın cümlesinin ardından Kevin'la birbirimizin yüzüne baktık. Kevin, durumdan haberdar olduğunu gösterir gibi başını salladı. Bense hemen telefonuma abandım. Arama kaydına girdiğimde, öğle saatlerinde Cemal Suphi Dayı'dan gelen iki cevapsız çağrıya şöyle bir göz gezdirdim. Ve derince bir nefes alarak arama tuşuna bastım. 20 saniye kadar sonra telefondan ilk ses duyuldu.

C. Suphi: "Deniz?"

"Merhaba... Beni aramışsınız, duymadım da-..."

C. Suphi: "İyi misin sen?"

"İyiyim... Siz... Siz nasılsınız?"

C. Suphi: "Rahatladım... O videoyu izler izlemez aklıma sen geldin Deniz. Yağız'ı ancak seninle tehdit ederek o şekilde konuşturabilirler! Gördün videoyu, değil mi? Müsteşarı öldürmeden önce Yağız'ın söylediklerini... Aklın alıyor mu? O  adamı öldürmüş olsa dahi o sözleri cebir altında olmadan söylemez Yağız. Mümkünatı yok..."

"Neler diyorsunuz siz-..."

C. Suphi: "Korkma, hattım güvenli. Bizi dinleyemezler."

"Ben ne diyeceğimi bilmiyorum gerçekten..."

C. Suphi: "Yağız'la görüşüyor musunuz?"

Kevin, başıyla onayladı.

"Görüşüyoruz, evet."

C. Suphi: "En son ne zaman gördün onu?"

Kevin, tekrar başıyla onaydı.

"Bu-... Bugün..."

C. Suphi: "Anladım. Onu bir daha gördüğünde lütfen söyle, bana mutlaka ulaşsın."

"Tamam, tabii söylerim."

C. Suphi: "Dikkat et kendine Deniz."

"Siz de..."

Telefonu kapattıktan sonra derince bir nefes verdim. "Bu... Bunu neden yaptık şimdi? Bugün görüştüğümüze kadar bilmesine gerek var mıydı?"

"Yağız Bey öyle istiyoğr çünkü!" Kevin'ın yüzünde imalı bir ifade vardı.

"Doğru" dedi, Yağız'ın sesi. "Öyle istiyorum."

Tam ağzımı kımıldatacaktım ki cihazdan bir sinyal sesi daha geldi. Yağız, konuşmayı sonlandırmıştı.

"Harika!" dedim, kollarımı bağlayarak. "Ne yapmaya çalışıyor bu adam yine?"

"Oraya gidiyoğr işte" dedi Kevin, sıkıntılı bir sesle. "Sana gösterdiğim fotoğraflardağki yerğe... Cemal Suphi Dayı'nın gittiği yerğe..."

Bir kere daha pencereden dışarı baktım o an. "Pavel? Pavel aşağıda... Sen buradasın. Yalnız mı gitti? Nasıl müsaade edersin buna? Engel olmalıydın. Olmalıydık! Oraya nasıl yalnız gider Kevin!"

"Fağk! Çok söz dinliyor ya çünkü Boss!" Kıvırcık saçlarını eliyle boca etti. "Ben bıktığm! Kafasının dikine doğru gitmesinden bıktığm artık." Eliyle boğazını işaret etti. "Burama kadarım Dennis! Burama kadarım! Doldu hepsi, her şey geldi oraya, orama dek geldi. Okay? Boss Anlamıyoğr. Cemal Suphi ne zaman o fotoğraflardaki yere gitse hep bir şeyler olmuş. Tesadüf mü bu? Jesus... Hem tek dayı da değil, herkes olabilir o kişi, herkes. Belki de sensin 13'üncü?"

"Ne?" dedim, suratımı buruşturarak.

"Duymamaklara yatma Dennis... Birden girdin Boss'un hayatına, çıkmak da bilmiyoğrsun. Hangi aklı başı yerli yerinde bir kişi Boss'un hayatında kalmak için bu kadar ısrarcı olur? Bir bit pire var bu işte!"

"Gerizakalı!" dedim, pencere kenarında duran koltuğa uzanarak, üzerindeki kırlenti Kevin'ın suratına çarpmadan az evvel. Hırsımı alamıyordum. "Gerizekalı seni! Kim kimin hayatına girdi be! Gelip kapımın önünde bayılmasaydı o da..."

"O kapının önünde bayıldı, sen ona bayıldın. Olan bana oldu. Fuck! Planımıza oldu!"

Bu kez diğer yastığı fırlattım Kevin'ın üzerine. "Bakıyorum da iş çirkefleşip kavga etmeye gelince dağılan ağzın yüzün çabuk toparlandı! Konuşman düzeldi hemen!"

"Yes yes... Maşallahım var, dimi?" dedi, Kevin çocuksu bir yüz ifadesine bürünerek.

"Ah, çıldıracağım!"

"Ups!" Kevin, panikle kol saatine baktı o an. "Senle çeneleri çalağrken az daha unutuyordum... Yayına girmem lazım!"

"Neyi?" dedim, şaşkınlıkla.

Kevin, çarçabuk cebinden çıkardığı mini tabletle birkaç işlem yaptıktan sonra sorum, telefonumun bildirim bölmesine düşen bir mesajla yanıtlanmış oldu:

"Redkey, yeni bir video yükledi! İzlemek için dokunun..."

---

Bir mahzen; büyük, oymalı ve eskitmeli raflara yerleştirilmiş şişelerin bulunduğu bir şarap mahzeni... Mahzenin kiremit işlemeli duvarının orta yerinde bulunan oldukça büyük bir havalandırma fanının, tam önüne çekilmiş tahta bir sandalye... Ve o sandalyenin üzerine oturmuş bir adam... Artık yüzünde maske olmayan bir adam...

Yağız.

Altında kum rengi, bol cepli bir taktik pantolon, üzerinde koyu tonlarda ilk üç düğmesi açık, kolları sıvalı salaş bir gömlek, ayağında siyah botlar, kemerine çift taraflı yerleştirilmiş iki silah ve gözlerinde silahtan daha tehditkar bakışlar...

Kısa bir süre sonra ise ifadesini hiç değiştirmeden konuşmaya başlıyor. "Ne tuhaf..." diyor önce, oldukça alaycı bir tavırla, arkasına yaslandığı sandalyeden öne doğrularak. Ardından benzer bir lakaytlık içinde ve bir çırpıda ağzından şu cümleler dökülüyor:

"...İlk defa karşınıza yüzümde bir maske olmadan çıkıyorum. Tuhaf... Oysa hiçbir zaman yüzünü gizlemesi gereken biri olmadım... 17 yaşındayken, tek suçu sadece işini yapmak olan savcı bir adam, babam, vatandaşı olduğum ülkenin İç İşleri Bakanının içinde bulunduğu bir örgüt tarafından öldürülmemiş olsaydı... Ve sonrasında aynı örgüt cinayetlerine, hırsızlıklarına bu kez başka yaşlarda başka çocukların babalarını, ailelerini, geleceklerini ellerinden alarak devam etmemiş olsaydı eğer... Asla yüzümü gizleme gereği duyacağım bir hayat yaşamazdım...

Çünkü aslında maske, bir et yığınını değil, bir duyguyu kamufle eder. Suçluluk, utanç... Böyle şeyler... Hiçbir zaman sahip olmadığım şeyler... Fakat bu duyguların bir sahibi var. Hatta çok sahibi var. Ki onları tanıyorsunuz aslında...

Onlar, o aşağlık yüzlerini sergilemekte hiçbir beis görmüyor. Onlar, yıllardır kürsülerde, gözlerinizin içine bakarak size maval okuyor!

İşte asıl onlar... Maskeye ihtiyacı olan... Onlar... Ama ne yazık ki hiç oralı değiller...

Şimdiyse onlardan kimisi hapiste, kimisi mezarda ve kimisi ise hala aramızda... Sizlerle benim aramda, devlet ile halkının arasında, çözüm ve problemin, savaş ve barışın arasında... Olası tüm tarafların, uzlaşıdan yana her ihtimalin tam arasına siyah bir duvar örmek için hazırda bekliyorlar.

Ve bugün ise o duvarı, dostane bir anlaşmanın tam ortasından yükselttiler... Önce yükselttiler, sonra üzerime yıktılar. Hem duvarı, hem de duvarın altında işlenen cinayeti... Öyle ki, şimdi karşınızda MİT Müsteşarını öldürmüş bir adam olarak oturuyorum. Bu... Kulağa hiç hoş gelmiyor, değil mi?

Fakat orada olan, bu. Orada tabağıma konan, bana pay edilen bu... Çünkü tabiatları bu! Bir şeyleri bölmeyi ve paylaştırmayı çok seviyorlar... Uzlaşı ise en korktukları şey; ve bölmeyi en çok sevdikleri... Kıvılcımını hissettikleri anda rahat uyku uyuyamıyorlar.

Çünkü ya bu ülkede, ya bu siktiğimin ülkesinde... Tek bir gün iyi bir şey olursa? Tek bir gün? Ah... Buna asla tahammülleri yok. Asla yok... O yüzden vakit kaybetmeden oyunlarını kurguluyorlar. Tıpkı bugün olduğu gibi...

Bir oyun yazdılar... Seçilmiş yeni hükümetin çözüm çırpınışlarını manipüle etmeyi ve devletin en üst kadrolarını dahi kandırmayı başaracak kadar iyi bir oyun, KK3'ü tuzağa çekecek kadar iyi bir kurguydu bu üstelik... Sonra rolleri dağıttılar. Bana yazdıkları sahne ise buydu... 'Müsteşar'ı öldürmek ve tüm uzlaşı köprülerini yıkmak...' Ve ben de tam olarak bunu yaptım. Sahneye çıktım, rolümü oynadım.

Çünkü... Çünkü nasıl denir... Hayatımda hiç oyunbozan biri olmadım ben. Fakat siz de ahmak birer seyirci olmayın. Sahnede sergilenen oyunun, perdenin ardında yazıldığını ve en büyük 'maske'nin ise o perde olduğunu asla unutmayın; ve bir de, perdenin ardını görebilmek için sahneye çıkıp o oyunu oynamak gerektiğini...

Çünkü bugün orada olan, buydu... Yaptığım, buydu. O oyunu oynamam gerekliydi. Perdenin ardına sızmam gerekliydi... Ama sanırım yakın zaman içinde sizler için de bazı gereklilikler oluşacak. Belki artık seyirci koltuklarından biraz kalkmanız gerekecek mesela... Kalkmanız ve bu kez kapanacak değil, açılacak perdeyi alkışlamanız gerekecek... Ya da belki yuhalarsınız. Ha? Umarım yuhalarsınız. Sizce de bu aptal oyunu yeterince alkışlamadınız mı?

?

Ben de öyle düşünmüştüm.

Yakın zamanda görüşeceğiz..."

---

Videonun sona ermesiyle elimdeki telefonu hızla koltuğun üzerine fırlattım. Ardından derin bir nefes alarak bakışlarımı Kevin'a çevirdim. "Ne zaman çektiniz bunu?"

"Az önce..." dedi, sıkıntılı bir nefes vererek. Ardından kendi kendine hayıflanır gibi konuşmaya devam etti. "Fuck! Boss öyle bir çıkmazda ki, ah Jesus... Müsteşarın köstebek olduğu ortaya çıkmadan Yağız'ın aklanması imkansız. Ama Müsteşarın köstebek olduğu ortaya çıkarsa da, bu kez 13'üncü ile köstebeğin arasındaki bağ deşifre olur. Ve haliyle 13'üncünün Boss tarafından öldürülmediği, hala yaşadığı ortaya çıkar. Bu da Boss'u kafadan bitirir. Anlayacağın, aşağı da tükürsen yukarı da tükürsen fayda yok."

Ellerimi hayretle iki yana açtım. "Bu adam... Az önce ülkeyi bir tiyatro, halkı seyirci ilan ederek herkesi oturduğu koltuktan ayağa kalkmaya davet etti! Neden? Çünkü perdenin ardında bulunan o 'yayında ve yapımda emeği geçen' kadro arzı endam edecekmiş! Anlamıyorum... Bu kadar çıkmazda bulunan bir adam bunu nasıl der? Neye dayanarak? Neye güvenerek?"

"Güzel soru!" dedi Kevin sinirli bir sesle. "Umarım Yağız Bey'ler bir gün bu soruyu cevaplarlar!" Sonrasında saçlarını hızlıca karıştırarak merdivenlere yöneldi. "Ah, Jesus... Ben kontrol odasına iniyorum... Gelmeme ihtimalin?"

"Yok!"

"Fuck!"

---

Kevin'ın 'kontrol odası' dediği yer, zemin kattaki şarap mahzeninin hemen karşısında bulunan, bilgisayar sistemleriyle donatılmış küçük bir odacıktı. Yağız'ın evden ayrılışının üzerinden geçen ikinci saatin ardından ise mevcut bilgisayarların ekranına Yağız'a dair ilk görüntü ulaştı.

Vakit neredeyse akşam olmuştu. Ve Yağız'ın üzerindeki yaka kamerasından gelen görüntüyü, karanlığın etkisiyle güç bela seçtiğimde bulunduğu yerin Kevin'ın, fotoğraflarda gösterdiği Cemal Suphi Dayı'nın gittiği yer olduğunu anlamam uzun sürmedi. Oldukça gösterişsiz, küçük bir bahçesi olan fakat Avrapai bir mimariyle inşa edilmiş müstakil bir evdi bu. Sağ ve sol yanlarında bitişik binalar yer alıyordu. Yine de kötü senaryolar düşündürecek türden bir yermiş gibi gözükmüyordu.

"Yeah!" diye atıldı o an Kevin. "Burası işte! Aylar önceki görüntüleri dahi inceledim. Bu yere Cemal Suphi dışında girip çıkan kimseler yok. Civarda çok fazla MOBESE de yok. Fazla komşu da yok. Oh Jesus... Burada kesin bir şeyler dönüyor!"

Sanırım, 'kötü senaryolar' düşüncem, oldukça özneldi.

"Gittin mi hiç buraya?" dedim o sıra, Kevin'a dönerek.

"No! O kadar vaktim nakit değil Dennis! Öğrendim ve... Come on! Boss'a söyledim işte. What the fuck! Her şeyi ben mi yapacağım yani? Boss da biraz-..."

"Kes sesini..." dedi, o an cihazdan yükselen Yağız'ın sesi.

"Dikkatli ol..." diye fısıldadım bense belli belirsiz.

Yağız'dan hiçbir cevap gelmedi.

Birkaç dakika içinde ise kameradan gelen görüntüler sayesinde Yağız'ın evin çevresini gezdiğini anlamıştık.

"Evin iki çıkışı var" dedi, o an Yağız'ın tekrar cihazdan yükselen sesi. "Buradaki sadece antre... Arka kapısı diğer sokakta."

Bu, Kevin'ın 'Cemal Suphi dışında eve aylardır kimsenin girmediği teorisini çürütüyordu. Çünkü evin ön ve arka kapısı çift sokaklardaydı ve Kevin'ın elde ettiği görüntüler sadece antreyi gösteren sokaktan alınmıştı.

Kaldı ki o an, Yağız'ın evin arka sokağına dolanmasıyla, pencerelerden gelen ışığı fark etmemiz de çok uzun sürmedi...

Ve Yağız'ın sesi tekrar duyuldu. "Evde her kim yaşıyorsa, arka tarafı kullanıyor."

"Fuck! Evde yaşayan kişi arka tarafı kullanıyor ama senin dayı ne hikmette ise hep önden giriş, hep... Does this make sense?"

"Biri... Biri var!" diye atıldım o an. "Pencerenin önünde!"

"Görebiliyorum" dedi Yağız, hissiz bir sesle. Perdenin önünden geçen bir gölgeydi bu. Bir ileri bir geri giden, aksak adımlı bir gölge.

"Boss! Orada işte! Kesin o!" Kevin, oturduğu koltukta zıplamaya başladı. "13'üncü o! Dayı emir almaya gidiyor oraya... Yes! Biliyordum!"

O an pencereden sızan ışık birden kesildi. Yağız ise hızla bahçe duvarının arkasına gizlendi. "Dışarı çıkıyor!"

"Fuck! Boss! Dikkatli ol!"

Yağız'ın yaka kamerasından gelen son görüntü, evin ışıklarının kapanmasının ardından dış kapının aralandığı ve gölgeyi andıran bir adamın aksak adımlarıyla kapıdan dışarı çıktığı oldu.

Ve Yağız'ın sesi duyuldu. "Siktir!"

Sonrasında çıkan bir gürültüyle birlikte ise Yağız'ı takip ettiğimiz bilgisayar ekranı simsiyah kesilerek hata vermişti.

"Ne oldu?" dedim, kalbim neredeyse ağzımda atıyordu.

"Kameraya bir şeyler oldu! Fuck! Boss? Orada mısın, cevap ver?"

"Öldüreceğim seni!" dedi, cihazdan gelen Yağız'ın sesi.

"Ne? Kimi? Boss... Boss?"

"Yağız? Ne oluyor?"

Fakat Kevin'la sorularımız cevapsız kalmıştı. O gece cihazdan, Yağız'a dair başka bir ses gelmedi. Evin arka sokağında herhangi bir MOBESE bulunmadığı için ise Kevin'ın Yağız'ın izini bilgisayar başından sürmesi oldukça komplikeydi. Bu yüzden olacak, yaklaşık 15 dakika sonra kontrol odasından ayrılırken elimizde Yağız'ın ne yaptığı ve nerede olduğuna dair hiçbir veri yoktu.

---

Orada ne oldu?

O adam kimdi?

Yağız neredeydi?

Belki 2, belki 3 saat belki de daha fazla, evin terasında volta atarak kendimi telkin etmeye çalışırken bu soruları zihnimde defalarca çevirdim. En çok da son soruyu...

Yağız neredeydi? Ama öyle değil...

Gerçekten neredeydi?

Çıkıp gelse dahi, geleceği yer artık ben değildi. Gitmeleri benden fakat gelmesi bana değil... Bu acımasız gerçek, onun en nihayetinde dönüp dolaşıp geldiği yerin ben olmayacağım gerçeği... Nasıl desem? Sanki kalbimin tam üstünde tepiniyor.

Hazmet Deniz, hazmet... Saatlerdir süren koşuşturmaca, düşünce hazneni öylesine örseledi ki, bir şeyi unutuyorsun. Ya da Yağız'ın söylediği gibi, 'sadece erteliyorsun!' Ama olan, oldu. Hem de tepinilen kalbinin tam üstünde gerçekleşti bu.

Hatırla.

Bu adam seni terk etti.

O an, terk edildiğim gerçeği, kulağımın dışarıdan gelen araba sesine takılmasıyla yeniden örselendi. Ardındansa Kevin'ın sesi duyuldu.

"Boss geldi!"

Yerimden yıldırım hızıyla kalkarak Kevin'la birlikte merdivenlere koştum. Önlü arkalı aşağı inerek dış kapıya yöneldiğimizde ise ilerlememiz Yağız'ın mahkeme duvarını andıran suratıyla son buldu.

"Ne oldu Boss? Kimdi o adam?" diye atıldı Kevin, temkinli bir ifadeyle.

"Yol boyu kendimi sakinleştirmek için seni zihnimde defalarca öldürdüm" dedi Yağız ise, öfke dolu gözlerle. "Tam 52 ayrı şekilde... Ama şimdi seni karşımda görünce, bunun yeterli gelmediğini anlıyorum. 53'üncü bir ihtimal mutlaka olmalı..."

"Ne diyorsun Boss? Fuck! Bir soru sordum?"

"Sorma!" Yağız'ın sesi oldukça gür çıkmıştı.

"What the fuck! Ne bağırıyorsun? Senin derdin ne?" Kevin, Yağız'ın tam karşısına geçerek diklenir gibi sordu.

"Çekil önümden!" Yağız'ın sesi yine oldukça yüksek çıkmıştı.

"No. Çekişmeyeceğim."

"Siktir git!" Yağız, Kevin'ı hızla göğsünden ittirerek üst katın merdivenlerine doğru yürümeye başladı.

Sendeleyen Kevin ise Yağız'ın arkasından seslendi. "Fuck! Şu yaptığına bak... Bir soru sordum. Barbar mısın Boss? Hep sikmek sokmak, itmek, kakmak, bağırmak, çağırmak, gürültü, patırtı! Yeter!"

Kevin, sanırım şimdi de 'ikilemeleri' pekiştiriyordu. Ama sanırım bunun hiç yeri değildi.

Yağız, hızla önünü dönerek Kevin'a doğru yürüdü. "Gürültü, patırtı?"

"Yeah! Hep öylesin, hep!"

Yağız'ın öfkeli yüzü donuk bir hal almıştı. "Ne kadar gürültü çıkartıyorum mesela?" Ayağıyla orta yerde duran cam sehpaya sertçe bir tekme attı o an.

Kulaklarım, sağa sola saçılan cam parçalarının çıkardığı şiddetli ses ile çınlarken Yağız'ın sesi ise evi daha da inletmeye başlamıştı. "Bu kadar mı?"

Duvardaki bir tabloyu alıp aynı hızla onu da yere vurdu. "Ya da bu kadar mı?" Sonra bir vazoya uzandı eli ve vazoyu da parçalara ayırdı... "Yoksa bu kadarlık bir gürültü mü?" Kırılıp dökülen eşya seslerinin arasında bir kez daha kükredi o an. "Daha mı fazla ya da, ha? Ne kadar?"

Şok halinden zar zor çıkarak yanına doğru hızla birkaç adım attım. "Yağız? Ne yapıyorsun sen..."

Yağız'ın ise orada olmama aldırış ettiği yoktu. Eline geçirdiği ne varsa yerle bir ediyordu. Hareketsiz halde salonun orta yerinde öylece dikilen Kevin'ın tam karşısına geçtiğinde aynı soruyu bir kez daha sordu. "Ne kadar gürültü çıkarıyorum, söylesene!"

Kevin hiçbir şey demeden büyük bir hayal kırıklığı içinde Yağız'a bir müddet baktı. Baktı. Ve koltuğun üzerinde duran bir sırt çantası ile araba anahtarlarını alarak doğrudan kapıya yöneldi.

"Benden buraya kadar" dedi, Yağız'a son kez bakarak. "Madem öyle, artık tek başınasın Boss. Okey?" Kapıyı çarpmadan önce kurduğu son cümle bu olmuştu.

Yağız, elinde tuttuğu son eşyayı da Kevin'ın evden ayrılışıyla birlikte sertçe zemine vurdu.

Bense on, on beş saniyelik bir sessizliğin ardından endişeli ve şaşkın bakışlarımı, yüzüme bakmamakta direnen Yağız'a doğrultarak kesik kesik mırıldandım. "Sen... Sen ne yaptığını zannediyorsun..."

Neden şaşırıyordum ki? Bağıra bağıra gelen bir sondu bu... Yağız ve Kevin'ın ayrı düştüğü ilk konu da değildi üstelik. Fakat Kevin için kesinlikle dolu bir bardağa damlayan son damlaydı.

"Sana diyorum!" Yağız'ın tam karşısına dikildim o an. Gözlerim dolmuş, titreyen sesim kelimeleri güçlükle seçiyordu. "Kevin sadece bir soru sordu! Seni bu kadar delirten ne? Neden ord-..."

"Deniz, git buradan." Buz gibi sesi, cümlemi yarıda kesmeme sebep oldu.

"Ne?"

Başını kaldırıp ilk kez yüzüme baktı. Gözleri kızarmış, yüzü bembeyaz kesilmişti. "Duydun beni. Git buradan. Buna daha fazla şahit olmanı istemiyorum. Git... Pavel seni bıraksın."

Cevabım gayet netti. "Hiçbir yere gitmiyorum!"

Gözlerini kocaman açarak üzerime doğru birkaç adım attı. Ve tane tane fakat bağırarak konuşmaya başladı. "Bu gece... Bu evi... Yıkacağım ben!"

Gözü dönmüş gibiydi. Duvara montelenmiş bir rafa uzanarak rafın içindeki her şeyi eliyle süpürürcesine yere savurdu. "Bu ev! Bu gece! Yıkılacak! Tek bir şey kalmayacak içinde! Git buradan!"

"Ne oldu sana?" Gözlerim dolmuştu. "Bir şey olmuş! Ne oldu sana?"

Dişlerini sıkarak bağırdı. "Deniz!" Eline geçirdiği bir vazoyu daha yerdeki kırılmış eşya yığınının içine çarptı. Ardından güçlükle yutkunup sesini bir ton alçalttı. "Git dedim! Git buradan!"

"Sana gitmeyeceğimi söyledim!" Gözlerimden yaşlar boşalıyordu, bakışlarımdan ise öfke. Konu her defasında ne kadar da kolay benim gitmeme geliyordu böyle... Ve Yağız her defasında çözümü hep ne de kolay benim gitmemde buluyordu.

"Yeter!" Ayağınla savurduğu tekmeyle birlikte, evde kırılan eşya hanesine bir sayı daha yazıldı. Ve tabii çokça da gürültü...

Ben de tasdikledim. "Hem de nasıl yeter!"

Yağız, o anlarda rastgele bir eşyayı daha savurduğu tekmeyle yerle bir ederken, benimse evi inleten sesim nihayetinde doğru soruyla buluştu. 

"Kimdi?"

Hızlıca dönüp bakışlarını yüzüme çiviledi. Adeta burnundan soluyordu.

"Kimdi Yağız?" Sorumu yineledim. "Orada gördüğün kimdi? Seni bu hale getiren ne!"

"ŞÜPHE!"

Sesi, üç katlı evin her köşesine dağılarak kulak zarıma geldiğinde büyük bir yankıyla patladı. Benzer anlarda ise elleri evin muhtelif yerlerindeki eşyaları sağa sola saçmakla meşguldü. "Şüphe! Şüphe! Şüphe! O an, orada, bir an için aklımdan geçen yüz binlerce şüphe!" Eline geçirdiği bir kül tablasını hızlıca duvardaki tablolardan birine çarparak bağırdı: "Anladın mı? Şüphe!"

Yüzüne bir müddet boş gözlerle baktıktan sonra yanından hızla geçerek az ilerideki duvara asılmış tablolardan birini elime aldım ve tıpkı onun gibi bir hışımla tabloyu yere çarptım. "ŞÜPHESİZ! Anladım..."

Ardından kolumu, pencere kenarına konumlandırılmış ahşap dresuarın üzerinden silindir gibi geçirerek orada duran tüm bibloları da hızla yere saçtım. "Seninle iletişim kurmanın yolu buysa... Anlıyorum... Devam et! Sen nasıl anlatırsan ben de öyle anlayacağım nasılsa..."

"Hah!" Yüzünde yarı hüzünlü yarı alaycı bir ifade oluştu. "Öyle mi?"

Dresuarın yanındaki şamdanı elime aldığım gibi asma aynaya çarptım. "Öyle! Dilediğin gibi kır, dök... Bu gece bu evi yıkacağını söylemedin mi zaten? Hadi, yık! Umrumda mı görelim? Böyle oynamak istiyorsan devam et! Ben... Ben, orada olan her neyse, karşılıklı oturup sakince konuşabilmeyi tercih ederdim seninle ama eğer bu gece senin ihtiyacın olan şey buysa... Düzgünce konuşmak yerine kaçamak cevaplar verip vazoları parçalamak istiyorsan, yap... Yapalım! Bundan mı geri duracağım ben..." Yutkundum. "...Hem bu evi yıkmak nedir ki, sen bugün yalnız gideceğini söylediğinde benim evim, benim dünyam zaten başıma yıkıldı... Sen bana daha ne kadar hasar verebilirsin ki..."

Çeperlerinden yaşlar boşalan gözlerime bir süre öylece baktıktan sonra elinde bayağıdır tuttuğu dikdörtgen vazoyu yavaşça komodinin üzerine bıraktı. Birkaç kez yüzünü sıvazladı sonra. Derince bir nefes aldı. Sıkıntılı bir nefes verdi. Biraz ileri biraz geri adımladı. Önce yanıma gelir gibi sonra uzağa gider gibi... Buğulu ve kızarmış göz bebekleri, gözlerimle buluştuğunda ise tam karşıma geçmişti. Ellerini hafifçe yukarı kaldırdı. Bir sınava tabii olmuş gibi, iki şıkkın arasında kalmış gibi tereddütlü ellerdi bunlar...

Nihayetinde parmaklarını omuz başlarımda hissettiğimde gözlerim kendiliğinden kapandı. Öylesine hafif, o denli varla yok arasında bir dokunuştu ki bu, ürpermiştim. Düne kadar o kemikli elleri ve uzun kollarıyla yalnızca bedenimi değil tüm dünyamı da sıkı sıkıya sarmalayan bu adamın, şimdiyse aramızdaki bağı koparmaya böylesine cılız bir dokunuşla başlaması, çok acımasızcaydı...

"Özür dilerim..."

Sesiyle gözlerim yeniden açılmıştı. Yağız ise devam etti. "Yıktığım her şeyin altında kalmayı hak eden benim... O enkaza dahil olduğunu görmektense tonlarca beton yığının altında ölmeyi yeğlerim, Deniz... Ama bu gece üzerime çöken beton değil, şüphe yığınları oldu. Anla... Anla beni."

Parmakları omuzlarımdan düştüğünde gözleri de gözlerimden çekildi. Ve ağır adımlarla arkasını dönerek yürümeye başladı. Biraz evvel fırlattığı kül tablasının yanına geldiğinde durdu, tablayı yerden kaldırarak az ilerideki merdivenlerin üzerine koydu. Sonrasında, komodinin çekmecesinden çıkardığı sigara paketinden ise bir sigara alıp çakmağıyla ateşleyerek merdivene oturdu.

Onu, ilk defa sigara içerken görüyordum. Nefesini öyle derine çekip öylesine ağırdan üflüyordu ki, bu eylemi her gün tekrarlarmışçasına tanıdık geliyordu.

Sigara, Yağız. Yağız, sigara. Tablaya değen küllerde ise hayatım... Ah Deniz, hiç sırası değil.

"Şüphe..." diye yineledi tekrar, ciğerine çektiği kuvvetli, bir nefesten sonra. "Beni temkinli, tedbirli yapması gerekirken... Zayıf düşürüyor! Yenik hissettiriyor! Kimliksiz ve kaybolmuş..." Kıpkırmızı gözlerini yüzüme çevirdi. "Anlıyor musun? Bana olan bu, beni bu hale getiren bu!"

Yavaş adımlarla merdivenlere ilerleyerek yanına oturdum. O ise derin bir nefesi daha ağzından içeri gönderdikten sonra konuşmaya devam etti.

"O evin penceresinde oluşan gölge... Kapı açılıp gölge bir kimliğe bürünene kadar... O gölge Deniz, o gölge benim için dünya üzerindeki herkesti... Kevin'a her ne kadar aksini söylesem de..." Bir nefes daha aldı sigarasından. "O an fark ettim ki, içeriden çıkan kişi herkes olabilirdi. Ve bu, bu şüphe bir anda beni dünyanın en yalnız adamına dönüştürdü. En paranoyak, en yenik... Kaybolmuş hissettim." Yutkundu. Kelimelerini zar zor birleştirdiği her halinden belliydi. "Ama sonra... Sonra o gölge bir anda yaşlı bir adama dönüştü. Şüphelerimse bir utanca ya da utanca hapsolmuş bir paranoyaya... Bu, berbattı. Hastalıklı bir şeydi... Düşmanın, içeriden olabileceği fikri dahi. Serseme döndüm..."

Son bir nefes daha aldığı sigarasını kül tablasına bastırıp söndürdü. Ve elleriyle yüzünü sıvazlayıp başını bana doğru çevirdi. "Dayım, dayım sadece babasını ziyarete geliyordu Deniz. Yaşlı, zor yürüyen bir adamı... Reşat. Reşat Taşkın... Aynı zamanda annemi de büyüten adam, üvey babası... O gölge, ona aitti..."

Peki, bu yeterli miydi? Şüpheyi utanca dönüştürmek için yeterli miydi? Ne söylenir, bilmiyorum. Bu hassas terazide hangisi ağır basar, şüphe mi utanç mı, bilmiyorum.

"Yağız..." Yutkundum. Bunları sahiden demeli misin Deniz? De, gitsin. "Bu, mümkündü. Her an her şeyin olması, ve herkesin... O gölgenin, herkes olabilmesi mümkündü. Ve o an içinde beliren şüphe, aslında çok geç kalınmış bir şüphe... Bunu yadsıma, bastırma. Dahası, bunda ısrarcı ol. Sonuna kadar sürdür. Çünkü ipin ucunu ne şekilde yakalayacağını asla bilemezsin... Ve tabii, ucun nereye çıkacağını da... Belki de baştan beri ihtiyacın olan şey de buydu zaten; şüphe... Çünkü..." Derince bir nefes aldım. "Çünkü hep dışarısını süpürdün Yağız, ama ortada, içinde olduğun bir ev var. Ve bana sorarsan o ev sandığın kadar temiz değil. Hiçbir zaman sandığın kadar temiz olmaz. Yani... İçeriye bir göz atman, orada ne olup bittiğine bakman, belki de paranoyakça değildir. Aksine, bir an önce kurtulmak istediğin o 'şüphe'yi yok etmenin en kestirme yoludur. Bir, sağlama gibi düşün. Temizdir ya da değildir. Bakmadan asla bilemezsin."

Sözlerimin ardından kısa bir sessizlik oldu. Bizse o sessizliğe, sadece birbirimize bakan gözlerimizle eşlik ettik. Sonra Yağız birden ayağa kalktı. Gözleri hala gözlerimdeydi. Sanki biraz evvelki sessizliği, zihninin içinde kendi kendine sorduğu sorularla doldurmuş ama bir şeyleri nihayete erdirememiş gibiydi. Karmaşıktı.

"Ben..." dedi, kesik bir sesle. Merdivenlerden aşağı birkaç adım attıktan sonra salonun ortasında öylece durmuştu. "Ben biraz uyuyacağım..."

Yavaşça ayağa kalktım. "Anladım."

"Hava aydınlanmadan çıkmam gerek" diye ekledi, yutkunarak. "Sağlamasını yapmam gereken çok şey var... Haklısın."

"Peki ya, Kevin?" dedim, merdivenlerden birkaç basamak aşağı inmeden hemen önce. Ardından yavaş adımlarla yanına yürüyüp tam karşısına geçtim. "Rest çekti ve gitti. Onu-..."

"Onu sonra düşeceğim" dedi, sözümü bölerek. Üzerime doğru birkaç adım atıp başıyla dışarıyı işaret etti. "Bu arada Pavel... Bir süre daha yanında kalmaya devam edecek."

Benim, onun değil senin yanımda kalmana ihtiyacım var. Senden başka şeyler duymaya ihtiyacım var. "Anladım..." Hiçbir şey anladığın yok.

Omuzlarını silkerek ellerini havaya kaldırdı ve zoraki gülümsedi. "Hiçbir yere gitmemek konusunda hala kararlıysan da... Ev senin..." Yüzünde oluşan acı bir ifadeyle etrafı işaret etti. "Al bak... Yıkamadım da üstelik. Neden? Çünkü sen içindeydin. Ve bu beni durdurdu..." Gözlerinde beliren şuh bir anlamla dudaklarını tekrar araladı. "Bazen ne düşünüyorum, biliyor musun? Vücudumda bir yerde, yerini sadece senin bildiğin lanet bir buton var. 'Fren' butonu... Ve dilediğin zaman oraya dokunup kontrolümü ele geçiriyorsun. 'Stop!' Yağız, dur. Dur, orada dur... Bu buton elimi kolumu bağlıyor. Anlıyor musun? Bundan nefret ediyorum."

Gözümün kenarından süzülen yaşı ellerimle silerek ona doğru bir adım daha attım. "Ben... Ben bunu yapmak zorunda kalmaktan nefret ediyorum."

Adım sırası Yağız'daydı. Üzerime doğru birkaç adım daha yaklaşarak durdu. Ve birkaç kez yutkundu. "Şu an hangi butona basıyorsun peki? Ne yapıyorsun bana? Neden tetikliyorsun? Şu halim-... Ah... Deniz... Bak, bak ben yakında defolup gideceğim burdan. Anladın mı? Kahretsin!" Üzerime doğru son bir adım daha attı, göğüs kafesinin hızla yükselip alçaldığını görebiliyordum. "O yüzden her ne yapıyorsan yapma... Bırak. Sadece buna ihtiyacım var. Bırakmana... Anlıyor musun?"

"Anlıyorum." Elim bir kez daha gözlerimden süzülen yaşlara gitti. "Ama anlamak, bir şeyi değiştirmiyor..."

"Deniz..." Elini hafifçe yukarı, ikimizin göğsü arasına kaldırdı. Bu, durulması gereken sınırdı. "Yerini bir tek sen biliyorsun, bas şuna! Bas şu siktiğimin butonuna... Ve durdur bunu... Ben... Ben uyuyacağım ve sonra uyanıp defolup gideceğim. Bu, bu zaten beni berbat bir adam yapmak için yeterli. Daha da fazlası olmak istemiyorum..."

"Kesinlikle..." dedim, nefesimin yüzüne değdiğine emindim. Ve dahası için yaklaştığına... Ama ne? İstemiyor muydu? Saçma.

Asıl ben istemiyorum, ben. Terk edildiğim yetmezmiş gibi, sabahına bir kez daha terk edilmek, soğuk bir yatakta yalnız uyanmak... Ama gözleri,- Hayır, Deniz. Terk edileceksin. Ama gözleri, Deniz, gözleri dünyadaki tüm doğruları bir kenara bıraktıracak kadar güzelse... Yine de terk edileceksin. Bundan nefret ediyorum. Senden... Bakma öyle. Bana dokunmanı istediğim falan yok, koynunda uyumayı, seninle- ah... Bu beni sahiden çok incitirdi. Gideceğini bile bile üstelik... Bunu kendime yapacak kadar aptal mıyım?

"Güzel..." Gözleri, tüm yüzümü baştan aşağı süzdü. "Bunu bir yerde kabullenmiş olman... Güzel..."

Kabullendiğim falan yok. Evimi yıkarsan içinde olacağım Yağız. Asla yalnız gitmeyeceksin. "Öyle..."

"Öyle tabii..." Derin bir iç çekti.

"Yani... Sonuçt-..."

"Unut!" dedi, birden sözümü bölen sesi. Eli, omzuma uzanmıştı. "Butonu 30 saniyeliğine unut... Sadece sarılacağım sana." Diğer eliyle merdivenleri işaret etti. "Sonra aşağı, odama ineceğim ... Ama öncesinde-... Sadece sarılacağım." Gözlerini kapayıp açtı. "Tamam mı?"

Kalbim kanat çırpar gibi çarpıyordı. "Evet, yani... Tamam... Tamam..."

"Tamam..." diye yineledi bir kez daha. Sonrasında gövdemi hızla çekip kollarının arasına aldı. "Tamam..." diyordu hala fısıltıyı andıran sesi. "Tamam..."

Elleri bedenimi hükmü altına alırken, tenim bir yapbozun kayıp parçası gibi yerleşmişti yine etine. Boynuna dolanan kollarım, dik omuzlarını geçip ense köküne oradan saçlarına karışıyordu. Kalbimi delen kokusu ise daha derinlerime kendini bir kez daha yerleştiriyordu. Çünkü oradaydı işte. Bütünüyle vücudumun her zerresini bayrak dikilmiş bir kale gibi kuşatan his, bu... Bu his için 'tamam' yok. Durdurma butonu yok. Freni patlamış araba gibi tehlikeli... Bu his, aşkın kendini tanımladığı yerde başlıyor... Ve ben tam olarak o yerdeyim.

Kaldı ki o yerde, 30 saniyeyi çoktan geçen bir zaman aralığında, gövdelerimiz birbirini hala sıkıca sarmalarken, sıcak nefesini boynumda hissetmem uzun sürmedi. Elleri, belimin kıvrımlarından tenimin çıplaklığını yoklamaya başlamıştı. Ve benim, bir harita gibi sırtını kaplayan ellerim ise o an yemin edebilirdi ki, oralarda bir yerde asla bir buton yoktu.

Fakat ellerimiz birbirimizin yüzünü kavrayıp alınlarımız yine birbirimizin alnına değdiğinde, gözlerim için bir buton olsa, hiç fena olmaz diye düşündüm. Çünkü dramatik bir şekilde ağlıyorlardı. Üstelik dudaklarımı okşayan parmakları, hala o yaşlara dokunmamakta ısrarcıydı. Aralık ağzını, nefesimle buluşturmak üzereydi ki bu kez bir başka butona ihtiyacım olduğunu fark ettim. Çünkü birden ellerimle onu göğsünden sertçe itmiştim.

"Sen beni terk ettin!" Hıçkırarak ağlamaya başladım. "Sen... Beni... Terk ettin!"

"Hayır... Hayır etmedim..." Bileklerimden kavrayarak beni kendine doğru çekti.

"Bırak!" İri gövdesinin kıskacında debeleniyorum. "Senden nefret ediyorum, bırak! Beni terk ettin sen..."

"Deniz..." Sesi, yumuşak fakat vücudumu kontrol altına almak isteyen dokunuşları sertti.

"Defol, git!" Sesim, evi inletiyordu. "Bıraktın beni sen... Terk ettin!"

"Hayır, bu terk etmek değil." Elleriyle yüzümden kavradı. "Bu senin-..."

"Ne bu benim, ne? İyiliğim için miydi yoksa?" Kolları arasından kurtulup sesimi bir perde daha yükselttim. "Yapma Yağız! Beni gözetmene ihtiyacım yoktu, sadece yanımda olmana ihtiyacım vardı! Her koşulda sadece buna ihtiyacım vardı. Anladın mı? Ama sen ne yapıyorsun? Çözümü her defasında beni gözden çıkarmakta buluyorsun. Ve işte bu terk etmektir. Bunun adı, terk etmektir! Bu, terk etmenin sözlük anlamıdır!"

"Ben seni seviyorum..." Sesi, kendi kendine hayıflanır gibi çıktı.

"Kes sesini!" O üzerime doğru adım attıkça ben geri gitmeye başladım. "Sevme! Anladın mı? Beni böyle sevme! Böyle sevmene ihtiyacım yok! Bunu duymaya ihtiyacım yok! Sevgi sözcükleriyle geride bırakılacak bir kadın olmaya ihtiyacım yok!"

"Buraya gel..." Kızarmış gözleri ile kollarını üzerime açmıştı. "30 saniye dolmadı henüz... Sarılacağım sana..."

"Ben nasıl bir aptalım ki..." Göğsünden hızla ittim. "Nasıl bir aptalım ki, az daha sana..." Yutkundum. "Buna izin vermeyeceğim. Beni yarı yolda bırakan bir adamın bana dokun-..."

Çenemden kavradığı gibi dudaklarını, dudaklarıma bastırdığında kelimelerim yarıda kaldı. Hemen ardındansa göğsünden bir kez daha ittim. "Bırak!"

Fakat kollarını tekrar bedenime dolaması uzun sürmedi. "Bana işkence etme... Bunu kolay mı sanıyorsun?" Sesi fısıltıya dönmüştü. "30 saniye rahat dursan bunların hiçbiri olmayacaktı. Şimdi ise gözlerimi  sabaha daha berbat bir adam olarak açacağım... Senin yüzünden..." Ve dudaklarımı bir kez daha hükmü altına aldı.

"Aşağlık herifin tekisin!" Dudaklarımı, dudaklarından aldığımda hızla geri çekilip elime geçirdiğim bir bibloyu üzerine fırlattım. Sonra birkaç kere daha benzer eylemleri tekrarladım. Delirmiş gibi hissediyordum...

Yağız ise son derece serin kanlı bir hamleyle üzerime atlayıp ellerini belimde birleştirdi ve kollarıyla arkamdan sarılarak tüm bedenimi hakimiyeti altında hareketsiz bıraktı.

"Dokunma bana..." dedim o an hıçkırığı andıran ağlamaklı sesimle. "Canım acıyor. Bırak beni... Bırak git. Gideceksin nasılsa... Beni terk eden bir adamla sevişmeyeceğim ben..." Son cümlem oldukça gür çıktı. "Allah kahretsin... Nefret ediyorum senden!"

Kulağıma fısıldadı. "Yarın daha fazla edeceksin..." Ve ardından kollarını gevşetti.

Titreyen bedenimi yavaşça ona doğru çevirdim. Burun burunaydık. Nefeslerimiz birbirine değiyor, fakat benim gözlerimden akan yaşlar, onun göz çeperlerinden dışarı asla taşmıyordu.

Bir süre, birbirimize öylece baktık. Ve bu süre, 30 saniyeden kesinlikle daha uzundu.

Sonrasındaysa görünmez bir güç, belki de bir buton, dudaklarımızı şiddetle birbirimize çarpmamıza sebep oldu. Ağız kıvrımlarımız birbirimizin tadıyla ıslanırken, ayağımda bir yay varmışçasına zıplayarak bacaklarımı Yağız'ın gövdesine kilitledim. O esnada sanırım birkaç eşya daha kırıldı.

Keşke içlerinde olsaydım, sabahına parçalarımı bir araya getirecek bir yapıştırıcı bulunurdu belki. Peki, ya şimdi? Kendime bu yaptığım... Bu, bencilce. Şu anki Deniz çok bencil davranıyor. Yarın sabahki Deniz'i hiç düşünmüyor. Onu, sakın affetme Deniz.

"Gitme..." diye fısıldadım o an, sırtım evin soğuk duvarlarında Yağız'ın ağırlığı altında titrerken. "Yapma bize bunu... Bırakma beni..."

Yağız, cümleme hiçbir cevap vermeden bedenimi tekrar kucaklayıp bu kez yatağın soğukluğuna bıraktı. "Sana seni sevdiğimi söylemedim mi..." dedi, hemen sonra. Elleri, ellerimi yakalamış, göğsünü çarşaf gibi üzerime germişti. "Bunun, çoğu zaman ne anlama geldiğini öğrenmiş olacak kadar yaşadın..."

Yağız'ın ağzından çıkan bu cümle, o gece o evin içinde geçen son konuşma oldu. O cümleden sonra, önce kıyafetlerimiz çıktı üzerimizden. Ve ardından gerçekliğimizden soyunduk. Bu bir vedaysa eğer her zerremle özümsemeliydim. Bu yüzden ki elleri, boynumun açıklığından vücudumun en gizine doğru karmaşık bir yolculuğa uzanırken, dudaklarının nemini ruhuma dek damıttım. 

Elleri... O güzel, iri ve kemikli elleri, bir vedanın en hüzünlü şarkısını notalarıyla işliyordu şimdi tenime. Çıplaklığımı örten kusursuz eti, tüm ayıpları hayali bir zeminde eşitlemişti yine. Üstelik ayıpların kıskacından kopup gelen bu his, bana bildiğim tüm doğruları unutturuyordu.

Ya da belki, nasıl demişti?

Erteliyordu.

Şu an kalbimin en ücra köşesine dek içimde gezinen kalabalık, devasa hazların sonrasında evimi terk ettiğinde, derin bir kış uykusundan sıçrayarak perişan bir yalnızlığa uyanacağım ana dek...

Erteliyordum.

Tam 7 saat, 16 dakika, 27 saniye sonrasına...

O yüzden o sabah uyandığı, saçımı okşadığı ve şakağıma uzun bir öpücük kondurduğu o veda anında, devam eden kış uykumun içine gizlenecek ve gözlerimi dahi açmayacaktım.

Ertele.

5 dakika daha?

Sadece 5 dakika daha kendimi, gidişinden sakınsam yetecekti sanki.

Çok sevildiği için geride bırakılan hüzünlü bir kadın olarak yataktan doğrulup, erteleyerek uyandığım hüzünlü bir vedanın o alaca sabahında pencereye koşacaktım sonra...

O gidecekti, ben yukarıdan, bir pencere pervazından onun gidişini seyredecektim.

Ve ertelediğim alarm, nihayetinde o an çalacaktı işte.

Uyan Deniz, diyecekti. Uyan.

O gidiyor.

Bu hep yaptığı şey değil mi?

Alıştın ardından bakmaya. Bu, şu koca hayatta en iyi yaptığın şey... Daha dikkatli bak şimdi. Perdeyi biraz daha arala, karanlık kuyundan doğrult başını. Görüyor musun? Üzerinde dün giydiği polis üniforması var... Telaşsızca ağaran sisli bir sabahın derinliğine karışıyor onunla...

Ah.

Sahiden hiçbir şey söylemeyecek misin Deniz?

"Günaydın, memur bey."

Dilime söylenecek başka söz bırakmadınız.

Anlayacağınız, yine çok güzel gittiniz benden, yalnızca saatler önce hüzünlü bir kadınla sevişip illegal bir aşkın koynundan uyanmamış gibi yasal zırhınızı giyip silahınızı kuşandınız.

"Günaydın, memur bey."

Umarım ilk kurşunu, şüphelerinize sıkarsınız.

Zira dün akşam rest çekerek bağımsızlığını ilan eden asi şehzadeniz Kevin'ın, yalnızca dakikalar sonra Redkey hesabı üzerinden aktifleştireceği kronometreye göre, bunu yapmak için sadece 48 saatiniz olacak...

Eviniz temiz mi yoksa değil mi? Umarım cevabınızı evinizi yıkmadan bulursunuz. 

Çünkü memur bey, siz...  Siz, karanlık kuyulardan çekip çıkardığınız o gölge ve dirilen şüpheleriniz, en başından beri o evin içindesiniz.

***

♫ İçimden geldi bonusu 

***

Continue Reading

You'll Also Like

750K 28.5K 91
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...
122K 590 5
mesleğini eline alamayınca kendini barlarda escort ilan etmiş bir kızın aşk hikayesi...
Atlas By m

Romance

52.9K 4.4K 20
Bir mantık evliliği hikayesi.
3.6M 132K 73
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...