Sefiller

Por ClassicsTR

75.8K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... Mais

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-

146 7 0
Por ClassicsTR


Dört Duvar Arasında Savaş

I

SAINT-ANTOINE MAHALLESİ YAĞMURU VE TEMPLE MAHALLESİ DOLUSU

Toplumsal hastalıklar gözlemcisinin belleğinden silinmeyecek olan iki unutulmaz barikatın ortaya çıkışı, bu kitaptaki olayın geçtiği döneme rastlamaz. Her ikisi de korkunç bir durumun iki ayrı bakımdan simgesi olan bu barikatlar, tarihin görüp göreceği en büyük sokak savaşı diyebileceğimiz o kaçınılmaz Haziran 1848 Ayaklanması sırasında yoktan varoldu.

Ayaktakımı denen o umutsuzlar umutsuzu yaratığın kaygılarının, yılgınlıklarının, yoksunluklarının, hummalarının, felaketlerinin, acılarının, kara cahilliklerinin ve karanlıklarının dipsiz derinliğinden protestoya kalkışıp ilkelere, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe, hatta genel oya ve herkesin herkes tarafından yönetimine aykırı olarak, halka karşı savaş açtığı görülür bazen.

Baldırı çıplak takımı kamu hukukuna saldırır, sersefiller halka karşı ayaklanırlar.

İç karartıcı günlerdir bunlar; zira bu çılgınlıkta dahi belli bir ölçüde hak hukuk, bu düelloda bir intihar payı vardır. Birer hakaret yerine geçen "ayaktakımı", "sersefiller", "alt tabaka", "dilenci tayfası" gibisinden bütün o sözcükler, gel gör ki, düşkünlerden çok egemenlerin, nasipsizlerden çok ayrıcalık sahiplerinin hatasını dile getirmektedir.

Bize gelince, biz bu sözcükleri her söyleyişimizde acı ve saygı duymaktayız; zira felsefe bu sözcüklerin denk düştüğü olguları enine boyuna incelemeye giriştiğinde, önemsiz şeylerin yanı sıra ve çoğu zaman, yüce şeyler de bulur. Atina bir sersefiller devletiydi, dilenci tayfası yarattı Hollanda'yı, Roma'yı ayaktakımı kurtardı kaç kere ve İsa'yı izleyenler hep alt tabaka insanlarıydı.

Tek bir düşünür yoktur ki alt tarafın görkemlerini zaman zaman seyre dalmış olmasın.

Ermiş Saint Jeröme, o gizemli Fex urbis, lex orbis sözünü söylerken, içinden havarilerin ve din şehitlerinin yetişip geldiği o ayaktakımını, bütün o fakir fukarayı, bütün o serserileri, bütün o sersefilleri kastediyordu şüphesiz.

Acı çeken bu yaralı kalabalığın öfkeli saldırıları; kendi hayatını temellendiren ilkelere ters düşen şiddet gösterileri, hakkı hukuku darmadağın etmeye yönelik atılından, halk tarafından gerçekleştirilmek istenen bir hükümet darbesidir aslında; dolayısıyla da bastırılmalıdır. Dürüst insan, kendisini bunları bastırmaya adayan insandır; ve doğrudan doğruya o ayaktakımına duyduğu sevgidir onu harekete geçiren. Ne var ki aynı dürüst insan, kafa tuttuğu o takımın mazur görülebilirliğini hissetmeden edemez! Ve ona karşı koyarken derin bir hayranlık duyar ve tapınır âdeta! Ödevimizi yaparken bizi allak bullak eden ve ileri gitmemizi engelleyen garip bir duyguya kapıldığımız ender anlardan birini yaşamaktayızdır; yaptığımız şeyin gerekliliği ve doğruluğu inancıyla devam ederiz. Ama vicdan rahatlığımız hüzün rengine bürünür çok geçmeden ve ödevimizi yerine getirmiş olmanın huzuru bir yürek daralmasıyla nitelik değiştirir.

Haziran 1848, hemen söylemek gerekiyor ki, tarih felsefesi içinde sınıflandırılması hemen hemen olanak dışı olan başlı başına bir olguydu. Hakkını isteyen emeğin kutsal kaygısını hissettiğimiz o olağanüstü ayaklanış söz konusu olduğunda, şu ana kadar ettiğimiz bütün sözlerin bir yana bırakılması gerekir. Ödevimiz, bastırıp yenmekti onu; zira o, cumhuriyete kastetmekteydi. Ama işin aslı düşünülecek olursa, neydi Haziran 1848? Halkın kendi kendisine karşı giriştiği bir ayaklanma değildi de neydi?

Konu gözden uzak tutulmadıkça konudan uzaklaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. Dolayısıyla da bir an için okurun dikkatini, demin sözünü ettiğimiz, kesinlikle tekil nitelikler taşıyan ve bu ayaklanmaya karakterini veren o iki barikat üzerine çekmemize izin verilsin.

Bunların birincisi Saint-Antoine Mahallesi'nin girişini tıkamakta, İkincisi ise Temple Mahallesi dolaylarını savunmaktaydı. İç savaşın bu iki ürkünç başyapıtını o masmavi parlak haziran göğü altında karşılarına dikilmiş olarak görenler, asla unutmayacaklardır onları.

Saint-Antoine barikatı ölçüye sığmaz büyüklüğüyle dikkati çekiyordu hemen; evlerin üçüncü katlarına kadar yükselmekteydi. Genişliği ise iki yüz elli metre kadardı. Mahallenin üç sokaktan oluşan zaten geniş ağzını bir köşeden öbürüne rahatça kapatıyordu. Hendekli, tırtıllı ve delik deşik koca bir yarıkla mazgallanmış ve kendileri de birer burç meydana getiren yığınlarla desteklenmişti. Böylece, mahallenin evlerinden oluşan iki büyük kuvvete vermiş oluyordu sırtını. 14 Temmuz'u yaşamış olan bu korkunç meydanın dibinde, ayaklanmış bir devi andırmaktaydı.

İşte bu ana barikatın gerisinde, sokakların derinliklerine doğru art arda, tam on dokuz barikat daha sıralanmaktaydı. Mahallede, can çekişen sonsuz bir acının ve yıkıma yönelmiş sinsi bir tehlikenin artık doruk noktasına ulaşmış bulunduğunu anlamak için, sadece bu barikatı görmek yeterliydi.

Nelerden yapılmıştı peki bu barikat? Bir söylentiye göre, daha çok, hemen oracıkta yıkılan altışar katlı üç evin çöküntü artıklarından; bir başka söylentiye göre ise, tüm öfkelerin mucizesinden... Gerçekten de, kin ve nefretin harcıyla yoğrulmuş bütün yapıların içler acısı görünüşü vardı onda da; kelimenin tam anlamıyla bir viraneydi! "Bunu kim yaptı?" diye sorulabilirdi. "Bunu kim yıktı?" diye de... Doğaçlamayla yaratılmış kaynamaydı bu... İşte! Şu parmaklık! Şu kepenk! Şu pervaz! Ve şu kırık maltız! Ve şu çatlak tencere! Verin hepsini! Ve hepsini atın, yuvarlayın, kaldırın ortadan! Hepsini devirin, hepsini! Altını üstüne getirip yıkın!

Taş ve molozun, kalasın ve demir çubuğun, paçavranın, sökülmüş pencerenin ve hasırı lime lime sandalyenin, lahana koçanının, paramparça fistanın ve daha dün giysi denilen pılı pırtının ve lanetin ve bedduanın işbirliğiydi bu. Büyüktü, ama küçüktü de aynı zamanda... Kargaşanın hemen oracıkta ve alay edercesine kopya etmeye giriştiği uçurumdu... Atomla kitlenin yan yana gelişi; koparılan duvar, kırılan çanak; bütün döküntülerin tehdit dolu bir kaynaşımı. Sisifos kayasını atmıştı oraya, Eyüp de kırık çanağını. Korkunçtu, sözün kısası. Yoksulların kalesiydi. Devrilmiş yük arabaları, girintili çıkıntılı bir hale getirmişti yamacı; dingili gökyüzüne doğru uzanmış bir şekilde yatan kocaman bir yük arabası, bu gürültülü yüzeyde bir yara izi gibi duruyordu. Dehşete afacanlığı da eklemek istercesine, bir yolcu arabasını ite kaka yığınların ta tepesine çıkarıp oturtmuşlardı bu vahşiliğin mimarları; ve araba, atlardan boşalmış okunu gökteki hayalî atlara doğru uzatmaktaydı. Ayaklanmanın tortusu olan bu muazzam yığıntı, bütün devrimlerin üst üste devrilerek oluşturduğu bir dağı getiriyordu akla: 89'un üzerine 93, 10 Ağustos'un üzerine 9 Thermidor, 21 Ocak'm üzerine 18 Brumaire, Prairial'in üzerine Vendemiaire, 1830'un üzerine 1848. Bu işin zahmetine değerdi meydan; barikat da tam Bastille'in ortadan kalktığı yeri kaplamaya layıktı. Bent kuracağı tutsa, tıpkı böyle kurardı herhalde okyanus da. Bu biçimsiz yığıntının üzerinde çılgın dalganın damgası seçilmekteydi. Hangi dalga mı? İnsan yığınlarının dalgası. Gördüğünüz şey, taş haline gelmiş gürültüydü âdeta. Sarsıcı ilerlemenin kocaman gizemli anlarının, kendi kovanlarının üzerindeymişçesine, bu barikatın üzerinde vızıldadıklarını işitir gibi oluyordunuz. Bir çalılık mıydı bu? Bir sarhoşlar cümbüşü müydü yoksa? Ya da bir kale miydi? Baş dönmesi, kanat vuruşlarıyla kurmuştu bunu sanki. Bir çirkef vardı bu tabyada; ve bu enkaz yığınında, Olimpos tanrılarına yaraşır cinsten bir yücelik sezilmekteydi. Çatı kirişlerinin, boyalı kâğıt kaplı çatı pencerelerinin, bütün camlarıyla birlikte yıkıntının içine saplanmış pencere çerçevelerinin, umutsuzluk dolu bir karmaşıklık içinde, top ateşini bekledikleri görülüyordu. Sökülmüş bacalar, masalar, sıralar, avazı çıktığı kadar uluyan, inleyen bir kargaşa... Dilencilerin bile almaya tenezzül etmeyeceği, içlerinde hem öfke hem de hiçlik barındıran o bin bir çeşit yoksulluk nesneleri... Bir halkın pılı pırtı haline gelmiş giysisi denebilirdi buna; tahtadan, demirden, tunçtan, taştan oluşma bir pılı pırtı. Sanki Saint-Antoine Mahallesi dev boyutlu bir süpürgeyle bunları oraya, kapısının önüne itmiş ve kendi sefaletini yığmıştı bir barikat halinde. Cellat kütüğünü andırır kümeler, kopup dağılmış zincirler, darağacı biçiminde keresteler, yıkıntı arasından görülen yatay tekerlekler, bu anarşi yapısına halk tarafından daha önce çekilmiş işkencelerin karanlık ve kaygılı yüzünü eklemekteydi. Her şeyi silah olarak kullanıyordu Saint-Antoine barikatı; iç savaşın toplumun başına fırlatabileceği her şey oradan çıkmaktaydı. Çarpışma değildi bu, hayır; çılgınlığın son raddesiydi. Bu tabyayı koruyan karabinalar ve ağızları boru gibi geniş tüfekler, mermi yerine porselen kırıntıları, ufak kemik parçaları, elbise düğmeleri, bakırdan yapıldıkları için tehlikeli birer kurşun yerini tutan mobilya tekerlekleri yağdırmaktaydılar. Öfkeden çıldırmıştı âdeta bu barikat; bulutlu gökyüzüne doğru sözcüklere sığmaz bir şikayet, bir hoşnutsuzluk haykırışı salıyor; kimi zaman da orduyu korkutacak cinsten bir fırtınaya bürünüyordu. Ateş saçan bir kalabalık örtüyordu barikatı, kaynaşan bir kalabalık dolduruyordu. Tüfeklerden, kılıçlardan, sopalardan, baltalardan, mızraklardan ve süngülerden diken diken olmuş bir doruğu vardı. Büyük bir kırmızı bayrak dalgalanıyordu orada, rüzgârda. Komut bağırtılan, hücum türküleri, trampet sesleri, kadın hıçkırıkları, açlıktan ölenlerin gizemli kahkahaları işitilmekteydi. Barikat son derece büyüktü, evet; bir o kadar da canlıydı. Elektrik akımına tutulmuş bir hayvanın sırtı gibi, yıldırım kıvılcımları fışkırıyordu bedeninden. Tanrı'nın sesine benzer o halk sesinin gürlediği bu tepeyi, devrimin ruhu bulutlarla örtmüştü; garip bir görkem yayılıyordu bu muazzam moloz küfesinden. Bir yığın süprüntüydü bu karşınızda yükselen, ama aynı zamanda da Sina Dağı'ydı.

Yukarıda da belirttik, devrim adına saldırıya geçiyordu bu barikat. Neye? Devrim'e. Rastlantı, düzensizlik, telaş, korku, anlaşmazlık ve bilinmeyenden kurulu olan bu barikatın karşısında Millet Meclisi vardı, halk egemenliği vardı, genel seçim, ulus ve Cumhuriyet vardı. Milli Marş'a karşı yükselen ve meydan okuyan Marseillaise'di bu barikat.

Nasıl çılgınca ve ama nasıl kahramanca bir meydan okuyuş! Bu eski mahalle bir kahramandır! Mahalle ve istihkâm yardım ediyorlardı birbirlerine; mahalle barikata, barikat da mahalleye yaslanmış durmaktaydı. Afrika generallerinin stratejilerinin gelip parçalandığı sarp bir kıyı gibi uzanıyordu barikat göz alabildiğine. Mağaraları, türlü girinti ve çıkıntıları, siğilleri ve kamburlarıyla sanki suratını buruşturuyor, dumanlar altından alaylı alaylı sırıtıyordu. Misket ateşi, biçimsizlik içinde yitip gidiyordu orada. Mermiler oraya saplanıyor, sonra hemen gömülüp batıyordu. Gülleler ancak delikleri delebilmekteydiler. Bir hercümerci topa tutmak neye yarar sanki? Savaşın en dayanılmaz, en vahşi görüntülerine bile şerbetli olan alaylar, dev yapılı bir yabanıl hayvana benzeyen bu istihkâma enikonu kaygılı gözlerle bakmaktaydılar.

Hemen bir çeyrek fersah ötede, Château-d'Eau yakınındaki caddeye açılan Temple Sokağı'nın Dallemagne mağazasının vitriniyle meydana gelen köşesinden cesaret edip de başını uzatabilenler, uzakta, kanalın ötesindeki Belleville yokuşuna yükselen sokakta, yokuşun ta tepesinde acayip bir duvar fark ediyorlardı. Evlerin ikinci katlarının hizasındaydı bu duvar, sağ yakadaki evlerle sol yakadakileri birleştiriyordu. Birdenbire kapanmak için, en yüksek duvarını kendiliğinden ikiye katlamıştı sanki sokak. Duvar taştan örülmüştü. Soğukluk etkisi uyandıracak kadar dümdüz ve dosdoğru bir dikey duvardı bu. Gönye ile düzeltilmiş, alay ipiyle çekilmiş ve duvarcı çekülüyle çizilmişti âdeta. Çimentoyla örülmüş değildi gerçi; ama bu, bazı eski Roma duvarlarında da görüldüğü gibi, sert mimarisine ters düşmüyordu. Derinliği yüksekliğine bakılarak tahmin edilebilirdi kolayca. Üst tabanı alt tabanına matematiksel bir kesinlikle paraleldi. Kurşuni yüzeyinde, siyah iplikleri andıran mazgallar görülüyordu yer yer. Bu mazgallar, eşit aralıklarla ayrılmışlardı. Göz alabildiğine ıssızdı sokak. Bütün kapı ve pencereler kapalıydı. Ve en dipte, sokağı tam bir çıkmaz sokak haline sokan bu duvar yükseliyordu; hareketsiz, sakin duvar... Hiç kimse görünmüyordu orada. Ve dipsiz bir sessizliğe gömülüydü ortalık; geçin gürültüyü, bir soluk bile yükselmiyordu. Mezar. Ve parlak haziran güneşi, bu ürkünç şeyi ışığa gark ediyordu.

Bu da Temple Mahallesi'nin barikatıydı. Gelip görünce, bu gizemli hayalet karşısında derin düşüncelere dalmamak imkânsızdı. En gözü pekler, en gözünü budaktan sakınmazlar için bile... İyice ayarlanıp düzene konmuş, derli toplu, istiflenmiş, hizaya sokulmuş, uyumlu bir hali vardı. Ama aynı zamanda hazindi de. Fen ile gizem el ele, iç içeydi burada. Barikat kumandanının hem matematik bilgini hem de bir hayalet olduğu daha ilk bakışta fark edilmekteydi. İnsanlar bu barikatı görür görmez, birdenbire alçak sesle konuşmaya başlıyorlardı.

Binde bir, bir Tanrı kulu -er, subay ya da halk temsilcisi- bu ıssız yolu kat etmeyi göze alacak olursa, tiz bir ıslık yükseliyordu hemen karşı taraftan ve cesur yolcu, yaralı ya da ölü olarak yere yuvarlanıyordu. Ya da yolcu, bir mucize sonucu kurtulduğunda, ıslık sesiyle gelen merminin kapalı bir panjura, bir duvar alçısına, taşlar arasındaki harca saplandığı görülüyordu rastgele. Mermi yerine bazen de bir misket oluyordu gelen; çünkü barikattakiler, dökme demirden iki havagazı borusunun birer ucunu kıtık ve kille tıkamak suretiyle, iki küçük top yapmayı da başarmışlardı. Boş yere barut harcamamaktaydılar katiyen; hemen hemen her atış tam isabet kaydediyordu. Duvar diplerinde ölüler, kaldırımlar üzerinde kan birikintileri vardı. Beyaz bir kelebeğin salına salına uçuştuğunu anımsıyorum; yaz mevsimi hakkını aramaktan vazgeçmemişti. Kapı önleri yaralılarla doluydu. Görünmeyen bilileri size nişan alıyormuş duygusuna kapılıyordunuz ve boydan boya bütün caddenin hedef tutulduğunu anlıyordunuz hemen.

Mahallenin girişindeki kemerli kanal köprüsünün meydana getirdiği balık sırtının arkasına toplanmıştı "Hücum Birliği." Ölüm saçan bu kasvetli istihkâmı, bu ürkütücü hareketsizliği ve bu aldatıcı ilgisizliği kaygıyla seyrediyordu askerler. Bazen biri, kasketinin karşıdan görünmemesine dikkat ederek, kemerin tepesine kadar sürünüyordu yüzükoyun.

Gözü pek Albay Monteynard, ürpererek ama hayranlıkla bakıyordu barikata. Yanındaki temsilciye, "Nasıl da yapmışlar!" dedi. "Ne bir eksik ne bir fazla taş var. Porselen gibi."

Tam o sırada bir kurşun göğsündeki nişanı parçalamış, kendisi de yere yığılmıştı.

"Korkaklar!" diyorlardı. "Sıkıyorsa meydana çıksınlar hele! Görünsünler bakalım bir! Ama nerde o cesaret! Hep böyle saklanıp duracak bunlar!"

Sadece seksen kişinin koruduğu, buna karşılık tam on bin kişinin saldırdığı Temple Mahallesi barikatı üç gün dayandı. Dördüncü gün Cezayir kentlerini ele geçirmek için yapacaklarını yaptı saldıranlar; evleri deldiler, damlardan geldiler. Ve barikat alındı. O seksen korkaktan bir tanesi dahi kaçmayı düşünmedi. Biraz sonra sözünü edeceğimiz komutan Barthelemy dışında hepsi öldü orada.

Saint-Antoine barikatı, gök gürültüsüydü; Temple barikatı, sessizlik. Bu iki sığınak arasındaki fark, korkunç ile uğursuz arasındaki farktı. Birincisi bir canavar ağzıydı sanki, öbürü ise bir maske.

O karanlık, gizemli ve muazzam Haziran Ayaklanmasının bir öfke ile bir bilmeceden meydana geldiğini kabul ettiğimiz takdirde, birinci barikatın içinde ejderhanın, İkincinin arkasında ise Sfenks'in varlığını hissedebiliriz.

Bu iki kale, biri Cournet, öbürü Barthelemy adında iki adam tarafından kurulmuştu. Cournet Saint-Antoine, Barthelemy de Temple barikatını dikmişti. Ve her barikat, kendini kurmuş olanı yansıtmaktaydı.

Uzun boylu bir adamdı Cournet. Geniş omuzlu, kırmızı yüzlüydü; ezici yumrukları, cesur bir yüreği, mert bir ruhu, saf ve dayanılmaz bakışları vardı. Korkusuzdu, güçlüydü, öfkeli ve heyecanlıydı. İnsanların en içteniydi ve en korkuncuydu savaşçıların. Çarpışma, savaş, dövüş nefes almak gibiydi onun için; şenlendirirdi onu. Deniz subaylığı yapmıştı. Enginlerden ve fırtınalardan çıkıp geldiği, davranışlarından ve sesinden anlaşılırdı hemen; savaşta da kasırgayı sürdürüyordu zaten. Deha hariç, Danton'dan bir şeyler vardı Cournet'de; tıpkı Danton'da da, tanrısallık hariç, Herkül'den bir şeyler olduğu gibi...

Barthelemy ise zayıf, çelimsiz, soluk benizli ve sessiz bir adamdı. Trajedilere layık bir çocuktu; küçükken bir belediye çavuşu kendisini tokatlamıştı; gözetledi, pusu kurdu, bekledi, öldürdü onu, on yedi yaşında küreğe mahkûm edildi. Oradan çıkınca da bu barikatı yaptı.

Sonradan, kaderin cilvesine bakın ki siz, ikisi de Londra'da sürgün hayatı yaşarken, Cournet'yi öldürdü Barthelemy. Uğursuz bir düello oldu karşılaşmaları. Bir zaman sonra da Barthelemy, tutkuların rol oynadığı o karanlık maceralardan birinin çarkına kapılıp, Fransız adliyesinin hafifletici nedenler bulduğu ama İngiliz adliyesinin kesin ölümle cezalandırdığı bir felakete yol açtığı için idam edildi.

Karanlık ve içler acısı toplumsal yapının sonucu olarak, bir yandan maddesel yokluk, öte yandan ahlak düşüklüğü sayesinde, hiç şüphesiz güçlü ve hatta belki de büyük bir zekaya sahip olan bu zavallı yaratığın Fransa'da kürekle başlayan serüveni, İngiltere'de darağacında son buluyordu böylece. Sıkıya geldiğinde, yalnız korsan bayrağı çekerdi Barthelemy.

II

KONUŞULMAZ DA NE YAPILIR UÇURUMDA?

Ayaklanmanın yeraltı eğitiminde, on altı yılın büyük önemi vardır. Nitekim Flaziran 1848, Haziran 1832'den daha tecrübeliydi ve daha çok şey biliyordu. Dolayısıyla da Chanvrerie Sokağı'ndaki barikat, az önce şöyle bir anlattığımız dev barikatın yanında bir taslak, bir embriyon sayılabilirdi ancak; ama gene de, yapıldığı çağa göre müthişti.

Enjolras'm denetimi altındaki isyancılar -çünkü Marius'un hiçbir şeye baktığı yoktu artık- iyiden iyiye yararlanmışlardı geceden; barikat sadece onarılmakla kalmamış, aynı zamanda berkitilmişti; yarım metre daha yüksekti şimdi. Kaldırım taşlarının arasına saplanmış olan demir çubuklar, savrulmayı bekleyen mızraklara benziyordu. Dört bir yandan taşınıp getirilen her türlü moloz ve yıkıntı artıkları, dıştaki kargaşayı bir kat daha arttırıyordu. Tabya, içeriden duvarla, dışarıdan da çalıyla yeniden ve ustaca örülüp yapılmıştı.

Bir kale duvarına çıkar gibi yukarıya çıkmayı sağlayan taş merdiveni de kullanılır hale getirmişlerdi yeniden.

Barikatı düzene sokmuşlardı; alttaki alçak tavanlı salonu boşaltmış, mutfağı seyyar hastane haline getirmiş, yaralıların pansumanını tamamlamış, yerlere ve masaların üzerine dökülmüş olan barutu toplamış, kurşun eritmiş, mermi yapmış, sargı bezlerini hazırlamış, düşen silahları dağıtmış, tabyanın içini temizlemiş, döküntüleri kaldırmış, ölüleri götürmüşlerdi.

Ölüleri, hâlâ ellerinde tuttukları küçük Mondétour Sokağı'na yığdılar. Buradaki kaldırım taşları uzun süredir kırmızıydı. Dört tane de banliyöden gelme muhafız askeri vardı ölüler arasında. Enjolras, bunların üniformalarını bir kenara kaldırttı.

İki saat uyumalarını öğütlemişti Enjolras. Onun öğüdü demek, emir demekti. Ama ancak üç dört kişi yararlandı bu emirden. Feuilly bu iki saati meyhanenin karşısındaki duvara şu sözleri kazımakla geçirdi:


YAŞASIN TÜM HALKLAR!


Sıva üzerine kazılmış olan bu üç sözcük, 1848'de hâlâ ordaydı ve okunmaktaydı.

Kadınlardan üçü, bu gece dinlenmesinden yararlanıp büsbütün ortadan kaybolmuştu. Bu da isyancıların daha rahat soluk almalarını sağladı.

Komşu evlerden birine sığınma olanağı bulmuştu kadınlar.

Yaralıların birçoğu dövüşebilirdi, dövüşmek istiyorlardı da. Seyyar hastane haline getirilen mutfakta, şilte ve saman demetlerinden yapılmış bir sedyenin üzerinde, ikisi muhafız askeri olmak üzere beş ağır yaralı vardı. İlkin muhafız askerlerini tedavi ettiler.

Siyah örtüsü altındaki Mabeuf le direğe bağlı Javert'den başka hiç kimse kalmamıştı alt salonda artık.

Enjolras, "Burası ölüler salonu," dedi.

Ta dipteki mumla ucu ucuna aydınlanan bu salonda, ölünün bulunduğu masa direğin arkasında yatay bir çizgi gibi kaldığından, ayaktaki Javert'le yatan Mabeuf, büyük bir haçı andıran bir şekil meydana getirmekteydiler.

Yolcu arabasının oku yaylım ateşi altında kırılmıştı gerçi ama gene de bir bayrak taşıyabilecek kadar sağlam görünüyordu. Ve Enjolras dediğini daima yerine getiren gerçek bir lider yapısına sahipti. Öldürülen ihtiyarın delik deşik kanlı ceketini göndere bağladı hemen.

Herhangi bir şey yemek söz konusu değildi bundan böyle; ne ekmek vardı ne et. Barikattaki elli kişi, orada bulundukları on altı saat içinde, meyhanenin zaten yetersiz yiyeceklerini son kırıntılara değin silip süpürmüşlerdi. Saldırıya dayanan her barikat gibi burası da, belirli bir anda ve kaçınılmaz bir şekilde, tamtakır kuru bakır hale gelivermişti; katlanmak gerekiyordu açlığa.

Saint-Merry barikatında, o kahramanlara layık 6 Haziran gününün ilk saatlerindeydiler. Jeanne'ın çevresini kuşatmış, ekmek istiyordu isyancılar. Ve Jeanne, "Yiyecek!" diye bağıran bütün o savaşçılara şöyle diyordu:

"Niçin? Saat üç. Ve dörtte hepimiz ölmüş olacağız!"

Artık herhangi bir şey yemek söz konusu olmadığından, içkiyi de yasakladı Enjolras. Şarabı kaldırdı, alkolü tayına bağladı.

Ağızları özenle kapatılıp mühürlenmiş on beş kadar şişe bulmuşlardı mahzende. Enjolras'la Combeferre, bunları incelediler. Combeferre, mahzenden yukarı döndüğünde:

"Bunlar, işe bakkallıkla başlayan Hucheloup Baba'nın eski sermayesinden arta kalanlar olsa gerek!" dedi.

Bossuet:

"Halis şarap bunlar," diye açıkladı düşüncesini. "Bereket versin ki Grantaire uyuyor! Şimdi ayakta olsaydı, bu şişeleri kurtarmakta bir hayli güçlük çekerdik!"

Enjolras, çeşitli itiraz mırıltılarına kulak asmayarak, vetosunu kullandı şişeler için. Ve onları, hiç kimsenin dokunmamasını sağlamak üzere, bir çeşit kutsallaştırma amacıyla Mabeuf Baba'nın yattığı masanın altına koydurdu.

Sabahın ikisine doğru sayım yaptılar. Otuz kişiydiler hâlâ. Tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Yeniden taş kafesine yerleştirilmiş olan meşaleyi henüz söndürmüşlerdi. Barikatın içi, yani sokaktan alınan o avlu gibi yer kapkaranlıktı. Çevrede yükselen alacakaranlığın insana dehşet veren bulanıklığı ortasında, kazaya uğramış bir geminin güvertesini andırıyordu. Sürekli hareket halindeki savaşçılar, birer karaltı gibi kımıldanıyorlardı şimdi orada. Bu korkunç gölge yuvasının üzerinde sessiz evlerin katları mosmor belirmekteydi. Daha da yukarılarda bacalar ağarıyordu. Yer yer beyaza, yer yer de maviye çalan iç açıcı bir renk kaplamıştı gökyüzünü. Kuşlar mutlu cıvıltılarla uçuşuyorlardı. Barikatın dip tarafını meydana getiren yüksek ev doğuya dönük olduğundan, pembe bir parıltı belirmişti damında. Sabah meltemi, üçüncü katın küçük penceresindeki ölü adamın kır saçlarını okşamaktaydı.

Courfeyrac, Feuilly'ye:

"Meşaleyi söndürdükleri çok iyi oldu," diyordu. "Canımı sıkıyordu öyle çırpınıp duruşu rüzgârda. Korkar gibi bir hali vardı. Meşalelerin ışığı korkakların bilgeliğine benzer, titrediği için iyi aydınlatamaz."

Kuşlar gibi zihinleri de uyandırmıştı şafak. Herkes konuşmaktaydı.

Saçakta dolaşan bir kedi görmüştü Joly, bunun felsefesini yapıyordu:

"Nedir kedi?" diye sordu bağırarak. "Bir düzelticidir. Tanrı fareyi yaratınca, 'Tüh, bir yanlışlık yaptık!' demiş ve sonra da kediyi yaratmış. Farenin düzeltilişidir kedi. Kediyle fare, yaratılışın yeniden gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş şeklidir."

Çevresini almış olan öğrencilerle işçilere, ölülerden, Jean Prouvaire'den, Bahorel'den, Mabeuf'ten, hatta Cabuc'ten ve Enjolras'ın amansız kaderinden söz ediyordu Combeferre. Şöyle diyordu:

"Harmodius ve Aristogiton, Brütüs, Sezar, Stephanus, Cromwell, Charlotte Corday, Sand, bütün bunlar, bıçağı sapladıktan sonra, bir an için de olsa, kedere kapıldılar, insan yüreği öylesine heyecana hazırdır ve insan hayatı öylesine bir bilmecedir ki, siyasal bir cinayette bile, kurtarıcı bir cinayette bile -böyle bir cinayet varsa tabii- bir insanı vurmuş olmanın yol açtığı vicdan azabı, insanlığa hizmet etmiş olmanın sevincini bastırır."

Ve böylece, laf lafı aça aça, Jean Prouvaire'in dizelerine gelip dayandı söz. Oradan da Combeferre, Vergilius'un yapıtı Georgiques'in çevirilerine getirdi sözü. Raux ile Coumand'ı, Coumand ile Delille'i karşılaştırdıktan sonra Malfilâtre'ın çevirdiği bazı parçalar ve bu arada özellikle de Sezar'ın ölümündeki mucizevi yanları anlatan parça üzerinde durdu. Sezar'ın adı geçer geçmez de, Brütüs'e döndü konuşma:

"Sezar'm öldürülmesinde şaşılacak bir yan yok," diyordu Combeferre. "Cicero amansızca davranıyordu ona karşı. Ve haklıydı. Katiyen bir kınama, bir yerme, bir aşağılama değildir aslında bu şiddet. Fakat Zoile ve Cicero farklıdırlar. Zoile Homeros'a, Maevius Virgilius'a, Vise Moliere'e, Pope Shakespeare'e, Frenon Voltaire'e hakaret ederken, eski bir kıskançlık ve kin yasası gerçekleşmiş oluyordu: Dehalar sövgüyü çeker, büyük adamlar az ya da çok hakarete uğramışlardır her zaman. Cicero, Brütüs'ün adaleti kılıçla yerine getirdiği yerde, fikirle savunmasını yapar adaletin. Ben kendi payıma şu birinci adaletin, yani kılıcın aleyhindeyim. Ama eskiçağ kabul ediyordu bunu. Sezar, Rubicon'u aşmakla, halktan gelen nişan ve rütbeleri kendisinden geliyormuş gibi dağıtmakla, Senato üyeleri toplantıya girerken ayağa kalkmamakla, nerdeyse bir zorba gibi davranmış oluyordu. Büyük adamdı, yazık! Ya da, ne iyi! Çünkü ibret, en iyi derstir!"

Bossuet, bir taş yığınının üzerine çıkmıştı. Tepeden bakıyordu konuşanlara. Sonra birden bağırdı:

"Ey Cydathenaecum, ey Myrrhinus, ey Probalinthe, ey AEantide'nin güzelleri! Ah, Homeros'un dizelerini bir Lavrionlu ya da bir Edapteonlu Eski Yunanlı gibi okumak kudretini bana kim bahşedecek?"

III

AYDINLANMA VE KARARMA

Evler boyunca süzülerek Mondétour Sokağı'ndan çıkıp bir keşfe çıkmıştı Enjolras.

Hemen belirtelim ki umut içindeydi isyancılar. Gece saldırısını püskürtmeleri, şafak sökerken başlayacak saldırıyı nerdeyse küçümsemelerine yol açmaktaydı. Alaycı bir gülümseyişle bekliyorlardı sabah saldırısını. Davalarına inandıkları kadar kazanacaklarına da inanmaktaydılar. Kaldı ki kendilerine bir yardım da gelecekti mutlaka. Hesaplarını ona göre yapıyorlardı. Fransız savaşçısının gücünü yaratan o kâhince öngörü kolaylığıyla, başlayacak olan günü, üç evreye bölmekteydiler: saat altıda, "çoktan davaya kazanılmış" bir alay onların safına geçecekti açıkça; öğle vakti tüm Paris ayaklanmış olacaktı; güneş batarken de devrim tamamlanmış olacaktı. Saint-Merry'nin dünden beri bir dakika bile susmayan alarm çanı gene işitilmekteydi; büyük barikatın, Jeanne'ın barikatının hâlâ aslanlar gibi dayandığını gösteriyordu bu.

Yeniden göründü Enjolras. Karanlıktaki tasalı kartal, gezisinden dönüyordu. Bir an kollarını kavuşturup, arkadaşlarının umut dolu konuşmalarını dinledi. Sonra, artık iyice belirginleşen sabah aydınlığında taze ve canlı bir sesle konuşmaya başladı:

"Savaşa bütün Paris ordusu katılıyor. Bu ordunun üçte biri, sizin içinde bulunduğunuz barikata yüklenmekte. Ayrıca muhafız askerleri de var. Bu arada, beşinci taburun kasketleriyle altıncı alayın bayraklarını rahatça seçebildim. Bir saate kadar saldıracaklar üstünüze. Halka gelince; dün kaynayan halk, bu sabah kımıldamıyor bile. Beklenecek ya da umulacak en ufak bir şey yok. Yardıma gelecek bir alay olmadığı gibi ayaklanacak bir mahalle de yok. Yüzüstü bıraktılar sizi."

Savaşçı kümelerinin üzerine düşen bu sözler, bir sağanağın ilk damlalarının bir arı sürüsü üzerindeki etkisini yaratmıştı; hepsi durdular. Ölümün uçtuğu, duyulabilecek, dile gelmez bir sessizlik oldu.

Çok kısa sürdü bu an. Sonra kümelerin en karanlık dibinden gelen bir ses yükseldi birdenbire:

"Öyle olsun! Altı metreye yükseltelim barikatı. Ve hepimiz burada kalalım. Yurttaşlar, ölerek protesto edelim bunu! Halk cumhuriyetçileri yüzüstü bıraksa bile cumhuriyetçilerin halkı yüzüstü bırakmayacaklarını ispatlayalım!"

Herkesin zihnini bireysel kaygıların ağır bulutundan kurtarmıştı bu sözler. Heyecanlı bir alkış koptu.

Hiçbir zaman öğrenilemeyecekti bu konuşmayı yapan adamın adı; herhangi bir işçiydi belki, belki de bir yabancıydı, unutulmuş biri, kahraman bir yolcuydu ya da. Belirli anlarda son sözü söyleyen ve yüce bir şekilde söyleyen, daima insansal bunalımlara ve toplumsal doğuşlara katılıp bir şimşeğin aydınlığında bir dakika için halkı ve Tanrı'yı temsil ettikten sonra karanlıklar arasında yiten o soylu ve kutsal adsızlardan biriydi işte!

6 Haziran 1832'nin havasını öylesine doldurmuştu ki bu sarsılmaz karar, hemen hemen aynı saatte Saint-Merry barikatında da isyancılar, mahkeme tutanaklarına geçen şu tarihsel çığlığı atıyorlardı:

"İster gelsinler bize yardıma, ister gelmesinler; ne çıkar! Burada, en sonuncumuza kadar kendimizi ölüme atalım!"

Görüldüğü gibi, mekân ve madde bakımından birbirinden ayrı olan bu iki barikat, aynı ruh yüceliğini bölüşmekteydi.

IV

BEŞ EKSİK, BİR FAZLA

Ölerek protesto etme kararını alan o adsız savaşçı konuşup da, ruhları birleştiren formülü ortaya koyduktan sonra, anlaşılmaz şekilde mutlu, korkunç ve acıklı, zafer yüklü bir haykırış yükselmişti tüm göğüslerden:

- Yaşasın ölüm! Hepimiz buradayız!

- Niçin hepimiz? diye sordu Enjolras.

Aynı haykırış yükseldi:

-Hepimiz! Hepimiz!

Enjolras:

- Yer iyi, barikat sağlam... dedi. Otuz kişi yeter. Neden kırk kişiyi feda edelim?

Buna hep bir ağızdan:

- Çünkü hiçbirimiz gitmek istemiyoruz buradan! diye cevap verdiler.

Enjolras:

- Yurttaşlar! diye bağırdı.

Öfkeli bir titreme vardı sesinde. Aynı sesle devam etti:

- Cumhuriyet insandan yana savurganca harcamalar yapacak kadar zengin değildir. Gururlanma demek, israf demektir. Bazıları için buradan gitmek bir ödevse, bu ödev de herhangi bir başka ödev gibi yerine getirilmelidir.

İlkelere bağlı bir adamdı Enjolras. Bundan dolayı da dindaşları üzerinde mutlak bir egemenliği vardı. Ve mutlak egemenliğe rağmen o anda, orada mırıldanmalar oldu. Gelgelelim tepeden tırnağa bir komutan olarak yaratılmıştı Enjolras. Memnun kalınmadığını görünce ayak diredi ve azametli bir tavırla sordu:

- Otuz kişi kalmaktan korkanlar kimler?

Mırıldanmalar arttı. Savaşçı kümelerinin birinden gelen bir ses:

- Buradan gidin demek kolaydır, dedi. Barikat her yandan kuşatılmış durumda.

Enjolras'ın cevabı hazırdı buna:

- Halles'den yana değil. Mondétour Sokağı'nda kimse yok. Precheurs Sokağı'ndan geçilerek Innocents Çarşısı'na ulaşılabilir.

Bir başka ses:

- Orada da yakayı ele verir insan, dedi. Bir alayın ya da bir karakolun kucağına düşersin. Sırtında işçi ceketi, başında kasketle geçerken görürler seni, "Nereden geliyorsun bakalım?" diye sorarlar. "Sakın barikatlardan olmasın?" Sonra da ellerine bakarlar; "Barut kokuyorsun!" derler ve kurşuna dizerler.

Buna hiç karşılık vermedi Enjolras, Combeferre'in omzuna dokundu sadece. Ve ikisi alt salona indiler, çok geçmeden de döndüler yukarıya. Enjolras, ileri doğru uzattığı ellerinde, daha önce bir kenara ayırmış olduğu o dört üniformayı tutuyordu. Combeferre de palaskaları, kayışları ve tüylü asker kasketlerini kucağında taşıyarak arkasından gelmekteydi.

Enjolras:

- Bu üniformayla insan askerlerin arasına karışıp kolayca kaçabilir, dedi. İşte dört üniforma.

Böyle diyerek, taşları sökülmüş sokağa attı üniformaları.

Gene hiçbir kımıldayış görülmedi savaşçılarda. Bunun üzerine Combeferre başladı konuşmaya:

- Hadi bakalım, biraz acıma duygularınızı geçirin harekete! Hem burada söz konusu olan nedir, biliyor musunuz? Kadınlarla çocuklardır. Bunu iyi belleyin: Kadınlar var mı yok mu bu dünyada? Çocuklar var mı yok mu? Ayaklarıyla beşik sallayarak bir yığın yavru büyüten analar var mı yok mu bu dünyada, söyleyin! Çocuğunu emziren bir kadının göğsünü hiç görmemiş olan var mıdır aramızda, varsa parmağını kaldırsın! Siz kendinizi öldürtmek istiyorsunuz, tamam. Şimdi size seslenen ben de onu istemekteyim. Ama ben, çevremde kollarını büken kadın hayaletleri görmek istemiyorum. Ölün, tamam; ama öldürmeyin. Birazdan burada gerçekleşecek olana benzer cinsten intiharlar, yüce girişimlerdir. Ama intihar olayının kendisi dardır, genişletmeye ve yaygınlaştırmaya gelmez. Hele yakınlarınızı kapsamına aldığı zaman, intiharın adı cinayet olur. Küçük sarışın kafaları ve ağarmış saçları düşünün. Dinleyin beni. Biraz önce Enjolras, kendisi anlattı bana,

Le Cygne Sokağı'ndaki binalardan birinin beşinci katında bir pencerede, mum ışığında bir ihtiyar kadın başı görmüş; bütün geceyi beklemekle geçirmiş olan o kadın belki de aranızdan birinin anasıdır. İşte ben de diyorum ki, içimizdeki o kimse gitsin hemen. Gitsin ve anasına, "Anacığım, işte ben geldim!" desin. Ve içi rahat etsin. Bilsin ki burada kalanlar gerekeni kusursuz biçimde yapacaklardır. İnsan emeğiyle yakınlarım destekliyorsa, kendini feda etme hakkına sahip olamaz. Ve hele kız çocuğu olanlar! Ve hele kız kardeşi olanlar! Düşünebiliyor musunuz? Siz kendinizi öldürteceksiniz, ölüp gideceksiniz, iyi pekâlâ. Peki yarın ne olacak? Yiyecek ekmek bulamayan genç kızlar, korkunç bir durumdur bu! Erkek dilenir, kadın satar. O şarkılar söyleyen, şakıyan, canlı birer parfüm gibi evlerimizi süsleyen, gurur veren o tapınılası zarif yaratıklar, bakirelikleriyle meleklerin varlığını ispatlayan o eşsiz varlıklar, o Jeannette'ler, Liseler, Mimi'ler... düşünün bir kere! Yarın hepsi aç kalacak! Daha ne diyeyim istiyorsunuz? Bu dünyada bir insan eti pazarı da var; ve sizler, ölü ellerinizle engelleyemezsiniz onların o pazara girmelerini! Sokağı düşünün, gelen geçen erkeklerle tıklım tıklım dolu kaldırımları getirin gözlerinizin önüne, ve orada yarı çıplak bir halde çamurların içinde bekleşen kadınları hayal edin. Düşünün ki onlar da bir vakitler tertemiz varlıklardı. Sefalet, fuhuş, ahlak zabıtası, hapishane: İşte o mayıs çiçekleri gibi taptaze ve pırıl pırıl kız kardeşleriniz ve çocuklarınızın düşecekleri yerler! Siz kendinizi öldürttünüz, öyle ya! Öyle ya, burada değilsiniz artık! Halkı krallığın boyunduruğundan kurtarmak istediniz: Kızlarınızı polise teslim ediyorsunuz! Dostlarım, beni dinleyin dikkatle: Kadınları, talihsiz kadınlarımızı düşünmek pek adet olmamıştır. Onların erkek eğitiminden geçmemiş oluşu bizlerce bir güven kaynağıdır. Okuyup yazmaları engellenir, düşünmeleri engellenir, politikayla uğraşmaları engellenir kadınların; ama aynı kadınların bu akşam morga gidip sizin ölülerinizi teşhis etmelerini engelleyebilir misiniz? Evet, arkadaşlarım! İçinizde aile sahibi olanların bize yardım edip buradan gitmeleri ve bizi işi tek başımıza görmeye bırakmaları gerekli. Biliyorum, gitmek cesaret ister; zordur gitmek. Ama zor olduğu oranda da şereflidir, inanın! Sonra bir de bu işin yarını var; gitmediğiniz takdirde siz o yarını görmeyeceksiniz, ama düşünün ki aileleriniz görecek. Hem de ne acılarla! Şimdi gözlerinizin önüne bir çocuk getirin. Sağlıklı, güzel, cici, elma yanaklı, gülen, oynayan bir çocuk. O çocuk kaderine terk edildiği zaman ne hale geliyor bilir misiniz? Ben biliyorum, gördüm öyle terk edilmiş bir çocuk. Babası ölmüştü, komşuları almışlardı yanlarına, ama onların da kendi yiyecekleri yoktu. Açtı çocuk, mevsim kara kıştı. Ağlamıyordu hiç. Durmadan sobanın yanına gidiyordu, oysa soba yanmıyordu ama boru, hep bildiğiniz gibi, killi toprakla sıvanmıştı. Çocuk işte o topraktan küçücük parmaklarıyla parçalar koparıyor ve yiyordu. Boğuk hırıltılar çıkarmaktaydı soluk yerine, yüzü bembeyazdı, bacakları tutmuyordu, karnı davul gibiydi. Hiçbir şey söylemiyordu. Konuşuyorlardı, hiç cevap vermiyordu. Ve öldü sonunda. Nöbetçi doktor olduğum Necker Hastanesi'ne getirdiler, orada gözlerimin önünde öldü. Midesini açtıklarında çamur gibi bir topak çıkardılar. Şimdi aranızda baba olanlar, o çocuğun kendi çocuğu olduğunu hayal etsin bir an! Ve kalplerinin sesini dinlesinler. İstatistikler terk edilmiş çocuklarda ölüm oranının yüzde elli beş olduğunu ortaya koymakta. Bir daha söylüyorum. Kadınlar, analar, genç kızlar ve çocuklardır burada söz konusu olan. Size sizden söz eden yok! Tek tek sizin ne olduğunuzu gayet iyi biliyoruz. Daha dün öğrenmiş değiliz nasıl kahramanlar olduğunuzu! Yüceler yücesi ereğimiz uğruna ölmenin zafer sevincini ruhlarınızda taşıdığınızı bilmeyen yok! Gene hepimiz biliyoruz ki hepiniz de, haklı olarak, yararlı bir şekilde ölmenin mutluluğunu tatmak istiyorsunuz. Zaferdeki payınıza sımsıkı ve haklı olarak bağlısınız! Bunu da biliyoruz. Ama bu dünyada siz yalnız değilsiniz, başkaları var düşünmeniz gereken. Ve bilmeniz gereken bir de gerçeklik var; size bencillik yaraşmaz!

Kaygılı bir tavırla başlarını önlerine eğmişlerdi.

Bu yükseliş anlarında insan yüreğinin akıl almaz çelişmeleri vardır. Yukarıdaki sözleri söyleyen Combeferre öksüz değildi. Öyleyken başkalarının analarını hatırlamakta, ama kendi anasını unutmaktaydı! Ve öldürtecekti kendini. Yani o da "bencil"di.

Marius açtı, ateşi vardı. Birbiri ardı sıra bütün umutlara veda etmiş; batışların en dipsizine, kedere dalmıştı. Sonun yaklaştığını seziyordu; ve bu, derin bir heyecan veriyordu ona. Gönüllü olarak kabul edilen ölüm saatini önceleyen hayal âlemine benzer şaşkınlığın içine gömülüp gitmişti.

Kederin ve mutsuzluğun da sonsuz bir zevki vardır. İşte o noktaya gelmişti Marius. Her şeye, sanki kendisi her şeyin dışındaymış gibi bakıyordu. Gözlerinin önünde akıp geçen olaylar, pek uzaklarda olup biten şeylermiş gibi geliyordu ona. Bütünü kavrıyordu ama ayrıntıları algılayamıyordu. Bir parıltı arasından görüyordu gidip gelenleri. Ve sesleri bir uçurumun dibinden yükseliyormuşlar gibi işitmekteydi.

İşte bu duygulanma içinde bir tek tasası, gerçekleştirmek istediği bir tek düşüncesi vardı artık: Ölmek! Ve bu düşünceden katiyen ayrılmak istemiyordu. Yalnız, bu derin uyurgezerlik içinde kendisini ölüme atarken, aniden kavradı ki başkalarını kurtarmak hiç de yasak değildir.

- Enjolras'la Combeferre'in hakları var, dedi. Durup dururken fedakârlık etmek olmaz! Ben de onlara katılıyorum. Üstelik elimizi çabuk tutmamız gerek. Combeferre kesin konuştu: "Aranızda ailesi, anası, kız kardeşi, karısı, çocukları olanlar saflardan çekilsin!"

Kimse kımıldamadı gene. Marius haykırdı:

- Evli erkekler, aile direği olanlar, saflardan dışarı!

Sözü geçerdi Marius'un. Enjolras barikatın komutanıydı ama Marius kurtarıcıydı.

- Emrediyorum! diye bağırdı Enjolras.

- Sizden rica ediyorum, dedi Marius.

Ancak o zamandır ki, Combeferre'in sözleriyle heyecanlanan, Enjolras'm emriyle sarsılan, Marius'un ricasıyla da duygulanan bu kahraman savaşçılar uyarmaya başladılar birbirlerini.

Nitekim bir delikanlı, olgun bir adama:

- Doğru, evet... diyordu. Sen aile babasının, git buradan.

Adamsa:

- Asıl senin gitmen gerekli, diye karşılık veriyordu ona. Avucuna bakan iki kız kardeşin var senin de!

İnanılmaz bir çekişme patlak veriyordu böylece. İnsanlar, kendilerini mezarın kapısından kovdurmamak için, işitilmedik bir çabaya girişiyorlardı.

- Çabuk olalım, dedi Courfeyrac. Birazdan iş işten geçmiş olacak!

Enjolras çözüm önerdi:

- Yurttaşlar! Burada cumhuriyet var, dolayısıyla da genel oylama her şeyin üstündedir. Gitmesi gerekenleri doğrudan doğruya siz kendiniz seçin!

Bu öneri kabul edildi. Birkaç dakika sonra da oybirliğiyle seçilen beş savaşçı saflardan ayrıldılar.

- Ama bunlar beş kişi! diye bağırdı Marius. Oysa ortada topu topu dört üniforma var.

Beş savaşçıdan biri hemen atıldı:

- Bu durumda birimizin kalması gerekiyor elbette!

Ve yeniden başladı ölüm kuyruğuna girme yarışı:

- Seni seven bir eşin var, bırakamazsın onu!

- Ama senin de yaşlı bir anan var!

- Peki ya senin üç kardeşin ne olacak?

- Sen de beş çocuk babasısın, unutma!

- Sen daha on yedi yaşındasın, yaşamak en doğal hakkın, git buradan!

Bu büyük devrim barikatları, kahramanlıkların el ele verdiği yerdi. En inanılmaz şeyler hemencecik olağanlık kazanıyordu burada.

- Çabuk olun! diye tekrarladı Courfeyrac.

Marius'a bağırdı gruplar:

- Kalması gerekeni siz seçin!

Artık hiç heyecan duymadığını sanan Marius, ölüme gidecek bir adam seçeceğini düşününce sarsıldı ve sapsarı kesildi. Kendisine gülümseyen beş adama doğru ilerledi. Her birinin gözlerinde hep o yüce özveri alevi parlamaktaydı.

Ne yapacağını bilemiyordu Marius. Bir onlara, bir de yerdeki dört üniformaya bakıyordu. Ve tam o sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Bir beşinci üniforma, gökten düşer gibi, öbür üniformaların üstüne düştü; beşinci adam kurtulmuştu!

Başını kaldırdı Marius, Mösyö Fauchelevent'ı tanıdı.

Jean Valjean barikattan içeri girmişti. Nasıl geldiği belli değildi. Mondétour Sokağı'ndan geçerek ilerlemişti. Üzerindeki muhafız üniforması sayesinde kolayca geçmişti sokaktan, isyancıların Mondétour Sokağı'na yerleştirdikleri nöbetçi, tek başına gelen bir muhafız askeri için alarm vermeyi gereksiz bulmuş olmalıydı.

Jean Valjean'ın istihkâma girdiğini de fark etmemişti hiç kimse. Bütün gözler, beş ölüm adayı ile yerdeki dört üniformaya dikiliydi. Dolayısıyla da her şeyi görüp işitmişti Jean Valjean; ve sessizce elbisesini çıkarıp öbür üniformaların üzerine atmıştı. Heyecan içindeydi.

- Kim bu adam? diye sordu Bossuet.

- Başkalarını kurtaran bir adamdır bu, dedi Combeferre.

- Ben tanıyorum, diye tamamladı Marius kısık sesle.

Marius'un ona kefil olduğunu duyunca içlerine su serpilmişti.

Enjolras, Jean Valjean'a dönerek:

- Hoşgeldin, yurttaş... dedi.

Ve ekledi:

- Öleceğimizi biliyorsun, değil mi?

Jean Valjean ona cevap verme gereği duymaksızın, kurtardığı savaşçının üniformayı giymesine yardım etti.

Continuar a ler

Também vai Gostar

44.6K 3.1K 55
Jane Austen, 1815'te, 39 yaşındayken tamamladığı Emma'nın en sevdiği romanı olduğu söyler. Aşk ve Gurur ve Mansfield Parkı gibi romanların yazarının...
5.4K 425 64
This is my first English story. I mostly used "first-person perspective" and gave MC a talent but I hope you like it anyway. A/N: Yeteneğiniz diğer t...
37.9K 1.4K 9
Olağanüstü Bir Gece, seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız varoluşunu sürdürürken giderek duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deney...
2.3K 1.4K 16
İNSANIN DEĞİŞTİĞİNİN FARKINA VARDIRAN NEDİR?KİŞİDE SAHTE YÜZLER OLUŞMASI MI YOKSA YÜZLERİNİN SAHTE ÇIKMASI MI? Sahtelikten haberin yokken bir anda or...