Robinson Cruose

By WattpadClassicsTR

15.5K 328 30

Daniel Defoe (1660-1731) Londra'da varlıklı bir ailede dünyaya geldi. İyi bir akademik eğitimin ardından tica... More

I : Yaşama Başlarken
II : Tutsaklık ve Kaçış
III : Issız Adaya Düşüş
IV : Adadaki İlk Haftalar
V: Kendine Ev Yapıyor - Günlük
VI: Hastalanıp Bilincini Yitiriyor
VII: Tarım Deneyimi
VIII: Durumu Gözden Geçiriyor
IX: Bir Gemi
X: Keçileri Evcilleştiriyor
XI: Kumda İnsan Ayak İzine Rastlıyor
XII: Mağaraya Çekiliş
XIII: Bir İspanyol Gemisi Enkazı
XV: Cuma'nın Eğitimi
XVI: Yamyamların Elinden Tutsakların Kurtarılması
XVII: İsyancıların Ziyareti
XVIII: Geminin Ele Geçirilişi
XIX: İngiltere'ye Dönüş
XX: Cuma'nın Bir Ayıyla Dövüşmesi

XIV: Bir Düş Gerçekleşiyor

322 5 0
By WattpadClassicsTR

XIV: Bir Düş Gerçekleşiyor

Bütün eşyalarımı karaya çıkartıp sağlama aldıktan sonra yeniden sandalıma gittim ve kıyı boyunca kürek çekerek onu gizlediğim önceki sığınağına götürüp, her şeyi yerli yerinde ve sakin bulduğum barınağıma döndüm. Şimdi yeniden dinginleşmiş, eski yaşam tarzıma dönmüş ve ev işleriyle meşgul olmaya başlamıştım. Bir süre epey huzurlu yaşadım, yalnız artık eskisinden daha ihtiyatlıydım, sık sık ortalığı gözetliyor ve fazla dışarı çıkmıyordum ve yerimden kıpırdayacak olursam da hep adanın doğu tarafına gidiyordum, çünkü vahşilerin hiç gelmediğine emin olduğum ve başka yere giderken hep yanımda taşıdığım tüfekle cephaneyi yüklenmeden ve yığınla önlem almadan da gidebileceğim bir yerdi burası.

Bu koşullar altında aşağı yukarı iki yıl daha geçirdim, ama bana bedenimin her zaman dertlere atılmak için var olduğunu anımsatan bu talihsiz başım, iki yıl boyunca bu adadan gitmeyi nasıl becereceğime ilişkin plan ve projelerle dolup taştı. Sağduyum bana, orada bu yolculuğun sıkıntısına katlanmaya değecek bir şey bulunmadığını söylese de kâh şu yoldan, kâh bu yoldan enkaza bir sefer daha yapmaya niyetleniyordum bazen; eğer Sale'den yola çıktığım sandal elimde olsaydı nereye gittiğimi bilmesem de denize açılmayı göze alırdım herhalde.

İçinde bulunduğum koşullara bakınca ben, insanoğlunun çektiği acıların –bildiğim kadarıyla– yarısına neden olan o onmaz hastalığa tutulmuş olanların simgesiydim basbayağı; yani Tanrı'nın ve doğanın onları yerleştirdiği basamaktan memnun olmayanların simgesi. Çünkü ilk koşullarımdan ve babamın kusursuz öğütlerinden ders çıkartmayıp onlara karşı gelişim ilk günahım diye adlandırılabilecek suçuma neden olmuş, sonradan aynı türden hataları sürdürmemin sonucunda bu sefil duruma düşmüştüm, çünkü Tanrı beni Brezilya'ya son derece şanslı bir çiftçi olarak yerleştirip, sınırlı arzularla kutsadığında sabırlı davranıp durumuma rıza göstermiş olsaydım şimdiye kadar –yani bu adada geçirdiğim süre içinde demek istiyorum– Brezilya'nın önde gelen çiftçilerinden birisi haline gelmiştim; hatta daha da fazlası, çünkü orada yaşadığım kısacık sürede gösterdiğim ilerleme ve kalsaydım muhtemelen yapacağım sıçramayla yüz bin Portekiz altını değerinde servete sahip olabilirdim. Peki yerleşik bir düzeni, gelişip büyüyen, bereketli bir çiftliği bırakıp da biraz sabır ve zamanla, memlekette zenciler bollaşınca işleri onları getirmek olanlardan kendi kapımızda satın almak dururken, Gine'den zenci getirmek için geminin yük memuru olmama gerek var mıydı? Üstelik de bize biraz daha pahalıya patlayacak olsa bile aradaki fiyat farkı yine de bu kadar büyük bir rizikonun yanında hiç kalırdı.

Ama genellikle toy kafaların kaderi böyle olduğundan, tıpkı şimdi benim akıl ettiğim gibi, bunun ne kadar aptalca bir iş olduğunu akıl etmek uzun yılların ya da pahalıya patlayan deneyimin sonucu oluyor. Yine de bu hatalar ruhumda öyle derinlere kök salmıştı ki içinde bulunduğum durumla yetinemiyor, sürekli buradan kaçma yollarını arıyor, olasılıkları tartıyordum. Büyük ir zevkle hikâyemin geri kalanını okura anlatmaya devam edebilirim, ama kaçışıma dair ilk aptalca planlarımı, bunları hangi temellere dayandırarak hareket ettiğimi aktarmak pek de münasebetsizlik olmaz.

Enkaza yaptığım son yolculuğun ardından firkateynimi her zamanki gibi bağlayıp suyun altında güvene aldıktan sonra kaleme çekilip eski konumuma döndüğüm sanılabilir: Aslına bakarsanız eskisine göre daha büyük bir servetim vardı, ama o kadar da zengin sayılmazdım; servetleri Peru yerlilerine İspanyollardan önce ne kadar faydasız geliyorsa benimki de öyleydi.

Mart'taki yağmur mevsiminin ve bu ıssız adaya ayak basışımın yirmi dördüncü yılının yağmurlu gecelerinden birisiydi; yatağıma ya da hamağıma uzanmıştım, uyanıktım, sağlığım oldukça yerindeydi, hiçbir ağrım, huzursuzluğum yoktu; birazdan anlatacağım şeyin dışında ne bedensel ne de kafamı her zamankinden daha fazla kurcalayan herhangi bir zihinsel rahatsızlığım vardı. Fakat uyumak için hiçbir biçimde gözlerimi kapatamıyordum; yok, bütün gece boyunca gözümü bile kırpmadım.

Gecenin ilerlemiş saatlerinde beynimin, belleğimin o işlek, devasa caddesinde dönüp duran düşünce kalabalığını yazmak mümkün değil. Minyatür ya da kısaltılmış diyebileceğim biçimiyle yaşamımın bu adaya gelene kadarki kısmını ve ardından da bu adaya geldikten sonraki bölümünü gözden geçirdim. Bu adaya ayak bastığımdan bu yana yaşadıklarımı gözden geçirirken, buradaki ilk yıllarımda sürdüğüm mutlu yaşamı, kumda gördüğüm ayak izinden sonraki endişeli, korku ve ihtiyat dolu yaşamla kıyaslıyordum. Vahşilerin bütün o süre içerisinde de adaya çıktıklarına ve bazen yüzlercesinin orada bulunduğuna inanmadığımdan değil, ama bundan hiç haberim yoktu ve böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmezdim. Aynı tehlikenin içinde bulunmama karşın kafam son derece rahattı ve içinde bulunduğum tehlikeyle hiç yüzleşmeseydim, bunun farkında olmadığım zamanlardaki gibi mutlu olurdum yine. Bu durum zihnimi pek çok verimli düşünceyle donattı ki bir tanesi de şuydu: Dünyayı çekip çeviren Tanrı'nın kulunun nesnelere ilişkin görüş ve bilgisinin sınırlarını bu kadar dar tutması, onun eşsiz iyiliğinin bir örneğiydi; insanoğlu farkına vardığı takdirde zihnini bulandırıp moralini bozacak binlerce tehlikenin ortasında yürürken bile, gözünden ırak kalan olaylar ve çevresini kuşatan tehlikelerden bihaber olduğundan soğukkanlılığını ve huzurunu koruyabiliyordu.

Bir süre bu düşüncelerle oyalandıktan sonra, bu adada onca yıldır ne büyük bir tehlikede yaşadığımı düşündüm ciddi ciddi, belki sadece bir yamaç, büyük bir ağaç ya da gece karanlığıydı beni olabilecek en kötü sondan koruyan; yani beni bir keçi ya da kaplumbağayı yakalamaya iten aynı dürtülerle beni yakalayıp, benim bir güvercin ya da çulluğu öldürüp yediğim zamanki gibi beni yerken bunun bir cinayet olduğunu akıllarına bile getirmeyecek vahşilerle yamyamların eline düşmekten. Bildiğim ve bilmediğim yerinde müdahaleleriyle beni kurtarıp durduğu için Yüce Kurtarıcıma olanca içtenliğimle şükretmediğimi söylersem, kendimi haksızca karalamış olurum; o olmasaydı merhametsiz ellere düşerdim kesinlikle.

Bu düşünceler geçtiğinde, bir süre bu sefil yaratıkların, yani vahşilerin doğası üstüne ve yüce Babamızın nasıl olup da kullarından herhangi birini böylesi insanlık dışı, kendi türünü yemek gibi vahşetten de aşağılık bir durumda bırakabildiğine kafa yordum. Fakat bu da o an için birtakım semeresiz kanaatlerle son bulurken, bu yaratıkların dünyanın hangi kısmında yaşadıkları, neden evlerinden o kadar uzaklaştıkları, ne tür sandalları olduğu ve kendime, işlerime çekidüzen verip de onların bana geldikleri gibi, benim de oralara gidip gidemeyeceğim geldi aklıma.

Oraya vardığımda ne yapacağımı, bu vahşilerin ellerine düşmem durumunda başıma nelerin geleceğini ya da bana saldırırlarsa ellerinden nasıl kaçacağımı düşünmek zahmetine katlanmamıştım pek; kıyıya nasıl ulaşacağımı, hiçbir kurtuluş umudu bulunmayan bir saldırıya uğramamayı nasıl becereceğimi, ellerine düşmesem bile karnımı nasıl doyuracağımı ya da denizde hangi yöne doğru seyredeceğimi de hiç düşünmemiştim; yani bu düşüncelerin hiçbirisi aklımın ucundan geçmemiş, tümüyle sandalımla anakaraya nasıl geçeceğim sorununa yoğunlaşmıştım. Halihazırdaki koşullarımı kötünün de kötüsü olarak görüyor, daha da fenası kendimi ölümden başka bir tehlikenin içine atamayacağımı sanıyordum; anakara kıyılarına varırsam belki rahatlayacağımı ya da Afrika kıyılarında yaptığım gibi, üstünde yerleşim olmayan topraklara ulaşıncaya kadar kıyı boyunca ilerleyip, belki de orada rahatlayacağımı, belki sonunda beni alabilecek bir Hıristiyan gemisine rastlayacağımı, kötünün de kötüsüyle karşılaşırsam ölebileceğimi, ama o durumda da bütün bu sefaletin oracıkta sona ereceğini düşünüyordum. Lütfen bütün bunların huzursuz bir kafanın ve sabırsız bir ruh halinin ürünleri olduğunu, güvertesine çıktığım ve içtenlikle yolunu gözlediğim konuşacak, belki de bulunduğum yerin neresi olduğunu ve kurtuluşumun olası yollarını öğretebilecek birisini bulmaya ramak kalmışken, gemi enkazının üzerimde yarattığı uzun süreli sıkıntı ve hayal kırıklığıyla durumu daha da ümitsiz kıldığını göz ardı etmeyin. Bu düşüncelerle heyecanlanmış, Tanrı'ya sığınmışlığımın ve Tanrı'dan gelecek buyruğun bekleyişi içinde tüm soğukkanlılığımı yitirmiştim belli ki; zihnime böylesine şiddetle ve karşı konulması olanaksız, yakıcı bir arzuyla üşüşen düşüncelerimi anakaraya yolculuk planlarının dışında hiçbir şeye yoğunlaştıramaz durumdaydım.

Bu düşünceler beni iki saatten fazla kaygılandırıp kanımı kaynatınca ve ateşim çıkmışçasına nabzımı hızlandıran bir şiddetle heyecanlandırıp, zihnimi yalnızca bunun olağandışı coşkusuyla doldurunca, yorgunluktan tükenmiş gibi derin bir uykuya daldım. Düşümde de bunu gördüğüm aklınıza gelebilir, ama ne yolculuk, ne de yolculukla ilgili bir şey gördüm; bunun yerine düşümde, sabah her zamanki gibi kalemden çıkarken kıyıda iki kano ve karaya çıkan on bir vahşi gördüm; yanlarında öldürüp yemek için bir başka vahşiyi daha getiriyorlardı, ama birden öldürecekleri vahşi ellerinden kurtulup var gücüyle kaçmaya başlıyor ve koşup saklanmak için barınağımın önündeki sık çalılıklara geliyordu; yalnız olduğunu, ötekilerin onu bu tarafta aramadığını anlayınca da ortaya çıkıyor ve gülümseyerek onu yüreklendiriyordum; bunun üzerine, kendisine yardım etmem için yakarırcasına önümde diz çöküyor, ona merdivenimi gösterip yukarı çıkmasını sağlıyor, onu mağarama götürüyordum ve sonra da benim hizmetkârım oluyordu. Bu adama sahip olur olmaz kendi kendime şöyle diyordum, "Bu adam bana kılavuzluk edip ne yapacağımı, karnımızı nerede doyuracağımızı, nerede yakalanıp yenilme tehlikesi olduğunu, nerelere gidilip nerelerden uzak durulacağını söyleyeceğinden, artık anakaraya gitmeyi kesinlikle göze alabilirim." Bu düşünceyle uyandım; düşümde kaçışıma ilişkin kurduğum planla öyle anlatılmaz bir sevince kapılmıştım ki kendime gelirken hissettiğim hayal kırıklığı ve bunun yalnızca bir düşten ibaret olduğu gerçeği de bir o kadar ölçüsüz oldu ve müthiş moralimi bozdu.

Ancak bunun üzerine şu kanaate vardım: Bir kaçış girişiminde bulunabilmemin tek yolu vahşilerden birini ve mümkünse de öldürüp yemek için buraya getirdikleri tutsaklarından birini ele geçirmeye uğraşmaktı. Ama bu düşünceleri gerçekleştirmenin yine de şöyle bir güçlüğü vardı: Bunu yapmanın bütün gruba saldırıp hepsini öldürmek dışında bir yolu yoktu ve bu da boşa gidebilecek, epeyce ümitsiz bir girişimdi; bir yandan da bunun haksızlığına vicdanım elvermiyor, kurtuluşum için bile olsa o kadar çok kan dökme düşüncesi yüreğimi titretiyordu. Daha önce değindiklerimle aynı oldukları için, bu eyleme karşı çıkmak için kendime saydığım nedenleri yinelememe gerek yok. Fakat bu insanların benim yaşamım açısından düşmanım sayılacakları ve ellerinden gelse beni yiyecekleri, bunun kendimi bu tür bir ölümden korumak ve bana fiilen saldırmaları durumunda meşru müdafaa sayılacağı gibi nedenlerim de bulunmakla birlikte –yani bunlar beni haklı çıkartsa da– kurtuluşum adına insan kanı dökmek düşüncesi bana korkunç geliyordu ve bunu yaparsam uzun süre kendimi affedemezdim.

Bununla birlikte bütün bu nedenler şu ya da bu biçimde uzun süre zihnimde birbiriyle mücadele ettiklerinden, kendimle sürdürdüğüm yığınla gizli çekişmenin ve bu konudaki büyük tereddütlerin ardından en sonunda aklımdan hiç çıkmayan kurtuluş arzusu hepsine ağır bastı ve neye mal olursa olsun, olanağını bulursam bu vahşilerden birini elime geçirmeye karar verdim. Bu kararımı, bu işi nasıl yapacağımı planlamak izledi ve doğrusu karar verilmesi en güç olanı da buydu. Fakat bunu mümkün kılacak hiçbir yol bulamıyordum, bu yüzden ne zaman karaya çıktıklarını görmek için pusuya yatmaya ve kalanı da olayın akışına bırakmaya karar verdim; koşulların elverdiği önlemleri alıp gerisine de boş verecektim.

Bu kararlarla olabildiğince sık keşif yapmaya başladım ve doğrusunu isterseniz bu kadar sık keşfe çıkmaktan sıkılmaya başladım: Bir buçuk yıldan fazladır bekliyordum ve bu sürenin büyük bir kısmında hemen her gün adanın batı ucuyla güneybatı köşesine gidip kano var mı diye bakıyordum, ama hiçbirisi ortalarda gözükmedi. Bu son derece cesaret kırıcı bir durumdu ve bir süre önceki olaydaki gibi canımı sıkmaya başlamıştı, ama arzumu körelttiğini söyleyemem: Süre uzadıkça hevesim de bir o kadar artıyordu; kısacası şimdi üstlerine gitmeye heveslendiğim için bu vahşileri görmekten ve onların beni görmesinden kaçınma kaygıma başlangıçtaki kadar çok dikkat etmiyordum. Ayrıca ele geçirebilirsem bir, hatta iki ya da üç vahşiyle aynı anda baş edebileceğimi hayal ediyor, onları tümüyle kendime köle yapmayı, onlara buyurduğum her işi yapmalarını sağlamayı ve bana herhangi bir anda herhangi bir zarar vermelerini önlemeyi kuruyordum. Kendimi bu eğlenceyle epey bir süre oyaladım, ama hâlâ bir şey olduğu yoktu; uzunca bir zaman hiçbir vahşi yakınıma gelmediğinden hayallerimin ve planlarımın tümü boşa çıktı.

Bu fikirlerle oyalandığım (ve bunları uygulamaya koyacağım bir fırsat doğmadığı için uzun uzun kafa yorduğum her şeyin boşa gittiği) bir buçuk yıldan sonra bir sabah, adanın benim tarafımdaki kumsalına en az beş kanonun yanaştığını ve içlerindeki insanların hepsinin inip gözden kaybolduğunu görünce şaşırdım. Sayıları tüm planlarımı altüst etmişti, çünkü bir sandalda hep dört ya da altı kişinin, bazen de biraz daha fazlasının geldiğini bildiğimden, bu kadar çoğunu bir arada görünce bundan ne sonuç çıkartmam gerektiğini, ya da planlarımı tek başıma yirmi otuz adama saldıracak biçimde nasıl düzenleyeceğimi bilemiyordum; bu yüzden kafam karışık ve huzurum kaçmış halde bir şey yapamadan kalemde kaldım. Bununla birlikte bir saldırıya karşı daha önceki gibi pozisyon aldım ve herhangi bir durumda eyleme geçmeye hazır vaziyette beklemeye başladım. Uzunca bir süre bekleyip gürültü yapıp yapmadıklarını dinleyerek ve sonuçta epeyce sabırsızlanarak, tüfeklerimi merdivenimin dibine yerleştirdim ve her zamanki gibi iki aşamalı biçimde tepenin üstüne tırmandım; ayakta dikilirken başım tepenin üstünü aşmıyordu, yani beni herhangi bir biçimde fark edebilmeleri olanaksızdı. Buradan perspektif camımın yardımıyla otuz kişiden az olmadıklarını, ateş yaktıklarını ve pişirmek için et hazırladıklarını gözledim. Nasıl pişirdiklerini ya da bunun ne eti olduğunu bilmiyordum, ama hepsi de tam seçemediğim bir sürü barbarca figür ve hareketle kendi usullerince ateşin çevresinde dans ediyordu.

Ben onlara bakıp dururken perspektif camım sayesinde, iki sefilin yattıkları sandaldan sürüklenip çıkartıldıklarını ve boğazlanmak üzere getirildiklerinin farkına vardım. İçlerinden birinin, sanırım, gelenekleri olduğu üzere bir tokmak ya da tahta bir kılıç darbesiyle oracıkta düştüğünü ve iki üç tanesinin de onu pişirmeye hazırlamak için kesip açmak üzere hemen işe koyulduklarını gördüm; bu sırada öteki kurban sırasını beklerken orada tek başına kalmıştı. Tam o dakikada bu zavallı sefil kendisini biraz serbest bulunca yaşama umuduna kapılıp onlardan uzaklaşmaya başladı ve kumların üstünde inanılmaz bir çeviklikle koşarak doğruca benden yana, yani kumsalın benim sığınağımın bulunduğu kısmına yöneldi.

Kabul etmeliyim ki bana doğru koştuğunu anlayınca ve özellikle de düşündüğüm biçimde olanca gücüyle koştuğunu görünce feci şekilde korkmuştum ve o anda düşümün bir kısmının gerçeğe dönüşmesini bekliyordum; belli ki yerli benim çitime saklanacaktı, ama öteki vahşilerin onu buraya dek kovalamayacakları ve burada kıstırmayacakları konusunda düşüme hiçbir biçimde güvenemezdim. Bununla birlikte olduğum yerde kaldım ve peşinde üç kişiden fazlası olmadığını keşfedince heyecanım yatışmaya başladı. Onun ötekilere epeyce fark atıp geride bıraktığını ve üstünlük sağladığını görünce daha da yüreklendim; böylece, eğer bir yarım saat daha dayanabilirse hepsinden kolayca kurtulabileceğini anladım.

Onlarla benim kalem arasında öykümün birinci kısmında gemiden getirdiğim yükleri karaya çıkartışımı anlatırken sıklıkla değindiğim ufak koy vardı ve mutlaka buradan yüzerek geçmesi gerektiğini, yoksa zavallı kaçağı orada ele geçireceklerini anladım. Vahşi oraya ulaştığında gelgitin yükselmiş olmasına karşın suya atlamakta tereddüt etmedi ve otuz kadar kulaç attıktan sonra diğer yandan karaya çıkıp artan bir güç ve çeviklikle koşmayı sürdürdü. Öteki üçü koya vardıklarında iki tanesinin yüzme bildiğini ama üçüncünün yüzemediği için öbür tarafta kalıp diğerlerine baktığını, kısa bir süre sonra da yavaşça geri döndüğünü fark ettim ki sonradan olacaklara bakınca kendisi için de en hayırlısı buydu.

Hâlâ yüzmekte olan diğer ikisinin ise önlerinden kaçan vahşiye göre iki kat fazla zaman harcadıklarını gözledim. Artık kendime bir hizmetkâr, belki de bir can yoldaşı ve yardımcı edinmenin zamanının geldiği ve bunun, bu zavallı yaratığın yaşamını kurtarmam için Tanrı'nın açık bir çağrısı olduğu düşüncesi bütün sıcaklığıyla, kaçınılmaz biçimde aklıma düştü. Olanca hızımla merdivenden indim, daha önce söylediğim gibi merdivenlerin dibinde duran iki tüfeğimi kaptım, yine aynı hızla yeniden tepeye çıkıp denize doğru koştum ve tepeden aşağı çok kestirme bir yol tutturup kovalayanlarla kovalananın tam ortasına indim; arkasına bakınca, baştan belki en az peşindekiler kadar benden de ürkmüş görünen kaçağa haykırıp geri gelmesi için elimle işaret ettim ve bu sırada da kovalayan iki kişiye yavaşça yaklaştım; ardından birdenbire bütün gücümle fırlayıp tüfeğimin dipçiğiyle birini yere yıktım. Ateş etmekten kaçındım, çünkü geri kalanların duymasını göze alamazdım; buna karşın o uzaklıktan kolayca duyulmazdı ve duman da görüş alanlarının dışında kalacağı için buna ne anlam vermeleri gerektiğini bilemezlerdi. Ben birini yere yıkınca onu izleyen de korkmuşçasına bir an durdu, ona doğru ilerledim ama yaklaşınca okla yayının olduğunu ve bana nişan aldığını fark ettim, ilk ateş eden ben olmalıydım; öyle de yaptım ve tek atışta onu öldürdüm. Kaçmakta olan zavallı vahşi durakladı, her iki düşmanının da düşüp öldüklerini anlamasına karşın tüfeğimin ateşi ve sesi karşısında öyle korkmuştu ki apışıp kaldı; hâlâ kaçmaya niyetliymiş gibi görünse de ne ileri gidebiliyor ne geri gelebiliyordu. Yeniden ona seslenip yakına gelmesi için kolayca anladığı işaretler yaptım. Biraz yaklaşıp yine durdu, sonra biraz daha geldi; tutsak alınmış da az sonra iki düşmanı gibi kendisi de öldürülecekmişçesine yaprak gibi titriyordu. Ona sevecenlikle bakıp gülümseyerek bana gelmesi için yeniden işaret ettim ve aklıma gelen her türlü yüreklendirici harekette bulundum; her on yirmi adımda bir diz çökerek yaklaştıkça yaklaştı; sonunda yakınıma geldi, yeniden diz çökerek toprağı öptü, kafasını yere koyup ayağımı yakaladı ve başının üstüne koydu. Belli ki bu hareketiyle sonsuza dek kölem olacağına ant içiyordu. Onu ayağa kaldırıp sırtını sıvazladım ve elimden geldiğince korkusunu hafiflettim. Fakat yapılacak başka işler vardı, çünkü dipçikle vurup devirdiğim vahşinin ölmediğini, darbenin etkisiyle kendinden geçtiğini ve yeniden kendine gelmeye başladığını fark etmiştim; bu yüzden ona işaret ederek vahşinin ölmediğini gösterdim; bunun üzerine bana birkaç söz söyledi ve hiçbirini anlamasam da bunları duymak hoşuma gitti, çünkü kendi sesimden başka, yirmi beş yılı aşkın bir zamandır duyduğum ilk insan sesiydi bu. Ancak şimdi bunu düşünecek zaman yoktu; yerde yatan vahşi doğrulup oturacak kadar kendine gelmişti, benim vahşinin de korkmaya başladığını fark edince vuracakmışım gibi öteki tüfeğimi adamın üstüne doğrulttum; bunun üzerine şimdi kendisine verdiğim adla benim vahşi, yan tarafımda kemerimin ucunda kınsız sallanan kılıcımı kendisine vermem için bir harekette bulundu, ben de verdim. Kılıcı eline alır almaz düşmanına doğru koştu ve bir vuruşta kellesini öyle bir uçurdu ki Almanya'daki hiçbir cellat daha hızlısını ya da daha iyisini yapamazdı. Ömründe daha önce kendi tahta kılıçları dışında hiçbir kılıç görmediğine haklı olarak inandığım birisi için bunu pek tuhaf karşıladım; bununla birlikte sonradan öğrendiğime göre, kendi kılıçlarını öyle keskinleştirip öyle ağırlaştırıyorlardı ki bunlarla bile kelle ve kolları tek vuruşta uçurabiliyorlardı. İşini bitirdiğinde zafer kazanmışçasına gülerek bana doğru gelip kılıcı geri getirdi ve anlayamadığım bir yığın jestle kılıcı öldürdüğü vahşinin kellesiyle birlikte önüme koydu.

Ama onu en çok meraklandıran öteki yerliyi nasıl öldürdüğümdü; bu yüzden onu göstererek işaretlerle yanına gitmesine izin vermemi istedi ve ben de becerebildiğim kadar gitmesini işaret ettim. Yanına vardığında, şaşırmış gibi bakakaldı, önce bir yanına sonra öteki yanına çevirip göğsüne saplandığı belli olan ve orada bir delik açan kurşunun açtığı yaraya baktı, fazla bir kan akmamıştı ama iç kanama geçirdiği için hemen ölmüştü. Yayını ve oklarını alarak geri geldi; ben de gitmek üzere geri döndüm ve ona, arkadan ötekilerin de gelebileceklerini ima ederek beni izlemesini işaret ettim.

Bunun üzerine, eğer peşine düştülerse ötekiler tarafından görülmesinler diye o iki vahşiyi kuma gömmesi gerektiği konusunda işaretler yaptı ve ben de kendisine işaretle izin verdim. İşe koyuldu ve bir anda kumda elleriyle birincisinin sığacağı büyüklükte bir çukur kazdı ve ardından onu sürükleyip üstünü kumla örttü, diğeri için de aynısını yaptı; ikisini birden gömmesi ancak bir çeyrek saat sürdü sanırım. Ardından ona seslenerek onu kaleme değil, epeyce uzağa, adanın öteki yanındaki mağarama götürdüm; böylece düşümün, çitime sığınmaya geldiği biçimdeki o kısmının gerçekleşmesine izin vermedim.

Burada yemesi için ekmekle bir salkım üzüm ve biraz su verdim, koşmaktan dolayı susuzluktan kırılmıştı; biraz kendisine geldiğinde bazen kendim uyumak için kullandığım, pirinç saplarının üstüne bir battaniye serili köşeyi göstererek gidip uzanması için işaret ettim; böylece zavallıcık uzandı ve uykuya daldı.

Sağlam yapılı, alımlı, yakışıklı, uzun boylu bir delikanlıydı; kol ve bacak kasları pek iri olmasa da güçlüydü; tahminime göre yirmi altı yaşında filandı. Yüz ifadesi pek güzeldi; vahşi ya da sert görünmeyen ama epey erkeksi bir ifade. Özellikle de gülümsediğinde yüzü bir Avrupalı tatlılığına ve yumuşaklığına bürünüyordu. Saçı uzun ve karaydı, ancak koyun gibi kıvırcık değildi; alnı epeyce yüksek ve genişti, gözlerinde de büyük bir canlılık ve parlak bir keskinlik vardı. Derisinin rengi tümüyle siyah değildi ama epeyce esmerdi; ancak Brezilyalıların, Virginialıların ve öteki Amerikan Kızılderililerininki gibi çirkin, sarı ve tiksindirici esmerlikte değil, betimlemesi pek kolay olmasa da insanın gözüne pek makul gelen parlak bir tür zeytinimsi renkteydi. Yüzü yuvarlak ve dolgundu; burnu ufaktı, ama zencilerinki gibi basık değildi; oldukça güzel bir ağzı, kusursuz dizilmiş, fildişi beyazlığında dişleri vardı. Yarım saat kadar uyumaktan çok kestirdikten sonra uyandı ve mağaradan çıkıp yanıma geldi; o sırada bitişikteki ağılda keçilerimi sağıyordum; beni seçer seçmez koşarak yanıma geldi, bana şükran duyduğunu göstermek için bir sürü acayip jest yaparak kendini bir kez daha yere attı. En sonunda başını önceki gibi yere ayağımın yanına uzatıp, ayağımı da başının üstüne koydu ve yaşadığı sürece hizmetimde olacağını anlatmak için akla gelebilecek her türlü boyun eğme, kulluk ve teslim hareketini yineledi. Pek çoğunu anladım ve kendisinden çok hoşnut kaldığımı anlattım. Kısa bir zaman içinde onunla konuşmaya ve ona benimle konuşmasını öğretmeye başladım; ilk olarak da adını onu kurtardığım gün olan Cuma koyduğumu bildirdim; onu günün anısına böyle çağıracaktım. Aynı biçimde ona Efendi demesini öğrettim ve bunun da benim adım olacağını belirttim. Yine evet ve hayır demesini ve bunların anlamlarını da öğrettim. Ona toprak bir kabın içinde biraz süt verdim ve ekmeğimi bandırarak sütü nasıl içtiğimi gösterip, aynısını yapması için ona bir parça ekmek verdim; çarçabuk alıştı ve işaretlerle çok beğendiğini anlattı.

Bütün gece onu orada tuttum, ama gün ışır ışımaz benimle gelmesi için başımla işaret ettim ve kendisine birkaç giysi vereceğimi anlattım; tümüyle çıplak olduğundan bunu öğrendiğinde çok sevinmiş göründü. İki adamı gömdüğü yerden geçerken tam yerlerini işaret etti ve onları yeniden bulabilmek için bıraktığı izleri göstererek onları kazıp çıkartarak yememizi anlatan işaretler yaptı. Bunun üzerine, tiksintimi ifade edip düşüncesiyle bile kusacakmış gibi yaparak kızgınlığımı gösterdim ve oradan uzaklaşması için elimle işaret ettim; katıksız bir boyun eğişle o da böyle yaptı. Ardından onu, düşmanlarının gidip gitmediğini görmesi için tepenin üstüne çıkarttım ve perspektif camımla bulundukları yere baktım ama ne onlardan ne de kanolarından bir iz vardı; gittikleri ve iki yoldaşlarını, arama zahmetine bile girişmeden, geride bıraktıkları besbelliydi.

Ancak ben bu keşfimle yetinmedim; artık daha fazla yüreklenmiş ve meraklanmış halde, kılıcımı eline verip büyük bir beceriyle kullandığını fark ettiğim yayla okları da sırtına astırdım; tüfeklerden birini de benim için taşısın diye ona verip ikisini kendim alarak adamım Cuma'yı da yanıma katıp bu yaratıkların bulunduğu yere doğru yürüyüşe geçtik, çünkü onlar hakkında daha fazla bilgi edinmeye niyetlenmiştim. Oraya vardığımızda manzaranın dehşetiyle damarlarımdaki kanım dondu, yüreğim daraldı; Cuma'nın hiç umurunda olmasa da sonuçta bu iğrenç bir görüntüydü, en azından benim için öyleydi. Yerler insan kemikleriyle doluydu, toprak kana bulanmış, yarısı yenmiş, ezik ve kavrulmuş koca et parçaları oraya buraya saçılmıştı; kısacası düşmanları üzerinde kazandıkları zaferin ardından kendilerine çektikleri keyifli ziyafetin bütün izleri seçiliyordu. Üç kafatası, beş el, üç dört bacak ve ayak kemiğiyle insan vücuduna ait bolca başka parçalar gördüm; Cuma bana işaretlerle kendilerine ziyafet çekmek için dört tutsak getirdiklerini, üçünü yediklerini, onun da dördüncü tutsak olduğunu, onlarla, kendisinin de uyruklarından birisi olduğu anlaşılan müstakbel kralın adamları arasında büyük bir çarpışma gerçekleştiğini ve buraya gelen sefillerin yaptığı gibi, ele geçirilenleri çeşitli yerlere götürdükleri çok sayıda tutsak aldıklarını anlattı.

Cuma'ya, bütün kafataslarını, kemikleri, etleri ve geri kalan ne varsa toplatıp üst üste yığdırarak büyük bir ateş yaktırdım ve hepsini küle çevirttim. Cuma'nın etleri görünce ağzının sulandığını ve doğasında hâlâ yamyamlık barındırdığını fark ettim, ama düşüncesinin, en azından görüntüsünün bile beni tiksindirdiğini gördüğü için bunu açığa vurmayı göze alamadı, çünkü bazı yollarla böyle bir şeye kalkışırsa onu öldüreceğimi ifade etmiştim.

Bu işi bitirdiğinde kalemize geri döndük ve orada adamım Cuma için işe koyuldum; ilk olarak ona daha önce enkazda zavallı topçunun sandığında bulduğumdan söz ettiğim keten külotlardan birini verdim, ufak tefek değişikliklerle üstüne tam uydu; ardından ona becerebildiğim kadarıyla (artık bayağı iyi bir terzi olmuştum) keçi derisinden bir yelek diktim ve yaban tavşanı derisinden yaptığım, pek işe yarar, şık bir başlık verdim; böylece o an için gayet iyi biçimde giyinmiş oldu ve neredeyse efendisi kadar iyi giyimli olduğunu görmek son derece hoşuna gitti. Gerçi başlangıçta bu kılık ona biraz tuhaf gelmişti: Don giymeye hiç alışık değildi, ceketinin kolları da omuzlarına ve koltuk altlarına sürtünüp yara etti, ama canını acıtan yerleri biraz bollaştırınca ve o da kendini azıcık alıştırınca üstünde oldukça iyi durdular.

Ertesi gün onunla barınağa döndüğümüzde onu nerede yatıracağımı düşünmeye başladım ve iki çitimin arasında, ilkinin dışında, ikincisinin içinde kalacak, onu rahat ettirip benim de içimi ferah tutmamı sağlayacak biçimde ona küçük bir çadır yaptım. Mağarama dışarıdan bir kapı ya da giriş gibi bir şey bulunduğundan buraya düzgün bir kapı kasası yapıp buna bir de kapı takarak geçide, girişin biraz iç kısmına yerleştirdim ve kapıyı içeriden açılacak biçimde ayarlayarak merdivenleri de içeri aldım; böylece kapıyı geceleri kapalı tutabileceğim için Cuma beni uyandırmaya yetecek kadar gürültü çıkarmadan gece içeri girip üstüme çullanamazdı, çünkü ilk duvarımın üstünde artık bütün çadırımı kaplayan ve tepenin kenarına yaslanmış uzun sırıklardan oluşan bir çatı vardı ki üstünde tiriz yerine küçük sopalar yer alıyordu; bunların üstü de kaya gibi sağlam pirinç anızlarıyla kaplıydı ve merdiven yardımıyla girip çıkmayı sağlayan oyuk ya da yere dışarıdan girilmeye kalkışıldığında açılmak yerine düşüp büyük bir gürültü çıkaracak bir tür gizli kapı yerleştirmiştim; silahlara gelince, geceleri hepsini yanıma alıyordum.

Fakat hiç kimse bana Cuma'dan daha sadık, sevgi dolu ve içten hizmet etmeyeceğinden bu önlemlerin hiçbirine ihtiyacım yoktu; hırslanmadan, surat asmadan, ya da içten pazarlıklı davranmadan bana mükemmel biçimde itaat edip işine bakıyordu. Bütün ilgisi bir çocuğun babasına duyacağı türden bana yönelikti ve diyebilirim ki her ne olursa olsun kendi yaşamını benimki için feda etmeye hazırdı; bu konuda kuşkuya hiç yer bırakmayacak epey kanıt göstermişti ve bir süre sonra kendimi ondan korumam için hiçbir önlem gerekmediğine ikna oldum.

Bu durum beni sıklıkla, yarattıklarının tümüne aynı güçleri, aynı sağduyuyu, aynı sevgiyi, aynı iyilik ve boyun eğme duygusunu, aynı tutkuları ve yanlışa karşı çıkma dürtüsünü, aynı şükran, içtenlik, bağlılık anlayışını ve bize verdiği iyilik yapma ve iyiliğin değerini bilme yeteneğini bağışlamak Tanrı'nın kendi takdirinde ve kendi elinde olmasına karşın, yine de yarattıklarının birçoğunun ruhlarının uyum içinde bulunduğu yetenek ve güçlerini en iyi biçimde kullanmalarını engellediğini, oysa bu insanlara bu niteliklerini gösterme fırsatı ihsan ettiğinde bunları amacına uygun ve doğru biçimde kullanmaya hazır olduklarını, hatta bizden de hazır olduklarını düşünmeye itip şaşırtıyordu. Bazen de ilahi öğretinin ışığıyla aydınlanmış güçlere, Kutsal Ruh'a ve anlayışımıza eklediği Tanrı Kelam'ının bilgisine sahip olsak bile bize sunulan fırsatları nasıl da kötüye kullandığımızı düşünüp hüzünleniyordum; ayrıca, şu zavallı vahşiye bakarak söylersem, kurtarıcı bilgisini bunu bizden daha iyi kullanabilecek milyonlarca kişiden esirgemek neden Tanrı'yı memnun ediyordu?

Buradan da bazen çok ileri gidiyor ve ışığı bazılarından saklayıp bazılarına göstererek, ama yine de herkesten aynı ödevleri yerine getirmelerini beklemesinin eşyanın doğasına aykırı, keyfi bir adalet olduğunu düşünerek Tanrı'nın egemenlik alanının sınırlarını zorluyordum. Fakat bunları kafamdan kovup düşüncelerimi şu kanaatle frenliyordum: Birincisi, bu insanların hangi ışık ve yasayla mahkûm edildiklerini bilemeyiz, ama Tanrı doğası gereği sonsuz bir kutsallığa sahiptir ve adildir; bu yaratıkların, nedenini bilmediğimiz, Tanrı'dan mahrum kalma yazgıları yüzünden, Kutsal Kitap'ta yazıldığı gibi kendi bilinç ve vicdanlarıyla kavrayabilecekleri o ışığa karşı günah işlemeleri gerekmez; ikincisi de, hepimiz çömlekçinin elindeki çamur parçasıyken, çömleklerden hiçbiri kalkıp da, "Beni niye böyle yarattın?" diyemez.

İyisi mi yine can yoldaşıma döneyim. Ondan çok hoşnuttum, onu faydalı, hünerli ve yardımcı kılmaya yarayacak ne varsa ona öğretmeyi kendime iş edindim; özellikle de konuşmayı ve ben konuştuğumda da anlamayı öğrettim, o da gelmiş geçmiş en yetenekli öğrenci oldu. Özellikle de öyle keyifli, öyle gayretliydi ve beni anlayabildiği ya da bana bir şey anlatabildiği zaman öyle hoşnut kalıyordu ki onunla konuşmak benim için büyük bir zevke dönüşmüştü. Artık yaşamım öyle kolaylaşmaya başlamıştı ki kendi kendime, öteki vahşiler karşısında güvenliğimi sürdürebilirsem yaşadığım yerden hiç ayrılmasam da umursamam demeye başlamıştım.

Continue Reading

You'll Also Like

47.6K 2K 10
Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz...
59K 2.3K 21
Yeraltından notlar gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını konu alır. Bu roman Dostoyevski'nin daha sonra ya...
155K 4.1K 14
Hep başkalarının istediği gibi yaşayan Raif Efendi, memnuniyetsiz hayatının tek bir anıyla değiştiğine şahit olacaktır: Maria Puder isminde bir kadın...
2.9K 1.9K 24
Yavaş yavaş insanlardan uzaklaşıp kitaplara sığınan insanlar vardır. Bende o insanlardan biri oldum galiba, insanların sahte sözleri yerine kendimi k...