Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 58: Yol Ayrımı

48.2K 3K 6.1K
By EsraCanlii

***

Bölüm Sonu Şarkısı: ♫ Ben Howard - Promise ♫

***

Saksının içine bastırdığı kırışık ellerindeki çatlaklar, toprağa değer değmez çamurla dolmuştu.

Bense saksıdaki tohumu işaret ederek merakla atıldım o an. "Ne çıkacak buradan dede?"

Derin bir iç çekerek cevapladı sorumu:

"Nilüfer."

"Kandırıkçısın dede!" dedim, alaylı bir yüzle. "Saksıdan annem çıkar mı hiç?"

Gülümseyerek yüzünü döndü. Elindeki toprağı avuçlarını birbirine çarparak temizlemişti. "Nilüfer, bir çiçek adı aynı zamanda, Deniz. Anlamı da çok güzeldir hem..."

"Neymiş?"

"Saf demek, kötülüğün hiç değmemiş olduğu demek." Yutkundu. "Nilüfer, içinde yetiştiği çamurlu, balçıklı sudan dahi tertemiz çıkarak çiçeklenir."

"Hiç de bile!" Yüzümü ekşitip dedemin çamura dönen ellerini işaret ettim. "Ona dokunduğun için senin ellerin bile pimpis oldu!"

"Deniz..." dedi, çınar ağacının gölgesine doğru bir iskemle çekerek. "Bak, sana ne diyeceğim... Ama bu söyleyeceğimi yıllar yıllar yıllar geçse bile, aklından çıkarmayacağına dair söz vereceksin bana. Tamam mı?"

Gözlerimin içi parlamıştı. "Tamam!"

Gülümsedi. "Herhangi bir zamanda, Deniz... Herhangi bir yerde..." dedi. "İyiliğe, saflığa, temize ve güzele dair her ne görürsen... Gözlerini kocaman aç ve etrafına çok dikkatli bak. Bunu yaptığında, oralarda bir yerde mutlaka, elleri kirli olan birilerini göreceksin."

Cevabı beğenmemiştim. "O niye dede?"

"Düşün, Deniz..." Yerdeki yaprakları işaret etti. "Bahçeyi süpürürken veya bir tabağı, bir bardağı temizlerken elin kirlenmiyor mu? Ayakkabılarını silerken ya da... Ellerin mutlaka kirlenmiyor mu?"

"Evet ama..."

"Hiçbir şey kendiliğinden güzelleşmez, kızım" dedi, yaşlı ve bilge adam. "Ardında mutlaka o 'şey'i güzel kılmak için çirkinliğe razı gelmiş birisi olur. Onu temiz kılmak için, elini kirletmeyi göze almış birisi olur. O yüzden... Aldanma, Deniz. Sadece o kirli ellere bakıp aldanma... O ellerin hangi yolda, neyi güzelleştirmek için çamura bulandığını görmeden, kirini görürsen, aldanırsın..."

Aldandı dede, torunun aldandı.

Önce kirini gördü elin hep. Sonra etrafına dönüp güzelliğe, saflığa, temize dair bir şeyler aradı. Bulduğunda ise burun kıvırdı. Beğenmedi.

"Bu el, bunun için mi böylesine kirlendi?"

"Değdi mi?"

Böyle düşündü.

Ama söylesene dede... Ya o torununun gözleri önce eldeki kiri değil de karşısında duran güzeli, iyiyi seçebilseydi, ilkin onu arasaydı, onu görseydi...

O kirli elleri, yine böylesine yadırgar mıydı dersin?

Söylesene dede.

Aldanmadan, ilkin beni görerek söyle.

Şimdi temiz miyim? Güzel miyim? Torununa dokunan o ellerinden çamurlar akıyor. Üstelik bir çiçek de değilim.

Kandırıkçı olmasana dede.

O ellere kiri bulaştıran düpedüz benim.

***

Hafsalama düşen görüntüler, kulağımda yankılanan sesler ve en çok da kirlenmiş eller... Her biri zihnime, şömineden yansıyan ateşin gölgesiyle sirayet ediyordu. Bulanık, karmaşık, belirsiz...

Oturduğum koltuktan güçlükle doğrularak şöminenin hemen üzerinde duran Jack Daniel's şişesine uzandım o an. Ardındansa bardağıma yarımı geçecek şekilde doldurdum. Ve şimdi ise alkol, zihnime, şömineden yansıyan ateşin dumanıyla sirayet ediyordu. Buğulu, yakıcı, keskin...

İlk yudumun ardından boğazımda oluşan tat, yüzümü ekşitmişti. Gözümün hemen altına ilişen ve bıraksam daha da aşağı akmaya niyeti olmayacak gibi duran ıslaklığı, viskimden aldığım ilk yudumun akabinde elimin tersiyle sildim.

Gözümün altındaki ıslaklık silinse de içerine işleyen o görüntü silinecek gibi değildi. Gitmiyordu... Gözlerimin önünden, Nihat'ın gözleri gitmiyordu.

Elimde viski bardağı, boğazımda lav tadı ve gözlerimin önünde Nihat'ın gözleri... Siyah, öfkeyle parlayan, hüzünle dolu gözleri. Ve kirli elleri... Çamurun her türlüsüne batıp çıkmış elleri...

Hangi yolda, neyi güzelleştirmek için çamura bulandığını görmeden, kirini gördüğüm eller... En çok benim hayatıma dokunan eller...

Viskimden bir yudum daha aldım o an...

İçime, alkolün akıttığı lav yığını tekrar çörekleniyordu ve bense artık biliyordum. Kirli olanın o eller değil, benim hayatım olduğunu biliyordum. O ellerin, ilk çamura battığı anın, ilk defa kire değdiği anın, benim hayatıma dokunmasıyla başladığını biliyordum.

Fakat bilmek, bilmek yine hiçbir çözüm sunmuyordu bana. İçimdeki çocuk Deniz, yine avazı çıktığı kadar bağırıyordu saklandığı bir köşeden:

"Değdi mi?"

"Böyle bir hayat yaşamana değdi mi?"

Benim için acının dozunu kendi kalbini siper ederek azaltan, 'kötü'nün karşısında türlü oyunlarla gözlerimin önüne etinden setler çeken Nihat... Beni, kirlenmiş ellerinin yükümlülüğü ile yaşamaya mahkum eden Nihat...

Sahiden, değdi mi?

Ben viskimi yudumladıkça içimde inatla bağıran çocuk Deniz daha da asileşiyordu. Mesela şu an, okul yıllarına gidip tahtaya kalksa ve geleceğine not düşmek istese elindeki tebeşirle tahtaya tam olarak şunu yazardı:

Yazın, not alın!

Konumuz: Fedakarlık.

Tanım: Kendi seçimlerimiz dahilinde, 'vicdan' olarak tabir edilen iç huzurumuzu, bir başkasının acziyetinden veyahut eksikliğinden istifade ederek onun üzerinden sağlama eylemine 'fedakarlık yapmak' denir. Önce yapılır. Ardından itinayla başa kakılır.

Zihnime ve ziyadesiyle kulaklarıma bir kez daha çocuk Deniz'in nefesi üflendi o an:

"Yapmasaydın!"

Böyle söylemiştim bir keresinde Nihat'a. Uzun yıllar önceydi. Nihat'ın kapıyı hızla yüzüme çarparak "kimseye yaranamazsın!" diye bağırmasından, "nankörsün Deniz, nankör!" diyen sesiyle evi inletmesinden hemen sonra bağırmıştım:

"Yapmasaydın!"

Elimdeki salçalı ekmeği de dudağımı bükerek yere attığımı anımsıyorum öncesinde... Suçum; okuldan çıkıp koştura koştura eve gelen ardındansa mutfağa girip bana hızlı hızlı bir dilim salçalı ekmek hazırlayan Nihat'a burun kıvırmaktı.

O, arkadaşlarıyla olmaktan feragat ederek eve koşturmuş fakat karşısındaki çocuk, annesi az ötedeki koltukta öylece oturan çocuk, annesiz çocuk... Böyle bir şeye hakkı varmış gibi salçalı ekmeği beğenmemişti. Sürekli salçalı ekmek yemekten bıkmaya hakkı varmış gibi burun kıvırmıştı. Oysa annesiz çocuklar, kendilerine sunulan en küçük iyilik kırıntısını dahi lütuf saymalıydılar. O gün Nihat'ı öfkelendiren de buydu. Gözlerimde, annesiz bir çocuktan beklenen o tamahkar, şükran dolu bakışların esamesi yoktu.

Bu yüzden nankördüm.

"Nankörsün Deniz!"

Böyle söylemişti.

Bir kara delik gibi içine çekildiğimiz 'fedakarlık' ve 'nankörlük' döngüsü, çocuk kalbime ilk izlerini o gün tam da o an bırakmıştı.

Ve akabinde ise dilimde ilk başkaldırım peydah olmuştu.

"Yapmasaydın!"

Bardağımdaki viskiden bir yudum aldım o an. Gözümde tekrardan oluşan ıslaklığı elimin tersiyle sildim. Zihnimde giderek bulanıklaşan anlam karmaşasını ise silecek hiçbir materyalim yoktu.

Anlayamıyordum... İnsanın, kendinden verdiği, onu sürekli eksilten bir eylemde kendi rızasıyla ısrarcı olması halini, 'fedakarlık' olarak adlandırması hangi dürtü ile açıklanabilirdi? Bu ısrarcı olduğu eylem, umduğu gibi sonuçlanmadığında ise eylemi yönelttiği kişiyi 'nankör' olarak nitelendirmesi... Nasıl açıklanmalıydı? Birine, birilerine, bir yerde, bir faydamız dokunduğunda, içimizde beliren 'beklenti' ordusu nasıl bu kadar hızlı teyakkuz haline geçebiliyordu? 'Verdim, öyleyse alacağım!' hırsı, dipdiri yerleşiyordu içimize hemen. Hele ki bir de, bir başkasına faydamızı dokunduran eylem, kendimizi ise zarara uğratıyorsa... Salt 'verme' değil, kendini eksilten bir 'verme' şekli ise bu... İşte, tam bu noktada iş ticarete dönüşüyor. Verdi fakat alamadı, oluyor insan. Sanki ortaya koyduğu eylem öncesinde kontrat imzalamış da, karşılığında taahhüt edilenlerin hiçbiri yerine getirilmemiş gibi... Dolandırılmış hissediyor.

Çocuk Deniz olsa, elindeki ekmeği tam o an yine yere fırlatırdı işte. "Yapmasaydın!" diye eklerdi, eyleminin ucuna da.

Sonra yine aynı ses yankılanırdı kulağında:

"Nankör!"

Boşalan bardağımı ikince kez viskiyle doldurdum o an, zihnimi ise gecenin başından beri bozuk bir plak gibi döndürdüğüm, kalbimi kemiren bir pişmanlıkla...

Çünkü bilememiştim.

Pişmandım.

Çünkü bilseydim, her şey daha farklı gelişebilirdi... Bilseydim, içine doğduğumun hayat değil, bir bataklık olduğunu... Saksının içindeki berrak bir nilüfer çiçeği değil, olsa olsa bir çamur kütlesi olduğumu, çocuk kalbimle bilebilseydim eğer, yıllar sonra karşımda elinin kirini sorgulayacağım bir Nihat olmazdı.

Günlüğün varlığından haberdar olduğu gün yaptığı ve uyguladığı o korkunç planı, benim yüzümden çamura bulanan çocukluğunun diyeti olarak gören, bu acımasızlığı kendi gözünde, bir zamanlar bana dokunduğu için kirlenen ellerini mazeret ederek aklayan Nihat... Olmazdı.

Bilseydim... Bir zamanlar vicdanında hissettiği sızıyı, üzerimdeki çamura ortak olarak dindireceğini sanan Nihat'ı, çocuk Nihat'ı... Omuzlarından tutup uzun uzun sarsardım. "Kaç, git" derdim ona.

Beni, o lanetli günde, cesetlerin arasında yapayalnız bırakmadan çok daha önce... Kaçıp gitmeliydin. Çünkü yıllar sonra karşıma dikildiğinde ben yine senin ilk ellerindeki kiri göreceğim... Görmek istediğimden değil, sende kir aradığımdan değil...

Peki, neden biliyor musun?

Çünkü bana onları sen göstereceksin.

Elindeki kiri, 'fedakarlık' kontratına delil addeden sen... Çünkü sen de o, dolandırılmış hissedenlerdensin...

---

Viskimdeki ikinci bardağı bitirmeye yaklaşmışken, Nihat'a ve geçmişe dair pişmanlıklarla perdelenen zihnim biraz bulanıklaşır gibi olmuştu.

O sıra, kulağıma takılan araba sesiyle ise oturduğum koltuktan güçlükle doğruldum. Saat gece yarısı 3'e geliyordu. Yavaşça ayağa kalkıp penceredeki perdeyi araladığımda Yağız'ın arabasının bahçe kapısından içeri girdiğini gördüm.

Çarçabuk koltuğun üzerindeki uzun, bej rengi yün hırkayı sırtıma geçirdim o an. Ardındansa, altımda mavi bir kot şort, üstümde ise beyaz bir kısa kollu bir tişört ile baharın ortasında yazı getirmiş halde odadan çıkıp alt katın merdivenlerine yöneldim.

Nihat'ın yanından ayrılacağımız sırada devriye gezen bir jandarma aracı yüzünden Yağız'ın kaldığımız yere gelmek için farklı bir yol kullanması gerekmişti. Bense araca atlayıp dağ başındaki eve yalnız dönmek durumunda kalmıştım bu yüzden. İki saatlik bir bekleyişin ardından ise Deniz için kara nihayet görünmüştü!

Merdivenleri koşar adım indiğimde, Yağız'ın evin giriş kapısından içeri girdiğini gördüm. Birkaç saniye birbirimize uzaktan öylece baktık. Ardından aynı hızlı adımlarla o bana, ben ona doğru koştuğumuzda, salonun orta yerinde buluşup gövdelerimizi kuvvetle sarmaladık.

Gözlerimden boşalan yaşları parmaklarıyla silip alnıma minik bir öpücük kondurdu. "Geçti... Geçti artık. Geride kaldı..."

"Benim yüzümdendi" dedim, hıçkırıklarımın arasında. "Ben çok düşündüm... Şimdi daha iyi anlıyorum. Nihat'ın başına gelenler, düştüğü hatalar... Hepsi! Benim yüzümdendi."

Yağız irkilerek gövdemdeki ellerini gevşetti. "Ne demek şimdi bu?"

"Bilmeyerek de olsa, başına gelen her şeye ben sebep oldum demek!" Boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Eğer çocukluğunu benim yüzümden bu kadar ucuz harcamasaydı, günün birinde böyle bir hataya düşmeyecekti, Yağız... Onu, özellikle dedeme yaşattığı o berbat gün için affedemiyorum. Her şeyi bilmesine rağmen susmasını, gerçeklerin üstünü örtmesini hazmedemiyorum. Ama onu böyle bir acımasızlığa iten sebepleri düşününce... Hiç mi payım yok, söylesene?"

Yağız, bir müddet beni, başta ayağı süzdükten sonra "O gün..." dedi, "saçlarını kestirirken, ucundan biraz aklını falan da mı aldırdın sen?" Hayıflanarak başını salladı. "Hayır, öyleyse saçların uzamış ama aklın hala kahküllerin kadar... Kuaförün büyük kazık atmış sana."

Yüzüme yapmacık bir tebessüm kondurdum. "Saçlarımdaki değişikliği fark ettiğini söylemek için ne harika bir zamanlama!" Yutkundum. "Ben ciddiyim, sense-..."

"Ben de ciddiyim."

"Yağız, bak-..."

"49 gün, 22 saat, 16 dakika önce, bir perşembe günü, tam öğle saatinde, Nişantaşı'nda bir kuafördeydin..." dedi, yüzümü elleri arasına alarak. "Önce saçını boyattın sonra kestirdin... Dışarı çıktığında ise Nihat kesti önünü. Beni sordu sana, iletişime geçip geçmediğimizi... Yeterli mi?"

Gözlerimdeki yaşlara inat yüzüme bir tebessüm dalgası daha yerleşti o an. "Değil... Hava yağmurluydu o gün. Ve öncesinde hızla yanımdan geçen bir araba üzerime çamur sıçratmıştı. Onu atladın."

"Doğru, atladım." Gülümsedi. "Çünkü hakkında bildiklerimden bahsederken, bazı kısımları atlamazsam eğer, çok uzun konuşmalar yapmam gerekir Deniz..." Derince bir iç çekip eliyle saçımı okşadı. "Bak, saçların... Bunların boyutuyla istediğin kadar oyna, ama aklın... Onu karıştırma. O kafana göre şekil verebileceğin bir şey değil. Bulandırma artık onu daha fazla."

"Bulanan bir şey yok. Her şey gayet net." Gözlerimi, simsiyah kesilmiş gözlerine diktim. "O gün... Tıpkı o arabanın üstüme sıçrattığı çamur gibi, ben de Nihat'a bunu yaptım. Bilerek, isteyerek değil ama yaptım Yağız. Bunu görmüyor olamazsın? Henüz çocuktu... Ve elini o yaşta, benim yüzümden öyle bi' çamura buladı ki, yıllar sonra yaptığı o büyük hatayı, o çamurun diyeti olarak gördü işte... Evet, cehenneme giden bir yol var. Ve evet, Nihat o yolda yürüdü. Ama o yolun taşlarını da Nihat'ın önüne ben döşedim. Farkında bile olmadan döşedim."

"Deniz, ben çok adam öldürdüm" dedi, birden pat diye. Ellerini gövdemden bir kez daha uzaklaştırmıştı. "Ve senin o çamur diye tabir ettiğin şeyin aslı, kan. Benim üzerime sıçrayan şeyin adı bu... İlkin sıçrar fakat sonrası elindedir. Bu pislikten arınmayı mı seçersin yoksa o kana, o çamura daha da batmayı mı? Bu elindedir. Nihat'ın da elindeydi, benim de... Ve bir yol ayrımı vardı. Yol ayrımları hep vardır. Defalarca... Kendine farklı bir yol çizmen için, rotanı değiştirmen için, arınman için, defalarca farklı yollar çıkar önüne. Çıktı da. Benim için de Nihat için de çıktı. Ama ikimiz de seçimimizi cehenneme giden yoldan yana yaptık... O yolun taşını kim döşemiş, altyapısını kim yapmış, mimarisine kimin eli değmiş... Bunun hiçbir anlamı yok. O yola girdin mi? Girdin. O yolda yürüdün mü? Yürüdün. Bitti! Artık üstündeki çamur da, elindeki kan da, önündeki taş da senin eserin demek."

Yağız'ın, Nihat'la kendisini mukayese ettiği tuhaf benzetmelerle örülü cümlelerini yüzümde donuk bir ifadeyle dinliyordum. 'İlki günahsızdır' der gibi konuşuyordu Yağız. Fakat sonrası... 'Sonrası senin eserin' diyordu. Doğrusuyla, yanlışıyla senin.

"Tek bir şey var..." diyerek devam etti sözlerine. "Ben... Üç haneli rakamlara ulaştıktan sonra, öldürdüğü insan sayısının çetelesini tutamayacağını anlayan bir adamım. Bir katilim. Buyum. Ama ben yola, cehenneme giden o yola cesetlerimi gömmek için girmedim. Bunu bir zırh gibi üstüme giymedim. Bir kalkan gibi değil... Asla değil. O yola girdim. Çünkü bir yangın vardı. Ailem içindeydi, ülkem içindeydi. Herkes görüyordu, Deniz. Herkes görüyordu. Herkes yangını görüyordu. Ama söndürmek için yangını değil, ateşin kaynağını görmek gerekiyordu. Cehenneme giden o yola girmek gerekiyordu. Ben... Ben paçam tutuştuğu için o yola girmedim. Benim elimdeki kan da, üstümdeki ateş de, çamur da o yolu seçtikten sonra oldu... Nihat'la ayrıldığımız yer, tam olarak burası. O, cehennemi kendine kamuflaj yaptı... Kana, çamura bulandıktan sonra, paçası tutuştuktan sonra o yolu seçti. Üstündeki kiri, elindeki kanı örtebilecek daha kestirme bir yol bulamadığı için seçti. Bir tünel gibi... Anlıyor musun? Ve girdiği o delikte uslu da durmadı. Sürekli... Sürekli o aptal parmağını havaya kaldırıp, bana... Bana üstümdeki çamuru, elimdeki kanı işaret edip durdu. Bense ona defalarca şans verdim. Arınması için ya da hiç değilse, kendi pisliği içinde de olsa, sesini kesip oturması için. Ama Nihat doğru durmadı Deniz..."

Yüzümü tekrar iki eli arasına aldı. "Yoksa, inan... İnan Nihat'ın yerinde olsaydım o herifi... O Şeref'sizi, elim silah tutmayı becerebildiği ilk gün, uykusunda öldürürdüm... Yani bu yüzden... Bu yaptığı şey için Nihat'ın karşısına geçip ona 'katil' olduğunu söyleyecek son kişi benim." Gözümde donakalmış yaşları parmağıyla bir kez daha sildi o an. "Onun korkaklığı ve bu ikiyüzlü tavırları... Beni öfkelendiren bunlar, Deniz... Ve tüm bu iğrençliğin içinde, seni sürükleyip getirdiği konum... Kendini suçlar hale gelmen. Buna katlanamıyorum. Söz konusu sen olduğunda, işin ucunda senin üzülmen olduğunda, benim bardağım hep dolu. Ve son damlaysa sürekli Nihat oluyor. Benim artık buna tahammülüm yok." Gövdemi, gövdesine bastırarak saçlarımı uzun uzun öptü. "Ne benim ne Nihat'ın ne de bir başkasının yüzünden canının yanmasına... Tahammülüm yok..." Kollarını tüm bedenime sarmaladı. "Ah Deniz... Keşke seni alıp bir fanusun içinde yaşatabilsem. Ya da senin dışında, kalan her şeyi bir fanusun içine hapsetsem ve uzak tutsam senden hepsini. Sanki bu daha mantıklı?"

"Olur." İstemsiz bir tebessüm oluşmuştu yüzümde. "Peki, ama sen nerede olacaksın?"

"Bilmem" dedi, saçlarıma bilmem kaçıncı kez öpücük kondururken. "Unuttun mu? En son, cehenneme giden yolda yürüdüğümü söylemiştim. Belki de o zamana kadar çoktan dibini görmüş olurum... Cehennemin."

Gözlerim, yıldırım hızıyla gözlerine çarptı o an. "O halde ben de seni orada bekliyor olurum" dedim, imalı bir ses tonuyla. "Dibinde... Cehennemin."

Yüzüne kondurduğu tebessümle yanaklarımı parmakları arasına alarak sıktı. Ardından birden kaşları çatıldı. "Cehennemin dibi dedin de, aklıma geldi. Kevin nerede?"

"Bilmem" dedim, iç çekerek. "Eve geldiğimde yoktu. Nerede olabilir ki?"

"Yanımızdaydı aslında" dedi, sol taraftaki duvar dibine konumlandırılmış bilgisayar sistemlerinin yanına giderek. "Üçümüz konuşurken oradaydı. Ters bir duruma karşı, eli tetikte, Nihat'ı gözledi." Eline aldığı tablete bir şeyler yazmaya başladı. "Sonra iletişimimiz kesildi. Eve geldiğini düşünmüştüm... Aptal herif! Seni nasıl yalnız bırakır?" Tableti sinirle masaya attı. "Güzel... Aracında sinyal de yok!"

"Bir sorun mu var?" Yüzüne birden karanlık bir gölge çöken Yağız'ın omzuna dokundum. "Kevin'la aranızda yani..."

"Var, evet." Başını salladı. "Çok konuşuyor Kevin, çok. Haddi olmayan meselelerde özellikle, çok konuşuyor. Çok başına buyruk davranıyor. Ama gelsin, çözeceğim ben o sorunu. Sikeceğim belasını."

Sinirle sarf ettiği bilgilendirici(!) sözlerinin ardından az ilerideki döner koltuğu kendine çekip bilgisayar masasının başına oturdu. Biraz önce, saçlarımı öperek beni bir fanusa kapatmak istediğini söyleyen adam, şimdi ise yüzüne yerleşen ciddiyetle birlikte, kendini kapatmıştı asıl o fanusa. Saniyeler içinde bir insan nasıl olur da bambaşka bir simaya bürünür ve kendiyle dış dünyanın arasına saniyeler içinde nasıl böylesine kalın bir duvar örmeyi başarabilir, gözlerimle görüyordum.

O, büründüğü ciddiyetle önündeki klavyeye yüklenirken bense çoktan kendimce durum analizlerine başlamıştım. Gecenin konusu yavaş yavaş Nihat'tan Kevin'a evriliyor, spot ışıkları alışık olduğu simaya, Yağız'a dönüyordu.

Pencerenin yanındaki tekli koltuğa oturarak Yağız'ı incelemeye başladım o an. Klavyeyi parçalarcasına hızlı hızlı bir şeyler yazıyor, masadaki bilgisayar sistemleri arasında mekik dokuyordu.

Bir ara, sesli görüşme yaptığını duydum. "Söyle" dedi, bileğindeki cihazı ağzına yaklaştırarak. Sonrasında konuştuğu dil Türkçe ya da İngilizce değildi. Daha çok Rusça'ya benziyordu. Kapatırken ise "tamam" dedi. Sonrasında da elleri tekrar klavyeye uzandı.

Her ne kadar ne olduğunu tam anlayamasam da Yağız'ın hal ve hareketlerinden Kevin'la yaşadıkları bu iletişim probleminin ilk olmadığı anlaşılıyordu. Dahası bunu çok da yadırgadığım söylenemezdi. İkili, yola birlikte çıkmış fakat işler beklendiği gibi gitmeyince ise 'çözüm noktası'nda ister istemez fikir ayrılıkları yaşamışlardı. Ve emin olduğum tek bir şey varsa, o da Kevin'ın, Yağız'ın seçtiği çözüm yolunu hiçbir koşulda onaylamıyor oluşuydu... Çünkü Kevin'ın deyişiyle, ortada havlu atan bir Yağız vardı. Tüm operasyonu bir çırpıda harcayan bir Yağız... Fakat düşününce, sanki Kevin, bu noktada isyan etmekte, bunca emeğin çöpe dönüşüne itiraz etmekte haklı değil mi?

"Yağız" dedim, o an çekimser bir tavırla. Yaklaşık bir, yarım saattir içine gömüldüğü bilgisayarın başında onu yalnız bırakmış, kendimi ise içimde dönen düşüncelere kaptırmıştım. "Bir şey soracağım" diye ekledim, temkinli adımlarla yanına yaklaşarak.

Birkaç tuşa basarak önündeki tüm cihazları kapatıp ayağa kalktı. "Sor bakalım."

"Kevin bana, şey..." Uzunca bir nefes aldım. "Kevin... Bana dedi ki... 13. kişiyi bulmak da dahil... Her şeyden vazgeçtiğini söyledi. Bu, doğru mu?"

"Doğru."

Hiç düşünmeden verdiği cevap beni şaşırtmıştı. Gözlerimi, gözlerine diktim. "Neden?"

"Çünkü öyle olması gerekiyor." Bakışları hiçbir yargıya mahal bırakmayacak kadar ifadesizdi.

"Neden öyle olması gerekiyor?"

Üzerime doğru birkaç adım attı. "Yoruldum. Bunaldım. Canım sıkıldı. Oldu mu?"

Uzun bir sessizliğin ardından başlayan konuşma, aniden sinir bozucu bir hal almıştı. "Olmadı" dedim, kaşlarımı kaldırarak. "Neden düzgün bir cevap vermiyorsun?"

"Deniz, ne duymak istiyorsun?" Yüzü, davul derisi gibi gergindi.

"Gerçek sebebi!" dedim, yükselen sesimle. Kevin'ın anlattığı gibi, sadece bana gelmek için yapmış olamazdı bunu. Aksini duymak istiyordum. İnandığı, savaştığı her şeyi bir kenara silkelemesinin sebebi olmak istemiyordum. Dahası, sona bu kadar yaklaşmışken, pes etmesini istemiyordum asıl...

"Soru mu soruyorsun" dedi, gözlerini kısarak. "Yoksa suçlama mı yöneltiyorsun? Hangisi?"

Ellerimi iki yana açtım. "Anlamaya çalışıyorum!"

Parmaklarını kaş bitiminde gezdirip derin bir nefes verdi. "Deniz, bak... Ben gerçekten yoruldum. Bir gölgeyle savaşmaktan yoruldum. Kaçmaktan, saklanmaktan yoruldum. Tüm bu-..."

"Bana gelmek için miydi?" Sözlerini, tek nefeste ağzımdan çıkan cümlemle yarıda kestim. "Tuzla'daki tersaneyi de planladığınızdan çok önce patlatmışsın. Redkey operasyonu bittiğinde yapman gereken bir şeymiş bu ama-..."

"Redkey operasyonu bitti" dedi, buz gibi çıkan soğuk bir sesle cümlemi yarıda keserek.

Bense aldırış etmeden devam ettim. "Bana gelmek için miydi Yağız?" Üzerine doğru bir adım da ben attım. Sonra bir tane daha attım. "Bir şey söyle!" Sessizliği gözlerimi tekrar nemlendirmişti. "Redkey operasyonu bitmiş-miş!" Kendi etrafımda turlamaya başladım. "Yıllardır savaşıyordun ya, ne değişti? Madem bırakacaktın, madem pes edecektin, çok daha önce, Redkey'in maskesi inmeden yapmalıydın bunu. Kim olduğun ortaya çıkmadan yapmalıydın! Hiç değilse o zaman, kaldığın yerden yaşamaya devam edeceğin bir hayatın, itibarlı bir adın olurdu. Şimdiyse hiçbiri yok! Hepsini elinden aldılar. Seni mahkum ettikleri şeye dön bir bak, Yağız! Boşuna mı kaybettin hepsini? Onca kana, onca çamura koca bir 'hiç' için mi bulaştın? Ha, niye? Kazanmak üzere olduğun bir savaşta siperi terk etmek niye? Her şeyi geçtim, bunu yaparsan eğer, sahiden vazgeçersen... Tam siperi terk edip ordunu çektiğin an, o savaş alanından elini kolunu sallayarak, öylece çekip gitmeni izlemeyeceklerdir." Parmağımla göğsünü işaret ettim. "Ve işte o zaman, buradan da değil... Sırtından vuracaklar seni. Sen dönüp giderken, her şey bitti zannederken sırtından vuracaklar Yağız. Çünkü bunu bir kez yaptılar ve canının böyle ne kadar yandığını ve yanacağını çok iyi biliyorlar."

Yağız, şaşırmış bir ifadeyle beni dinlerken bense derince bir soluk alıp konuşmaya devam ettim. "Yangın vardı, dedin. Cehenneme giden yola bu yüzden girdin. Ateşin kaynağını görmek istediğini söyledin... Görebildin mi?"

Gözlerini gözlerimden kaçırmıştı ki elimle yüzüne dokunup başını kendime çevirdim. "Ama sıcaklığını hissettin. Yaklaştığını hissettin... Ancak şimdi dönersen, eğer şimdi vazgeçersen, ateşin kaynağını görmeden, onu söndürmeden geri dönmeye kalkarsan, gitmek istediğin yere henüz varamadan alevler arkandan yetişecek ve o ateş paçana mutlaka sıçrayacak Yağız... Dahası, o biraz evvel kurduğun, söylerken bile tiksinti duyduğun cümleyi söyleyecekler o zaman sana; 'Paçası tutuştu, ondan kaçtı, gitti!' diyecekler."

Ağzımdan çıkan son cümleyle birlikte Yağız hızla başını iki yana sallayarak yanımdan bir adım geri çekildi. Bense susmasını fırsat biliyordum. "Sen..." dedim, biraz evvelkine göre yumuşak bir sesle. "Sen, tüm bunları öngöremeyecek bir adam değilsin. Çok daha fazlasını biliyorsun, görüyorsun. Tıpkı Kevin'a olan öfkenin, onun 'çok konuşmasından' değil, 'doğruları konuşmasından' kaynaklandığını bildiğin gibi, Kevin'ın yerden göğe kadar haklı olduğunu bildiğin gibi... Her şeyin farkındasın Yağız. Tek bir şey hariç her şeyin farkındasın."

Gözlerini o 'tek şeyin' ne olduğunu sorgularcasına yüzüme dikti. Benimse onu merakta bırakmaya niyetim yoktu. "Baş koyduğun, başını koyduğun bir davadan, bir savaştan vaz mı geçeceksin? Tamam, vazgeç. Tam sona gelmişken, 'yoruldum, sıkıldım' şımarıklığı yapıp 'ben oynamıyorum' mu diyeceksin? İlla istediğin bu mu? Tamam, durma yap. Vazgeç! Tamam... Ama sakın bunu, bir umut Tuzla'da bir tersane patlar diye koca gün aptal gibi bir ilçeyi talan eden ahmak bir kadın yüzünden yaptığını söyleme! 42 gün boyunca, gelmesini beklediği adama bir işkence malzemesi olarak kullanıldığından bi' haber, bir bankın üstünde oturan ağlak bir kadın yüzünden yaptığını söyleme bunu..." Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. "Çünkü her şeyin farkındasın. Ama bunun değilsin Yağız. Bana, böyle bir şeyin sorumluluğunu yüklersen... Ben bunun altında ezilirim. Çünkü bu... Bu yaptığın çok fazla. Çok seven bir kalp için bile. Çok fazla."

Üzerime doğru yavaş adımlarla yaklaştı. Tam karşıma geldiğinde ise durdu. Gözlerinde oluşan ifadeyi çözemiyordum. İşaret ve başparmağını birbirine yakınlaştırıp çenemi hafifçe kaldırdı. "Bu son cümleni..." dedi, yutkunarak. "Unutma Deniz. Bir gün, umarım öyle bir gün gelmez, ama gelirse... O gün geldiğinde bu kurduğun cümleyi sana hatırlatacağım."

"Ne demek bu?" dedim, irkilerek.

Saçlarımı okşamaya başladı. "Beni Nihat'la karıştırma." Yüzünü, yüzüme yaklaştırmış, kulağıma fısıldarcasına konuşuyordu. "Ben, kendi aldığım kararlardan doğan sonuçları başkasına mal etmem... Bugüne dek yaptığım tüm seçimlerin sorumluluğunu üstlendim. Bu yola girmeyi seçerken sebeplerim vardı. Bu yoldan dönmeyi seçerken de sebeplerim var. Ve 'sana gelmek istemeyi', o sebeplerin arasına dahil edip etmemek benim meselem. Senin değil."

Sıkıntılı bir nefes verdim. "İçim çok rahatladı gerçekten."

"Güzel." Avuçlarıyla omuzlarımı kavrayarak ellerini bir süre hırkamın üzerinde gezdirdi. Gözlerime, sinirimi bozmayı başarmış olmanın verdiği iç gıcıklayıcı bir ifadeyle bakıyordu.

"Ne?" dedim, hala nemi geçmemiş gözlerimi devirerek.

Gülümsedi. "Hiç." Beni kendine çekerek bedenimi yavaşça kolları arasına aldı. Nefesi boynumda geziniyordu. "Sadece düşündüm bir an öyle..."

Başımı göğsünden hafifçe doğrultarak sordum. "Ne düşündün?"

Nefesini boynumdan dudaklarıma yöneltti. "Şu an şu şöminenin başında, sütyen kopçanı çözmeye çalışmakla meşgul olmak isterken... Kevin denen gerizekalıyı aramaya çalışmakla meşgul olmak zorundayım. Ve bu durum canımı fena halde sıkıyor. Bunu düşünüyordum..."

İç çekerek ellerimi göğsünde birleştirdim. "Her zaman bunu yapıyorsun... Bir insan hep mi kaçak dövüşür?"

Çenemi hızla kendine doğru çekerek dudaklarıma güçlü bir öpücük kondurdu. "Dövüşmek istediğimi nereden çıkardın?"

"Yağız..."

"Deniz?" Parmakları, yanaklarımda minik daireler çiziyordu.

"Git hadi..." dedim, hayıflanır gibi.

"Gideceğim." Dudağıma bir öpücük daha kondurdu. "Pavel gelsin, gideceğim."

Bu ismi ilk defa duyduğuma emindim. "Pavel?"

"Bizim ufaklık" dedi, başıma kondurduğu öpücüğün ardından ellerini gövdemden ayırarak ilerideki masaya doğru yürüdü. "Tanışırsın birazdan."

"Buraya neden gelecek peki?" dedim, peşinden giderek.

"Yanında kalmak için, Deniz..." dedi, gözlerini masanın üzerinden aldığı elindeki tablete dikmişti. "Yarın da seni kaldığın Tarabya'daki o pansiyona götürecek. Çok fazla ortadan kaybolman şüphe çeker..."

"Sen?" dedim, boğazımda bir yumru oluşmuştu.

"İşlerim var. Ve tabii önce Kevin'ı bulmam lazım." Yüzüne bıkkın bir ifade yerleşmişti. "Bir haltlar karıştırıyor yine..."

"Yine?"

"Yine, evet." Başını iki yana salladı. "Yeterince tolere ettim onu. Bu defa canına okuyacağım..."

"Yağız, n'oluyor?" Sesim hem meraklı hem de ürkek çıkmıştı. Sahiden, ne oluyordu? Ve ben ne kadar çok soru soruyordum böyle?

Elindeki tableti masanın üzerine bıraktıktan sonra yanıma geldi. "Kevin..." dedi, sıkıntılı bir nefes vererek. "Bir sanrının peşinde... Operasyonu sonlandırmanın hata olduğunu, verdiğim kararın yanlış olduğunu kendince ispatlamak için saçma sapan şeyler yapıyor. Gözümden kaçan tek bir fotoğraf karesi yüzünden, geçmişimde açık bulabileceğini zannediyor..."

Ağzından çıkan son sözün ardından duraksadı. Aklına, bana yanıldığımı söylediği malum konu gelmişti... Sokak çocuklarını öldüren tetikçinin, Yağız tarafından bir çatı katında kurşun yağmuruna tutulan o tetikçinin; yıllar önce Ali Faruk Saran'ın cenazesinde çekilmiş bir fotoğraf karesinde yer aldığını Yağız'a söylediğimde, sözlerime pek kulak asmamıştı çünkü. 'Benzetmişsindir' diyerek geçiştirmişti beni o gün. Fakat Kevin'a göre bu, Yağız'ın, yanılmış olduğunu kabul edememesi ile ilgiliydi. Ve şu an aklına gelip onu duraksatan konu, tam olarak buydu.

"... Sana o konuda 'haklı' olduğunu söylemedim, değil mi?" dedi, neden sonra... "İkisi aynı kişiydi... Haklıydın."

"Kevin bahsetti" dedim, gözlerimi devirerek. "Öyleymiş."

"Dahası" diyerek devam etti. "Conrad'da o gece, otel çalışanı kılığındaki adamın, ambulansın içinde, kendini öldürmeden önce sorduğu soruyu hatırlıyor musun?"

"Kardeşim, gittiğim yerde beni bekliyor olacak mı?" dedim, dan diye.

Sözlerimi başını sallayarak onayladı.

"Kardeşi miymiş?" diye atıldım şok içinde. "O adamın, Efendi dedikleri o adamın, bir süredir kayıp olan kardeşi... Tetikçi miymiş?"

Tekrar başını salladı. "Dediğin gibi, babamın cenazesinin olduğu gün de oradaymış... Önlerde saf tutmuş üstelik." Nefesini sesli vererek devam etti. "Bunu, sen söyleyene kadar bilmiyorduk çünkü o güne dair neredeyse her şeyi uçurmuşlar... Cenaze gününe ait dijital kayıtların hepsini yok etmişler. İnternette, görüntü kalitesi oldukça kötü olan birkaç fotoğraf dışında hiçbir şey yok. Video yok, katılanların listesi yok, kayıt yok. Hiçbir şey... Hepsini çok daha önceden ortadan kaldırmışlar. Tek bildiğim annemde bulunan fotoğraflar bu yüzden... Onların hiçbirinde de dişe dokunur bir şey yok. Ama baksana... Esas bomba, o düşük kaliteli fotoğraflardan birindeymiş." Sinirli bir ifadeyle gülmeye başladı. "O tetikçinin yüzüne... Keşke güzelce ağzını burnunu kırmadan önce, şöyle bir baksaymışım. Adamı bulduğum andan, öldürdüğüm ana kadar yüzünde tek gördüğüm kan içinde, dağılmış bir surattı... Yoksa bu hataya düşmezdim."

Yüzünü elleriyle kapatıp alnını sıvazladı ve bıkkın bir sesle hayıflanır gibi konuşmaya başladı. "Bu, düşmanın sandığımızdan da yakında olduğunu gösterir. Aileme, babamın cenazesine gelip önlerde saf tutacak kadar yakınmışlar demek ki..." Ses tonu tekrar sertleşti. "Bu mu yani şimdi? Bu fotoğraf karesinin bize anlattığı bu mu? Buna gerçekten şaşırmam falan mı gerekiyor? Yani... Çünkü... Biz bunu zaten biliyorduk? Elbette yakınlar, elbette o gün oradaydılar! Ama Kevin... Kevin, o fotoğraftaki kişinin tetikçi ile aynı kişi olduğunu, dahası o tetikçinin o adamın kardeşi olduğunu öğrendikten sonra, puzzledaki tek eksik parça tamamlanmış ve o meşhur büyük resim ortaya çıkmış gibi davranmaya başladı! Aklını kaçırmış gibi geçmişimi, ailemi didiklemeye başladı. Operasyonun bittiğini söylediğimde ise... Yapacağım şeyi durdurmak için karşıma dikildi. Ve yüzüme baka baka..."

Önce bir duraksadı sonrasında aldığı derince bir nefesin ardından devam etti. "... Ve yüzüme baka baka, dayımın, Cemal dayımın onlarla... Şahbozanlar'la işbirliği yaptığını söyledi bana. Çok araştırmış ve bunu bulmuş kaçık herif! Bir de öyle emin ki... Savunması ise her şeyden saçma. 'Öz dayın bile değil!' dedi, karşıma geçip. Siktiğimin gerizekalısı... Bulduğu ilk fırsatta ortadan yok olup deli saçması şeylerle dönüyor geri. Defalarca uyardım ama... Iıh..." Dişlerini sıkarak gülümsedi. "Ah... Deniz, sanırım Kevin'ı öldüreceğim. Düşündükçe buna daha çok ikna oluyorum."

Bir dakika? İç muhakememi yapabilmem için biraz zamana ihtiyacım var. Şimdi, tam olarak ne olmuş? Kevin, öz bile olmayan işbirliğini, siktiğimin gerizekalısı Cemal dayının cenazesinde, fotoğraf karesinin kardeşi olduğunu gördükten sonra operasyondan vazgeçmek için öldürmeye mi karar vermiş? Ne olmuş?

Deniz Doğanay'ın beyni, tam sayfa ilan:

'Vefat ve Baş Sağlığı'

"Hayırlısı ya" dedim, Yağız'a öylece bakarak. NE? Üzerimdeki hırkayı bir çırpıda çıkarıp yere fırlattım. "Havalar da çok sıcak..." PARDON?

Attığı küçük bir kahkahanın ardından yanıma doğru bir adım daha yaklaşarak omuzlarımdan kavradı. Beynimin yandığını alenen görmüş olmalıydı ki küçük bir açıklama yapma gereği duymuştu. "Annem aslen İngiliz" dedi, kollarımı minik dokunuşlarla okşayarak. (Oysa beynimi yakan nokta bu değildi Yağızcığım. Bendeniz bunu zaten biliyordu.) "Babası, yani dedem, İngiltere'nin Türkiye büyükeleçisiymiş zamanında. Sonra o ölünce ise annemin annesi başka bir adamla evleniyor. Adam Türk. Cemal dayım da, o adamın oğlu işte... Ama birbirlerini öz kardeşten farklı görmezler. Tabii, Kevin bugünlerde işlerime karışmayı öylesine alışkanlık haline getirdi ki... Ben operasyon bitti dedikçe, bundan sonraki yolumuz 'bu 'dedikçe her defasında karşıma başka bir zırvayla dikildi. Sonuncusu da bu oldu işte. Haini bulmuşmuş. Dayım onlarla işbirliği yapıyormuş... Ah... Ahmak herif."

Yutkundum. "Bundan sonraki yolumuz 'bu' dedikçe ha..." dedim, sahte bir tebessümle Yağız'ın biraz evvel kurduğu cümleyi yineleyerek. "Ne yoluymuş o?" Cemal dayının ihanetle itham edildiği gerçeği bir yana dursun, diğerleri öbür yana, Yağız'ın söylediği onca söz içinde zihin oltama takılan sadece 'bu' olmuştu o an. Bundan sonraki yolları, 'bu' dediği yolları... Neydi o? Söylesin de ben de bileyimdi.

"Operasyonu bitirme kararı aldığıma kadar her şeyi anlatmış sana Kevin" dedi. Yüzünde imalı bir ifade vardı. "Ama hayret... KK-3'ten bahsetmedi mi?"

Gözlerimi kısarak düşündüm. "KK-3 derken?"

"Bahsetmemiş" dedi, yüzünde okuyamadığım bir ifade belirmişti. "KK-3, bundan sonraki yolumuz. 'Bu' dediğim yol, Kevin'ın kabullenmediği yol..."

"Yani?" dedim. Çünkü kimdim ben? Devlet Karayolları Genel Müdürlüğü, 'Bu' Denilen Yollardan Sorumlu Bölge Şube Başkanı mı? Kim? Açıkla ki anlayayım. Yani?

"Yani'si..." Dudaklarını ısırdı. "Bu kısmı bilmeni istememiş anlaşılan... Çünkü bilirsen kimin yanında saf tutacağını, beni ne yönde etkileyeceğini kestirememiştir. Yoksa anlatırdı, dayanamazdı..."

"Yağız, bilmece gibi konuşuyorsun..." dedim, nefesimi sesli vererek. Halbuki bilmece değildir o, satranç turnuvası şampiyonasında final müsabakasıdır! E Çünkü Yağız bu. Daha aşağısı kesmez.

Ellerini omzumdan çekerek pencerenin hemen dibinde duran minibarın yanına gitti. İçinden bir şişe konyak çıkardığında ise tek nefeste şişenin üçte birini boğazından içeri gönderdi. Yüzü ekşimiş, şakağından geçen damarlar belirginleşmişti.

Üzerindeki siyah gömleğin üstten üç düğmesini çözerek şöminenin yanındaki tekli koltuğa oturduğunda elini bana doğru uzatarak "gel" dedi, yumuşak bir sesle. Bu, o gece aramızda geçen konuşmanın yine ve yeniden bambaşka bir konuya evrildiği andı...

Çekimser adımlarla yanına vardığımda elimden tutarak beni koltuğun hemen karşısındaki bambu sehpaya oturttu ve ellerini çıplak diz diz kapaklarıma yerleştirdi.

Parmakları, bacaklarım üzerinde anlamsız işaretler çizerken iri kahverengi gözlerini gözlerimin içine dikmişti. "Deniz..." dedi, yutkunarak. "Sana... Bir keresinde bir soru sormuştum. Haritadan bir ülke seçmeni isteyip dünyanın her neresi olursa olsun, benimle gelip gelemeyeceğini sormuştum sana... Hatırlıyor musun?"

Başımı sallayarak "hatırlıyorum!" dedim.

İç çekerek nefes verdi. "O zaman sana bu soruyu sorarken, henüz kim olduğum ortaya çıkmamıştı. Her şey istediğim gibi gidiyordu ve... Redkey operasyonu dahil, hiçbir şeyden vazgeçtiğim de yoktu. Sadece... Biraz nefes almak istemiştim. Uzun bir süre, uzaklarda... Seninle nefes almak istemiştim. Ama... Çocukları kullanarak beni o iğrenç tuzağa çektiler o gün. Sonra... Sonraysa her şey ters gitmeye başladı. Kısa süre içinde de kim olduğum ortaya çıktı zaten..."

Yağız'ın yakın zaman öncesine dair değindiği olaylarla, birazdan ağzından çıkacak cümleleri anlam bakımından birbirine bağlamam gerekecekti. Fakat ben hala hiçbir şey anlamıyordum. "Evet, öyle oldu..."

"O zaman yapamamıştık" diye devam etti sözlerine. "Gidememiştik... Şimdiyse bunu benden onlar istiyor."

"Nasıl?" Kalp atışlarım hızlanmaya başlamıştı. "Kim- Kimler?"

"Uzlaşmak istiyorlar..." Yere bıraktığı konyak şişesinden bir yudum daha aldı o an. "Yeni kabine, zeytin dalı uzattı..." dedi, yüzünde alaycı bir gülümseme oluşmuştu. "Tek şartları ise, benim bir zamanlar sana sunduğum o teklifi andırıyor; Dünyanın her neresi olursa olsun, ülkeden gitmemi istiyorlar. Ama 'bir süreliğine' değil tabi... Temelli gitmek. Benden istedikleri bu... Bir daha Türkiye'ye geri dönmemem şartı ile peşimi bırakacaklarını söylediler... Devletin en üst kademesi hariç, diğer herkes kaçtığımı, bir türlü yakalanamadığımı düşünecek, öyle bilecek. Zamanla da hakkımdaki pek çok suçlama yavaş yavaş düşecek. Bense Türkiye'den uzakta, herhangi bir ülkede hayatıma bakıyor olacağım... Sence de benim durumumdaki bir adama sunulmak için fazla makul bir teklif değil mi bu?"

"Ne zaman oldu bu?" dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışıyordum.

Gülümsedi. "Vazgeçtiğim zaman..." dedi, imalı bir ses tonuyla. "Kevin'ın tabiriyle 'havlu attığım' zamanlar... Deşifre olduktan kısa bir süre sonraydı. Redkey operasyonuna son verip sana gelmek istediğim zamanlardı..." Parmakları, kaşlarının bittiği noktaya gelip orada uzun uzun dolanmaya başladığında, bundan sonra söyleyeceklerinin onu daha da zorlayacağını anlamıştım.

"Eskiden..." diye devam etti, bakışlarını gözlerimden kaçırarak. "Yani senden önce... Kim olduğumun ortaya çıkma ihtimali üzerine çok fazla düşünmezdim. Oldu ki yüzümdeki maske düştü, Yağız Saran göründü, bu; kalan hayatımı ya bir hücrede ya da dünyanın bir ucunda bir kanun kaçağı olarak geçireceğim anlamına geliyordu çünkü. Ama sonra..." Gözleri, gözlerimi ucundan yakaladı. "Sen geldin. Yani-... Ben-, Ben geldim. Sana geldim, farkında bile olmadan kendimi kapında buldum..." Dudağının kenarına bir tebessüm kondu. "Beni içeri aldığın o gün bir şeyler, o andan önceye bir daha asla dönmeyecek şekilde değişti Deniz. O kapıyı açtın, o kapıyla çok fazla şeyi açtın... Ve sonra ben, bir gün kim olduğumun ortaya çıkma ihtimalini düşündüğümde kendimi, kendim için değil senin için planlar yaparken buldum. Sen ne olacaktın? Nerede olacaktın? Ben evet... Ben hapiste olacağım, mezarda ya da dünyanın en boktan yerinde bir kaçak olacağım, bir çukurda olacağım. Ama sen nerede olacaktın?" Konyaktan bir yudum daha aldığında gözlerimde oluşan nemi fark etmişti. Parmaklarının tersiyle göz çukurlarımdaki ıslaklığı sildi. Ardındansa elleri, tekrar diz kapaklarımda birleşti. "Bu yüzden en doğrusu... Yalnız gitmekti. Senin için en iyisi buydu. Ama..." dedi, yutkunarak. "Yapamadım... Gidemedim."

Ağzım, bir şeyler mırıldanmak için aralanmıştı ki nefesimi dudakları ile kesti. "Dinle" dedi, dudaklarıma kondurduğu minik öpücüğün ardından. "Sadece dinle..." Ellerimi tutarak bakışlarını tekrar nemli gözlerime sabitledi. "Bunu çok düşündüm. Ve evet... Deşifre olma ihtimalimde yalnız gidecektim Deniz... Mezara, hapise ya da ömrümün sonuna dek kaçak yaşayacağım bir ülkeye... Her neresi olursa olsun, yalnız gidecektim. Ama... Ben... Ben bencil bir adamım işte. Baksana, yapamadım... Gidemedim. Ve aslında, dürüst olmak gerekirse bunu, çok daha önceden öngörmüştüm... Öylece çekip gidemeyeceğimi; sana o gece, deşifre olduğum gece, otelde dudaklarını öperek verdiğim notu, daha yazarken öngörmüştüm..." Yutkundu. "O notun aslı öyle değildi çünkü. Veda notuydu o."

"Veda-..." Gözyaşlarım, fısıltıyı andıran sesime karışmıştı.

Başını salladı. "Veda, evet" dedi. "Yedinci seferdi, bunu yapamayacağımı, sana veda etmeyi beceremeyeceğimi anladığımda... Kağıdı, yedinci kez yırtıp notu tekrar yazmaya başlamıştım." Gülümsedi. "Sonra o kağıt, senin okuduğun nota dönüştü. Beni orada, saat 3'te beklemeni istediğim notu, böyle yazdım... Sana, bana, bize... Bir çıkış yolu bulma ihtimaline tutunarak. Zar attım. İkimize... Zar attım."

Hızla ayağa kalkmıştım ki bileğimden çekerek beni aynı hızla, bu kez kucağına oturttu. "Dinle Deniz, lütfen. Sadece dinle beni. Dinle birtanem..." Nefesi, gözyaşlarımın ıslattığı yanaklarımı yakıyor tüm bedenim kucağında zangır zangır titriyordu. Birtanem mi demişti o? Ne? Kaç? Ben mi?

"O geceden sonra" diye devam etti, parmakları kollarımın çıplaklığını minik dokunuşlarla okşarken. "Deşifre olduğum geceden sonra... Aklımda üç şey vardı; yurt dışına kaçan o 38 kişinin hesabını kesmek, 13. kişiyi yakalamak ve... Ve ikimiz için bu delikten bir çıkış yolu bulmak... İlkini başardım ama diğer ikisinde yere çakıldım Deniz. Olmadı... Günlerce, hiçbir yere varamadım. O 'vazgeçme eşiği'ne kadar, hiçbir yere varamadım." Ellerimi, şöminenin sıcağından kora dönen dudaklarına götürerek avuç içime uzun bir öpücük kondurdu. "Sonra... O eşiğe geldim işte. Vazgeçtim. Öylece vazgeçtim. Çünkü vazgeçilen şeylerin tabiatı tek bir sistem üzerine kuruludur; hatırlatma... Vazgeçildiğini anladığın an varlığını hatırlatırsın. O da bunu yaptı..."

"Ne-nasıl-..." Dinle Deniz, sadece dinle birtanem. Yok, böyle kendime kendim deyince pek olmadı bu.

Gözlerine sinsi bir parıltı yerleşti. "İstihbarat'a bir video kaydı gönderdim. Bir infaz videosu..." Konyaktan bir yudum daha aldı. "13. Şahbozan'ı yakaladığımın ve öldürdüğümün videosu..."

"Ne?" Kucağından tam doğruluyordum ki belime yerleştirdiği elleriyle gövdemi sabitledi. "Yağız bu-..."

"Yem" dedi, sözümü bölerek. "Sadece bir yem... İstihbaratın içindeki köstebeği ortaya çıkarmak için bir yem... Videonun gerçek olmadığını bilen biri 13'üncüye haber uçuracaktı çünkü. Ve uçurdu da... Peki, bunun ardından hangi hamlede bulundular dersin?"

"Uzlaşmak istediler!" dedim, kendi kendime hayıflanır gibi.

"Kesinlikle" dedi, tek kaşını kaldırarak. "İnfaz videosunu kamuoyu ile paylaşmadan yok etmemi, ardından da sessiz sedasız ülkeden yok olmamı istediler... Çünkü o videonun paylaşılması demek, Redkey'in misyonunu tamamlaması demekti. Onlar için yenilgi, benim için zafer demekti." Başını hızlı hızlı sallayarak hayıflandı. "Bu onun için öyle bir durum ki... 'Hayır, o videodaki ben değilim. Yaşıyorum. Redkey'in beni bulduğu, öldürdüğü falan yok!' diyemiyor. Çünkü bunu yaparsa yerini belli edip açık vermiş olacak. Ama öylece susup yenilmiş duruma düşmeyi de kabullenemiyor. Her ne kadar saklanıyor olsa da bir yandan da onu bulmamı istiyor aslında. Ya da hiç değilse onu aramaya devam etmemi... Çırpınmamdan haz duyuyor çünkü, havlu atmamı istemez ki, vazgeçmemi istemez... Ama o videoyu istihbarata göndermem demek, onu aramaktan vazgeçmem demekti. O videoyu paylaşmam demek ise bir zafer kazandığım anlamına gelecekti... Bu yüzden istihbaratın içindeki köstebeğini, yani bizzat müsteşarı(!) devreye soktu. Ve adam, hali hazırda uzlaşmaya dünden razı olan yeni kabineyi bir şekilde buna ikna etti; ülkeden bir daha dönmemek üzere gitmemin en doğrusu olacağına... KK-3, yani üst düzey üç devlet yetkilisinin bulunduğu 'Kırmızı Kod 3 Heyeti' aynı gün irtibata geçti benimle... İstekleri oldukça keskin ve netti: 'Videoyu yayınlama ve ülkeden, bir daha geri dönmemek üzere git!' Makul bir teklif, değil mi?"

"İçki" dedim, kucağından doğrulurken. "Sanırım içkiye ihtiyacım var!" Minibara gittiğimde ellerimdeki titreme yüzünden, tuttuğum ilk viski şişesini yere düşürdüm. "Kahretsin!"

"İyi misin?" Yağız, yanıma gelip kolumdan yakaladı. Bir süre kızarmış gözlerimi süzdükten sonra "zaten, içkili değil misin?" dedi, elimdeki ikinci şişeyi minibara geri bırakarak.

İçkiliydim fakat bu konuşmanın nereye gittiğini kestirebilecek kadar kafam yerindeydi. Bense olmasın istiyordum. Duyacaklarım kalbimi yerinden çıkaracaksa eğer kafam da yerinde olmasın. Dağılıp gideyim.

"Eee... Seni dinliyorum" dedim, Yağız'ın bıraktığı şişeyi minibardan geri alarak bir dikişte yoğun miktarda alkolü mideme göndermiştim. Ardından ise seri adımlarla şöminenin yanına doğru yürüdüm ve orta yerdeki kilimin üzerine bardaş kurarak oturdum. Ve viskiden büyük bir yudum daha aldım...

Kısa süre içinde Yağız da tereddütlü adımlarla yanıma gelerek tam karşıma oturdu. Yüzüme, içime okumak ister gibi bakıyordu. "Deniz" diye mırıldandı o an. "Duymaktan korktuğun şey ne?"

Bunu sahiden sormuş muydu? "Bilmem" dedim, elimdeki şişeden bir yudum daha alarak. "Sence?"

Gülümseyerek ellerimi tuttu. "Yoksa sen teklifi kabul etmiş olmamdan mı korkuyorsun?"

Gözlerimi yüzüne diktim. İçimde minik bir kıpırtı oluşmuştu. Kevin'ın "Yağız vazgeçti, havlu attı!" sözleriyle, yeni kabineden gelen bu 'makul teklifi' birleştirince... Bir an için bunu düşünmedim değildi. "Etmedin, değil mi?" dedim, dudağımın kenarına konan tebessümle.

"Yapma Deniz" dedi, bir elini yanağıma koyarak. "Sen beni hiç mi tanımadın? Bunu düşündüğüne inanamıyorum. Tabii ki... Kabul ettim."

Elini hızla yüzümden ittirdim. "Ne diyorsun sen be! Ne diyorsun? Ne... Ne saçmalıyorsun? Ne kabul etmesi!" Hayır, Deniz. Hayır. Bunun mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. Yağız, birazdan 'Deniz, açıklayabilirim' diyecek. 'Dinle beni, sadece dinle birtanem' diyecek.

"Valla, ettim gitti..." dedi, kaşlarını kaldırarak.

Ben seni boğarım ki... 'Valla, boğdum gitti' derim sonra da.

Elimdeki viski şişesini bu kez kazara değil, bizatihi bilerek yere çarptım o an. SBT üçlüsü şu an burada olsaydı, zannederim ki küçük kıyamet kopardı. Malum, vakti zamanında Yağız tarafından kendilerine ısrmarlanan bin liralık Chivas Regal için evlenmemizi isteyenler, muadil bir viskiyi alenen yerle bir ettiğime tanık olmuş olsalardı, bu kez de ayrılmamızı isterlerdi. Sanki yeterince ayrılmamışız ve ayrılmıyormuşuz gibi!

"Gel buraya..." Yağız, gülerek ellerimden tutup beni tekrar şöminenin yanına oturtmaya çalışıyordu. "Gel, tamam..."

"Şaka mı yaptın!" dedim, sesimde soru değil öfke tınısı vardı.

"Yoo..." dedi, gülerek.

Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol.

"Deniz" dedi, ellerimi elleriyle kenetleyip beni şöminenin yanındaki tekli koltuğa oturttu. Kendisi ise diz çökmüş, parıldayan gözlerini öfkeli gözlerime dikmişti. "Benimle gelir miydin?"

"Ne?" dedim, yarım ağız. Dumurlardan dumur beğen, Deniz.

"Duydun işte" dedi, ellerime öpücükler kondurarak. "Eğer gidecek olsam... Benimle gelir miydin? Bu soruyu sana daha önce sormuştum... Ve o zaman gelmeyi kabul etmiş olmana dayanarak, açıkçası... Ne bileyim, yine gelebileceğin varsayımına inanmak istedim sanırım... İkimiz için bulduğum çıkış yolu buydu. Attığım zar buydu... Ve eğer o gün, bankta, o ağacın altında oturup beni beklediğin ilk gün, yanına gelebilseydim... Şu an muhtemelen dünyanın çok farklı bir yerinde olacaktık. İkimiz..."

"Keşke" dedim, üzerimdeki şaşkınlığı attıktan sonra. "Keşke gelebilseydin o zaman..." Gözlerimden yaşlar süzülüyor, kelimelerin boğazımda oluşturduğu düğüm geçmek bilmiyordu. Ama nedense... Bu hikayede yerine oturmayan taşlar vardı. Ve bu bana, o an yaşadığım duyguları biraz temkinli hissettiriyordu. "Ben seninle her yere gelirdim... Tabii eğer, bu yolu seçmek istediğine gerçekten eminsen" diye devam ettim.

Gülümsedi ve hızla ayağa kalktı o an. "Sen de Kevin gibi şüpheci mi davranacaksın?" dedi, tam karşımdaki koltuğa oturduktan sonra. Ardından koltuğu bana doğru biraz daha yaklaştırarak öne eğildi. "Düşün..." dedi, iki elini birbiriyle birleştirerek. "Bana bu teklifi sunanlar, kabul etmemi isteyerek yaptı bunu. Ama onları bu teklifi sunmaya ikna eden kişi ve onun ardındaki o 13'üncünün amacı bu değildi... Kabul etmemi asla beklemiyordu, asla. Bu teklifi kabul etmem bile, onun açısından vazgeçtiğimin resmi beyanı demekti çünkü. Elbette ki kabul edecektim... Ben, benden beklenen bir şeyi, asla beklendiği anda yapmam. Sen bunu daha öğrenemedin mi?" Gözlerini kıstı. "Tatlı su gangsteri miyim ben?"

Bilmem? Öyle miydi? Bunu bilemezdim fakat bu gece çok ama çok iyi bildiğim bir şey vardı; Matruşka bebekler gibi her cümlesinin içinden başka bir anlam, her anlamın içinden ise yine bambaşka bir cümle çıkan Yağız'ı, bu gece katiyetle anlayamayacaktım.

"Kevin..." diye devam etti konuşmasına. "Senin, seçmek için emin olup olmadığımı sorduğun yolu, bir vazgeçiş olarak görüyor. Sana gelebilmek için sığındığım bir bahane olarak görüyor. Dahası... Belki de haklı. Belki de sahiden çok yorulmuşumdur. Biraz dinlenmeye ihtiyacım vardır belki... Buralardan gitmeye ihtiyacım vardır." Derince bir nefes aldı. "Çünkü o, bana ancak kendi gelecek... Vazgeçtiğime ikna olduğu anda, bunu gerçekten gördüğü anda, o bana gelecek. Üstelik artık istihbaratın içindeki köstebeğini de biliyorum. Haberleştikleri şifreli sistemi çözmek üzereyim... Ve eğer tüm bunlar olmadan önce, o bana kendi ayağıyla gelmeden önce, yeni kabine ile uzlaşmış durumda da olursam, 13. Şahbozan'ı bitirdiğimde, bu işin içinden çoktan sıyrılmış bir adam olarak hayatıma devam ediyor olacağım. Üstelik bir kanun kaçağı olarak değil; dilediğim ülkede, dilediğim kimlikle... Ve dahası, dilersen seninle birlikte." Sonra birden yüzüne gölge düştü. "Tabii..." dedi, sıkıntılı bir sesle. "CIA meselesi durumları biraz karıştırdı."

Yeni kabine ile uzlaşmayı sağladıktan sonra Tuzla'daki tersaneyi patlatıp ertesi gün yanıma geldiğinde, kendini bana gösteremeden Ankara'dan gelen telefon... Durumları karıştıran asıl olay buydu. Şeref'in kirli geçmişinin gizli bağlantılarını öğrenen Yağız, o üç polis ve bir savcıya her şeyi itiraf ettirmek için Ankara'ya gittiğinde CIA tarafından yakalanmış ve tam 40 gün boyunca bir hücrede esir tutulmuştu. Durumları 'biraz' karıştıran olaylar silsilesinin ucu maalesef bendenize dokunuyordu...

"Nasıl karıştı?" dedim, hayal kırıklığımı gizlemeyen bir tonlamayla. Bu gece ne çok soru sormuş ne çok da istediğim cevapları alamamıştım.

"Bu kısmı anlatmış sanırım Kevin" dedi, gülerek. "Gözlerinde 'NE CIA'i' şeklinde cevap bekleyen sorular yok." Koltuktan kalkarak evin içinde gezinmeye başladı. "Şöyle ki... Bu kez CIA'in teklifi ile sınandım çünkü. Onların karşı teklifi ve benimse o teklifi kabul etmediğim bilgisi, 'bizimkiler'in kulağına Kevin'dan bile önce ulaşmış... Ne kadar dayanabileceğimi, bu 'cazip' teklifi kabul etmeyerek nereye kadar devam edebileceğimi ölçmüşler kendi akıllarınca. Kırk gün boyunca, o delikte, ben tepeden tırnağa sahip olduğum her şeyle sınanırken... Onlarsa bahislerini, yüzde 1 dahi olmayan bir ihtimale yatırmışlar..."

"Ne... Yani nasıl?" dedim, şaşkınlıkla. Çünkü ben bu gece 'nasıl' ve 'ne' kelimelerinden ibarettim!

"Oradan sağ çıkabilmeme oynamışlar, Deniz." Yüzünde zoraki bir tebessüm vardı. "CIA'e istediğini vermeden, elimdeki bilgileri, isimleri, datayı satmadan... O delikten sağ salim çıkabilme ihtimalime oynamışlar. Ve çıktım da..." Yanıma gelerek elini yavaşça saçlarıma uzattı ve birkaç tutam teli parmakları arasından geçirdi. "Şimdiyse ne yapacaklarını bilemez haldeler" dedi, parmakları yanağımı okşamaya başlamıştı. "CIA'e konuşmadan oradan kurtulma ihtimalimi sahici bulmuyorlar çünkü. Onlarla işbirliği yaptığımdan şüpheleniyorlar. Bu yüzden, teklifi revize edeceklerini söylediler. Beni, güven testine tabii tutacaklarmış..." Onların, kendisiyle ilgili düşünce ve planlarını anlatırken sesine öyle bir tını hakimdi ki, her biriyle apaçık bir alay ettiği belliydi. Sanki tüm hayatı, hatta hayatımız, anlatırken bile böylesine küçümseyip alay ettiği o adamlara, 'bizimkiler'e bağlı değilmiş gibi...

"Sen ne yapacaksın peki?" dedim. Elim, yanağımı okşayan elinin üzerine gitmişti.

"Testlerine tabii olacağım." Biraz evvelki o sinsi tebessüm yüz hatlarına tekrar yerleşti.

"Ne?" Elim, elinin üzerinden yıldız gibi kayarak aşağı indi. Daha neler neler aşağı indi... Ah. Allah'ım ben bu gece daha neler duyacağım?

"Testlerine..." dedi, sesini bastırarak. "Testlerine tabii olacağım." Düşünür gibi yapıp devam etti. "Çok karışıklar, Deniz... Ve karışıklıkları suistimal etmek, tabiatımda var... Kaos içindeler, bundan besleneceğim. Tuzak mı kuruyorlar? Düşeceğim. Zarf mı atıyorlar? Bırak, atsınlar. Çünkü Redkey operasyonu bitti. Artık karşılarında Redkey yok. Ben varım, Yağız var. Bu yüzden, yeni bir oyun kuruldu. Ve yeni oyun, yeni hamleler gerektiriyor. Düne kadar karşılarında, asla ardını göremedikleri bir maske vardı. Şimdi ise maskenin ardındakini görüyorlar. Maskenin ardındaki onlarla ilk kez aynı masaya oturuyor. Bu da haliyle yeni bir oyun demek. Kartların tekrar dağıtılması demek... Ve bu oyunda yalnızca iki seçeneğim var; ya onlara benden beklediklerini vereceğim ya da benden istediklerini..."

Ben yüzüne 'ikisi arasında ne fark var?' der gibi cevap arayan gözlerle bakınca konuşmasına devam etti. "Benden istedikleri onlarla uzlaşmam Deniz, ama benden bekledikleri bu teklifi reddetmem... Bense birinciyi, ikinciye tercih ettim. Çünkü kaosu ancak böyle yaratabilirim. Tüm planlarını, teklifi reddetmem üzerine kuran müsteşar ve efendisi ile gerçekten uzlaşmak isteyen yeni kabine... Şu an tek yaptıkları şey debelenmek. Ellerinde öyle bir düğüm var ki, çözmek vakitlerini alacak. Dahası bu karmaşanın içine CIA'in da dahil olması..." Derince bir soluk alıp ellerini yüzümden saçlarıma getirerek başımı okşamaya başladı. "Ah... Kafaları gerçekten çok karışık. Hatta senden bile karışıklar..."

"Yaa" dedim burun kıvırarak. Duyduğum onca şey içinden bam telime dokunan cümle bu olmuştu. "Ne demezsin!"

"Öyle" dedi, koltuğun yanına oturmuş, kahverengi gözlerini cüretkarca gözlerime dikmişti. "Sen hiç değilse bir şeylerin farkındasın."

"Neyin farkındayım Yağız?" dedim, sitemli bir sesle. "Aptal oldum, halime bak. Kafam allak bullak şu an. Neyin farkındayım, yapma..."

"Ah, sen yapma Deniz!" dedi, parmaklarıyla çenemi kavrayarak. "Asıl ben aptal oldum, allak bullak oldum... Sen benim halime bak... Seni şu an ne kadar çok öpmek istediğimi fark etmemiş olamazsın? Sırf ortamdaki şu ciddi diplomatik ambiyans bozulmasın diye dakikalardır kendimi dizginlemeye çalıştığımın farkında değil misin? Tuhaf... Oysaki seni ne kadar arzuladığımı elimden geldiği kadar, her fırsatta sana dokunarak yansıtmaya çalışıyorum; hani belki Pavel gelene kadarki kısıtlı vaktimizi kravatlı, bıyıklı o sıkıcı adamlar topluluğunu konuşmak yerine daha zevkli aktivitelerle değerlendirebiliriz diye..." Başparmağını dudağımın üzerinden birkaç kez geçirip derince bir iç çekti. "Ama sen... Çok yokuşa sürüyorsun."

"Kendin dedin" diye mırıldandım, gözlerimi devirerek. "Kevin'ı şey yapacağım diye... Arayacağım dedin, kopça çözmek isterken onun nerde şey olduğunu çözmem gerek dedin, kendin şey yaptın." Deniz, heyecanlanınca yavaş yavaş Recai Amca'ya evriliyorsun.

"Çok talihsiz bir seçim yapmışım" dedi, çenemi kavrayıp kendine doğru çekerek. "Telafi etmek istiyorum."

"Telafi-..." Kelimemi dahi tamamlayamadan dudaklarım Yağız'ın dudaklarıyla tamamlandı. Aynı anlarda ise belime dolanan elleriyle koltuktan havalandım. Beni hızlıca yukarı kaldırdığında, kollarımı boynuna dolamış, bacaklarımı ise belinden geçirerek bedenine tam anlamıyla sabitlenmiştim.

Çokça ağlamış, çokça üşümüş ve çokça içmiştim o gece. Şimdi ise tek bildiğim tüm vücudumun çokça yanıyor olduğuydu. Dudaklarım, Yağız'ın biçimli dudaklarının ıslak kıvrımında oyalanırken sırtım, saniyeler içinde şöminenin hemen dibindeki kilimin üzerine değdi. Aynı hızla geri kalktığımda Yağız'la burun buruna geldik.

Yüzüne bir süre dolu dolu olmuş, öfkeli gözlerle baktıktan sonra "eğer" dedim, soluk soluğa. "Beni bırakıp gidersen..." Gözucumla yanımızdaki kor alevli şömineyi işaret ettim. "Sonumuz o masaldan farklı olmaz. Bunu sakın unutma Allah'ın cezası!"

O masalın Kurşun Asker olduğunu, sonunun ise bir şömine ateşinde oldukça tatsız bittiğini biliyordu. Fakat buna rağmen hiçbir cevap vermedi. Yüzüme yarım ağız bir gülümsemeyle birkaç saniye baktıktan sonra tekrar aynı hızla dudaklarıma yapıştı. Elleri ise üzerimdeki tişörtü bedenimden bir çırpıda sıyırmıştı.

Belimi nazikçe kilime geri yatırdığında, dudakları boynuma küçük öpücükler bırakmaya başladı. Parmakları ise gözlerimden süzülen yaşları bir mendil gibi siliyordu. Yakıcı elleri, şakaklarımdan göğsüme hareket ettiğinde irkildim. Parmaklarının tersi, sütyenimin üzerinde minik tepecikler oluşturan kısmı naif dokunuşlarla okşuyordu. Kasıklarım, ağırlığının altında sızlarken tenimin bu adamın tenini nasıl böylesine teklifsiz kabul ettiğini ve dahası onu ne zamandan beri böylesine arsızca arzuladığını düşündüm. Nefesinin sıcaklığı, göğüs kafesimden tüm ruhuma yayılıyordu sanki. Tenimi, kendisine dair bir kara parçasıymış gibi avcunun içine alan bu adam, daha öncesinde tarifini dahi bilmediğim bir hazzı keşfetmemi sağlıyordu.

Damarlarımda yoğun miktarda gezinen alkolün ellerime sağladığı bir cesaretten kaynaklı olsaydı bu; Dudakları, sütyenimin altından göbeğime doğru inen bir yol boyunca minik ıslaklıklar bırakırken, Yağız'ı ensesinden kendime doğru çekerek bedenimi hızla kucağına yerleştirdim.

"Deniz?" dedi, nefes nefese, kocaman açılan gözleri ve o biçimli dişlerinin tümünün göründüğü şaşkın bir gülümsemeyle.

"Yağız..." Ellerim, yüzüne gitmişti. Oldukça ılık seyreden havalara tezatla cayır cayır yanan şöminenin sıcağında, onun içinde yananlardan daha da sıcak haldeydik.

Dilim adını mırıldanırken, yanaklarında gezinen parmaklarım, bir patikayı takip eder gibi yavaşça boynuna inmeye başladı. İşaret parmağım sabırsızdı; önce boyun kıvrımından köprücük kemiğine, oradan ise ilk iki düğmesi açılmış gömleğinin yakasına ulaşmıştı çarçabuk. Teninde minik dokunuşlarla aldığım yol, gömleğin düğmelerinde ise tam bir talana dönüştü. Ellerim, kalan düğmelerini rastgele hareketlerle hızlı hızlı çözüyordu. Ve aynı anlarda dudaklarım yeniden Yağız'ın istilasına uğramıştı. Nemli bir ağırlığın dudak kıvrımlarıma bıraktığı bu eşsiz tadı, o an her hücremde hissediyordum.

Üzerindeki gömleği omuzlarından bir fazlalıkmışçasına sıyırdığımda, dudaklarımı da şiddetli bir sarsıntının ortasından çekip çıkardım... Ciğerlerimdeki tüm soluğu tek tek onun ağzına üfleyip hepsini tüketmiş gibi nefessiz kalmıştım...

"Deniz-..." dedi o an, soluk soluğa. Sanki biraz önce içine üflediğim tüm nefesi bana iade ediyordu.

Bense telaşlı ellerimi bu kez göğsünün çıplaklığında birleştirdim. Kora dönen parmak uçlarım, değdiği her noktayı keşfediyor ve gözlerim bu keşfi müthiş bir hayranlıkla izliyordu.

"Yanıyor sanki..." diye fısıldadım kulağına mırıltıyı andıran bir sesle. "Biraz daha dokunsam..." dedim, titreyen ellerimi göstererek. "Üzerlerinden duman çıktığını görebilirsin... Sana dokunduklarında niye böyle oluyorlar?"

Önce yüzünde bir tebessüm belirdi. Ardından bir eliyle yüzümü kavrayarak kendine doğru çekti. Diğer elinin parmak uçlarıyla ise dudağıma, çeneme ve oradan göğsüme naif dokunuşlar bırakırken gözlerini gözlerime odaklayarak fısıldamaya başladı:

"İçimde büyümeyi sürdürüyorsun. Köklerin çok derinde... Yapraklarında parmak uçlarımı yakmadan, gözlerine dokunmam olanaksız."

"Güzelmiş..." dedim, yutkunarak. Ateş topunu andıran parmak uçlarımı bedenine daha da bastırmıştım. "Neydi bu..."

Dudaklarını ısırarak gülümsedi. "Pablo Neruda" dedi, "Şehvet ve şevkatin düğümünü, yazdığı bir şiirin tek bir dizesiyle çözmüş... Bense sana ne zaman dokunsam karmakarışık oluyorum." Tenimde gezdirdiği parmak uçlarını işaret ederek ekledi. "Yakmaya nerde başladığın ve nerede bitirdiğin belli bile değil... Sanata hiç mi saygın yok senin?"

Yüzüme yerleşen hınzır bir ifadeyle "var ki..." dedim.

"Hmmm..." Kemikli elleriyle kavradığı çıplak belimi kendine doğru biraz daha asılarak kasıklarının bedenimdeki baskını arttırdı o an. "Neymiş mesela..."

Parmaklarımı saçları arasından geçirerek "mesela..." dedim. "Mesela şöyle ki..." Dudaklarım, kusursuz boynunu, minik öpücüklerle bir harita gibi işaretlemeye başladığında ağzından küçük bir inilti yükselmişti.

"Den-iz..." dedi, nefes alışları tekrardan hızlanıyordu.

Bense dudaklarına şiddetli bir öpücük daha kondurup diğer elimi kalbinin tam üzerine getirdim ve titreyen sesimle konuşmaya devam ettim. "Mesela, konumuz sanata saygıysa... Senin tasarımına sonsuz saygım var." Parmaklarım göğüs kafesinin hemen altından kasık hizasına dek uzanan ve 'kas' diye tabir edilen girinti ve çıkıntıların üzerine geldiğinde ise tuhaf bir tebessüm kapladı yüzümü. "Mimari sanatı" dedim, parmaklarımı inişli çıkışlı alanda gezdirerek. "Hatta şey gibi... Merdiven gibi..." Ellerim karın bitiminden kalbine dek, basamak basamak devam eden kas çizgilerinin üzerinden geçti. "Sanki buradan" dedim, elimi yukarı doğru hareket ettirerek. "...Buraya merdiven inşa etmişler gibi."

Parmaklarım göğsündeki minik tüylerin arasından geçip kalbine geldiğinde ise durdum. "Sanki merdivenlerden yukarı çıkınca..." dedim, iç çekerek. "Kalbine ulaşabilirmiş gibi." Ardından, patlarcasına çarpan kalbinin üzerine uzun bir öpücük kondurdum.

"Ah... Deniz..." dedi, o an fısıltıya dönen cılız sesiyle. "Keşke o merdivenlerden, aşağı inmeye denesen..."

İlkin, cümledeki malum imayı idrak edemeyen dilim atıldı. "Denerim!" Ve Yağız'ın gözlerinde oluşan şaşkın bir parıltı eşliğinde, parmaklarımı kas basamaklarından yavaş yavaş aşağı indirmeye başladım. Bir yandan mırıldanıyordum. "Bir basamak, iki basamak, üç, dört, beş..."

Parmaklarım, son basamağa geldiğinde ise tekinsiz attığı o son adımla birlikte aniden sert bir duvara tosladı. Bu merdiveninin sonu hiç hayra alamet bir yere çıkmıyordu.

"Yağız sen..." dedim o an, merdivenleri apar topar geri çıkarken. "Sen çok fenasın."

"Den...iz..." Harfleri güçbela yan yana getirebilmişti. Alnında oluşan minik ter damlaları şakağından süzülürken "Sen çok fenasın asıl..." dedi, tükenmiş bir sesle. "Beni önce yükseltiyorsun..." İki eliyle yüzümü sertçe kavradı. "Sonra da hep çamura yatıyorsun..." Ardından ellerini kalçamda birleştirerek beni ani bir hareketle yere yatırdı. Şöminenin kor alevi, büyüleyici güzellikteki yüzüne yansıdığında burun buruna geldik. Gözlerini gözlerime dikip mırıldandı. "Beni mahvediyorsun..."

Başımı iki yana salladım. "Seviyorum..."

Dudaklarını ısırarak gülümsedi. "İkisi arasında bir fark olduğunu mu zannediyorsun?" dedi, yutkunarak. "Böyle söyleyince, mahvolmadığımı mı..."

"Ya da mahvetmediğini mi..." dedim. Ellerim, göğsüne uzandı o sıra.

"Ben de seviyorumdur, belki..." dedi, dudakları sütyen askımın üzerine küçük öpücükler bırakırken.

"Sevsen iyi olur" dedim, nefes nefese.

Başım, dudaklarını öpebilmek için hafifçe havalandığında ise boynunda dolanan kollarımdan tutup, avuçlarıyla baskıladığı ellerimi başımın üstünde birleştirdi. İri gövdesiyle ince bir kilim arasında sıkışan bedenim titriyor, göğüs kafesim yerinden çıkacakmışçasına yükselip alçalıyordu.

Gözlerini bir süre tüm yüz hattımda itinayla dolaştırdıktan sonra gülümsedi ve "mimari sanatı" dedi, biraz önceki benzetmeme atıfta bulunarak. "Çoktan sevdim bile... Konumuz sensen, sanata sonsuz sevgim var." Ve cümlesinin ardından dudaklarını, aralık dudaklarımdan içeri şiddetle bastırmaya başladı. Dilindeki mayhoş tat, hırpalanan dudaklarımı nemlendiriyor, ağzımdan içeri yakıcı darbeler bırakıyordu.

Sabırsız elleri, belimden sırtıma gelip sütyen kopçamı çekiştirmeye başladığında ise içinde bulunduğumuz bilinç kaybı, sarsıcı bir gürültüyle rayından çıktı.

Kapı çalıyordu.

"Siktir!" dedi Yağız, soluk soluğa başını boynuma gömerek. Elleri yumruk olmuş zemini dövüyordu. "Pavel..." dedi, hemen sonra mırıldanarak. Gözleri kolundaki saat benzeri cihaza kaydığında ekledi. "7 kez çağrı bırakmış..."

Bense gülmeye başladım. "Hayret" dedim, muzur bir sesle. "Nasıl duymadık." Fakat kahretsindi, sırası mıydı Pavel'in? Ellerim hala Yağız'ın bedeninde dolanırken dilimin, ona kalkmasını söylemesi gerekiyordu şimdi. Ah, Yağız...

"Kalk hadi" dedim, boynunda gezdirdiğim parmaklarımı gevşeterek. "Kapıyı aç... Adam ağaç oldu."

"Beklesin..." Dudaklarıma küçük fakat hızlı öpücükler kondurmaya başladı. Ardından "Deniz..." dedi, nefesini dudaklarıma vererek. "Buna devam etmemiz lazım... Beni böyle bırakma."

Kapı çalınmasının şiddeti artmaya başladı o an. Yağız'ın kolundaki cihazdan yükselen titreşimin sesini ise artık ikimiz de duyuyorduk.

Yumuşak bir sesle "kalkmamız gerek ama" diye fısıldadım el mahkum.

Yağız, derin bir nefes verip dişlerini sıkarak üzerimden yavaşça doğruldu. Ve yüksek bir sesle, yine Rusça olduğunu tahmin ettiğim dilde "patlama, geliyorum! Bekle iki dakika" minvalinde olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler bağırdı.

Tekrar anadilimize döndüğünde gözlerine öfke hakimdi. "Şu halime bak!" dedi, dişlerinin arasından fısıldayarak. "Nasıl açayım ben bu halde kapıyı? Ah... Çıldıracağım." Bakışlarını bana çevirdiğinde kikirdiyordum. "Ne?" dedi, irkilerek. "Gülüyor musun sen? Bak, ben adım atamıyorum. Kaldım böyle. Ağzıma sıçtın. Gülüyor musun, bir de?"

Gülüyordum valla. "Ne? Benim suçum mu?"

Yağız, bir yandan söyleniyor bir yandan da yerdeki eşyaları toparlıyordu. Gömleğini sırtına geçirip yerdeki tişörtümü ve hırkamı eline alarak yanıma geldi.

"Giy şunu..." Tişörtümün boğazını başımdan geçirirken ağlamaklı oldu. "Kendi ellerimle çıkardım bunu az önce... Şimdiyse kendi ellerimle geri giydiri-..." Birden duraksayıp ellerini tişörtümden çekti. "Ah, kendin devam et, kalbim dayanmayacak..."

Bense kikirdemeye devam ederek tişörtün kollarını bedenime geçirdim. "Giydim işte!"

"Şunu da giy..." dedi, hırkamı omzuma atarak. Onu da giydim.

"Giydim..."

"Böyle mi giydin?" Ellerini gövdemde birleştirip hırkanın tüm düğmelerini tek tek ilikledi. "Şimdi oldu."

Ardından ani bir hamleyle çenemden kavrayarak dudaklarıma uzun ve ateşli bir öpücük kondurdu. Dudak kıvrımlarım Yağız'ın nemiyle harmanlanırken, ellerimin teninde kat ettiği yol, her an bir şömine başındaki bir kilimin üzerinde noktalanacak kadar tehlikeli bir rota çiziyordu.

Kendini güçlükle durdurduğunda, bedenimden hızla üç beş adım geri çekildi. Yükselip alçalan göğüs kafesini gömleğinin düğmelerini ilikleyerek örttü ve pantolonuna birkaç rötuş yaptıktan sonra seri adımlarla holden geçip kapıyı açtı.

Kısa süre içinde Yağız ve yanında bir adam holden geçerek salonun orta yerine doğru ilerlemeye başladılar. Benimse gözlerim, bana doğru yaklaşmakta olan adamı hayretle izliyordu. Kulağımda Yağız'ın Pavel için kullandığı malum kelime yankılanmıştı:

"Ufaklık."

Yok artık!

Pavel, iki metreden uzun ve iki yüz kilodan fazla olduğu aşikar olan devasa görünümde bir adamdı. Kel kafası, yukarıdan ışığı vuran avizelerin etkisiyle olduğundan daha parlak gözüküyor, koyu mavi gözleri ise düpedüz dosta güven düşmana korku salacak bir ifadeyle etrafına silah çeker gibi bakıyordu.

Yağız, adamı eliyle işaret ederek "Pavel, Deniz. Deniz, Pavel" dedi. Ben başımı sallarken Pavel de ise hiçbir tepki yoktu. "Çok fazla Türkçe bilmiyor" diye devam etti Yağız. "Ama konuşmak dışında her şeyde iyidir." Ardından Pavel'e doğru dönerek yabancı yine bir dilde bir şeyler söyledi. Ve sanırım dil yine Rusçaydı.

Pavel, ciddiyetle Yağız'ı dinledikten sonra başıyla söylediklerini onayladı.

On dakika kadar sonra Yağız, sırtına geçirdiği çantası ve beline yerleştirdiği silahıyla evden çıkmak için hazırdı. Onunla birlikte bahçeye kadar yürüdüm. Arabasına binmeden evvel ise iki eliyle omuzlarımdan kavradı.

"Güzelce uyu." Eliyle saçlarımı okşayarak alnıma küçük bir öpücük kondurdu. Sonra yanaklarıma, burnuma ve dudağıma. "Yarın yorucu bir gün olacak senin için..."

"Biliyorum" dedim, boynuna sarılarak. "Keşke yanımda kalabilsen... Peki, ne zaman görüşeceğiz bir daha?" Bu soruyu belki de hiç sormamalıydım. Onu beklemeyi bir zaman çizelgesine dahil etmek, bunu belli bir zaman aralığına sıkıştırmak çok çaresiz hissettiriyordu.

"Çok sürmeyecek" dedi, başımı gövdesine daha sıkı bastırarak. "Bu defa çok uzun sürmeyecek."

Kollarını bedenimden ayırdıktan sonra hızla aracına bindi ve karanlığın içine karışarak gözden kayboldu.

Arkasından bakarken gözümden birkaç damla yaş aktı o gece. "Çok sürmeyecek" demişti, oysa ayrılığımız için, "Bu defa çok uzun sürmeyecek..." Ama bu yetmiyordu işte. Ben artık ayrılıklarımızın kısa sürecek olmasıyla avunamıyordum. Ben, ayrılığın sonsuz bir süre zarfı dahilinde aramızdan kaldırılmasını istiyordum.

***

TV - AÇ

KRTY TV - Yakalamagazin

Haber Altyazı 1: "İki Kuzen Kanlı Bıçaklı Oldu!"

...Dadan danda dan...

Ses: "Ayrı ayrı girdikleri Adliye'den... Yine ayrı ayrı çıktılar!"

Haber Altyazı 2: "İkili, birbirine selam dahi vermedi!"

...Dadan danda dan...

Muhabir sesleri: "Deniz Hanım, neler söyleyeceksiniz?"

Muhabir sesleri: "Başkomiserim, bir açıklama yapmayacak mısınız?"

...Dadan danda dan...

Haber Altyazı 3: "Adliye çıkışı olay görüntüler!"

Ses: "Önce Redkey davasında karşı karşıya geldiler... Sonra 18 yıl önce ailelerinin adının karıştığı gizemli bir cinayet dosyasıyla... Gazeteci Deniz Doğanay ve kuzeni Başkomiser Nihat Doğanay arasındaki hesaplaşmada şok iddia! Az sonra Yakalamagazin'de..."

DEĞİŞTİR

İNT TV - Haber Bülteni

"... 3 polis ve bir savcının tutuklu olarak yargılandığı dava kapsamında ifadesine başvurulan Gazeteci Deniz Doğanay, adliye çıkışı kendisine yöneltilen soruları cevapsız bırakmıştı. Doğanay, bugün öğle saatlerinde yayınladığı yazılı bir açıklama ile duruma açıklık getirerek şu satırlara yer verdi:

'Günümüzden 18 yıl önce yaşanmış ve ailelerimizin ölümüyle sonuçlanmış acı bir olayla ilgili, savcılık makamı tarafından hem şahsım hem de Kuzenim Nihat'ın bilgisine başvuruldu. Takdir edersiniz ki, olayların meydana geldiği döneme dair bildiklerimiz, yaşımız itibariyle sınırlı. Bizler de yaşananların boyutunu, tüm Türkiye'yle aynı anda öğrendik. Ve derinden sarsıldık. Aksi takdirde, 18 yıl önce yaşanan olaylar bütünün iç yüzüne dair, elimizde en ufak bir bilgi ya da hafızamızda buna dair en küçük bir anı olsaydı, hiç şüphesiz şimdiye dek gerçekleri ortaya çıkarmak adına tüm adli girişimlerde bulunmuş olurduk. Fakat bugün geç de olsa adalet yerini bulduğu için minnettarız.'

DEĞİŞTİR

MİM TV - Gerçeğin Nabzı Programı

Moderatör: "Aradan 18 yıl geçmiş, şimdi durduk yere nereden patladı bu olay? Bunu bi' düşünmek lazım. Bir savcı ve 3 polis... Ne oldu da her şeyi itiraf etmeye karar verdi? Bir de büyük bir şov var ortada. Mezarlıklara giriliyor, ölülerin toprağı eşeleniyor, yok mezar taşlarına karalamalar yapılıyor falan... Ayrıca benim aklıma takılan diğer husus Deniz Doğanay'dır. 3 gün boyunca tek ses çıkmadı kendisinden. Nihat Başkomiser de aynı şekilde... Sözleşmiş gibi, aynı gün ifade verdiler, aynı şeyleri beyan ettiler... Daha dün gibi Redkey operasyonunda yaşananlar. Neler dönüyor bu üçlü arasında? Kamuoyunun aydınlatılmaya ihtiyacı var."

DEĞİŞTİR

KRTY TV - Hepinizden Nefret Ediyorum Programı

Sunucu: "Üstat bugün şu iki tuhaf kuzeni konuşacağız."

Yorumcu 1: "İkisinden de nefret ediyorum."

Yorumcu 2: "Hahahah... Hocam çok erken başladın sen de ya? Dur önce, neden nefret edeceğimizi bi' şey yapalım!"

Sunucu: "Şimdi üstadım, Deniz Doğanay için bir şey diyemem, yaşı küçükmüş o zamanlar ama bu Nihat Başkomiser'in yaşananlar hakkında bir şey bilmiyor olması... Benim pek aklıma yatmıyor açıkçası. Sanki biraz suistimal görüyorum ben bu işte... Soruşturma derinleşirse sanki Başkomiser'in meslek sallantıya girer gibi geliyor bana hocam, sen ne diyorsun?

Yorumcu 3: "Şimdi... Öncelikle hepinizden nefret ediyorum."

Sunucu: "Eyvallah hocam, bilmukabele... Dinliyoruz, devam edin, buyrun..."

Yorumcu 3: "... Yani, diyeceğim şu ki, bence bi' sik çıkmaz o davadan... "

Sunucu: "Ohoo... Hocam ne dedin ya? Ceza yağdıracaksın kanala!"

Yorumcu 1: "Haydaa hahaha..."

Yorumcu 2: "Oooo Üstat, ne yaptın ya hahaha..."

Sunucu: "Valla arkadaşlar, müsaadenizle ben sevgili hocamı, bu haftanın 'nefret edilenler' listesine üçüncü sıradan sokuyorum?"

Yorumcu 3: "Ben hepinize sokuyorum!"

Yorumcu 2: "Aaaaaaa üstat ama sen de..."

Yorumcu 1: "Aaaa ahaha hocam ne dedin yav..."

Sunucu: "Ya o değil de, şu Türkücü Kezzap Nuri'nin cinsiyet değiştirip kadın olmasına ne diyeceksiniz?

Yorumcu 3: "Bi' si-..."

Sunucu: "... Önce kısa bi' reklam arası verelim. Hocanın cevabı, reklamlardan sonra..."

DEĞİŞTİR

HABERCİM TV - Haber Bülteni

"... Şimdi bir son dakika gelişmesiyle bültenimize devam edeceğiz sevgili seyirciler. Arkadaşlarımız bilgiyi az önce aktardılar, bizler de hemen sizlere belirtelim; 18 yıl önce Şeref Doğanay ve kardeşi İrfan Doğanay'la, eşi Nilüfer Doğanay'ın ölümüyle sonuçlanan olayla ilgili dava, bildiğiniz gibi bir hafta kadar önce üç polis ve bir savcının peş peşe yaptığı itiraflar sebebiyle yeniden açılmıştı. 3 gün önce ise Deniz Doğanay ve Başkomiser Nihat Doğanay, soruşturma kapsamında savcılığa ifade verdiler... Fakat bugün, ajanslara son dakika olarak düşen bir bilgiye göre RTÜK, süren davayla ilgili yayın yasağı kararı aldı. Gerçi bu karar çok da sürpriz olmadı... Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde göreve başlayan Adalet Bakanı Ersin Eren, dün gece söz konusu davayla ilgisi kendisine yöneltilen sorulara tepki göstermiş ve konunun çok hassas olduğunu belirterek 'Geçmişte yaşanmış acı bir hadiseyi sürekli gündemde tutarak, tarafları incitmenin bir anlamı yok. Konu şu an yargıda. Hem Deniz Hanım hem de Başkomiserimiz olayla ilgili gerekli bilgileri savcılık makamımıza sundu. Bunun dışında, böylesine hassas bir konuyu türlü magazinel yaklaşımlarla deşmeyi ve tarafları zan altında bırakmayı doğru bulmuyorum' şeklinde konuşmuştu. Eren'in bu yaklaşımı kamuoyunda takdir toplarken bugün davayla ilgili gelen yayın yasağı da Ersin Eren'in RTÜK'ü harekete geçirmesi olarak yorumlandı."

TV - KAPAT

---

Televizyonu kapatmamla birlikte odamın kapısının çalındığını işittim. Üzerime, gardıroptan alelacele bir palto seçerek, çantamı da alıp hole yöneldim. Kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm yüz, son üç gündür kaldığım pansiyonun yan odasında yaşamına devam eden Pavel'di.

"Günaydın" dedim, üç gündür bu kelimeyi kendi kendime tekrarlıyor olmama rağmen hala Pavel için ayacak günlere inancım tamdı.

Pavel ise 'günaydın'a son üç gündür olduğu gibi sadece başını salladı.

"Bir haber var mı?" dedim, ardından.

Başını iki yana sallayarak kapımın önünden çekildi. Bense Pavel'den aldığım -ya da alamadığım- akşam raporunun ardından pansiyondan çıkarak kendimi sokağa attım.

Saat akşam 9'u gösteriyordu. Tarabya'nın, çiçeklenen ağaçlarla çevrili ışıklı caddelerinde ağır ağır yürümeye başladım. Yüzümde ekran makyajı olmadan, sokakta görenlerin beni tanıdığı pek söylenemezdi ancak yine de üç beş kişinin bakışlarına, laf atışlarına yahut yolumu kesip yerli yersiz sorular yöneltmelerine engel değildi bu durum. Son üç gündür Pavel'le önlü arkalı yürüdüğümüz sokaklar da besbelli ezberlemişti bizi. Zira ben artık neyse de Pavel, bir görenin bir daha unutabileceği biri değildi.

"Noldu sizin Rekkey'le son durum?" dedi o sıra, yaşlı bir teyze kolumdan tutarak.

"E-efendim?"

"Sen Rekkey'in nişanlısı değil misin?" Bastonunla bacağımı dürttü.

"Problem?" Pavel, teyzenin bastonunu kendince bir tehlike addetmiş olacak ki dibimde bitmiş ve konuştuğu iki üç kelimeden biri olan 'problem'i, yine sesine takındığı soru tınısıyla bana yöneltmişti.

"Yok, problem. Yok..." Pavel'i uzaklaştırarak teyzeye döndüm. " Sen yanlış biliyorsun teyze. Ben kimsenin nişanlısı falan değ-..."

"Hadi ordan be!" Baston, bacağımı bir daha dürttü. "Ben sizi daha yeni gördüm, aha şurdaki parkta..." Bastonuyla ilerideki yeşil alanı işaret etti. "Tee o tepenin ordaki ağacın altında... Geçen haftaydı daha... Yaşlıyım ama bunak değilim ben. Gördüm ikini-..."

Birden kadının omzuna el atarak panik içinde "Ahaha teyzem... Teyzem, evet... Ne güzel, şey görmüşsün öyle sen... O kedi ile beni. Besledim onu kaç gün, ya evet... Sen de..." şeklinde saçmalamaya başladım. Ardından kulağına eğilip "Teyze gözünü seveyim, ortalık yerde olur olmaz şeyler söyleme" dedim, yutkunarak. Saniyeler içinde alnımda minik minik ter damlaları oluşmuştu.

Sen peşinde iz süren binlerce polisi ayakta uyut, koskoca devletin tüm birimlerinin içinden geç, CIA'in kıskacından dahi kaç kurtul ama gel eli bastonlu bir teyzeye, bir park köşesinde yakalan... Olacak iş değil be Yağız.

"Hey gidi..." dedi, kırışık yüzü bir anda aydınlanan teyze, 'gidi'deki 'i' harfini epeyce uzatarak... Altın dişlerini gösteren tebessümüyle devam etti. "Hiç kimseye demedim ama! Aramızda sır olarak kalacak... Bir tek Muhittin biliyor. İlk o gördü zaten."

"Muhittin?"

Arkasında duran Pug cinsi köpeğini işaret etti. "Muhittin tuvaletini yapmak için yer arıyordu o gün. Ben de onun peşinden gittim. O zaman gördüm sizi de..." Bastonuyla bacağımı tekrar dürttü. "Bana bak... Ben çok seviyorum o çocuğu. O kara çocuğu... Pek bi' güzel oğlan hem de. Benim adamın gençliğine benziyor. Sırf Rekkey oldu diye sevmemezlik edersen onu..." Bastonu havaya kalktı. "Valla kırarım bunu kafanda. Hadi git şimdi... Hadi, ben görmedim, duymadım hiçbir şey... Tamam hadi..."

Tuhaf teyzeyi ve köpeği Muhitttin'i geride bırakarak hızlı adımlarla parka doğru ilerlemeye başladım. Sadece bir hafta önce, 43 gün süren bir bekleyişin ardından Yağız'ın yabani ot gibi karşımda bittiği ağacın yanından geçerken yüzümde acıklı bir tebessüm belirdi. O günü, bu kez güncellenen bilgi haznemle hatırlıyordum çünkü... Yaşlı kadın, Yağız'la beni o gün orada görmüş ve yoluna devam etmişti. Hayatına, kaldığı yerden devam edebilmişti...

Bunu, diğerleri de yapamaz mıydı?

"Buradayım" dedi, hayıflanmalarımı bölen Nihat'ın sesi. İki elini cebine sokmuş, yavaş adımlarla yanıma doğru ilerliyordu. "Selam."

"Selam" dedim, paltomu üzerime sıkı sıkıya bürünerek.

"Sağ ol, geldiğin için..." Derince bir iç çekti. "Ben... Ben lafı uzatma niyetinde değilim... Dediklerini çok düşündüm. Ve haklısın... Benim, borcunu ödeyemediğim o restoranın önünden geçmemem lazım. Hiç değilse bunu becermeliyim, değil mi? Bu kadarını olsun yapabilirim... O yüzden, karşına çıkmak, sürekli o borcu hatırlatmak gibi bir düşüncem yok Deniz. Bunu bilmeni istiyorum... Dahası..." Mahcup bakışları zar zor gözlerime ulaştı. "Yıllık izne ayrılıyorum. Bir süre kafamı toparlamaya ihtiyacım var... Ve gitmeden sana bunları söylemek istedim. Sadece tekrardan teşekkür etmek istedim... Teşekkür ederim Deniz, ifaden için... Beni satmadığın için..."

Başımı sallayarak sözlerini onayladım.

Gözlerini kısarak ileriyi işaret etti o an. Pavel'i görmüştü. "Bu da kim?" dedi, şaşkın bakışlarını yüzüme dikerek. Fakat sessizliğimden doğru bir çıkarımda bulunmuş olacak ki yüzüne lakayt bir ifade takınarak hayıflandı. "Biliyorum, bunca şeyden sonra bunu söylemeye haddimin olmadığını düşüneceksin ama..." Sesini alçalttı. "Bunu hala sürdürmeniz, aranızdaki bu... Bu bağ, oynadığınız bu oyun çok tehlikeli Deniz. ..."

"Oynamayı..." dedim, suratımda beliren acı bir gülümsemeyle. "Senden öğrendim... Özellikle de böyle tehlikeli oyunları..." Sesim çatallaşmıştı. "Sadece bu kez fasulye değilim. O çınar ağacının gölgesinde kendi kendine koşturan, yalandan ebe olan Deniz değilim artık, ya da şiddetli bir aşağlanmanın kıskacında ezilirken evcilik oynadığını sanan o çocuk değilim... Artık değilim. Gerçek hayatta işler böyle yürümüyormuş Nihat. Büyüklerin dünyasında fasulyeden oyunlar yokmuş... Bunu öğrendim. Acı oldu, sancılı oldu ama öğrendim. Fakat bu, oyunlar kurmama engel olmayacak... Oynayacağım ben." Gözümden süzülen yaşı parmaklarımla hızlıca sildim.

Başını iki yana salladı. "Bu..." dedi, "ateşle oynamak..."

"Bu" dedim, sesimi yükseltmiş, dudağımın kenarına ise bir tebessüm yerleştirmiştim. "Bu bir saklambaçsa eğer... O, saklandığı yerden çıkana kadar beklemeye devam edeceğim. Bir maçsa, kaleyi asla terk etmeyeceğim... Ya da bir körebeyse eğer, gözlerim kapalı bile olsa ellerim onu bulduğunda tanıyacak nasılsa. Yani ben... Durmayacağım. Oynadığım ateşse bile... Buna devam edeceğim Nihat..." Gülümseyerek iç çektim. "Hem beni buna sen alıştırdın, unuttun mu? Oyunlara; acılarını, açık yaralarını perdeleyen oyunlara... Hepsini sen öğrettin. Şimdiyse karşıma geçip benden bunun aksini yapmamı isteme... Çünkü ben seviyorum, bu oyunda olmayı seviyorum. Anlıyor musun? Hem oyunu hem de oyun arkadaşımı seviyorum... Anlıyorsun, değil mi?"

Nihat, gözlerini sıkıca kapadı sonra yavaşça açtı. Ardından başını aşağı ve yukarı salladı.

Ben de başımı benzer şekilde sallayarak "sana bol şanslar..." dedim, sonrasındaysa arkamı dönerek yanından uzaklaşıyordum ki seslendi.

"Umarım" dedi, şüpheci ve hayal kırıklığına uğramış bir sesle. "Umarım değer... Beklemene, oyun içinde aldığın tüm risklere ve oyun arkadaşına... Umarım değer."

Ben önümü ona dönmeden öylece dinlerken Nihat'sa devam etti. "Çünkü bu yaşadığının bir oyun olduğunu biliyorsan, bir gün bunun biteceğini de hesaba katman gerekir Deniz. Gözlerinin içine bakarak sana 'oyunun bittiğini' söyleyeceği anın geleceğini... Hesaba katman gerekir. Ve o gün geldiğinde umarım karşında, oyunda topladığın tüm puanları sıfırla çarpan 'game over' tabelasından fazlası olur..."

Nihat'ın sözlerinin ardından hiçbir şey söylemeden hızlı adımlarla yanından ayrıldım. O gece, kulaklarımın işittiği o son üç beş cümleyi, 'game over' tabelasını görene dek hafızamın en karanlık köşesinde, naftalinler içinde bekleteceğimden bir kez daha emindim...

***

"...Bu haftanın zam şampiyonu sebzesi ise patlıcan... Satıcı, ürünleri elinde kaldığı için şikayetçi, vatandaş tezgahlarda gördüğü fahiş rakamlardan...

-Amcacığım, kolay gelsin. Nasıl gidiyor pazar alışverişi?

+Ne alışverişi? Alış yoktur. Veriş vardır. Hep veriş bizde. Badılcana veriş, bübere veriş, domata veriş. Veriş vardır ancak alış yoktur. Biz sadece verüyük. Para verüyük ama karşılığında aldığımız bir şey, bir alış yoktur. Ha, şu vardır. Bir alış varsa, biz babayı alıyık. Tek alış budur..."

"Pazara mı düştük yine?" dedim, bilgisayar başında pazarda yaptığı röportaj ve anons videolarını derlemeye çalışan İpek'in omzuna elimi koyarak.

"Yaa..." dedi, İpek bıkkın bir sesle. "Redkey'e yayın yasağı, üzerine bir de senin meseleye de yayın yasağı gelince... Gündem bir anda boşluğa düştü. Pazarlardan haber ayıklamaya çalışıyoruz işte. Hikmet Bey, bülteni doldurmak için ne var ne yoksa toplayın, dedi. Haber kıtlığındayız resmen!"

"Eski günlerdeki gibi" dedim, elimdeki kahve fincanını masamın üzerine bırakarak. "Neyin bir anda 'eski' olacağı, nelerin bir anda eskide kalacağı hiç hesaplanamıyor, değil mi..."

İpek, bilgisayardan başını kaldırıp yüzüme tuhaf gözlerle bakmaya başladı. "Yani... Domates, biber, patlıcan senin karmaşık hislerin için birer metaforsa niye olmasın tabii..." Derince bir iç çekti. "İyi misin sen?"

"Oradan bakınca" dedim, kaşlarımı çatarak. "İyi olmaktan, aşağı yukarı kaç mil uzakta görünüyorum?"

Gülümsedi. "Adının hakkını verecek kadar..."

"Güzel."

"Bu yayın yasakları hiç iyi olmadı Seyhan, hiç iyi olmadı!" Hikmet Bey, yanında Seyhan Abi'yle birlikte ofisten içeri girdi o an. Kravatını gevşetmiş, elindeki mendille alnında oluşan ter damlalarını siliyordu. Beni fark ettiğinde cümlelerinin öznesi ise ben oldum. "Bu yasaklar hiç iyi olmadı Deniz, hiç iyi olmadı, hiç..."

"Hikmet Bey seninle ilgili özel bir program hazırlamak niyetindeydi" dedi Seyhan Abi, zoraki bir gülümsemeyle. Ardından kulağıma eğildi. "Dram buldu ya, illa sömürecek pezevenk."

"Fena mı olurdu ya?" Hikmet gürledi. "Ne izlenirdi, şerefsizim... Ah, ah..."

"Harika fikirdi Hikmet Bey!" dedi, Seyhan Abi Hikmet'in yanına koşturarak. "Bu yayın yasakları hiç iyi olmadı millet, hiç..."

Tekin, kıkırdamaya başlamıştı. "Çok enteresan yalnız, niye böyle bir karar aldılar ki..."

"Sahiden ha?" İpek atıldı. "Ben de şaşırdım."

"İnanın ben daha şaşkınım" dedim, masamdaki kahvemden bir yudum alarak. "Nereden esti acaba..."

"Daha şaşkınmış... Biz de inandık..." Fısıltıyı andıran ses, olan biteni masasının başından takip eden Bahadır'a aitti. Son birkaç gündür tuhaf şekilde türlü iğnelemelerle üstüme gelen Bahadır'a...

"Anlamadım?" dedim, gözümü Bahadır'a dikerek.

"Anlamayacak bir şey yok." Masasından kalkarak yanıma doğru yürümeye başladı. "Redkey'in işi..."

"O nerden çıktı?" Sesim, içine kaçan, zayıf bir tınıda çıkmıştı.

"Sence?" Bahadır gözlerime, sorularının cevaplarını orada bulacakmış gibi bakıyordu. "Birbirimizi kandırmayalım Deniz... Oydu işte. Yağız'dı... Dahası... Şeref Doğanay meselesini ortaya çıkaran da oydu, mezar taşını deforme eden de, savcı ve polisleri konuşturan da... Peki, günlerdir niye kimse çıkıp bu konuyla ilgili tek bir kelime etmiyor? Yeni bir hükümet kuruldu, eyvallah. Eski kabinenin hatalarına düşmek istemiyorlar, eyvallah. Daha ılımlı yaklaşıyorlar pek çok meseleye, eyvallah. Ama sizce de bu biraz tuhaf değil mi? Yani... Olay patlayalı tam bir hafta oldu ama ne hikmetse bir kişi de çıkıp 18 yıl önceki dosyayı kim karıştırdı, kim didikledi bu meseleyi diye tek bir laf etmiyor?"

Hikmet'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Biraz daha aç şu meseleyi Bahadır! Ne demek istiyorsun sen şimdi?"

Bahadır kollarını gövdesinde birleştirerek "demek istediğim şu ki" dedi, bilmiş bir tavırla. "...Bence masa başında dönen hesaplar var. Hükümet yetkilileri ve Yağız Saran arasında görüşmeler yapıldığını düşünüyorum... Şeref Doğanay dosyasını kimin kurcaladığı gün gibi aşikarken üst makamlardan tek bir kişinin çıkıp bu konuyla ilgili tek bir laf etmemesinin başka bir izahı yok..." Bakışlarını tekrar yüzüme çevirdi. "Düne kadar herkes atıp tutuyordu, her gün bir bakan, bir vekil... Ne oldu? Önce Redkey'den bahsetmeyi bıraktılar, sonra daha da hiç kimse bahsedemesin diye yayın yasağı getirdiler. Ardından Şeref Doğanay dosyası patladı, kimin patlattığı da herkesçe malum ama yine her biri sus pus... Ve son olarak bu dosyaya, yani dolaylı olarak Deniz'le ilgili haberlere de gelen yayın yasağı... Devletimizin üst düzey duyarlılığından mı kaynaklı sizce bu durum? Ne demişti, Adalet Bakanımız Sayın Ersin Eren? 'Geçmişte yaşanmış acı bir hadiseyi sürekli gündemde tutarak, tarafları incitmenin bir anlamı yok.' O taraflar kim peki? Durun, ben söyleyeyim; biri, teşkilatın çoktan gözden çıkardığı ve artık pek de önem arz etmeyen şaibeli bir polis, diğeri ise koca bir ülkenin tüm birimlerini parmağında oynatan, gelmiş geçmiş en azılı suçlu, Redkey kod adlı Yağız Saran'ın sevgilisi... Sizce sayın bakan, kimin incinmesinden bahsediyor olabilir? Hangisinin arkasında, onun incinmesi durumunda dünyaları ayağa kaldıracak biri var?"

"Dahice..." Hikmet'in ağzının suyu çenesinden damlamak üzereydi.

"Kıskandım." Seyhan Abi hayıflandı. "Ben akıl etmeliydim bunu!"

"Vay amına koyayım!" Tekin'in iddialı çıkışı ise İpek tarafından cık cıklandı.

"Yani, demem o ki..." diye devam etti Bahadır. "Şüphelerim vardı ama dün itibariyle emin oldum. Devlet, Yağız Saran'la bir pazarlık peşinde. Çok açık. Yayın yasağı da Yağız'ın isteğiyle gerçekleşti. Ki..." İmalı bir ifade takındı yüzüne. "...Aslında benim teorilerime gerek olmaksızın Deniz arkadaşımızdan hikayenin en doğru halini dinleyebiliriz belki..." Üzerime doğru birkaç adım attı. "Ankara'da Şeref dosyası patlak verdikten sonra tam üç gün boyunca neredeydi, niye sessiz kaldı? Niye ifadesini o kadar geç verdi? Ve dahası son dört gündür işe gelmesine rağmen biz niye kendisinin varlığını hissedemiyoruz, niye bir hayalet gibi geziyor ortada... Tüm bunları bize anlatır belki..."

Başıma saplanan bir ağrıyla birlikte elim boynuma gitti. "Bahadır, neyi ima etmeye çalışıyorsun sen? Hala bana 'Yağız'la mı geleceksin? Adamın ne olduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu, beni nasıl kandırdığını o oteldeki gecede hepiniz gördünüz. Nasıl hala onunla bir bağ-..."

"Deniz, sen bizi bu kadar mı aptal sanıyorsun?" Bahadır sözümü keserek araya girdi. "O gece orada olanların tamamen bir şov olduğunu göremeyecek kadar aptal mıyız biz? Yok seni kandırmış, yok nasıl bir adam olduğunu görmüşüz... Bırak ya." Etrafına döndü. "Hanginiz inanıyor buna? Aralarındaki şeyin birkaç randevudan ibaret olduğuna? Yağız tarafından kandırılan bir Deniz hikayesine... Hanginiz inanıyor?" Hiçbir ses gelmeyince devam etti. "Bak... Biz sana ve Yağız'a bakınca ne gördüğümüzü gayet iyi biliyoruz... Ama kaldı ki konumuz bu değil. Kiminle birliktesin, nasıl bir hayat yaşıyorsun, bu seni bağlar..." Gözlerini yüzüme dikmiş, tamamen saldırgan bir tutumla konuşuyordu benimle. "Ama biz burada, tıpkı az önce olduğu gibi, ucu ona dokunan meselelerle ilgili bir şeylerin üzerine kafa patlatırken, kendimizce cevaplar ararken, seninse aslında her şeyden haberdar olarak aramızda bulunman ve bulmacanın parçalarını bizimle birlikte tamamlamaya çalışıyor gibi görünmen, açıkçası bana kendimi gerizekalı gibi hissettiriyor... Hepimiz öğretmen olsaydık ya da doktor ya da bilmem herhangi bir bok, bir bankacı, şirket çalışanları... Bunu anlardım. Ama bizler, hepimiz... Biz gazeteciyiz. Biz haber yaparız. İstihbarat toplarız, bildiklerimizi, hatta yürüttüğümüz tahminleri dahi... Biliyorsun Deniz, biz bunları kamuoyuna anlatmakla yükümlüyüz." Duraksadı. Derince bir nefes alıp ses tonunu alçaltarak devam etti. "Ama şu an bunu yapmadığın için seni suçlayamam. Yerinde olsam ben de onu ele vermezdim. Senden bunu bekleyen de yok zaten... Sadece... Bizimle birlikte bir şeyleri anlamaya çalışıyor gibi görünmekten vazgeç. Fikir yürütüyor gibi görünmekten vazgeç... Çünkü zaten biliyorsun! Ve senden bildiklerini anlatmanı bekleyen de yok. Ama hiç değilse bize saygın olsun, Deniz. Hiç değilse biz onunla ilgili bir konuda kafa patlatırken müdahil olma, araya girme, fikir belirtme... Anladın mı? Rol kesme yeter..."

"Bahadır sen de..." Hikmet Bey'in öksürme sesi duyuldu o an. "Çok şey yapmayın öyle bu şey konusunda... Çalışma arkadaşlarısınız si- Seyhan saat öğlen oldu hala sabahki şeyi göndermedin şeyime. İpek'le şey et onu sen."

"Ta-tamam Hikmet Bey!" Seyhan Abi, masasına geçti hemen.

"Tamamdır, şey ediyorum hemen ben de!" İpek, bilgisayarına döndü.

Tekin? O hiçbir şey yapmadı.

Bense ayakta öylece dikilmiş, Bahadır'ın herkesin önünde biraz evvel sarf ettiği o dram türünden gerçekleri kendi içimde hazmetmeye çalışıyordum.

"Yayın yasakları... Yağız'ın işi miymiş..." Onca hazımdan sonra dudaklarımın arasından mırıltı şeklinde dökülen cümleler bunlar olmuştu. Fakat heyhat Deniz... Sen bu insanları gerçekten aptal mı sanıyorsun, orası tartışmalı ama senin gerçek bir aptal olduğun belli. Yayın yasakları Yağız'ın işi miymiş sahiden? Bravo!

"Ba-..." Mırıltımın ardından oldukça gür çıkan bir sesle 'Bahadır'ın adını zikredip cümlelerime devam edecektim ki gözlerim, cam bölmeden görünen koridorda son sürat koşturan bir 'cisim'le eşleşti.

Cisim.

Koridorda ilerlerken bir sağa bir sola bakıyor, belli ki birini ya da bir şeyi arıyordu. İçerdekilere şaşkınlığımı ele vermeden temkinli adımlarla ofisten çıktım. Ve binanın içinde hızlı hızlı yürüyerek etraftaki her bir masayı, sonrasındaysa masadaki her bir şahsı dikkatle süzgeçten geçiren 'cisim'i takip etmeye başladım.

Cisim, kısa bir gözlemin ardından hızlı adımlarla kadınlar tuvaletine doğru yol almaya başladı.

Cisim önde, ben arkada koridor boyu yürüdük...

Kadınlar tuvaletine girer girmez ise cisim, içeriyi çarçabuk kolaçan edip kapıyı kilitledi. Ve ardından kafasındaki peruğu hızlıca çıkarıp yere fırlatırken bir yandan da kendi kendine söyleniyordu:

"Fuck! Fuck! Fuck!"

Ellerim hayretle açıkta kalan ağzımı gitti. "Senin burada ne işin... Bu halin... Ne oluy..." Sanırım hiçbir cümleyi tam olarak söylememiştim. Belki beş, belki de on saniye kadar karşımdaki tuhaf 'cismi' baştan ayağı süzdüm; saçındaki sarı peruğu biraz evvel yere fırlatmış, üzerinde yeşil, pelüş bir mont olan, mor elbisesini kırmızı topuklu ayakkabılarıyla kombinlemiş 'cisim'e, Kevin'a...

"Oh! Jesus Christ... Dennis, seninle konuşmam lazım. Ne kılıklar değiştirdim buraya gelebilmek için, fuck!"

"Ne oldu?" diye atıldım, ilk atlatır atlatmaz. "Yağız'a mı bir şey oldu yoksa?"

"Olmadı ama olacak!" Aynada kendini görünce yüzü düştü. "Fuck! Rujum bozulmuş..."

"Kevin, delirtme beni! Ne oldu, anlat!"

Serçe parmağıyla rujunu düzeltip topuklu ayakkabılarını yere vura vura yanıma geldi ve tam karşıma dikilerek bakışlarını yüzüme doğrulttu. "Gitti, kendini ateşe attı Boss... Fuck! Ona kaç defa uyarı verdim!"

"Ne yaptı?" İçime kaçan sesimle, belli belirsiz çıkmıştı bu soru cümlesi ağzımdan.

"Ne yapacak..." dedi, omuzlarını silkerek. "Sana da anlatmış ya, o dahice planlarını... O kadar diller döktüm, 'yapma!' dedim ama Boss dinlemedi, yine okuduğunu bildi!" Bezgin bir nefes verip ellerini iki yana açtı. "Boss, Dennis... KK-3'ten gelen teklifi kabul etti ve gitti..."

"Ne... Nere-ye gitti..." O an Kevin'a sorduğum her soru, yaşamsal verilerimin kaydolduğu haneme bir eksi olarak düşüyordu. Ya da daha düz bir ifadeyle, sanırım tansiyonum düşüyordu.

"Güven testine tabii olmaya..." Omuzlarımdan kavradı. "Dennis... Oh, Boss'u sen durdurabilirsin, değil mi? Bunu biri yaparsa ancak sen yaparsın."

Bir müddet ne söyleyeceğimi ölçüp tarttıktan sonra dudaklarımı zar zor kımıldattım. "Kevin, bu konuda farklı Yağız'la düşündüğünüzü biliyorum ben ama... Ah, o yine de en doğrusunun bu olduğunu düşünüyor. Ben... Ben nasıl müdahil olabilirim buna?"

"Fuck! Yağız'ın bir şey bildiği yok Dennis!" Kevin sinirlenmişti. "Kendini kandırıyor. Yaptığı tek şey bu. Güven testi dedikleri şey bir tuzak! Ve eğer bir an önce gidip onu vazgeçirmezsek... Fuck! Boss'un başına kötü şeyler gelecek! Okey? Böyle mi olsun istiyorsun?"

"Kevin... Bak, ben..." Allah'ım ortadan ikiye bölünmek istiyorum! Bir yanım Kevin'la gitmeli, diğer yanım uslu uslu Yağız'ın gelmesini beklemeli. Şu an ikisi arasında bir seçim yapacak zihin yok ki bende... Hangisini yapmak daha doğru? Doğru ve yanlışı akıl süzgecinden geçirecek bir ruh hali yok ki bende...

"Okey! Right!" Kevin, kolundaki çantanın içinden bir tablet çıkardı. "Bunu daha Boss'a bile göstermedim ama... Madem bana inanmayacaksın, al bak!" Elindeki tableti gözüme sokarcasına uzattı. "Şu fotoğraflara bak ve altında yazılı tarihlere..."

Kevin'ın işaret ettiği tabletteki her bir fotoğraf tek bir kişiye aitti. Tek bir kişinin, belirli tarihlerde ve fakat sürekli aynı yerde çekilmiş güvenlik kamerası fotoğrafları... Her bir fotoğraf karesinde adam, bir eve girerken görüntülenmiş. Adam aynı, ev aynı ama tarihler farklı...

"Dikkatli bak" dedi, Kevin. Yüzünde son derece ciddi bir ifade vardı. "Tarihlere bak Dennis... Bu adamın, bu eve gittiği tarihlere iyi bak." Eliyle bir tanesini işaret etti. "Mesela bak bu... Bu fotoğrafın çekildiği gün, sokak çocukları Boss'a tuzak kurdu. Sonra şuna bak... Kısa bir zaman sonra, sokak çocuklarının öldürüldüğü gün... Bu adam yine oraya gitmiş." Parmağını, fotoğraf kareleri arsında hızlı hızlı gezdiriyordu. "Heh! Yes! Şuna bak! Şu fotoğrafın çekildiği gün de yine tuzak kurmuşlardı. Boss Adliye'ye gidecekti, ifade vermeye... Hatırladın mı? Fuck! Eğer gitseydi, çatıdaki tetikçi öldürecekti Boss'u! Sonra Eminönü'nde yaptığımız operasyon... Boss dilenci olmuştu, biletçi olmuştu, biz kılık değişmiştik seninle. Right? Peşinde olduğumuz o çatıdaki tetikçiyi, yani Batak'ı Kafka öldürmüştü, Kafka'yı da Sencer... Yes, işte o gün, bu adam yine aynı yere gitmiş! Boss'un deşifre olduğu gün de dahil, KK3'ün Boss'a ulaştığı gün de dahil... Her tuzak öncesi, Boss'a yaptıkları her pislik öncesi, bizimle ilgili her ama her her her! Fuck! Her gelişme öncesi... Bu adam, buraya gidiyor Dennis! Ve sonra ne oluyor? Please answer me, sweety! Oh... Fuck! Bombok şeyler oluyor!"

"Ne... Ne demek oluyor bu?" Fotoğraflar arasında gidip gelmeye başladım. "Ben... Anlayamıyorum."

"Dahası" dedi, Kevin eliyle alnını sıvazlayarak. Tablette başka bir klasöre geçip bu kez yeni bir fotoğraf karesi açtı ve tableti doğrudan yüzüme çevirdi. "Bu fotoğraf bugün çekildi." Yutkundu. "Adam, aynı adrese bugün de gitmiş Dennis."

"Sen..." dedim, Kevin'a dönerek. Ellerim titriyor, sesim parazit yapıyordu. "Sen, o yüzden bu kadar panik yaptın. Yine bir şeyler olacağını düşünüyorsun çünkü... Bundan dolayı Yağız'ı durdurmak istiyorsun!"

"Oh, Jesus! Tam üstüme bastın!" Kolumdan çekiştirmeye başladı. "Acele et, Dennis! Çıkalım gidelim şuradan bi' an önce. Fuck!"

"Ya öyle değilse?" Kapıya uzanan Kevin'ın tam önüne geçtim. "Ya yanılıyorsan? Ya her şeyi daha da mahvedersek? Alt tarafı... Alt tarafı adamın biri belirli aralıklarla bir yere gitmiş ve o gün de bizim için işlerin ters gideceği tutmuş! Sanki o adamın o yere gitmediği günler başımıza harika şeyler geliyormuş gibi... Ya sen yanlış ilişkilendirdiysen her şeyi? Yağız'ın dediği gibi... Ya yanılan sensen Kevin? Bunun sonucunda Yağız'ın başına daha da beter bir bela açarsak, o zaman ne yapacağız, ha?" Baştan ayağı tüm bedenim zangır zangır titriyordu. Yağız'ın adına, Yağız'a karşı fakat Yağız'ın iyiliği için karar vermek ne menem bir şeydi...

"Fuck!" Kevin, yere fırlattığı peruğu hızlıca başına geçirip tekrar kapıya yöneldi. "Buraya hiç gelmemem gerekirdi. Çekil önümden Dennis, çekil!"

"Kevin..." Sesim çaresiz çıkmıştı.

Anahtarı çevirip kapıyı açtı. Ve yüzümü alaycı bir ifadeyle süzdükten sonra "Sence" dedi, "O fotoğraflardaki 'alt tarafı adamın biri' miydi Dennis?" Başını hızla iki yana sallayıp cık cıkladı. "Sen bırak büyük resmi görmeyi, önündeki resmi bile görmüyorsun. Yazık..."

Sözlerinin ardından topuklarını yere vura vura koridorda yürümeye başladı. Bense biraz önce sarf ettiği cümlelerdeki imayı ışık hızıyla sezinlemiş olduğumdan Kevin'ın peşinden koşmaya başladım.

Tuhaf kıyafetli Kevin cismi koridorda yürüyor, attığı her adımda ise pek çok göz kendisine yöneliyordu. Bense arkasından hızlı adımlarla ilerlerken bir yandan da fısıldıyordum.

"Kevin, ne demek istedin?"

Cevap yok.

"Kevin... Lütfen! Dikkat çekiyoruz bir şey söyle!"

Cevap yok.

"Kevin, diyorum!"

O önde ben arkada, önce koridorda yürüdük ardındansa merdivenlerden üçer beşer indik. Kanalın çıkış kapısına yaklaştığımızda Kevin'ı öldürmek istiyordum.

"Allah'ın belası, bir cevap ver!"

Kevin, döner kapıdan da aynı umursamazlıkla çıktı. Ve kara bulutlarla çevrili, yavaş yavaş çiseleyen bir Nisan öğlesi göğü altında, yola doğru uzanan merdivenleri inmeye başladı.

O önde, ben arkada.

Merdivenler bittiğinde, az ileride park halinde bulunan arabasına hızlandı. Tam kapısına uzanmıştı ki daha fazla dayanamayıp kolundan kavradım.

"Kevin!" Soluk soluğa kalmıştım. Bir müddet yüzüne baktıktan sonra sorumu yineledim. "Ne demek istedin? Fotoğraflardaki adam kimdi?"

Ben Kevin'a cevap bekleyen gözlerle bakarken ceketimin cebinden titreşim sesi gelmeye başladı. Telefonumu elime aldığımda ekranda gördüğüm isme bir süre boş gözlerle baktım. Gözlerim Kevin'la kesiştiğinde ise biraz evvelki sorumun cevabını da almıştım.

Arayan ekranında tam olarak şu isim yazıyordu:

"Cemal Suphi Taşkın"

Kulağıma dolan gök gürültü sesleri, gözlerimin önünde ise gök gürültüsünden daha şiddetli bir sarsıntının resmi... Çıldırmak için bundan daha doğru bir zamanlama var mıdır?

"Açmayacak mısın?" Kevin imalı gözlerle elimdeki telefonu işaret ediyordu.

Açmalı mıydım?

Telefon iki, üç kere çalıp kendi kendine kapandı.

"Fuck!" Kevin'ın eli arabanın kapısına gitti. "Gelecek misin? Gelmeyecek misin?"

Benzer anlarda kulaklarım, giderek yaklaşmakta olan bir gürültüyü daha da yakından işitmeye başladı.

Başımı arkaya çevirdim.

Gürültü, binanın merdivenlerinden hızla aşağı doğru inen kalabalığın ayak seslerine aitti.

Kalabalığın içinde İpek, Tekin ve ikisinin ekipmanlarını yağan yağmurdan elinde tutuğu bir şemsiye ile korumaya çalışan Bahadır da vardı.

Beni ilk fark eden İpek olmuştu. Ardından da Tekin... Elleriyle yolu işaret ederek bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Belli ki, 'acelemiz var, yanına uğrayamıyoruz' demekti bu...

Fakat Bahadır, İpek'le Tekin'i araca bindirdikten sonra yavaş adımlarla yanıma doğru yürümeye başladı. Kevin, yüzünü Bahadır'dan saklamak için çantasından çıkardığı tablete eğilmiş, aracın kenarında oyalanır gibi yapıyordu.

Bahadır, yanıma iyice yaklaştıktan sonra bir müddet yüzüme boş gözlerle baktı.

"Ne oldu?" dedim, yarım ağız.

"KK3 diye bir heyetten bahsediyorlar" dedi, sıkıntılı bir nefes vererek. "Ajanslara şimdi düştü..." Başını hızlı hızlı sallayarak gözlerini tekrar yüzüme sabitledi. "Yağız, o heyetle görüşmüş..."

Kevin, elindeki tableti yere düşürdü o an. Yüzünü, hiç tereddüt etmeden Bahadır'ın yüzüne çevirmişti.

"Ne oluyor Bahadır..." dedim, ayak parmaklarımdan başlayıp tüm gövdemden çekilen ruhumun arta kalan son cılız sesiydi bu.

Bahadır gözlerini, şimdi ikimizi birden dikmişti.

"Yağız..." dedi, yağmur damlalarını örseleyen tiz bir sesle. "MİT Müsteşarını öldürmüş."

Bahadır'ın ağzından çıkan o son cümlenin ardından Kevin'ın, başındaki peruğu, sırtındaki o tüylü montu ve ayağındaki kırmızı topuklu ayakkabıları çıkartıp hızla yere fırlatarak arabaya bindiğini anımsıyorum. Ve aynı hızla gaza bastığını...

Bir de ben vardım tabii.

İnce ince çiseleyen yağmur ve Bahadır'ın şaşkın bakışları altında, biraz evvel sokak ortasında ulu orta soyunmuş tuhaf bir 'cismin' kullandığı arabanın arkasından koştura koştura giden...

Fakat o gün, her ne kadar koşarsam koşayım asla yetişemeyeceğim, bir 'cisim' değil, bir 'isim'di esasen. Tüm Türkiye'nin gözleri önünde MİT Müsteşarı'nı öldürmüş bir adamın, artık hiçbir şekilde temize çıkamayacak ismi...

Böylece, Yağız'ın ikimiz için bulduğu malum 'çıkış yolu', o gün orada, gözlerimin önünde, bir 'yol ayrımı'na dönmüş ve yağmur sularına karışarak yok olup gitmişti. Tıpkı, aylar evvel bir çocuk kitabının sayfalarında söylendiği gibi; kuvvetli bir fırtınada pencereden düşerek yağmur sularına kapılan ve metrelerce sürüklenen o minyatür oyuncak gibi...

Çünkü sen, biliyorsun, en başından beri o minyatür oyuncaksın. Peki ya ben? Ben bu yol ayrımında, senin için kimim, neyim ve neredeyim sevgilim? Çünkü şimdi oradayız. O ayrımın bulunduğu noktadayız.

Kurşun Asker'in hikayesinin tam da başladığı yerdeyiz.

***

Continue Reading

You'll Also Like

2.3M 36.5K 55
- Ahh...abim gelicek yapamayız.. Üstümdekileri delice yırtarak çıkardı. - Abini boş ver gece. Bugün gelmeyecek güzelim Erkekliğini boxer'ından çıkar...
3.6M 131K 72
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...
63.8K 2.6K 21
UYARI: Kitap içerisinde nude gönderme gibi olaylar var, etik kurallarınıza uymuyorsa okumanızı tavsiye etmem. Şahsıma edilen en ufak hakarette engell...
739K 28.2K 91
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...