KURUYAN YAPRAKLAR

By zeusunsevgilisi

297K 12.3K 2.6K

Bana göre her aile bir ağaçtı, yapraklarsa aile üyeleri. Ben kendi ağacımın kuruyan yaprağıydım. Yalnız, hast... More

1.BÖLÜM 'On Sene Sonra'
2.BÖLÜM 'Dokunuş'
3.BÖLÜM 'Bakışlar'
4.BÖLÜM 'Alkol'
5.BÖLÜM 'Ayakkabı'
6.BÖLÜM 'Dans'
7.BÖLÜM 'Bir Resme Bakar Gibi'
8.BÖLÜM 'Yeni Sayfa'
9.BÖLÜM 'Kedicik'
10.BÖLÜM 'Canavar'
11.BÖLÜM 'Büstiyer'
13.BÖLÜM 'Bar Sahibi'
14.BÖLÜM 'Tılsım'
15.BÖLÜM 'Muhtaç'
16.BÖLÜM 'Nyx'
17.BÖLÜM 'Öfke'
18.BÖLÜM 'Somutlaştırmak'
19.BÖLÜM 'Eksik'
20.BÖLÜM 'Karışıklık'
21.BÖLÜM 'Kaçak'
22.BÖLÜM 'Tükenmek'
23.BÖLÜM 'Ölüm Şarkısı'
24.BÖLÜM 'Gelmemek'
25.BÖLÜM 'Patlayan Balonlar'
26.BÖLÜM 'Kaburgalarının Arasında'
27.BÖLÜM 'Yaşanmışlıklar'
28.BÖLÜM 'Tuhaflık'
29.Bölüm 'Ah Bu Yağmurlar'
30.BÖLÜM 'Kedidir Kedi'
Kuruyan Yapraklar'a Dair
31.BÖLÜM 'Bilinmeyen Ülke'
Bu Giden...
Bilgilendirme

12.BÖLÜM 'Kaos'

8.6K 379 44
By zeusunsevgilisi

Merhaba,

Öldüm evet bu bölümü yazarken öldüm. Mörfi kanunları tam gaz işledi. Sağ olsun annemde beni hiç rahat bırakmadı. Bir ara şöyle bir atar yaptım: Ne ceren ceren, ne? NE?!

Evet, ergenliğin dibindeydim. O yüzden bol bol yorum yapın.

Sevgilerle,

-Ceren

XXX

Umutun içinde mut varsa

Umutsuzluğun içinde umut

XXX

Boy aynasındaki görüntüme hayal kırıklığıyla baktım. Ener’in seçtiği bu büstiyer kesinlikle cüretkar ve sürtüklere göreydi. Yani boşuna benimle bu iddiaya girmek istememişti. Bu büstiyeri giymek cesaret istiyordu.

Göğüs kısmı deriydi ve üzerinde dantel işlemeleri vardı. Ener, beni küçük duruma düşürebilmek için göğüs kısmı küçük olan bir büstiyer seçmişti. Bu yüzden de göğüslerimin yarısı dışarıdaydı. Göğüs kısmından sonraysa siyah bir dantel şeklinde devam edip göbeğimde bitiyordu.

Büstiyeri siyah seçtiği için mutluydum, kırmızı da seçebilirdi.

Bu büstiyerin altına uygun bir şort bulmak da zorlanmıştım. Çünkü benim şortlarım rahatlığı hedefliyordu, seksiliği değil. Yoğun aramalardan sonra dolabın derinlerinden uygun bir tane bulup çıkarmıştım.

Siyah deri şort yüksek beldi ve büstiyerin bittiği yerden başlıyordu. Ama şöyle bir kötülüğü vardı ki kalçalarımla aynı seviyedeydi. Üstelik deri olduğu için üzerime yapışıyordu ve bu, benim bu gece diken üstünde olacağım anlamına geliyordu.

Yıllarca annemin nasıl bir sürtük olduğunu görerek yaşamıştım. Ve kendime gizli bir söz vermiştim. Ona benzemeyecektim. Ama aynadaki görüntüm ona fazlasıyla benziyordu.

İçimden gizli bir ürperti geçti. Bu aynadaki ben olamazdım. Fazla kirlenmiş görünüyordum. Halbuki ben temizdim, ruhumu korumayı başarmıştım. O bir çocuk kadar temizdi, benim çocukluğum kadar temizdi.

Tamam, kabul etmeliydim ki güzel görünüyordum. Ama hepsi bu. Bu güzellik beni kendimden tiksindirecek kadar önemli değildi, olmamalıydı. Ener Demir yüzünden yine kendimden bir parça veriyordum.

Aslında onun planı başarıyla işliyordu. Beni tıpkı boşluğum gibi yavaş yavaş öldürüyordu. Her gün farklı bir parçamı koparıyordu. Etimden et koparılıyormuş gibiydi bu. Aynı acı, aynı his.

Kötü günlerdi bunlar. Birçok cephede savaştığım ve çoğunda geride kaldığım günler. Ben istemiştim bu savaşları çünkü o zamanlar gerekli olduğunu düşünüyordum. Bu savaşlar hala gerekliydi ama, işte her zaman bir ama vardı.

Sadece saldırıya geçemiyordum.

Onlar şiddetli dalgalara dönüşmüşlerdi, bense bir kayaya. Her vuruşlarında mutlaka bir şeyler koparıyorlardı. Her geçen gün bir şeyler kaybediyordum.

Biri çıkıp dur demeliydi. Ama bunu benden başkası diyemezdi çünkü ben o kabukta yalnızdım. Çünkü beni seven biri yoktu, benim sevdiğim biri yoktu.

Bu gece bir ‘dur’ diyecektim.

Hem iyi tarafından bakarsak iddiayı ben kazanmıştım. Bunun bir anlamı olmalıydı, öyle değil mi? Olmalıydı, olacaktı.

Kapı çaldığında soğuk sesimle girebileceğini söyledim. Birkaç saniye sonra odama Nilüfer girdi. Kızıl kahve saçlarını dağınık bir şekilde toplamıştı, çekici görünüyordu. Beni gördüğünde şaşkınlıktan birkaç saniye bocaladı. Ne yapacağını bilmiyormuş gibi görünüyordu.

Birkaç adım atıp odaya girdiğinde elindeki büyük, siyah kutuyu fark edebildim. Ayakkabı kutusuna benziyordu. Sol kaşım ne oldu dercesine havaya kalkarken o da heyecanlanarak açıklamaya girişti.

‘’Armina bunu Ener yolladı. Dışarıda seni bekliyor’’

Sesi anlamlandıramadığım kadar tedirgindi. Kutunun içinde ne olduğunu deli gibi merak etsem de bana getirmesini bekledim. Kutuyu açmak istiyordum ama içinden her şey çıkabileceği için Nilüfer’in yanında açmak istemedim.

Yüz ifadesi tedirginlikten uzaklaşırken ciddileşmişti. Önemli bir şey söyleyecek gibi görünüyordu.

‘’Zafer aşağıda oturuyor. Seni böyle görmekten hoşlanmayacaktır. Enerle buluşacağını da bilmiyor zaten. Enerle aranda her ne varsa bitirmeni istiyorum senden, fazla riskli.’’

Nilüfer ilk defa benimle bu şekilde konuşuyordu. Benim yerimde başka biri olsaydı sinirlenebilirdi ya da ne bileyim itaat edebilirdi. Ama bende hiçbir etkide bulunamıyordu. Sadece daha fazla soğutuyordu beni.

Bu soğukluk bana zarar verse de işime yarıyordu. Benim kalkanlarım buzlarımdı.

Buzlarımı aşıp, ruhuma herkes ulaşamazdı.  Hatta hiç kimse ulaşamazdı. Nilüfer hiç ulaşamazdı. O bu buzların doğuş sebepleri arasındaydı. Zafer Çağan beni terk edip ona koşmuştu. Ya da beni onun için terk etmişti.

Düşüncelerim, kabuğum da dahil tüm benliğimi buza dönüştürüyordu. Nefretti bu. Ya da bu sadece bendim. Ben artık böyle biriydim. Her yaşanılan şeyden sonra buzlarımı güçlendiriyordum.

Her söylenen söz, her insan benim için tehlikeydi.  Ruhuma ulaşmaya çalışıyorlardı.

Buzlar iç güdüydü benim için, kendimi koruyordum.

Yaşanılan şeylerle beraber boşluktan bir rüzgar kopup buzlarıma donmuş kar tanecikleri yapıştırıyordu. Boşluğum beni boğmaya çalışırken, korunma kalkanlarımı güçlendiriyordu. Ne kadar da ironik değil mi? Değil. Boşluğum sadece biraz fazla bencil. Bana bir başkasının zarar vermesine izin vermiyor. Çünkü beni kendine ayırdı.

Ben soğuk bakışlarımı Nilüfer’in yüzünde gezdirirken o da bana anaç bir şekilde bakıyordu. Hissettiğim soğukluğu ona da bulaştırmak istiyordum. Neden sadece ben acı çekiyordum ki?

Nilüfer’e her baktığımda, onu her babamla gördüğümde raflara kaldırdığım anılarım ortaya çıkıyordu. Babamla olan, çocuk saflığıyla dolu anılar. Anılar sözcüklerini çoktan değiştirmişti. Yaşanırken neşe vaat eden bu anılar şimdi ‘acı!’ diye haykırıyordu.

Şimdi en kötü hisleri yüzüme haykırıyordu.

Beynimde yankılanan anıları bilemezlerdi. Onlar sadece soğukluğumu görüyordu.

Soğuk sesimle ‘’Çıkabilirsin’’ dediğimde kırılmış gibi görünüyordu. Ben de kırılmıştım, kırılıyordum.

Hızlı ve acımasız okların kalbime saplandığını hissedebiliyordum. Boşlukta boğuluyordum. Bir canavar beni ateşiyle yakıp, küllerimi okyanusuna atmaya çalışıyordu.

Kırılmıştım. Kırılıyordum. Daha da kırılacaktım.

Sadece haykırmak istiyordum. Hüngür hüngür ağlamak ve hesap sormak…  belki de biraz da intikam. Ama tek yapabildiğim şey debelenmekti. Tek yapabildiğim şey boşlukta debelenmekti.

Babama uzaktan bile bakamıyordum. Aramıza dağlar, yollar, yıllar koymuştu. Onu böyle biri olarak tanımamıştım ben, sanki farklı bir adamla karşı karşıyaydım. Keşke öyle olsaydı, en azından bu acıdan vazgeçerdim. Vazgeçebilir miydim?

Acı, boşluk, hissizlik, soğukluk her hücreme sinmişti. Benimle beraberlerdi. Ben ölene kadar da benimle olacaklardı. Hepsi içimde kendi egemenliğini ilan etmiş bana karşı birlikte savaşıyorlardı. Onlar olmadan yoluma devam edemezdim, onlarla da devam edemiyordum.

Bunun bir çaresi yoktu. Belki de en ölümcül hastalığın bir çözümü vardı ama benim çözümüm yoktu. Çünkü onlar bana karışmıştı. Onlar olmadan ben, ben olurmuydum bilmiyordum. Onlardan kaçış yoktu, onlardan vazgeçemezdim.

Ener’in yolladığı kutuya birkaç dakika baktıktan sonra sonunda merakıma yenik düşerek kutuyu açtım. İçinden çıkan şey şaşırmama sebep olmuştu. Ener bana onun odasında unuttuğum ve almama izin vermediği  ayakkabılarımı yollamıştı. Bu ne anlama geliyordu bilmiyorum ama ayakkabılarıma kavuştuğum için mutluydum.

Tereddüt etmeden ayaklarımdakini çıkartıp ‘meşhur’ ayakkabıları geçirdim. Evet, bu ayakkabı her şeye değerdi. Siyah kutuyu gelişi güzel bir şekilde yere atıp odadan çıktım. Nilüfer, Zafer aşağıda demişti.

Tuhaf bir şekilde beni bu kılıkta görmesini istemiyordum. Zaten yeterince sürtük gibi hissediyordum. Rahatsız bir şekilde şortu aşağıya çekmeye çalışsam da işe yaramamıştı.

Salona indiğimde Çağan tek başına oturuyordu. Ona görünmemek için durmayı kesip kapıya doğru yürümeye başladım. Ayağımdaki topuklular sessiz salonda tok bir ses çıkartıp yankılanıyordu. Kapıya geldiğimde gürleyen ses duraksamama sebep oldu.

‘’Armina!’’

Yerinden kalkıp yanıma gelmişti. Yüzündeki sert ifade beni fazlasıyla eğlendiriyordu. Hala korumacı baba tavırlarındaydı. Artık vazgeçmesi gerekiyordu.

‘’Bu kılıkta hiçbir yere gidemezsin. Kiminle buluşacaksın?’’

 Birkaç adım uzağımda duruyordu. Üzerimdekileri daha yakından gördüğü için yüzündeki sert ifade daha da büyümüş, ifadesiz gözleri öfkeyle parlamıştı.

Bense öfkeden çok uzaktım. O bana tokat atmıştı. Aramızdaki her şeyi bitirmişti. Ben tüm soğukluğuma rağmen ona yakındım. Aramızdaki mesafeler, ona yakın olmama engel değildi. Ama o bir tokatla tüm köprüleri yıkmıştı.  Artık aramızda mesafeler bile yoktu.

Tüm bunlara rağmen kabuğumda saklanan küçük çocuk ona yakın olmak istiyordu. Her şeyi kabul edecek kadar gurursuzdu. Kabul ederse olacaklardan haberi yoktu. Ölecekti. Eğer o kabuktan çıkarsa ölürdü.

Yüzüme alaycı bir ifade yerleştirip onun canını acıtmak istiyordum ama kendimi alaycı olacak kadar güçlü hissetmiyordum. Buz tutmuş kalbim gözlerimi donuk yapmıştı.

‘’Gidersem ne olur? Yoksa yine tokat mı atarsın?’’dedim tüm benliğimle.

Benliğim, boşluktu biraz. Biraz buz. Biraz karanlık. Biraz çocukluk. Bunların hepsi bir arada oluyorda nasıl kaos oluşmuyordu? Kaos oşuşuyordu. Ben başı başına bir kaostum. Bendeki nasıl bir güçtü de dışarıya hiçbir şey göstermiyordum? Bu güç nasıl bir güçtü de kaos dışarıyı esir almıyordu?

Kaos beni esir almıştı. Benimle yetiniyordu.

Çağan’ın beni kucaklamak için uzanan kollarına anlamazca baktım. Kendimi kapıya yaslayarak, elimle onu durdurdum. Kolları hala havadaydı, kucaklaşmak için bekliyordu. En kötüsüyse gözlerinde pişmanlık yoktu, sevi yoktu.

Bana acıdığı için sarılmak istemişti.

Bana acıyamazdı. Kendi suçunu benim üstüme yıkamazdı. Belki acınacak bir halim vardı. Ama bana sadece ben acıyabilirdim. Bana sadece ben hakaret edebilirdim. Bana acıyarak beni daha da düşürüyordu. Sanki onun sevgisine muhtaçmışım gibi! Onun sevgisine muhtaç olan ruhumdu, o küçük kızdı. Ve ben onları kabuğumda gayet iyi saklıyordum.

Neler yaşadığımı bilmeden, o küçük kızı görmeden bana acıyordu. Acıyamazdı! Ne hakla! Beni bir başıma bırakıp gittikten sonra bana nasıl acırdı? Asıl ben ona acıyordum. Onun sevgili dostlarına, karısına, oğluna, enginliğine acıyordum. Çünkü onun gerçek yüzünü sadece ben görüyordum.

O, küçük bir kızın sevgisini karşılayamayacak kadar zavallıydı. Korkaktı. Benim sevgim onu korkutacak kadar büyüktü, oysa sevgimi karşılayamayacak kadar küçüktü. Şu durumda hangimiz acınacak durumdayız?

Minicik bir kalp koskoca bir sevgi taşırken, onun cüssesi küçük bir kızı taşıyamadı.

Hangimiz acınacak durumdayız?

Boşluğum bile bu hakareti hazmedemiyordu. Onun yarattığı boşluk onu affetmiyordu.

‘’Tokat için üzgünüm?’’

Değildi, üzgün değildi. Üzgün olmak demek kalbin binbir parçaya ayrılması demekti. Kağıt kesiği gibi sızlardı. İnce ince sızlar, olduğu yeri yakardı. Öyle derinden gelirdi bu sancı. Gözlerine bile yansırdı acı. Paramparça olurdu gözlerin. Omuzların düşer, dik duramazdın. Etinden et koparırlardı ama sen yine de çığlık atamazdın. Bir harabeye dönüşürdün, bakan görürdü.

O öyle görünmüyordu. Omuzları dik bakışları sertti. Gözlerindeki buzlar kaya kadar sertti. Utanmadan üzgünüm diyordu.  Ne için üzgündü? Beni bir harabeye dönüştürdüğü içindi belki de.

Kağıt kesiği gibi bir sancı hissettim kalbimde. Sızlıyor ve zonkluyordu. Buzları kırıp, kalbimi patlatmak istiyor gibiydi. Bir canavar tırnaklarını etime geçirmiş, kopartıyordu. Her yer kan olmuştu. Bir cümlenin altından bu kadar çok kanın çıkabilmesi ilginçti.

Boşluktan kopup gelen rüzgarın kalbimdeki yaranın üstüne buz tanecikleri yapıştırmasını boş gözlerle izledim. Çok geçmeden yara donmuş olacaktı. Boşluğum başkalarının bana zarar vermesine izin vermiyordu.

Ama şimdi güçlü olmalıydım. Ener beni hararetli savaşımız için bekliyordu. Zafer Çağan’a bakmadan kapıyı açıp çıktım. Bu burnuma dolan temiz hava değildi, buruk bir özgürlüktü.

Bahçeden çıktığımda karşımda Ener’in Lamborhinisi yerine siyah bir Porsche  vardı. Lamborghini her zaman favorim olmuştur. Ama bunun pek bir önemi yoktu.

Arabaya bindiğimde Ener’in yüzünde ilk önce alaylı bir ifade oluştu. Sonra büstiyer giydiğimi fark edince alaylı ifadesi hızla yok olmuş, yerini öfkeye bırakmıştı. Az önceki can sıkıntımın yerini eğlenceye bırakmasını şaşıran gözlerle izledim.

Kapıyı kapatmamı beklemeden gaza bastığı için kaşlarım istemsizce çatıldı. Öküz! Yüzü öfkeden kasılmış, doğruca yola bakıyordu.

‘’Eee istediklerimi yapmaya hazır mısın bakalım?’’

Alaycılıkla harmanlanan sesim oldukça sinir bozucuydu. Amacım da zaten onu sinirlendirmekti. Vücudundan yayılan gerilimi çok net bir şekilde hissediyordum. Sözlerimle beraber daha da gerilmişti. Vücudundan yayılan gerilim görünmez hava dalgalarıyla bana taşınıyordu ve ben de geriliyordum.

Böylece aramızda elektrik ve gerilim dolu bir bulut oluşuyordu.

‘’Saat on ikiye kadar.’’

Yüzünü yoldan ayırmadan cevap vermişti. Ama ben ona bakmak istiyordum. Vücudumu ona doğru döndürerek yan profilini izlemeye başladım. Dağınık siyah saçları ona bir asilik katsa da bu aptalca durmuyordu. Çünkü sert yüz hatları dengeliyordu. Kalkık bir burnu ve kirli sakalları vardı. Ama bu yüzü asıl can yakıcı yapan çene yapısıydı. Etkileyici, hafif bir sivrilik katıyordu.

Saat zaten ondu. Ama itiraz etme şansım yoktu. Bugün ben ne kadar ileri gidersem o da yarın o kadar ileri gidecekti. Bu göze alamayacağım bir riskti. Elimdeki iki saatin kıymetini bilecektim.

Vücudumu onun olduğu taraftan ayırıp önüme döndüm. Ben döndüğümde arabanın hızını düşürmüş, bana bakmaya başlamıştı. Bakışlarının ağırlığına engel olmak için perçemimin küçük yüzüme dökülmesine izin verdim. Ama bakışları hala yakıcıydı.

Koyu mavileri yüzümde dolaşırken alt dudağımı kemirmeye başlamıştım. O gözlerde ne olduğunu biliyordum. Tiksintiyle harmanlanmış öfke. Koyu mavilerinin yüzümde dolaşma süresi arttıkça havadaki gerilim bulutundan Ener’in ateşi fışkırıyordu. Tenimde nazik bir rüzgar gibi dolaşmaya başlayan ateş hiç de göründüğü gibi değildi.

Tenimi yavaş yavaş yakıyordu. O da boşluğum gibi yavaş yavaş hareket ediyordu. Ruhum onun bakışlarına karşılık vermeyişimi takdir ederken ben temkinli davranıyordum. Bu gece uzun olacaktı, ona saldıracaktım.

Onunla ilk tanıştığımızdaki gibi silahsız değildim artık. Silahımın namlusunu ona doğrultmuştum. Ama o benden bir adım öndeydi. Ben elimi tetiğe götürmeden o beni öldürebilirdi.

Araba durduğunda Blue’ya geldiğimizi fark ettim. Sabır dilenir gibi Ener’e baktığımda o çoktan arabadan inmişti. Birkaç adım attıktan sonra durup beni beklemeye başladı. Beni beklemesine şaşırsam da arabadan inip ağır ama büyük adımlarla yanına gittim. Elini belime koyarak beni yönlendirdi.

Blue’ya değil de başka bir bara gideceğimiz konusunda anlaşmıştık. Ama eğer o kendi adamlarının yanında dediklerimi yapmak istiyorsa kendi bilirdi. Belime dolanan kolu vücuduma dalgalar halinde bir ısının yayılmasına sebep oluyordu.

Buzdan askerlerim savaşın başladığını anlamış, buzların dibine koşmuştu. Gelecek olan Ener’in askerlerini bekliyorlardı.

Bara girdiğimiz sırada ateşe bir son vermek için Ener’in kolundan çıkmaya çalışsam da izin vermemiş, beni daha çok kendine çekmişti. Burnuma dolan erkeksi kokusunu içime çekmek istiyordum. Ener’in kokusunu ezberlemiştim. Onun kadar güçlüydü.

Blue’da çalan Blues müzik çok hafif bir tondaydı. Bar kısmına geldiğimizde durmuştuk. Neden durduğumuzu anlamak için Ener’e baktığımda gözleriyle etrafı taradığını gördüm. Beni gördüğünden beri gerili olan yüz hatları hala aynıydı.

Bu hoşuma gitmiyordu. Bana bir ucubeymişim gibi davranması hoşuma gitmiyordu. Beynimde son hızla çalışan hücreler buna bir anlam vermeye çalışıyordu. Ulaştıkları sonuçsa Ener’in haklı olduğuydu.  Onu bir canavara çevirmiştim. Ucube olmayan birini ucubeye çeviren kişi ucubedir.

Ener, aradığı şeyi bulmuş olmalı ki beni peşinde sürüklemeye başladı. Dans edenlerin arasından çıktığımızda Yelizlere doğru gittiğimizi fark ettim. Yeliz, Koray ve Cenker shot atıyordu. Ve bizim geldiğimizi fark etmemişlerdi.

Onların yanına ulaştığımızda Ener daha da gerildi. Bizi ilk fark eden Yeliz olmuştu ve gözleri iri iri açılmıştı. Evet, korkudan. Elindeki shot bardağını düşürdü. Ener beni bırakıp Yeliz’in koluna yapıştığında Koray da ayaklanmıştı.

Ben, onların birkaç adım gerisinde duruyordum. Koray da Ener’e meydan okuyan gözlerle bakıyordu. Ener, Yeliz’i benim yanıma fırlatarak Korayla testosteron savaşına girdi. Gözlerimi onlardan çekip Yeliz’e diktiğimde hıçkırarak ağladığını fark ettim. Ona bakmamdan cesaret almış olacak ki kollarını boynuma doladı. Hıçkırıkları yüzünden şimdi benim de vücudum titriyordu.

Biri bana tutunuyordu. Yeliz, benim kollarımda teselli arıyordu. Ama bende aradığı şeyi bulamazdı. Ona kollarımı saramazdım, sırtını sıvazlayamazdım, güzel sözler söyleyemezdim. Biri, bir şeyler kollarımı bağlamıştı. Benim insancıl hislerimi öldürmüştü. Ona kollarımı dolayamazdım, dolamazdım.

Bardan çıktığımızda Yeliz, Porsche’nin ön koltuğuna oturmuş, bana da arka koltuk kalmıştı. Arabaya Yeliz’in hıçkırıkları dolarken ben de gitgide sinirleniyordum.  Dikiz aynasından Ener’e sertçe bakmak istesem de alnında atan damar bana engel olmuştu.

Sinirliydim çünkü Ener’in nasıl bir zalim olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyordum. Bu suç bana aitti.  Yeliz’in hıçkırıkları bana kendi hıçkırıklarımı hatırlatıyordu. Annemin eve getirdiği adamlarının her tacizinden sonra hıçkırarak ağlardım. En çok da babam için ağlardım.

‘’Sana bu gece dışarı çıkmayacaksın demiştim.’’

Ener’in sesi beni bile titretecek kadar tehditkardı. Normal bir şeymiş gibi söylüyordu. Ama sesinin tınısı tüm normalliği alıp götürüyordu. Biraz sonra çıkacak olan kaosun belirtisi gibiydi.

Yeliz’in hıçkırıkları daha da artarken konuşmaya çalışıyordu. ‘’A-ama babam izin verdi.’’ Bu sahne benim için fazla tanıdıktı. Düşünmemek için ellerimi saçlarıma geçirdim. Ama hiçbir işe yaramıyordu. Yeliz’in hıçkırıkları benim hıçkırıklarıma dönüşüyordu. Ener babama dönüşüyordu.

Kabuğumun içindeki ruhum hıçkırarak ağlıyordu. Hatırlıyordu, her şeyi hatırlıyordu. Acılar anılara karışarak yağmur damlaları gibi kabuğumdan içeri süzülüyordu. Kabuğumun kapılarına baskı yapıyorlardı.

Boşluktan çıkan yaratıklar elimi kolumu bağlamış, beni oraya sürüklüyorlardı. Nefes alışlarımla beraber içime dolan oksijen , ağırlaşmama sebep oluyordu. İkinci bir nefesi alamıyordum. Bir pençe gibi kapanmış, solunum sistemimi parçalıyordu.

‘’ AMA BEN İZİN VERMEDİM’’

Arabanın içinde gürleyen ses yerimden sıçramama sebep olmuştu. Yeliz de benim gibiydi. Kendimi tutamayarak ‘’Kapa çeneni’’ dedim.

Çünkü o Ener değildi. O benim anılarımın hayaletiydi. Dikiz aynasından beni bulan koyu maviler kararmıştı. Bir şey yapmasına engel olmak için konuşmaya devam ettim. ‘’Bu gece benim istediklerimi yapmak zorundasın.’’

Aradan geçen bir saat boyunca kimse konuşmamıştı. Kimse konuşmamıştı ama Ener söylemediği sözlerle öldürmüştü beni. Gözleri koyuluğundan taviz vermemiş, bunun hesabını soracağını haykırmıştı. Yine de pişman değildim. Ener’in de geride durmak zorunda olduğu zamanlar olmalı.

Araba durduğunda Yeliz hiçbir şey söylemeden indi. Gözlerimi ondan çekip önüme döndüğümde Ener’in dikiz aynasından bana baktığını gördüm. Koyu maviler bir şeyler anlatmak istiyor gibi görünüyordu.

Sabırsızca elini saçlarına geçirdikten sonra ‘’Öne geç’’ dedi. Eğer ben bu şartlarda ön koltuğa oturursam Ener bakışlarıyla bacaklarıma tecavüz eder. Kafamı olumsuz anlamda sallayınca sıkkınlıkla nefesini dışarıya verdi.

‘’Ya ön koltukta oturursun ya da benim kucağımda.’’

Yüz hatlarına rağmen sesinde alay vardı ve yapacağını biliyordum. Ener’den bahsediyoruz, kendisi sosyopatlığın kurucularından. Tereddüt etmeden ön koltuğa geçtiğimde yüzünde memnun bir ifade vardı.

İlk önce kollarımı bacaklarıma koyarak hafifçe öne eğildim ama sonradan göğüs ziyafeti verdiğimi fark edip eski halime döndüm. Bacak bacak üstüne attım ve sağ bacağımı feda ederek, sol bacağımı bakışlarından kurtardım.

Gözleri bacaklarımda olduğu için arabanın hızını düşürmüştü. Zaten yolda boştu.

Ener’in bakışları vücuduma ateşini yayıyordu. Gözlerinden bana doğru bir köprü kuruyor ve o köprüden ateşi  geçerek bana ulaşıyordu. Onun ilk tanıştığımız zamanlarda temas edince böyle olurdu. Ama şimdi temas etmemize bile gerek yoktu.

Birbirimize alışmıştık. Onun ateşi ve benim buzlarım savaşmak için vardı. Dans etmek için.

Surların dibinde olan askerlerim onun askerlerini bekliyordu. Birazdan burada gerçek bir savaş yaşanacaktı. Bir kaos. Ateşin, buzun, bıkkınlığın, öfkenin birleşimi kaos değil de nedir?

O benim gibi bir kaosun içinde yaşamıyordu. Ya da onun içinde bir kaos yaşamıyordu. O sadece ateş ve öfkeyle yaşıyordu. Bu yüzden güçlüydü. Onun benliği onu yıkmaya çalışmıyordu.

‘’Yeliz’e neden bu kadar kızdın? Sonuçta babası izin vermiş. Hem Koray’ı da seviyorlar.’’

Dudaklarımdan ne zaman döküldüğünü fark edemediğim kelimeler gergin bir bekleyiş içerisine girmeme sebep oldu. Ne söyleyeceğini bilmiyordum. Beni aşağılayabilirdi, kızabilirdi, cevap vermeyebilirdi. Ama o beni şaşırtarak cevap verdi.

‘’Birincisi benim dediğime karşı çıktı. İkincisi o Koray piçine ve arkadaşına güvenmiyorum. Hangi erkek yanından kız arkadaşının götürülmesine izin verir?’’

Haklıydı aslında. Hangi erkek yanından kız arkadaşının götürülmesine izin verir? Bana bile tuhaf gelmişti. Gerekirse Ener’den dayak yemeli ama yine de vazgeçmemeliydi. Peki Cenker’e neden güvenmiyordu? Eminim mantıklı bir sebebi vardır. Bir de beni ona yamamaya çalışıyorlar!

Ah, hala bacaklarıma bakıyordu. Ve bu kendimi sürtük gibi hissetmeme sebep oluyordu.

‘’Bacaklarıma bakmayı keser misin artık?’’ donuk bakışlarımı yüzüne dikerek sorduğum bu soru başarılı olmamı sağlamıştı.

‘’Bakılmasını istemiyorsan neden giydin?’’

Sorusu kalbimi bir ritim daha fazla arttırmış sonra da durdurmuştu. Kalın çıkan sesi ifadesizdi. Gözünü yola dikmiş kaskatı bir şekilde bakıyordu. Bana bakmaya tenezzül etmiyordu. Yine aynı şeyi yapmıştı. Beni bir meta olarak gördüğünü açık açık göstermişti.

Bana bakmaya tenezzül etmiyordu, baktığındaysa tiksinti dolu oluyordu. Bedenimle bana hakaret etmekten geri durmuyordu. Keskin bir şekilde bana yerimi ve haddimi bildiriyordu.

Kısık bir sesle ‘’Ben teşhirci değilim’’ dedim.

Dudaklarından alaycı bir kahkaha yükselirken, söyledikleri can yakıyordu.

‘’Evet, sadece teşhirci değilsin. Aynı zamanda sürtüksün, tıpkı annen gibi.’’

Söyledikleriyle beraber önüme döndüm. Boş gözlerle yolu izliyordum. Bu söylediklerine şaşırmamıştım. Öyleyse neden bu kadar canım yanıyordu?

Hayatım boyunca o kadının eziyetlerine katlanmıştım. Onun gibi olmamak için canımı dişime takmıştım. Ama şimdi biri çıkıp bana, ona benzediğimi söylüyordu. Beynimde bir kırılma sesi yankılanırken, damarlarımdan kanımın çekildiğini hissettim.  Şimdi her zamankinden daha solgun ve yorgun hissediyordum.

Şimdi, hastalıklı hissediyordum. Beynimdeki her bir sinir hücresi farklı bir şey söylüyordu. Bazılarıysa kendi aralarında kavga ediyorlardı. Mide bulantımın geçmesini dileyerek derin bir nefes çektim.

İnsanların beni bir sürtük olarak görmesini hiçbir zaman umursamamıştım. Ama bu adam benim anneme benzediğimi söylüyordu.

XXX

Elimdeki bira şişesinden küçük bir yudum aldım. Sarhoş olmamam gereken günlerden birindeydik. Bar kısmında oturan Ener’e kaydı gözlerim. Adını bilmediğim bir şey içiyordu ve yanındaki kadının içine giriyordu. Aslında kadın kendini Ener’in kucağına atıyor desek daha doğru olur.

Yuvarlak masada üç tane adamla beraberdim. Saçma bir oyun oynuyorlardı. Her nasıl olduysa oyunda sıra bana gelmemişti. Sırası gelen kişiye istedikleri bir şey yaptırıyorlardı, yapmayanaysa ceza.

Aptal kafam! Bardan girdiğimizde Ener’in bu adamların yanında sinirden deliye döneceğini düşünmüştüm. Dönmüştü de ama Ener’in belalı bir tip olduğunu anladıktan sonra ondan uzaklaşmışlardı. Saat on ikiyi geçince de beni bu sapıklarla yalnız bırakmıştı!

Aslında beni bırakmasına şaşırmamıştım. Onun için hiçbir değerim yoktu. Şurada bana tecavüz etseler umrunda olmazdı. Kolumun dürtülmesiyle beraber gözlerimi Ener’den çektim.

‘’Sıra sende bebeğim, göğüslerini ellemek istiyoruz.’’

Beklentiyle bana dönmüş bu üç sapığa ‘ben sürtük değilim’ demek istiyordum. Ama bunun yerine sakinliğimi koruyarak ‘’Ceza ne?’’ dedim. Yüzleri bariz bir şekilde bozulurken sabırsızlanmaya başlamıştım. Bir an önce eve gidip kabuslarıma geri dönmek istiyordum.

‘’Şarkı söyleyeceksin.’’

Daha ne olduğunu anlamadan Ener’in olduğu yere sürüklenmeye başladım. Bar masasına çıkmam gerektiği söylendiğinde elime bir mikrofon tutuşturmuşlardı. Sabırsızca masaya çıkmamı bekliyorlardı. Bar taburesine dikkatlice tırmandıktan sonra gelen şarkının düzgün olması için dua ettim.  En azından sesim iyiydi.

Ener’in ‘ne halt ediyor bu?’ diyen bakışlarına aldırmadan şarkıya başladım.

Ölümler çıplak gelir
Geceyi indirir yavaşça gözlerine
Benden geçmek kolay değil
Feryat eder ateş sözlerim

 

Yayılır nefesin çiçeklere
Ay ışıldar soğuk bedeninde
Günah bana hiç el değil
Feryat eder dilim hüzünlere

 

Vedalar doğru değil
Sevgiler yalan değil
Koşarım ben sensizliğe
Bu son bakışta gitmek
Hiç mümkün değil

-Multide var-

Şarkı bittiğinde barda bir alkış koptu. Önüme düşen saçları geriye attıktan sonra inmemde yardımcı olmak için ellerini uzatan birine tutunacakken o kişi Ener tarafından pek de kibar olmayan bir şekilde itildi.

Bir şey dememe izin vermeden beni koltuk altlarımdan tutarak indirdi. Hızlı hareketi yüzünden ayakkabının topuğu bar taburesine takılmış ve düşmemek için kollarımı Ener’in boynuna dolamıştım. O da düşmeme engel olmak için belimden tutmuştu.

Havada asılı bırakılmış gibiydim. Yüzlerimiz aynı hizadaydı ve burunlarımızın arasında birkaç santimlik mesafe vardı.

Beni anneme benzettiği için yüzüne tokadı basmak istiyordum. Ama kendimde bu gücü bulamıyordum. Surlarımın dibine gelen ateş savaşı başlatmıştı. Buzdan surlarımı hararetle dövüyordu. Ciddi bir durumdu bu, o sur erirse ruhuma ulaşırdı.

Kabuğumda saklanan ruhum olanları izliyordu. Ener’in koyu mavileri tiksintiden arınmış gibiydi. Hayır sadece bir kandırmacaydı. Bana yerimi hatırlatıyordu.

Kollarımı boynundan çözerek beni bırakmasını sağladım. Bu, bu gece yaptığım en doğru şeydi. Barın önünde duran taksiye bineğim sırada bileğimden tutularak döndürüldüm. Burnum çarptığı sert göğüsten kim olduğunu anlamıştı. Ener’in parmakları sabırsız bir şekilde çenemi yukarı kaldırırken, dudaklarını köprücük kemiğimin üstündeki doğum lekeme götürdü.

‘’İyi geceler küçük kız’’

Ateşle öpülmüş gibiydim.

Bu tam bir kaostu.

 

Continue Reading

You'll Also Like

430K 26.1K 17
Mafya ,arkadaşımın abisi, yaş farkı, aşk, erotizm,dram,aksiyon,romantizm...
1.4M 24.4K 32
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
Eftalya By esmaa

Teen Fiction

339K 15.4K 21
Eftal: Hamileyim Dora. Eftal: Cidden hamileyim.
1.1M 38.6K 46
Bardağı geri tezgaha koyduğum esnada ensemde hissettiğim nefes ile çığlık atmak için ağzımı açtım. Ne yapacağımı önceden biliyor gibi eliyle ağzımı k...