Kırmızı Anahtar

Bởi EsraCanlii

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... Xem Thêm

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 58: Yol Ayrımı
Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer

28.4K 2.9K 3.6K
Bởi EsraCanlii

***
🎵Bölüm şarkısı: Reşid Behbudov - Küçelere su serpmişem 🎵

***

Bazen, anlamakta güçlük çektiğimiz olaylar karşısında içimizden bir ses, kendini tüm gücüyle ortaya çıkarır ve bir kahraman edasıyla şöyle der:

"Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!"

Bizlerse o vakit, ilhamını içimizdeki sesten aldığımız kuşkulu bir seziyle, göründüğü gibi olmadığı iddia edilen o 'şey'e daha dikkatli bakmaya başlarız. Olduğumuz yerden, tüm dikkatimizle tekrar ve tekrar bakarız ona.

Ve sonra kendimize sorarız:

"Ne gördün?"

Ve sonra tekrar sorarız:

"Ya şimdi ne görüyorsun?"

Fakat bu sorulara cevabımız, her defasında aynı olur. Çünkü baktığımız o yerden, gördüğümüz o 'şey' her defasında aynıdır. Çünkü bir yerlerde bir hata vardır.

Zira hiçbir şeyin asla göründüğü gibi olmadığı konusunda, içimizden bir ses, kulağımıza bir şeyler fısıldıyorsa eğer, o 'ses'e soracağımız ilk soru 'ne gördün?' değil, 'nereden baktın?' olmalıdır.

"Nereden baktın?"

Ve sonra tekrar sormalıyız:

"Ya şimdi nereden bakıyorsun?"

Çünkü esasen her şey, tam da göründüğü gibidir. Sen yeter ki, baktığın yeri değiştir.

---

İzbe bir bina ve her iki kapısından içeri giren iki adam...

Biri Yağız, diğeri ise MİT Müsteşarı Hilmi Öncü.

Orta yerde buluşuyorlar.

Ve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

Hilmi Öncü: "Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından özel olarak yetkilendirilen KK-3 Heyeti'ni temsilen buradayım. Heyet tarafından, hem Cumhurbaşkanlığı hem de Bakanlar Kurulu nezdinde, şahsınla ilgili alınmış kararları ve hazırlanan teklifi, sana iletmekle yetkilendirildim. Şu an itibariyle bulunduğumuz konumda görüntülerimiz ve seslerimiz kayıt altına alınıyor. Yalnız ve silahsızım. Müsaadenle görüşmeyi başlatıyorum."

Yağız Saran: "Müsaade senin..."

Hilmi Öncü: "Yağız Saran, buraya KK-3 Heyeti'nin talebi üzerine, 'güven testi' kapsamında, yalnız ve silahsız olarak geldiğini beyan ediyor musun?"

Yağız Saran: "Ediyorum."

Hilmi Öncü: "Bu görüşme esnasında senin can güvenliğin ve vücut bütünlüğünden KK-3 Heyeti nezdinde ben sorumluyum. Benim can güvenliğim ve vücut bütünlüğümden ise senin sorumlu olduğunu beyan eder misin?"

Yağız Saran: "Ederim."

Hilmi Öncü: "O halde, hakkında yetkili mercilerce hazırlanmış karar ve teklif dosyasının ön metnini sesli olarak okuyorum."

Yağız Saran: "Hay hay..."

Hilmi Öncü: "Ülkemiz, yakın zaman önce kişisel menfaatlerini milletin menfaatlerinden üstün tutan bazı devlet yöneticileri ve birtakım güç sahibi kişiler tarafından, bir iç savaşın eşiğine sürüklenmiştir. Fakat akabinde, yüce Türk Milleti, bu alçakları tarihin tozlu sayfalarına gömmekle kalmamış, istikbalinin tayinini yeniden belirleyerek, tavrını demokrasi ve adaletten yana koymuştur. Tüm bu vahim süreçte, Redkey kod adlı Yağız Saran'ın aktif bir rol oynadığı her kesimden herkesin kabulüdür. Bununla birlikte Yağız Saran'ın illegal olarak ortaya koyduğu birtakım faaliyetlerle suç işlediği ve Türk Milleti'ni açıkça isyan ve kalkışmaya sürüklediği ortadayken, öte yandan bu faaliyetlerinin bazı noktalarda adaletin sağlanmasına da yardımcı olduğu reddedilemez bir gerçektir. Tüm bu şartlar altında, Yağız Saran'la ilgili gerekli kararlar verilirken, devletin bekası esas alınsa da, en büyük mahkemenin, kadirşinas Türk ulusunun vicdanı olduğu gerçeği de, asla gözardı edilmemiştir. Bu bağlamda; Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanlığı makamı ve Bakanlar Kurulu'nca Yağız Saran hakkında yapılan değerlendirme ve kararlar bütünü, ıslak imzalı şekilde mevcut belgeyle beyan edilmiştir. Belgenin bağlayıcılığı, Yağız Saran'ın ıslak imzasıyla birlikte resmi olarak başlayacaktır."

Yağız Saran: "Heyecanlandım doğrusu... Umarım, imza atarken elim titremez."

Hilmi Öncü, o sıra Yağız'a doğru birkaç adım atıp elindeki dosyayı uzatıyor: "Teklif, dosyanın içinde. İmzalamadan önce okursun diye ummuştum."

Yağız, adamın elinden dosyayı alıp içindekilere tam olarak 45 saniye boyunca göz gezdiriyor.

Hilmi Öncü: "İmzalayacak mısın?"

Yağız Saran: "Güzel teklif... Ama benim, yine de bu teklifi kabul etmek gibi bir niyetim yok. Buraya sizinle anlaşmaya değil, hepinize savaş ilan etmeye geldim. Çünkü benim ne o millet dediğiniz aptalların vicdan mahkemesinde aklanmaya ihtiyacım var ne de devlet denen o saçma düzenin bekasını korumak gibi bir derdim... Hepinizi yok edene dek, durmayacağım."

Yağız, ağzından çıkan son cümlenin ardından elinde tuttuğu kalem şeklindeki silahı Hilmi Öncü'ye doğrultarak Öncü'nün iki kaşının tam ortasına bir mermi gönderiyor.

Hilmi Öncü, kanlar içinde yere yığılırken Yağız ise elinde dosyayla birlikte binadan hızla uzaklaşıyor.

MİT Müsteşarı Hilmi Öncü'nün Yağız tarafından öldürülüşüne dair kamuoyuna servis edilen video kaydının son görüntüsü de bu oluyor.

Ve bizler, gazeteciler, taksi şoförleri, kıdemliler, kıdemsizler, işsizler, çay bahçesi müdavimleri, canı sıkılan emekliler, altın günü kadınları, öğretmenler, atanamayan öğretmenler ve öğrenciler ve her kesimden memurlar ve burjuvalar ve işçiler ve emekçiler, kısaca biz bu kocaman halk yığını, anlamakta güçlük çektiğimiz bu malum olay karşısında toplumsal refleksimizi aksatmadan gösteriyoruz yine. Ve iç sesimiz kulağımızı sağır edercesine bağırıyor:

"Biz biraz önce tam olarak ne gördük?"

Hiçbir şeyin, göründüğü gibi olmadığının yahut esasen her şeyin tam da göründüğü gibi olduğunun görüntüsünde... Biz az önce o görüntüde tam olarak ne gördük?

Ya da belki esas soru şöyle sorulmalıydı:

"Biz az önce o görüntüye, tam olarak nereden baktık?"

---

Kevin'ın kullandığı araç ani bir frenle yolun orta yerinde durduğunda, kendimi arabadan içeri güçlükle attım. Henüz, aracın kapısını dahi kapatamamışken Kevin son hızla tekrar gaza basmıştı.

"Sahiden... Sahiden yaptı mu bu?" dedim, nefes nefese. "Öldürdü mü adamı?"

Kevin, dizlerinin üzerinde duran tableti yüzüme dahi bakmadan elime tutuşturdu. Tabletin ekranındaki görüntü, yaklaşık yirmi dakika içinde ülkenin tüm dijital platformlarına düşmüş ve daha da düşecek olan malum 'cinayet'in videosuydu...

Ben videoyu hayretler içerisinde izlerken Kevin'sa kendi kendine söyleniyordu.

"Ona bunun tuzak olduğunu söyledim! Fuck! Gitmemesi gerektiğini söyledim!" Direksiyonu yumruklamaya başladı. "Ama o ne yaptı? 'Çok fazla konuşuyorsun Kevin!' dedi ve fuck! Cihazı kapattı! Kafasını şişliyormuşum!"

"Hangi cihazı?" dedim, ağlamaklı bir sesle.

"Haberleştiğimiz cihazı, Dennis. Okey? Tam 3 saattir haber alamıyorum Boss'tan." Direksiyona bir yumruk daha attı. "Sana da o yüzden geldim. Yanımda ancak sen olursan bana bir şekilde ulaşırdı çünkü Boss! Fuck! Oh... Jesus... Belamı sikmek için bile olsa ulaşırdı. Ok? Ama olan olmuş artık baksana, gitmiş öldürmüş adamı! Ah, kafamı çıldıracağım. Ooouv... Kendimi delireceğim artık!"

Tüm vücudum buz kesmişti. "Peki, ne olacak şimdi? Biz... Biz nereye gidiyoruz? Yağız nerede? Ne yapacak şimdi Yağız? Biz şim-..."

"Jesus Christ!" Gözündeki takma kirpikleri çıkararak camdan aşağı attı. "Boss, bana kızıyor kafa şişliyorsun diye. Fuck! Sana nasıl dayanıyor?"

Ağlamaya başladım. "Ya Allah kahretsin ya... Kahretsin."

"Bence de!" Kevin boynundaki kolyeyi de hızla asılarak pencereden aşağı attı. "God damn it!"

"Nerede şimdi kim bilir, ne yapıyor..." Soru sormaktan çok hayıflanır gibiydim. "Bu sefer nasıl çıkacak bu işin içinden... Delireceğim ya!"

"Dedim ona, dedim!" Kevin, bir eliyle kulağındaki küpeleri de çıkarıp açık camın aralığından dışarı gönderdi. "Bu adamlara güven olmaz, dedim. Ama sen bu Kevin'i hiç dinleme, Kevin kim ki? Hiç dinleme sen Kevin'ı, git oraya, illa git, bir de üstüne adamı öldür! Teessüfler olsun. Hiç yakışıkaldı mı?"

"Kahretsin! Hikmet Bey arıyor, yayınım vardı benim. Ah, yok ben kesin delireceğim!"

Kevin ise o an deliliğin sınırını, yayalar için yanan yeşil ışıkta, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yaşlı bir adama çarpmaya ramak kala bastığı ani frenin ardından, korna çalıp camdan bağırarak zorladı. "Yuh be yuh, fuck!" Üstelik içinde bulunduğumuz aracı yaya geçidinin tam da üzerinde durdurmuş, kural ihlalelerine kural ihlalleri ekletiyordu.

Tablo, vahimdi... Aracı kullanan şahıs kanun kaçağı, araba çalıntı, ehliyet ve ruhsat yok, hız limiti aşılmış, kırmızı ışıkta geçilmiş ve bir yayaya çarpayazmak suretiyle yaya geçidinde frene basılmış... Üstelik tüm bunları, üzerindeki mor çiçekli elbise ve yüzündeki beş karış makyajla yapmış bir 'cisim' ve yan koltukta üstü başı sırılsıklam halde oturmuş ağlayan bir adet ben.

Ve fakat Allah'ım, bugün birlik ve beraberliğe her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı olan biz deliler için bir kabe, bir mabet inşa eylemek gibi ileriye dönük -haşa- bir yatırımın varsa eğer, o yer tam olarak burası olabilir mi?

Lütfen olsun çünkü.

Tekrardan gazı körükleyen Kevin, ağlamaklı bir ifadeyle bağırdı o an. "Tenli çoraplar bacaklarımdan aşağı düşüyor. Fuck!"

Ve polis sirenleri...

"Harika!" dedim, ellerimi birbirine çarparak. "Ne yaptın ne ettin, trafiği birbirine katıp çektin sonunda polisin dikkatini!" Ardından gözlerim Kevin'ın üst başına gitti. "Bu halde yakalanırsak ilk önce fuhuştan Ahlak Masası alır zaten bizi içeri... Şu haline bak!"

"Sen bana orospu mu diyorsun?" dedi Kevin, gözlerinden alev çıkan bir ifadeyle. Ardından ani bir manevrayla direksiyonu çevirip şerit değiştirdi.

"Hah! Konumuz bu çünkü!" Alkışlamaya başladım. "Konumuz senin namusun!"

"Oh Jesus! Boss'un ahlakını da sen bozdun, değil mi?" Suratında imalı bir ifade vardı. "Görev adamıydı o, robot gibi dan dan dandı! Okey? Gözünü dudaktan esirgemezdi! Ama şimdi... Oh... My... Oh Jesus... Şimdi ne hallere düştü zavallı Boss... Oh..."

"Ah, öyle mi? Ne güzel harcadın beni, öyle. Devam et ya, valla devam et..." Ellerimi iki yana açtım. "Dök eteğindeki taşları..."

"Fuck! İyi ki bi kadın kılığına girdim be... Ne orospuluğum kaldı, ne eteğimden dökülen taşaklar... Yazıklar olsun." Direksiyonu bu kez görece dar bir yola kırdı. "Hep belden aşağıya doğru espriler var sende de..."

O sıra peşimize takılan polis, yerini motorize ekiplere bıraktı. Bunun bizim için anlamı ise 'dar yolların dahi bir kurtuluş olmadığı'ydı.

"Geliyorlar!" diye bağırdım o an. "İki kişiler hem de, Allah kahretsin!"

"Shit!" Kevin, bu kez direksiyonu dar yolun sağına doğu uzanan ara sokağa kırmıştı. Bir yandan da kendi kendini kendince teselli ediyordu(!) "Calm down Kevin, easy easy easy... Oh, Jesus... Yeah... Relax... Baby... You're okay. You're safe, Kevin... Oh... Everything is gonna be okay!" Ardından eli arabanın müzikçalarına uzandı.

İç motivasyonunu; ucuz Amerikan filmlerinde, Texas'ın ara sokaklarında var olma mücadelesi veren Zenci'lerin, muhtemel bir kavgaya karışmadan evvel, beyaz adamı son kez uyaran o aşırı dingin tavırlarından izler barından bir sokak jargonuyla gerçekleştiren Kevin'ın, playlistinden yükselecek şarkı, Marilyn Manson'a ait olmalıydı, yahut Metallica ya da Iron Maiden?

Fakat yanıldınız.

İşin aslı şöyle ki;

"Küçelere su serpmişem,

Yar gelende toz olmasın.

Eyle gelsin eyle gitsin,

Aramızda söz olmasın."

Müzikçalardan yükselerek aksiyonumuza eşlik eden, bir Azeri şarkısıydı. Ve Kevin tam olarak bir kültür şokuydu.

"Reşid Behbudov" dedi o an, Kevin'ın bir anda Azerice'ye kayan dili. "Küçelere su serpmişem, şarkının adı da. 'Küçe' demek, 'sokak' demekmiş. 'Sokaklara su serptim, yar gelince toz olmasın' diyor yani... Ya... Çox gözeldir. Bilir misen? Oh, Azerice öğreniyorum da... Fuck, yani öğrenirem..."

Şok halinde Kevin'a bakıyordum. "Türkçe bitti, ecdadını ağlattığın atasözleri ve deyimler falan bitti. Sıra Azerice'yi katletmeye mi geldi?" Deliliğin mabedinde sıradan bir gün! "Kevin sen virüssün. Hasta falan değil, direkt hastalıksın sen... Allah'ım... Allah'ım aklıma mukayyet ol! Neyin içine düştüm ben? Yağız... Ah, Yağız..."

O an Kevin direksiyonu bir kere daha kırdı. "Fuck!"

"Allah kahretsin! Oraya değil, orası çıkmaz sok-..." Cümlemi yarıda kesip kollarıma bağlayarak arkama yaslandım. Ve derince bir nefes aldım. Ne olacaksa olacaktı artık...

Daracık yolda son sürat ilerliyorduk. Yağmur ise bastırmış, Kevin'la sözüm ona polisi atlatmak için girdiğimiz sular seller içindeki ara sokaklarda, yönünü kaybetmiş tekne gibi savrulmaya başlamıştık.

Son saptığımız yolun ucu ise kırmızı mavi ışıklarla bitiyordu; başımı arkama çevirdiğimde gördüğüm ışıkların aynısıyla...

Kuşatılmıştık. Dar bir yolun tam ortasında, tam anlamıyla sıkıştırılmıştık.

"Fuck! Ben bittim..." Kevin, ayağını gazdan çekti.

Haklıydı. Her ne kadar kendince 'kılık değişip' kamufle olduğunu sansa da, bu şartlar altında ilk etapta 'trafik' suçundan karakola çekileceği ve saatler içindeyse TV ekranlarındaki 'Redkey'in ortağı kıskıvrak yakalandı!' şeklindeki haberlere özne olacağı açıktı.

"Biz bittik..." diye tamamladım Kevin'ın cümlesini.

Araç durmuş, silecekler ise ön cama hızlı hızlı vuran yağmur damlalarını ardı ardına silmeye devam ediyordu. Sanki celladını bekleyen idam mahkumları gibi telaşsız bir kabulleniş içindeydik.

Sadece, yağmuru ardı ardına döven silecekler ve fonda kulaklarımıza nüfuz eden o güzel şarkı... Biraz evvel bileşimini yadısığımız bu tuhaf harmoni, o an mayasını, kendiliğinden çalıvermişti nedense kalbime...

"Küçelere su serpmişem,

Yar gelende toz olmasın.

Eyle gelsin eyle gitsin,

Aramızda söz olmasın."

Sulu gözlerim, nemini yanaklarımdan aşağı bırakmaya başladı. Önümüzü ve arkamızı çevreleyen iki polis ise motosikletlerinden inmiş, bulunduğumuz araca doğru ilerliyorlardı. Ve şarkı, devam ediyordu...

"Samalara od salmışam,

İstekana get salmışam.

Yarim gidip tek kalmışam,

Ne azizdir yarin canı, ne şirindir yarin canı..."

Polisler araca yaklaşmaya ve şarkı, kulaklarımıza nüfuz etmeye devam ederken bir anda gözlerim fal taşı gibi açıldı ve hızla kapıya asılarak Kevin'ın şaşkın bakışlarıyla birlikte arabadan aşağı fırladım. Oyuntulara dolan yağmurla, krateri andıran yolda çamurlara bata çıka koşmaya başlamıştım.

Koştum.

Biraz daha koştum.

Arkamızdan gelmiş olan birinci motorize polisi, gözümün ucuyla dahi kesmeden, yanından son sürat geçtim.

Önümüzü kesmiş olan ikinci motorize polisin ise hızlıca boynuna atladım.

Aynı anlarda araçtan inmiş olan Kevin'ın sesi duyuldu.

"Boss!"

---

"Tüm birimlerimizin dikkatine... Zincirlikuyu'daki malum konuda, iki motorize ekibimizin araç ve üniformalarını gasp eden şahıslar, son olarak Şehit Asım Caddesi üzerinde görülmüştür... Dıdırıt... Tekrar ediyorum, şüpheli iki şahıs, son olarak Şehit Asım Caddesi üzerinde görülmüştür... Dıdırıt... Şahıslardan birinin eşkali tam seçilememiştir. Diğerinin ise oldukça kalıplı ve uzun boylu, takribi 2 metre civarlarında olduğu ve kel olduğu... Tekrar ediyorum kel olduğu tespit edilmiştir... Dıdırıt..."

"Tekrar ediyorum, kel olduğu... Kel olduğu, kel kel... old-..." Kevin, telsizdeki anonsun Pavel'i ilgilendiren malum kısmını yüzüne takındığı iğneleyici bir ifadeyle tekrar ederken Pavel, tek eliyle Kevin'ı üzerindeki elbisenin göğüs kısmından tutup havaya kaldırdı.

Ardından, "problem?" dedi, dişlerini sıkarak.

"No no no no... No man... No, problem..." Kevin, zoraki gülmeye çalışıyor fakat havada çırpındıkça hem bacaklarındaki 'tenli' çorap dizlerine doğru kayıyor hem de göğüs kısmından aşağı doğru bir şeyler yuvarlanıyordu.

'Bir şeyler' yuvarlanarak, ayağımın ucuna kadar geldiğinde başımı iki elim arasına alıp hayretler içinde karşımdaki manzaraya kilitlendim. İri vücuduna hiçbir koşulda oturmamış, polis üniformalarının içinde sıkıştırılmış zip dosyası gibi duran Pavel'e mi gülmeliydim yoksa Kevin'ın göğüslerinden yere yuvarlanan iki adet portakala mı? Ya da belki hiçbir şeye gülmemeliydim. Çünkü az ileride, elinde tuttuğu kaskla bir sandalyenin üstüne oturmuş ve gözlerini sabit bir noktaya dikmiş Yağız'ın, yol boyu süren suskunluğunu histerik bir kahkahayla bölmek istemiyordum.

Sadece konuşsun istiyordum. Bir şeyler söylesin... Fakat Yağız, yola çıkmadan önce, Kevin'la özel olarak konuştuğu beş dakika dışında, yolda hiçbirimizle tek kelime etmediği gibi bizi getirdiği bu soğuk, izbe binada neyi bekliyor olduğumuza dair de tek bir açıklama yapmamıştı.

Telefonum bir kez daha çalmaya başladı o an. Hikmet Bey'in, 12. cevapsız çağrısıydı bu.

Cevapladım.

"Dedemi hastaneye kaldırmışlar!" Ağzımdan çıkan ilk cümle bu olmuştu. Yayına, dakikalar kala apar topar kanaldan çıkmamı, hem de Yağız'ın MİT Müsteşar'ını öldürdüğü anlarda bunu yapmamı açıklayacak makul bir sebebim yoktu çünkü. "Ankara'ya gidiyorum" diye bitirdim konuşmamı.

Hikmet, pek inanmış görünmese de "Geçmiş olsun" demekten başka bir cümle kuramamıştı.

Fakat Yağız kurmuştu.

"İşine geri dön."

Sessizliğini bölen ilk cümle buydu.

"Anlamadım?" dedim, üzerine doğru birkaç adım atarak. "Bunu mu tartışacağız şu an?"

"Tartışmayacağız!" Kaskını fırlatıp ayağa kalktı. "Çünkü sen gideceksin. Ve konu tartışmaya kapalı."

Haklıydı. Orada, o yağmurun altında araçtan fırlayıp boynuna atladığımda, ellerinin belimi hemen sarmalamamasından anlamalıydım. Ellerindeki tereddütten, gözlerindeki o ifadesizlikten anlamalıydım. Konu, tartışmaya kapalıydı.

"Hiç de gitmeyeceğim!" Gözlerim tekrardan dolmuştu. "Şuradan şuraya gitmeyeceğim hem de..." Yutkundum. "Hiç değilse, bana sebebini anlatmadan, o yaptığının sebebini..." Üzerine doğru bir adım attım. "Yağız, sen oraya o adamı öldürmek için ya da savaş ilan etmek için gitmedin! Bana bunun niye yaşandığını anlatmak zorundasın... 40 dakikadır 40 takla atıyorum ya, seni anlayabilmek için, üstüne gelmemek için, senin anlatmanı beklemek için..." İki elimle yüzümü sıvazlayıp derince bir nefes aldım. Ve ağlamaklı sesimle kelimeleri zar zor toparlayıp devam ettim. "Lütfen, bir şey söyle. Görüntülerde oynama var, de. Ben yapmadım, de. Ya da yaptım ama şu yüzden yaptım de, bir şey söyle..."

Yağız, yüzüme bir süre baktıktan sonra sırtındaki polis montunu çıkarıp omuzlarıma koydu. "Islanmışsın sen. Önce üstünü değiştir, sonra iş yerine geçersin."

"Ya yeter!" Montu hızla omuzlarımdan çıkartıp yere fırlattım.

"Dennis..." Kevin kolumdan tuttu. "Aşağıda bir araç var, gel hadi. Seni bıraksınlar."

"Çekil!" Yüzümü Kevin'a çevirdim. "Sana ne oluyor? Az önce bir sürü foto-..." Kevin, kaşlarını kaldırıp başını 'hayır' anlamında sağa sola sallayınca sözlerime devam edemedim. Cemal Suphi Dayı'nın gizemli fotoğraflarını Yağız'a henüz söylememişti Kevin... Yine de, Yağız'a hiçbir soru sormuyor olmuşu, bu sakinliği tuhaftı. "Hiçbir yere gitmiyorum" diye devam ettim. "Bana, orada neler olduğunu anlatacaksın Yağız. Bunu bilmek benim hakkım... Onlarla anlaşmış görüneceğini söy-..."

"Olmadı Deniz, olmadı işte." Gözlerinden şimşekler çıkıyordu. "Nasıl olmadı? Neden olmadı? Sorgulamayı bırak. Sadece olmadı. Anladın mı?" Ellerini silkeler gibi birbirini çarparak ve kelimeleri teker teker heceleyerek bağırdı. "Anlaşma... Manlaşma... Yok!"

"Neden!?" Ben de en az onun kadar bağırmıştım.

"Öyle olması gerekti çünkü!" dedi, Yağız'ın gür çıkan sesi. Birbirimizin burnunun dibine girmiştik artık.

"Sen mi öldürdün o adamı!"

"Ben öldürdüm!" Verdiği buz gibi cevap, izbe binanın boş duvarlarında yankı oluşturmuştu.

"Neden?" Gözümü, gözünden ayırmadım sordum.

"Dennis..." Kevin, bir kez daha kolumdan tuttu. Ben de onu bir kez daha itip bakışlarımı tekrar Yağız'a çevirdim.

"Öyle olması gerekti çünkü!" Yüzü ve sesinde öfkeden bir ifade yoktu.

"Ya neden, neden!?" Gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı. "Her şeyi bir anda nasıl öylece silkeleyip böyle bir belaya bulaşabilirsin? Birlikte buralardan defolup gitme biletimizi nasıl yırtıp atabilirsin? Anlamak istiyorum! Neden yaptığını anlamak istiyorum!"

Parmağı yüzüme doğruldu. "Deniz bak... Bak, berbat bir gün geçirdim. Kurduğum plan da, o dediğin bilet de yandı, bitti, gitti! Zorlama daha fazla beni. Lütfen! Gör artık. Bir çıkış yolumuz falan yok. Yok!"

Omuzlarından iterek ve çokça da ağlayarak bağırdım. "O zaman o kahrolası adamı niye öldürdün!?"

"SENİN YÜZÜNDEN!"

Kalbimin tam ortasına hançer gibi saplanan cümle, Kevin'a aitti.

"KES SESİNİ!"

Bu gürleme ise Yağız'a.

"Ne... Ne demek bu..." Ve bu mırıltı, evet, bana...

"Senin yüzünden demek işte!" Kevin, cümlesinin arkasında dururken aynı anlarda Yağız, biraz evvel oturduğu sandalyeye güçlü bir tekme attı. Sandalyenin çıkardığı şiddetli gürültü, ortamdaki üç adamın kirpiğini dahi kımıldatmamıştı. Aynı anlarda Pavel elinde telefonla odadan ayrılırken bense ağzımdan kopan iniltiyle dizlerimin üstüne öylece çöküvermiştim...

"Sana kes sesini dedim, kes o siktiğimin sesini!" Yağız'ın sandalyeden sonraki ikinci adresi Kevin'ın göğsü oldu.

"Fuck!" Kevin, sendelemiş halde bir yandan geri geri attığı adımlarla Yağız'dan kaçıyor, bir yandansa hala ona meydan okuyordu. "Ne var, ne? Bilmesin mi? Yalan mı? Onun için kurduğun plandan, yine onun için vazgeçtiğini, bilmesin mi? Zaaf, zaaf, zaaf Boss! Deniz'i tanıdığından beri, sadece zaaflardan ibaretsin! Seni neye dönüştürdüğünü, bilmesin mi? Fuck... Eğer zaten... Zaten biraz olsun aklı varsa, kendi de farkındadır bu durumun... Oh, Jesus... Böyle olmaz Boss! Böyle devam edemeyiz. Şu geldiğimiz noktaya bak... Dönüp neredeyiz, bi' bak Boss!"

"Bakacağım, gel... Gel." Yağız, sakin adımlarla Kevin'la aralarındaki mesafeyi kapattı. Ve son sürat geri çektiği kafasını aynı hızla Kevin'ın tam olarak ağzına patlattı. Kevin, ağzından boşalan kanlarla yere yığılarak acı içinde inlemeye başlamıştı. Yağız ise hiç aldırış etmeden cümlesini tamamladı. "Hadi, şimdi konuşmaya devam et."

Tüm bu gördüklerim, duyduklarım bulanıktı o an. Dizlerimin üzerine çökmüş ben ve dünya bulanıktı. Ne demekti bu? Benim yüzümden öldürmek... Ne demekti?

"Deniz..." dedi o sıra Yağız'ın şefkatli çıkan sesi. Benimle aynı hizadaydı. Sanırım dizlerinin üzerine çökmüştü. Kollarımdan kavradı. "İyi değilsin sen... Tutun bana, gel... Yavaşça, haydi..." Ayaklarımın üzerine güçlükle bastığımda, sıktığı dişlerinin arasından Kevin'a hala küfür etmekte olduğunu duydum. "Dilini siktiğim..."

"Yağız doğru mu bu..." Bu bir soru cümlesi değildi. Kıpkırmızı olmuş gözlerimden boşalan yaşlara eşlik eden bir mırıltıydı olsa olsa. "Benim yüzümden miydi..."

"Benim yüzümdendi!" Omuzlarımı sıvazladı. "Sakın. Sakın aptalca bi' düşünceye kapılma, anladın mı? Benim hesap etmem gerekirdi, benim daha iyi bi' plan yapmam gerekirdi. Benim onlara bu kozu vermemem gerekirdi. Benim... Benim hatamdı."

Titreyen ellerimle üstündeki üniformaya asıldım ve son takatimle sordum. "Nasıl oldu?"

"Öğüceğlei seiğ!"

Kevin, yerden zar zor toparlanmaya bir yandan da kan dolu ağzıyla konuşmaya çalışıyordu.

"Boğs meğğu kağmu..."

Yağız, sabır çeker gibi ellerini yukarı kaldırıp hızla suratını sıvazladı. Sinirden yüzü kızarmış, tüm damarları belirgin hale gelmişti. "Kevin..." ded, eiyle ilerideki tahta, oymalı kapıyı işaret ederek. "Bak, şu kapıdan çık. Hemen sağa dön. Pavel orda. Söyle, öldürsün seni."

Duyduğu son 'tatsız' talimatla yüzü daha düşen Kevin hiçbir şey söylemeden, ağzını tuta tuta kapıdan dışarı çıktı. Aynı anlarda ise Yağız, biraz önce tekme attığı sandalyeyi doğrultarak tam altıma çekti.

"Otur..."

Yere fırlattığım polis montunu da tekrar omuzlarıma koydu.

"Yağız, nası-..."

"Müsteşarın elime tutuşturduğu dosyanın içinde, Cumhurbaşkanlığı ve bilmem ne sikim kurulu tarafından hakkımda hazırlanmış teklifin bulunduğu bir belge falan yoktu Deniz! Kağıtlar boştu." dedi, bir solukta. Karşıma çektiği sandalyeye oturmuş, dirseklerini dizlerinin üstüne bastırarak ellerini birbiriyle kavuşturmuştu. Bakışları ise gözlerimi bulmakta zorlanıyordu yine. "Boş kağıtlar vardı ve... Ve o kağıtların arasına yerleştirilmiş bir tablet. Ve tablette sen... Sen vardın."

"Ne?"

Başını iki yana sallayarak derince bir nefes verdi. Tel tel ayrılarak alnına düşmüş ıslak saçlarını hızlıca karıştırdı. Onu, konuşmakta bu kadar zorlanırken görmek... Tuhaftı. "İş yerine gelmiş biri. Kevin'dan belki bi' yarım saat kadar önce... Seni çekmiş... Tabletin ekranında senin görüntün vardı. Canlı görüntün... Çalışma masandaydın, arkadaşlarınla konuşuyordun... Ekranın sağında sen vardın ve solunda bir not..." Yutkundu. "Anlaşmayı reddetmemi, oraya anlaşmak için değil savaşmak için geldiğimi söylememi ve sonrasında Müsteşar'ı öldürmemi... Yoksa senin öleceğini yazan bir not... Ve hemen altında da en iyi silahın 'kalem' olduğunu yazan küçük bir not daha..." Yüzüne anlamsız bir tebessüm yayıldı. "Sonrasını biliyorsun zaten... Gözlerinin önünde adamlarını öldürdüm, Deniz... Gerçekten benimle anlaşmak isteyen adamların, bana gönderdiği elçiyi öldürdüm. Bunun geri dönüşü yok."

"Ama... Ama gerçek bu değil ki" dedim, cılız sesimle. "Mecbur bıraktılar buna seni. Orada olan bu, gerçek bu!"

"Kimin umrunda?" Yüzünde hala aynı sahte gülümsemeden vardı. "Sana daha önce de söyledim. Gerçekler, kimsenin umrunda olmaz. Onların da olmayacak. Onlar da gördüklerine inanacaklar."

"Ama köstebek demiştin onun için! KK-3 dediğin heyet bunu bilirse-..."

"Kimin köstebeği?" dedi, imalı bir ifadeyle. "13. Şahbozan'ın mı? Ama sana kötü bir haberim var. Onlara, onu öldürdüğümü söyledim. Ya da şöyle düzelteyim; onlara onu öldürdüğümün videosunu gönderdim. Ve şimdi Müsteşar'ın köstebek olduğunu belgeleyecek her türlü kanıt, aynı zamanda 13'üncünün yaşadığının da ispatı olacak. Onlara esasen yem attığımın, içlerindeki köstebeği bilmeme rağmen bunu gizlediğimin ve üstelik onu amacım doğrultusunda manipüle ettiğimin, kullandığımın ispatı... Niyetimin anlaşmak değil, bu anlaşma üzerinden, öldürdüğümü iddia ettiğim kişiye ulaşmak olduğunun ispatı... Ve bunu yapmak, onların bana yeniden zeytin dalı uzatmalarını sağlamaz. O iş bitti."

Kollarını bağlayarak gözlerini odanın boş duvarlarına dikti. Sanki benimle konuşmuyor, kendine kendini açıklıyor gibiydi. "Müsteşar'ın şu an açığa çıkması ancak sahibinin hoşuna gider... Zaten bunu da o yüzden tezgahladı ya... Böylece hem anlaşmanın eşiğinden dönerek kapana kısılmamı sağladı hem de milyonlarca insana, aklınca, onunla uzlaşmak isteyen 'barış güvercin'i bir devlet görevlisini acımasızca öldürdüğümü gösterdi... Ve şimdi de kıçımı kurtarmak için devlete gidip 'Ben size yalan söyledim... Müsteşar 13'üncünün adamıydı, onun için çalışıyordu. Birlikte plan yapıp beni tuzağa düşürdüler. Çünkü benim 13. Şahbozan'ı öldürdüğüm falan yok. O video sahte, ben de sahtekarım' dememi bekliyor. Böylece yaşadığını, yenilmediğini, benim tarafımdan alt edilmediğini de devlet erkanına göstermiş olacak..."

Birbiriyle tamamen iç içe, girift ve çok karmaşık gibi duran ama aslında bütünüyle ilintili öyle çok parçayı aynı anda zihnime yerleştirmişti ki... Bir yandan aydınlanıp bir yandan daha karanlığa gömülüyordum. Bir süre hiçbir şey diyemedim. Ağzımı açtığımda ise sanki Yağız'ın biraz evvel anlattığı muhtemel tüm sonları hiç duymamışçasına az evvel kurduğum cümlenin benzerini mırıldandım. "Ama... Ama adam ihanet etti sonuçta. Kendin demiştin, hain demiştin. Eğer bunu ispatlarsan, Müsteşarın hain oldu-..."

"Şehit, Deniz..." dedi, sözümü keserek. "Müsteşar, şehit. Al bayraklı törenleri, şaşalı kortejleri için hazırlıklara başladılar bile... Ayrıca ihanetini bilseler de, yeni kurdukları hükümete böyle bir lekeyi bulaştırmazlar... Yaşasaydı, görevden alırlardı. Ama ölü. Öldürüldü. Hem de barış elçiliği yapmaya geldiği bir görüşmede öldürüldü. Kendi ayaklarıyla geldiği, kendi silahıyla vurulduğu bir görüşmede..."

"Nasıl yani? Müsteşar için bu bir intihar değil miydi?" dedim. Ve fakat gözlerimden hala boncuk boncuk yaşlar boşalıyordu. 'Şehit' kelimesi, Şeref'in ardından ilk defa bu kadar midemi bulandırırken Yağız'ın hala tüm bu olacaklara müsaade etmeyeceği ihtimaline tutunmak istiyordum. Ama geleceğe dair tutunacak bir ihtimal kalmış mıydı, emin değildim. Çünkü Yağız orada benim yüzümden bir adamı öldürmemişti. Benim yüzümden geleceğini öldürmüştü. Durum buydu. Güçlükle cümlemi tamamladım. "Yani Müsteşar'ın bu plandan haberi yok muydu? Sonunda öldürüleceğini bilmiyor muydu?"

"Sanmam." Ayağa kalkarak gezinmeye başladı. "Saniyeler içinde öldürülecek bir adam gibi gelmedi oraya, öldürüleceğini bilen bir adam gibi konuşmadı benimle. Dosyayı uzatırken eli dahi titremiyordu... Tam aksine, meydan okur gibi bakıyordu bana..." Düşünür gibi oldu. "Tabletten haberinin olmaması imkansız... Bilmediği, neyle tehdit edildiğim değil, karşılığında benden ne isteneceğiydi. Bu karşılığın kendi hayatı olduğunu bilseydi..." Bir an duraksayıp devam etti. "Hiç kimse kolay kolay ölüme yürümez... Hele ki, daha dün tasfiye edilerek kadroları temizlenmiş bir devlet kurumuna, yeni yeni belini doğrultmaya çalışan bir yönetime ve dahası halkına... İnanmaya aç olan onca insana, sırf daha fazla para ve güç için ihanet edecek kadar ilkesiz bir adam... Öyle bir adam ölüme yürümez."

"Hiçbir bir adam ölüme yürümemeli..." Elimin tersiyle gözlerimdeki yaşları silerek ayağa kalktım. "Ölüme yürümesine sebebiyet verecek zaafları da olmamalı... Kevin haklıydı Yağız... Al, bak her şey mahvoldu şimdi. Beni kullanarak seni istediklere yere çektiler yine. Sen beni uzağında tuttuğun sürece bana ulaşmaları her defasında daha kolay oldu. Oysa en başından beri yakınında olsaydım-..."

"Ya da en başından beri uzağımda olsaydın" dedi, sözümü bölerek.

"Ya da en başından beri hayatımdan hiç çıkmamış olsaydın..." dedim, direterek.

"Ya da en başından beri hayatına hiç bulaşmamış olsaydım..." dedi, aynı şekilde direterek.

"Ya da en başında bir hayatım olmasaydı..." Lanet gözlerim yeniden doldu. "Daha sürdürecek misin? Eğer öyleyse söyle çünkü benim de susmaya hiç niyetim yok."

"Deniz" dedi, soğuk bir sesle. "Olan oldu. Sürdürülebilecek bir şey mi kaldı ortada? Battım işte. Batırdım."

"Evet, görüyorum!" Sesim, kızgın çıkmıştı. "Olan oldu ve şimdi neler olacak? Şimdi ne yapacaksın, konumuz bu..."

Gözlerini benden uzaklaştırarak odanın duvarlarına dikti. "İlla bir şey mi yapmam gerekiyor?"

"Evet gerekiyor!" diyerek yükseldim tekrar. "Öylece kabul mü edeceksin bu olanları? Bu iftirayı, bu tuzağı... Sana inansınlar, inanmasınlar ya da sonucu her ne olursa olsun, senin yine de bunu onlara, hatta herkese, o inanmaya 'aç' dediğin insanlara, anlatman lazım. Bunu onlara borçlusun."

"Benim hiç kimseye borçlu olduğum falan yok!" dedi buz gibi bir sesle. "Niye anlamak istemiyorsun? Sana şu an böyle bir şey yapmayacağımı söyledim, Deniz. Her şey bitti, gitti işte. Ortada uzlaşılacak bir şey de kalmadı. Şu an bunu yapmak bana hiçbir yarar sağlamaz."

Nefesim sıkışıyor, kalbimde kazanlar kaynıyordu. "Yarar?" dedim, hayretle açılan gözlerle. "Nihat'ı... Biz Nihat'ı suçladık, Yağız!" Yutkundum. "Gerçeği bildiği ve sakladığı için, o aşağlık herifin 'şehit' diye omuzlarda taşınmasına, sırf kendi 'yararı'na göz yumduğu için, onu suçladık. Şimdiyse... Dönüp dolaşıp hep aynı hikaye ayaklarımıza takılıyor! Yine bir suç, yine bir suçlu fakat yine bayraklı bir tabut..." Çeşme misali gözlerim yeniden akmaya başladı. "Ama bu hikayede, bu kez kendine yarar sağlamak için gerçeklerin üstünü örten biri olmamalı! Bu yüzden şimdi karşıma geçip bana faydadan, yarardan bahsetme. Sen böyle bir zihniyete savaş açmadın mı? Şimdi onlar gibi mi oynayacaksın?"

Yağız, gözlerini gözlerime dikmiş hayretle yüzümü izlerken devam ettim. "Madem dediğin gibi her şey bitti, madem bir çıkış yolu yok, madem artık ortada anlaşma manlaşma yapma ihtimali de yok, o zaman yak gemileri! Söyle her şeyi olduğu gibi, bitsin gitsin! Daha neyi tartıp neyi hesap ediyorsun?"

"Sen neden bahsediyorsun?" dedi, dümdüz bir ses tonuyla. "Bu kaç oldu, karşıma geçip beni sorguya çeker gibi tavırlar, hizaya getirmeye çalışmalar... Hah, üstelik bu sefer Nihat'la kıyaslayarak? Her defasında geliştiriyorsun kendini, Deniz... Ve bu yargıya sadece kurduğum tek bir cümleden vardıysan, hiç durma devam et. Ben kendi yararını düşünen bir adamım çünkü. Şimdi, istediğin sonuca var."

"Ben sana bir şey söyleyeyim mi Yağız?" Üzerine doğru hızlıca birkaç adım attım. "Senin o 'fayda' dediğin şeyin adı aslında ne biliyor musun? 'Gurur'... Tam olarak bu. Gurur ve kibir. Bu..." İşaret parmağımla göğsüne yavaşça dokundum. "İşin gerçeğini onlara anlatmıyorsun. Çünkü sahte bir video hazırlayarak istihbarata göndermiş olduğun ortaya çıksın istemiyorsun, böyle küçük hesaplar yapmış adam gibi görünmek istemiyorsun. Hah! Bak bi' de bunu asıl kamuoyuyla paylaşırlarsa gör... O zaman, kahraman dedikleri adam, Redkey, bir düzenbaza dönüşmüş olacak. 'Öldürdüm' dediği adamı, 'öldürmemiş' olacak. Tam bir hayal kırıklığı, değil mi? Ve sen düzenbaz olarak görünmektense katil olarak görünmeyi tercih ediyorsun. Çünkü buna alışıksın. Katil denmesine, bunu duymaya alışıksın. Ama sahtekarlık, düzenbazlık... Bu başka. Bu ortaya çıkarsa itibarın zedelenir çünkü. Gururun incinir. Ve bak işte bu, bu 'ben mükemmelim, hata yapamam, yapsam bile kolum kırılır, yenim yine de içinde kalır, ben dimdik dururum' anlayışı, kibirdir. Anladın mı? Gerçekleri ortaya çıkarmanı engelleyen sebep bu. Kibir..."

"Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" Gözlerini kısarak bakıyor, yüzündeki ifade okunmuyordu.

"Başka türlü düşünmeme fırsat vermen gerektiğini düşünüyorum!" Ellerimi iki yana açarak bağırdım. "Sana bundan sonra ne yapacağını sorduğumda bana bir cevap vermen gerektiğini düşünüyorum!" Tam karşısına dikilerek devam ettim. "O adam kim bilir, ağzından çıkan tek bi' sözle kaç masumun canına sebep oldu... Şimdi şehitlikte mi yatacak yani? Bunun olmasına izin vermemeni istiyorum!" Sesimi alçaltarak devam ettim. "Lütfen buna izin verme Yağız... Bak, gördün. Benim canım çok yandı. Gözlerinle gördün. Çok yandı. O Şeref denen herifin, mezarda 'şehit' olarak yattığı her gün canım çok yandı."

"O canın daha fazla yanmasın diye ellerimle silmedim mi o yazıyı Deniz?" Yüzünde hayal kırıklığı vardı. "Ama her şeyin, bir mezar taşındaki yazıyı dahi silmenin bir zamanı vardır. Gerçekleri söylemenin de öyle... Hem kollanacak zamanı hem de bin bir farklı şekli, yolu vardır. Ve şu an bunun zamanı değil. Şu an bunun için uygun bir şekil, bir yol yok. Çünkü bu, bu benden şu an beklediği şey, ve o herifin beklentisini karşılamak gibi bir niyetim yok... Üstelik şu an daha büyük sorunlarım var. Birazı hayatta kalmak gibi..." Eliyle beni işaret etti. "Dahası hayatta tutmak gibi... Yani... Oradan baktığında, içine düştüğü beladan kurtulmaya çalışan ve bunu yaparken 'öncelik sıralamasında' bulunan bir adam olarak görünmek isterdim. Kendi menfaatleri doğrultusunda bir haini 'şehit' göstermekten medet uman haysiyetsiz bir adam olarak değil..."

"Sana böyle bir şey söylemed-..."

"Evet, doğru. Haysiyetsiz demedin. Sadece Nihat'la kıyasladın." Yüzündeki hayal kırıklığı ifadesi sabitti. Kımıldamıyordu. "Ama haklı olduğun taraflar da yok değil... Adına ister kibir, ister gurur de... Haklısın. İstemem. Bir sahtekar, bir düzenbaz gibi görünmektense katil olarak bilinmeyi tercih ederim. Haklısın, çünkü buna alışığım. Çünkü o milyonlarca insanın hafızasındaki son anıya bir 'sahtekar' olarak yerleşmek istemem. Böyle hatırlanmak istemem..."

"Son anı..." Boğazım düğüm düğümdü. "Ne demek bu-... Bu şimdi-... Son anı der-..."

"Ben gidiyorum Deniz."

Sesi, boşlukta bir süre sallandı. Sanki ne ben duydum öyle bir ses ne de boş duvarlarda yankılandı. Fakat Yağız devam etti:

"Yalnız gidiyorum."

O, 'açıklama' değil 'karar' bildiren soğuk sesi, boşlukta yine bir süre kadar sallandı. Benim Yağız'a öylece bakan donmuş yüzümde, onun gözlerindeki keskin ifadeyi gördüğüm an ise çok daha sabit bir ifade oluştu.

"Onda ne görüyorsun?"

"Ona nereden bakıyorsun?"

Bunların o an için hiçbir önemi yoktu.

Çünkü bu kez adım gibi biliyordum; yüzünde ne gördüğümü ve bakabileceğim muhtemel tüm açılardan ne göreceğimi...

Biliyordum.

Çünkü vedalar nereden bakarsanız bakın, hiç şüphesiz aynı görünür.

***

Đọc tiếp

Bạn Cũng Sẽ Thích

1.3M 56.5K 46
~TAMAMLANDI~ 0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kate...
3.6M 131K 72
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...
5.5M 293K 30
!Acemi bir dille yazılmıştır! Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar t...
2M 87.1K 68
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...