Kırmızı Anahtar

Par EsraCanlii

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... Plus

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 58: Yol Ayrımı
Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı

61.6K 4K 6.2K
Par EsraCanlii

-Balıklar...

İrili ufaklı, siyah bir yığın halinde üzerime gelen çok fazla balık... Çocukluğuma dair hatırladığım ilk anı bu.

Dört yaşlarındaydım. Babamla bir göl kenarındaydık. Bana anlatılana göre, babam balık tutuyor bense kovada çırpınan balıkları seyrediyordum.

Sonra birden bir el yakalarımdan tutup beni havaya kaldırdı. Etrafımızda bazı kalabalıklar oluşmuştu. Birileri babamın kollarından tutup hareket etmesini engellerken, beni kucağına alan adam göle doğru yürümeye başladı. Sonra birden durdu. Beni kolumdan kavrayıp tıpkı bir raket sallar gibi gölün içine savurdu.

Kasım ayıydı. Göl soğuktu. Çok soğuktu. Vücudum gölün tabanına değdiğinde sırtımda bir ağırlık hissettim. Adam, suyun yüzeyine çıkmamam için ayağıyla sırtımı bastırıyordu. Önce çırpınmaya başladım. Ama ben çırpındıkça etrafımdaki balıklar hızla hareket edip sağa sola kaçıyordu. Kimisi yüzüme çarpıyordu, kimisi karnıma...

Korktum. Balıklar üzerime gelmesin diye hareket etmemeye karar verdim. Ama ben kımıldamasam da balıklar hiç azalmıyordu. Küçük, siyah gözleri vardı. Her birinin, siyah, yuvarlak, küçük gözleri... Yanımdan geçerken bana bakıyorlardı. Tıpkı, benim az evvel onların kovadaki çırpınışlarını izlemem gibi... Onlar da benimkini izliyordu. Dayanamayıp gözlerimi kapadım.

'Baba' diye bağırmak istiyordum. Ama ağzımı her açışımda dışarıya kelime çıkmıyor, aksine içeriye bir şeyler giriyordu. Soluk boruma, ciğerime kadar... Ağzımı açmam su yutmak dışında hiçbir işe yaramıyordu. O an ben hiçbir işe yaramıyordum. Hareket edemiyor, gözlerimi açamıyor, sesimi çıkartamıyordum. Tıpkı felçli bir hasta gibi...

Adam, yaklaşık iki dakika sonra ayağını sırtımdan çektiğinde hızla yüzeye çıktım. Etrafı bulanık görüyordum. Bir yandan çırpınıyor, bir yandan da öksürüyordum. Bağırmaya başladım. Soğuktan tüm vücudum uyuşmuştu. Kulaç atamıyor, suyun içinde bir batıp bir çıkıyor, hiçbir yere ilerleyemiyordum.

Sonra birden bulanık görüntü netleşmeye başladı. Maviliğin dışından, içine doğru yeşil bir renk hareket ediyordu. Hızla ve hızla... Yeşil renk, bana doğru yaklaşıp iki koluyla beni tuttuğu gibi soğuk gölün içinden çıkardı. Gözlerimi hafifçe aralayıp yeşil renge doğrulttuğumda karşımda soluk soluğa kalmış kamuflajlı bir asker gördüm.

O gün iki şey öğrendim. Birincisi, babamın düşmanları vardı. Ve ikincisi askerler onları yenmişti. Eğer ben de... Ben de bir asker olursam ben de onları yenebilirdim. Babamı, ailemi koruyabilirdim.

+O gün mü karar verdin asker olmaya? (Gözümden süzülen bir damla yaşla, Yağız'ın konuşmasını bölmüştüm.)

-Kahramanlık hikayeleriyle büyüyen sıradan bir erkek çocuğuydum. O an beni, bir asker değil de bir heykeltıraş kurtarsaydı, şu an muhtemelen boynumda fularımla, Roma'da açtığım üçüncü sanat galerisinin dekorasyonuyla uğraşıyordum.

+Sonra? (Yağız'ın her muhabbeti her an alay seviyesine getirecek kabiliyeti vardı.)

-Sonra... Sonra öğrendim ki babam sandığımdan daha zor bir hayat yaşıyor. Sanki sadece bir savcı değil, Tanrı'nın yeryüzündeki terazisi gibi... Tüm adalet sistemini o yönetmek, bu çarpık anlayışı o düzeltmek istiyor sanki. Başını sürekli belaya sokan, ailenin küçük, şımarık çocuğu gibi davranıyor. Dedem her defasında bunu söylüyor babama. Amcam, her defasında bunu söylüyor. Sürekli, birilerinin elinden kurtarıyorlar babamı. Her gece tartışma, her gece 'ailemi alıp çeker giderim' tehditleri, mirasımdan koklatmam restleri...

Gerçi, dedeme kalsa o her iki oğlundan da memnun değil. Büyük oğlu evlenmiyor, küçük oğul babam ise tek varisi olan beni, şirket işlerine yöneltmek yerine askeri üniforma içine sokmayı yeğliyor. Köklü, güçlü bir ailenin ferdi gibi değil de, Anadolu'nun ücra bir köşesinden çıkmış, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığından cesur geçinen savsak bir hukukçu gibi görüyorlar babamı...

Herkes uyarıyor; babası, kardeşi, çevresi... Bir gün seni biz bile kurtaramayacağız diyorlar, sürekli bunu tekrarlıyorlar. Ama babam bir türlü vazgeçmiyor. Gözünün önünde oğlunu öldürmeye çalışıyorlar. Rastgele yoldan geçen bir jandarma aracı olmasa, o gölden oğlunun cesedini çıkaracaklar mesela. Ama o vazgeçmiyor işte. O vazgeçmedikçe, o birilerinin kovanına çomak sokmaya devam ettikçe etrafımızda bir anda beliren adamların sayısı da artmaya devam ediyor.

Tıpkı o göl kenarında olduğu gibi bir anda ortaya çıkan, evimizi talan eden, babamın, annemin kafasına silah dayayan, tehdit telefonları açan, bizi bir şekilde sürekli taciz eden adamların sayısı sürekli artıyordu.

Bense büyüyordum. Her gece rüyalarımda siyah, küçük, binlerce balıkla dolu bir gölün içinde çırpınarak büyüyordum. Çok uzun bir süre küçük bir akvaryumla dahi göz teması kuramadım. Balık yiyemedim. Bir kova dolusu balığın can çekişmesini izledikten saniyeler sonra gölün içinde tıpkı onlar gibi çırpınmıştım. Eğer balık yersem, bir gün bir balığın da beni yiyeceğini düşünüyordum. Bence dört yaşındaki bir çocuk için gayet makul bir denklem.

Sonra... Sonra bir gün babam elinde bir kitapla geldi. Kitabın üzerinde Kurşun Asker yazıyordu. Önce babamın, asker olma fikrimi sevdiği için bana böyle bir kitap hediye ettiğini düşündüm. Ama sonra kitabı okuyunca gerçek sebebin bu olmadığını anladım. Kitapta, fırtınalı bir günde pencereden içeriye dolan rüzgara kapılarak metrelerce yükseklikten aşağı düşen bir asker vardı. Asker, yağmur sularına karışıp denize kadar gelmişti. Ardındansa bir balık tarafından yutulmuştu.

Babam, kitabı bitirdiğimde bana aynen şunu söyledi:

"Sen balığı yemezsen balık da seni yemez diye bir şey yok. Dört yaşındaki bir çocuk da olsan, hakim de olsan, savcı da olsan, tam teçhizatlı bir asker de olsan balıklar seni yer. Eğer bir balığa yem olmak istemiyorsan onlar seni yemeden önce tüm balıkları senin yemen lazım."

O gün, henüz dört yaşındayken babamdan aldığım bu hayat dersi ile dünyadaki düzenin nasıl tesis edildiğini öğrendim. Güçlü, her şeye rağmen doğru bildiğinin peşinden gidebilmeyi babam sayesinde öğrendim. Hırslı bir çocuk oldum.

Gölün içinde üzerime gelen balıkları gece uykularımda sayıklarken, gündüzleri onları rakama çevirmeyi öğrendim. Zamanla balıkların yerini kümeler, a şehrinden b şehrine giden araçlar, havuzları dolduran musluklar aldı. Matematikle tanıştım. Her şeyin kesin, net bir cevabının olduğu, yoruma kapalı bir sistem... Doğru veya yanlış, siyah ya da beyaz. Bu keskinliği, belirliliği sevdim.

Hafızam, matematiğin keskin yüzüyle bilendiği için tüm hatıralarım yaşamım boyunca peşimi bırakmadı. Bu bir ödül mü yoksa bir lanet mi kestiremiyordum. Ama kuşkusuz oldukça ilgi çekiyordum.

Yedi yaşında katıldığı bir okul müsameresinde, on iki kişilik ekibin yarım saat sürecek tiyatrosunun tüm diyaloglarını tek bir okumada ezberleyen bir çocuk şüphesiz ilgi çeker. On bir yaşında, lise sondaki matematik hocasının hatalarını düzelten bir çocuk, on dördünde Kuleli Askeri Lisesi'ne birincilikle girerek genç bir subay adayına dönüşür.

Tuhaf değil mi? Sadece bir balık tarafından yutulmak istemeyen küçük bir çocuktum. Bu korkunun hayatımın dönüm noktası olması, tuhaf değil mi?

+Tuhaf olan böylesine yetenekli bir çocuğun askeri vesayet altına girmesi. Olimpiyatlara katılabilir, tezler yazabilir, yurt dışında eğitim veren pek çok kurumda çok iyi yerlere gelebilirdin. İyi bir akademisyen, profesör, belki bilim adamı olabilirdin. Bunlar dururken tek tip giysilerle emir komuta sistemine dahil olmak neden? Sadece babanın isteği yüzünden üstelik...

-Vasiyeti... Babamın vasiyeti yüzünden... Gizli dosyalarını, birtakım belgeleri, onun için önemli olan her şeyi sakladığı gizli bir kasası vardı. Yerini ve şifresini bildiğimden, babamın dahi haberinin olmadığı bir kasa. Bir gün hararetle yazdığı bir kağıdı bir zarfa iliştirip kasanın içine koyduğunu fark ettim.

"Kaçınılmaz sonun yaklaştığını hissediyorum" diyordu yazıda. "Eğer bir gün beni öldürmeyi başarırlarsa bu kağıtta yazanlar vasiyetim yerine sayılsın."

Mali ve idari meseleler hakkında dört paragraflık bir yazı vardı. Beşinci paragraf annem ve kız kardeşim içindi. Altıncı ve son paragrafı ise bana ayırmıştı:

"Yağız oğlum... Seni üniformalar içinde göremeden ölmüşsem, muhtemelen gözlerim açık ölmüşümdür."

Bu cümle bir dikta değildi. Bu, bir babanın oğlunun seçimlerine müdahale etmesi değildi. Sadece bunu çok, çok istiyordu. Dört yaşında ortaya attığım asker olma fikrini, benden daha çok benimsemişti.

Vasiyeti okuduğumda, askeri lise için başvuruların sonlanmasına üç gün kalmıştı. Aynı gün başvurumu tamamladım. Elimden gelen tek şey buydu çünkü. Babamın ölümünü engelleyemezdim ama hiç değilse gözleri açık ölmesinin önüne geçebilirdim.

(Elindeki şarap şişesini salladı. Boş olduğunu anlayınca yavaşça koltuktan doğrulup minibarın yanına gitti ve eline aldığı tirbuşonla ikinci şişeyi açtı. Koltuğa geri oturduğunda çene kemiklerinin belirginleştiğini fark ettim. Bu, birazdan anlatacaklarının, şimdiye dek anlattıklarından daha can sıkıcı olduğu anlamına geliyordu.)

-Kuleli'deki ikinci senemdi. İzin günümüzde, sınıftan birkaç arkadaş dışarı çıktık. Sinemaya gitmeye karar verdik. Herkes heyecanlı, elimize bu tip sosyal etkinliklere vakit ayıracak fırsat pek sık geçmiyor. Vapurla karşıya geçip Beyoğlu'na geldik.

Ekim ayındayız. Biz caddede ilerlerken yağmur çiselemeye başlıyor. Adımlarımızı hızlandırıyoruz. Sinema salonuna girdiğimizde saat öğlen bir buçuk. Filmin ilk seansı başlıyor. Saat ikiye çeyrek var. Filmin ilk seansı bitiyor. Saat iki otuz beş. Filmin ikinci seans başlamak üzere. Saat üçe on var.

Telefonum çalıyor. Ekimin altısı. Saat tam üçe on var. Ve benim bir babam var. Telefonum çalıyor. Telefonu kulağıma götürürken babam hala var. Ama telefonu kulağımdan indirirken artık bir babam yok. Ekimin altısı. Saat hala üçe on var. Ama benim artık bir babam yok. Yelkovan dahi sabit ama babam değil. Ölmüş. Aracına yerleştirilen bomba infilak etmiş. Ölmüş. Öyle diyor, telefondan gelen ses.

+Yoksa... Babanın ölüm haberini aldığın sinema salonu... Beni götürdüğün yer miydi?

-Öyleydi.

(O gün, bana en son sinemaya lise ikinci sınıfta gittiğini söylemişti. Demek ki doğruymuş... Gözümden boşalan yaşları elimin tersiyle sildim. Yağız ise gözbebeklerindeki nemi dışarı akıtmamakta ısrarcıydı.)

+Yani sen, babanın ölümünden bu yana, on iki yıl sonra... İlk defa benimle mi gittin sinemaya? Hem de oraya, o kötü haberi aldığın yere... İlk defa benimle mi?

-Doğru. Yani... Senin de bana yaşattığın birkaç ilk oldu tabi...

+Sonra? (Konunun dağılmaması adına, dışımdan sadece bir 'sonra' kelimesi çıktı o an. Ama içimde ne kazanlar kaynıyor! Evimde kalan ilk kişi oldu. Yarasını sardığım ilk kişi oydu. Bana, yaptığı yemeği yedirten ilk kişi oydu. Elimi tutan ilk kişi, bana sarılan ilk kişi, beni öpen ilk kişi, beni ... ilk kişi! Ah... Lanet olsun. Onun bendeki ilklerini sıralasam Çin Seddi'ne rakip uzunlukta mimari bir eser çıkar ortaya. Benim ondaki ilklerim ne için, ne için bu denli bamya?)

-Sonra... Sonra babamın vücudunun parçalarını enkaz halindeki arabadan, yollardan, kaldırımlardan toplayıp bir tabutun içinde bütün hale getirdiler. Tabutun etrafına çelenkler dizildi; çelenklerin etrafına siyasiler, hukukçular, iş adamları...

Çok kalabalık bir cenaze töreniydi. Hep bir ağızdan olay kınandı, lanetlendi. Menfur saldırı dediler. Bu tip menfur saldırılar asla amacına ulaşamazmış. Cenazenin ardından kendisine uzatılan bir mikrofona dönemin içişleri bakanı söylüyor bunu. Görevde bulunduğu dört yıl boyunca, on yedisi faili meçhul olmak üzere toplam altmış dokuz ayrı terör eylemine tanık olan ülkenin içişleri bakanı söylüyor. Yüzünde flaşlar patlıyor adamın. Baştan ayağı siyah giyinmiş. Yakasında babamın fotoğrafı var.

O, gazetecilere poz kesip röportaj verirken yanına gittim. "Sayın bakanım" dedim, göğsüne iğnelenmiş babamın fotoğrafını ceketinden söküp cebime yerleştirirken. "Evet... Menfur saldırılar amacına ulaşamayabilir ama on altı yaşında babasını kaybetmiş bir çocuğun yumruğu kesinlikle amacına ulaşır."

+Sen... Sen yoksa bakana... İçişleri Bakanına yumruk mu...

-Ah... Sadece bir yumruk değildi. Altı yaşındayken boksa başlamış profesyonel bir sporcunun tek atışta nakavt eden sol kroşesiydi. Karacaahmet Mezarlığındaydık. Yumruğu suratına yedikten sonra sendeleyerek arkasında duran kazılı bir mezarın içine düştü. İki dişi kırılmış.

+Sana inanamıyorum. Ciddisin sen. Sonra ne yaptı peki? Seni dava falan etmedi mi?

-Hayır. On altı yaşındaki bir çocuktan yumruk yiyip iki dişinin kırıldığı tutanaklara geçsin istemedi. Korumalarına, gazetecilerin o ana dair çektiği tüm fotoğrafları ve videoları sildirdi. Ama keşke dediğin gibi dava açsaydı. Reşit dahi olmamasına rağmen, bir bakanı darp ettiği gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatılan ilk ve tek çocuk ben olurdum. Kulağa harika gelmiyor mu?

+Demek o gün... Sen, ondan öyle... Yani, babanın cenazesinde çekilmiş olan fotoğrafını diyorum, öldürecekmiş gibi baktığın kişi iç işleri bakanıydı...

-Bir çoban köpeği dahi sürüsünden eksilen koyundan sorumludur. Bana bir ülkenin iç işlerini yönetmekle görevli bir bakanın, ülkesinde işlenmiş altmış dokuz ayrı terör eyleminde ölen iki yüz seksen altı kişiden sorumlu olmadığını söyleme... Kasasında on lira açık çıkan bir garson dahi patronuna hesap verir. Köpekten koyunun, garsondan on liranın hesabının sorulduğu bir ülkede içişlerini yöneten bir bakan, topraklarında öldürülen yüzlerce, binlerce insan için nasıl olur da hesap vermez?

+Sen de... Sen de bakana attığın yumruğun hesabını vermemişsin ama...

-Yo... Hesabını verdim.

+Nasıl?

-Adamın suratına attığım yumruğun ardından etrafta bizi izleyen kalabalığa dönerek, 'bu davranışımdan dolayı kendimi esefle kınayıp lanetlediğimi' söyledim.

+Ne? Sen... Sen deli bir adamsın, delisin.

-Hayır, sadece... Eğer bir siyasiye hesap veriyorsan onların anlayacağı şekilde konuşman gerekir. Bu taslak metinin boşuna mı bu kadar popüler olduğunu zannediyorsun?

+Orası öyle tabi... Her zaman aynı metni kullanıyorlar, genelde sözün bittiği yerde olduklarından olacak...

-Kesinlikle. O gün de benim için sözün bittiği yerdi mesela. O sebepten yumruğum konuştu sanırım. Ama o gün tek konuşan benim yumruğum değildi... Sayın Bakan, içine düştüğü mezardan iki dişi avcunda çıkıp üzerindeki toprağı silkelediğinde, beni tartaklamakla meşgul olan korumalarını derhal yanına çağırdı.

Ve... "Çocuğa dokunmayın" dedi, ağzından akan kanları peçetesiyle silerken. "Kin besleyip ileride daha fazla bela olmasın başımıza." Sonra yanında duran danışmanına döndü. Ve tam olarak şu cümleyi kurdu: "Faruk'un kasasındaki dosyayı ne yaptınız?"

+Ne? Nasıl? Babanın kasasından mı bahsediyorlar? Dur... Dur bir dakika. Bu kadar tedbirsiz konuşamazlar... Sen bunları nasıl duyabildin asıl?

-Çünkü sözün bittiği yerde falan değildiler. Sadece sözün duyulamayacağı kadar uzak olan bir yerdeydiler. Ama tabii hesaba katmadıkları bir şey vardı. Söz benim için sadece duyulabilen bir şey değildi.

+Yoksa... Sen, du-dudak falan mı o-okudun, okuyorsun yani... Sen...

-Doğru tahmin... Ama tabii, o tarz adamların niyetlerini anlamak için illa benim gibi insanüstü yeteneklerle donatılmış özel biri olmana gerek yok. Sen de anlayabilirsin bunu. Çoğunun yüzüne bakman dahi yeterli...

+Bana bak! Bana bak anahtarcı bozuntusu! Biz insanları hor görüp durma. Biz normaliz tamam mı? Sen biraz fazla şeysin sadece...

-Fazla neyim? Örneklerle açıklaman lazım... Böyle nasıl anlayabilirim?

+Fazla... Fazla gevezesin mesela. Sürekli bulandırıyorsun konuyu. Devam et hadi... Sonra?

-Sonrası şu ki, eğer o gün o mezarlıkta o bakana o yumruğu atmamış olsaydım, şu an belki Şırnak'ta belki Suriye'de belki de Irak'ta, iki eşkıyanın kafasına iki mermi sıkmak için Ankara'dan iki yüz ayrı belge bekliyor olacaktım. Ama o yumruğun ardından, ah nasıl denir, dudak misafiri olduğum o konuşmalar sayesinde, babamın muhtemel katilleri hakkındaki ilk domainim oluştu. Katiller aktif siyasette yer alan isimlerden oluşuyordu...

Cenazenin ardından eve gittiğimde, vakit kaybetmeden babamın çalışma odasına girip kasanın başına oturdum. Şifreyi girip kasayı açtığımda ise babamın muhtemel katilleri hakkındaki ikinci domainim de oluşmuş oldu. Kasa neredeyse boştu. Bu demekti ki, katiller kesinlikle daha önceden evimize girip çıkmış insanlardı. Çünkü dışarıdan herhangi birinin kasanın yerini bilmesi ve onu açabilmesi nereden baksan imkansızdı.

Babam kasayı sadece benim bulabileceğim ve şifresini sadece benim girebileceğim şekilde saklamıştı. Bana henüz dört yaşımdayken hediye ettiği Kurşun Asker kitabının belirli paragraflarında yer alan belirli kelimeler, her sayfada bir dizin oluşturuyordu. Dizinleri yan yana getirdiğinde ortaya çıkan cümle kasanın yerini; cümlenin her bir kelimesinin ilk harflerinin alfabedeki rakamsal karşılığı ise kasanın şifresini gösteriyordu.

Bunu çözdüğümde dokuz yaşındaydım. Kasayı ise ilk kez on dört yaşında, biraz önce bahsettiğim gibi, babamın son derece gergin bir ifadeyle bir kağıda bir şeyler karaladığı gün açtım.

Kağıda yazdıklarını okuduğumda ise babamın vasiyetini tam olarak neden böyle bir yol seçerek yazıp sakladığını ve neden onu yalnızca benim bulmamı istediğini anladım. O vasiyeti, bana sadece asker olmamı öğütlemek için yazmamıştı elbette. Ölümünden sonrasını planlarken benden başka hiç kimseye güvenmiyordu. O kasada sakladığı bir kutunun içinde, kırmızı kaplı kalınca bir dosya vardı.

Vasiyetinde o dosyayı James R.R Leonard isimli bir Amerikalıya teslim etmemi istiyordu benden. Ama tabi iki yıl sonra, babamın ölümünün ardından kasayı açtığımda ortada ne o dosyanın olduğu kutu ne de babamın yazmış olduğu vasiyet vardı. Birkaç ıvır zıvır kağıttan başka kasa bildiğin boşaltılmıştı. Babamın böylesi bir sistemle koruduğu bir kasa nasıl olur da ölümünün ertesi günü hiçbir zorlama olmadan açılabilir?

İşin daha da ilginç yanı, kasanın boşaltılmasının ertesi günü gazetelerin üçüncü sayfasına manşetten giren bir haber vardı: "Amerikalı gazeteci James R.R Leonard ve Türk asıllı eşi Aslı Lenonard dün gece İstanbul'da geçirdikleri trafik kazası sonucu hayatlarını kaybetti. Karı kocanın binmiş olduğu taksinin şoförü İsmail Karakuzu ise ağır yaralı..."

O günden sonra tam iki hafta boyunca her gün o adamın yattığı yoğun bakım ünitesine gidip geldim. Uyanıp bir şeyler söylemesini bekledim, en küçük, en ufak bir şey... Ama tabii orada beklerken de, koridorlarda kol gezen polisten, istihbarattan, adamın ailesinden ve her türlü gözetçiden saklanmam gerekiyordu.

O sebeple, dikkat çekmemek adına stajyer tıp fakültesi öğrencilerinin arasına karıştım. Kan aldım, iğne yaptım, hatta iki kişiyi kalp masajıyla hayata döndürdüm, sempozyumlara katıldım, birkaç kere kürsüye çıkıp kardiyologlarla münakaşaya falan girince işin rengi değişti tabii. Başhekimin ilgisini çektim, adam beni ileride kadrosunda görmek istediğini söylemeye başladı.

Ah... Kariyerime doktor olarak devam etmeme ramak kalmıştı ki, yoğun bakımdan beklenen haber geldi. İsmail Karakuzu on dördüncü günün sonunda nihayet uyandı. Adamın yanına gittiğimde ise kendimi tanıtmama dahi fırsat kalmadan bana ismimle hitap etti. "Yağız sen misin?" dedi, son derece sessiz ve endişeli bir sesle...

+Na-nasıl yani?

-Yani... Ölümünden sonrasını tasarlayan yalnızca babam değilmiş. Taksici, o gün Amerikalı gazeteci ve eşini Atatürk havalimanından alıp Şişli'de kalacakları otele götürürken yapıyor kazayı. Yani tutanaklara geçen adı bu; kaza... Ama tabi gerçeği başka.

Taksicinin anlattığına göre, gazeteci Leonard Amerika'dan babamın cenazesine katılmak için gelmiş ama birtakım sebeplerden yetişememiş cenazeye. Bu yüzden üzgün görünüyormuş. Yol boyu eşiyle babamın ölümü hakkında konuşmuş. Bunun bir cinayet olduğunu, babamın yürüttüğü bir soruşturmada asıl suçlulara ulaşmak üzere olduğu için öldürüldüğünü tekrarlamış sürekli. Bir de benim ismimi... Faruk'un oğlunu, Yağız'ı bulmam lazım diyormuş.

Zaten kısa süre sonra da karşı yönden gelen beyaz bir minibüs taksiyi altına alıyor. Kadın o esnada ölmüş, Leonard ise yarı baygın haldeyken taksiciye seslenmiş ve çantasından bir anahtar çıkarıp adamın eline tutuşturmuş. Ardındansa sanki bir ricadan çok bir vasiyet gibi son sözlerini söylemiş:

"Eğer hayatta kalırsan ve Yağız isminde, on beş - on altı yaşlarında bir çocuk seni gelip bulursa bu anahtarı ona ver."

Taksici, bilinci kapanmadan önce hatırladığı son şeyin Leonard'ın ağzından çıkan bu cümle olduğunu söyledi.

O gün hastaneden çıkarken, elimde bir bankanın kasasına ait bir anahtar vardı. Üzerinde Leonard'ın kurumuş kan izleri bulunduğu için rengi kırmızıya çalan bir anahtar...

Kasayı açtığımda bir iddianameyi andıran üç bin beş yüz sayfalık bir dosyayla karşılaştım. Dosya baştan sona İngilizce olarak yazılmıştı. Babamın peşinde olduğu yapılanmanın yurtdışı bağlantıları, İsviçre'deki kasaları, uyuşturucunun Türkiye üzerinden Avrupa'ya nasıl satıldığı, kimlerin aracı olduğu, Ortadoğu'da silah ticareti yapan isimlere finansman sağlayan Türk-Arap ortaklı paravan şirketler... Hepsi dosyada tek tek, isim isim anlatılmıştı.

Adam, tüm bu suç trafiğini ortaya çıkarabilmek için, yıllarca bir casus gibi çalışmış. Irak'ta, Suriye'de örgüt kamplarına gitmiş. İtirafçı teröristlerle röportajlar yapmış, yayımlanmamış onlarca makale yazmış. Kendi ülkesinde hakkında açılmış sayısız dava var. Vatandaşlıktan çıkartılması dahi tartışılmış. Pek çok kez ölüm tehdidi almış, iki kere silahlı saldırıya uğramış... Yani, en az babam kadar gözü kara bir adammış Leonard.

Türkiye'de bir dönem ulusal bir medya kuruluşunda çalışırken tanışmış babamla, eşi Aslı'yla da öyle... Ardından bu iki adam el ele verip dünyayı kurtarmaya kalkmış olmalı... İkisi arasında ne tür bir dostluk kurulmuşsa, babamın savaş açtığı güruhun hem yerel hem uluslararası bazda tüm bağlantılarını ortaya çıkarmak için yıllarca uğraşmışlar. Öyle ki, ölümlerinden sonrasını dahi düşünüp topladıkları tüm bilgileri iki ayrı kasada saklamışlar.

Ama Leonard'ın en az kasanın içindeki dosyalar kadar endişeli olduğu bir husus daha vardı. Hususun fotoğrafının, adresinin ve telefon numarasının yazılı olduğu zarfı, bir vasiyetname gibi dosyaların en sonuna iliştirmişti.

Kağıtta yazılı ABD alan kodlu numarayı üç gün boyunca tam dört yüz elli beş kez aradım. Dört yüz elli altıncı aramamda nihayet telefon cevaplandı. Hattın ucunda oldukça çekimser, cılız, çok zayıf bir erkek sesi vardı.

+Ne oldu? Neden gülüyorsun?"

-Bence sen de gülmelisin. Çünkü şu an dinlediğin, Kevin'la tanışma hikayemiz... Bir tebessümü hak ediyor bence.

+Yok artık... Ciddi misin? Yani Kevin o halde...

-James R.R Leonard'ın sosyal anksiyete bozukluğu teşhisi koyulmuş oğlu... Leonard'ın endişesinin sebebi de bu zaten. Kevin, o zamanlar yirmi yaşlarında, agorafobi eğilimi sebebiyle evden dışarı çıkmayan, hiçbir arkadaşı bulunmayan, eğitimini yarıda bırakmış sorunlu bir Amerikan genci... Bilgisayarının başından yalnızca uyumak için kalkıyor, ailesiyle diyaloğu oldukça zayıf. Baba sürekli yurtdışında ajancılık oynuyor, anne ise tek başına etkisiz kalıyor. O sebepten olacak, ölümleri Kevin'ın hayatını çok da etkilememiş.

Leonard, ölümü halinde kasayı açacak kişinin babam olacağını düşündüğü için bu sorunlu oğlunu bir bakıma babama emanet etmiş. Ama her ikisi de ölünce, daha doğrusu öldürülünce kasayı açan kişi de Kevin'ın emanet edildiği kişi de ben oldum.

Sadece on altı yaşındaydım. Babam yasa dışı bir yapılanmayı deşifre etmek üzere olduğu için öldürülmüştü. Ölmeden önce bana emanet ettiği, ülkedeki malum suç şebekesini açığa çıkartacak tüm belge ve dokümanların bulunduğu dosya kayıptı. Babamın dosyayı teslim etmemi istediği kişi öldürülmüş, o kişinin banka kasasından payıma düşen ise Kevin denen bir adet ruh hastası herifin teki olmuştu. Ah... On altı yaş... İçinde bu kadar kasanın, dosyanın, şifrenin, suikastın ve Kevin'ın geçtiği cümlelerin öznesi olmak için oldukça dramatik bir yaş değil mi?

+E sen de, on altı yaş bunalımını lise önlerinde kız kavgası yaparak geçirecek bir çocuk sayılmazmışsın. Kameraların önünde İçişleri Bakanına yumruk atan bir çocuğun bir anda kendini Sherlock Holmes'ün içinde bulması doğal bir döngü bence.

(Sözlerimin ardından dudağını büzerek kafasını iki yana salladı. Ardından elindeki boş şarap şişesini de benzer hareketlerle salladı. Kafası her ne kadar doluysa şişe ise bir o kadar boştu. Ayağa kalkarak tekrar minibara yöneldi. Elinden tutup durdurdum. Yüzüne 'daha fazla içme' dercesine bakıyordum. Ama bu Yağız'dı işte, her duruma kendince bir yaklaşımı vardı. Ve kahretsin ki her defasında işe yarıyordu.)

-Yerinde olsam tüm minibarı önüme dizerdim güzelim. Çünkü... Şu an yanına oturmuş trajik hayat hikayemi anlatıyor olmamda alkolün etkisi, senin üzerimdeki etkinle yarışır durumda... Yani... Hikayenin kalanını dinlemek istiyorsan ya beni alkolün etkisine teslim edeceksin ya da üzerine ince bir şeyler giyip şöyle, bak tam şuraya, şöyle oturup sen beni kendi etkinle teslim alaca-...

+Ya... Bir rahat dur... Yağız... Bırak, yürü tamam... Git, zıkkım iç!

(Elinde tirbuşonla üçüncü şişeyi açtığında biraz ilerideki kovada duran üç beş odunu da şöminenin içine bıraktı. Ardından, harladığı şömine ateşine tezat olarak üzerindeki gömleğin birkaç düğmesini çözerek yanıma oturdu.)

-Babamın cenazesinin ardından dedem ve amcam, beni sayısız kez karşısına alıp sayısız konuşma yaptı. Yıllarca babamın arkasını topladıklarını, buna rağmen ölümünün önüne geçemediklerini başa sara sara anlattılar. Onlara göre babamın sonunu getiren soğuk savaş, benim sonumu getirecek olan ise sıcak savaş olacaktı. O düz ovada siyasi terörle savaştığı için öldürülmüştü, ben ise arazide gayrinizami terörle savaşırken ölecektim. Aaa... Tabi yaşamak için de bir şansım vardı elbet... Mesela, Kuleli'den ayrılarak yurtdışında iktisadi eğitim alıp Saran Grubun yönetim kuruluna dahil olursam hayatta kalabilirdim.

Düşününce oldukça cazip bir teklifti aslında... Sıradan genç bir varis için kesinlikle akla yatkın bir öneriydi. Ama tabii, dediğim gibi sıradan bir varis için...

Kuleli'yi bitirip Kara Harp'e başlayınca, zor da olsa kabullenmeyi başardılar... Ben de tıpkı babam gibi 'işe yaramaz adamın teki' olacaktım, öyle diyordu Ali Sadi Bey. Zavallı dedem... Ne iki oğlundan ne de tek erkek torunundan istediği vefayı görememişti. Çocukları ve torunu üstünde söz sahibi olabildiği tek husus, doğduklarında isimlerinin önüne kondurduğu Ali adıydı. Amcamın isminin de Ali Turgut olduğunu söylemiş miydim? Ah... Hiç değilse kız kardeşimde aynı çılgınlığı sürdürmedi dedem. Düşüncesi bile ürpertici; Ali Çağla...

+Ama amcanla dedenin arası, babana oranla daha iyi değil miydi? Yani sırf amcan evlenmediği için mi...

-Yüksek ihtimal... Bir şehir efsanesine göre, zamanında sevdiği kadınla evlenmesine dedem onay vermeyince amcam da başka kimseyle evlenmemiş. Bunun dışında, yani evlenip dedeme torun vermek dışında, neredeyse kusursuz bir evlat oldu aslında. Ömrünü babasını memnun etmek için harcadı. Ne tuhaf... Görünüşte sert, nemrut, mesafeli bir adamdı. Ama beni sevdiğini bilirdim mesela. Dedemin tüm şiddet ve celaline rağmen Kara Harp'ten mezun olduğum gün törene katılmış, hatta çok iyi bir asker olacağıma söz vermemi istemişti. Zaten mezuniyetimin ardından bir daha ne amcamın ne dedemin ne de annemle Çağla'nın yüzünü pek gördüğüm söylenemez.

O sıralar yüzünü en sık gördüğüm kişi Kevin'dı sanırım. Kim olduğumdan yeni haberi olduğu zamanlardı... Başa sarmak gerekirse, on altı yaşındayken açtığım o banka kasası, benim için pratikte hiç açılmamış bir kasaydı. Çünkü babamın kırmızı kaplı dosyası kayıp olduğu sürece, Leonard'ın geride bıraktığı belgeleri ifşa etmek, suç ağının ancak yurtdışı ayağını kesecekti. Ve tabii, aynı zamanda da peşlerinde birilerinin olduğunu öğrenmiş olacaklarından yeni tedbirler geliştireceklerdi. O yüzden, Leonard'ın kasasındaki belgeleri, babamın kayıp dosyasını bulacağım güne dek saklamaya karar verdim. Kevin'la da o süre boyunca doğrudan iletişim kurmak istememiştim. Kim olduğumu bilmesini istemiyordum.

Bu yüzden... On altı yaşımdan Kara Harp'ten mezun olduğum zamana kadar, tam altı yıl boyunca, Kevin'ın adına açmış olduğum bir hesaba her ay paravan bir isimden düzenli olarak para yatırdım. Amerika'dan ayarladığım birkaç hukukçu, oldukça uzun uğraşlar neticesinde Kevin'la iletişim kurmayı başardılar ve hesabındaki parayı Kevin'a, babasının yurtdışında ortak olduğu bir şirketin patronunun yatırdığını söylediler. Bunun bir miras olduğunu, patronun Kevin'la babasının vasiyeti üzerine ilgilendiğini anlattılar.

Ama Kevin, dediğim gibi sorunlu biriydi. Hesabına yatırdığım üç milyon doların üzerindeki paraya neredeyse üç yıl boyunca hiç dokunmadı. Psikolojik destek alması için ortaya koyduğum tüm girişimleri ise elinin tersiyle itti. Amerika'nın en iyi psikiyatrları dahi Kevin üzerinde etkisiz kalıyordu. Sonunda adamın bu umursamazlığı beni çığırdan çıkarınca... Ah...

Kalkıp Amerika'ya gittim ve ülkenin alt sınıf hastanelerinden birinde çalışan, umutsuz bir kadın psikolog buldum. Rachel... Kadın, Kevin'la özel olarak ilgilenmeye başladı. Sadece nöropatik açıdan değil tabii... Halbuki Kevin'ın tek ihtiyacı düzenli bir seks hayatıymış. Rachel'den her ay aldığım ilerleme raporları, Kevin'ın giderek normale dönmeye başladığını gösteriyordu.

Mezuniyetimin ardından Amerika'ya ikinci gidişimde ise ilk kez çıktım Kevin'ın karşısına... Neredeyse yerin altında, oldukça karanlık, tuhaf bir evde yaşıyordu. Beni görür görmez, "patron... Boss, sensin değil mi?" diyerek boynuma sarıldı manyak herif...

+Nasıl? Patronun sen olduğunu biliyor muymuş?

-Hayır, sadece patronun bir gün kapısını çalacağını biliyormuş... Babasından kalan kasayı açıp Kevin'a telefonla ulaştığım günden sonra bazı şeylerden şüphelenmeye başlamış. Aylar süren araştırmalar yapmış. Kevin, iyi bir hacker... Ona göndermiş olduğum hukukçuların mail adreslerini patlatıp bazı yazışmalarımızı da okuyunca kafasında birtakım şeyleri birleştirmeye başlamış. Geriye ise çözemediği iki şey kalmış; babasından kalan 'emanetler'in akıbeti ve patronun kim olduğu...

Sonra... O gün, karşısına çıktığımda her ikisinin de cevabını öğrenmiş oldu tabi... Ardından, tıpkı babalarımız gibi biz de iki yol arkadaşı olduk galiba. Ah, Kevin kendisinden böyle bahsettiğimi duysaydı, yol arkadaşı falan, 'boss' diye bağırıp ağlayarak üzerime atlardı kesin. Deli herif...

+Ah, boss... Aranızdaki iletişim şekli inanılmaz... Kevin'i giderek daha çok sevmeye başladım. İkinizi yan yana hayal etmek bile keyifli. Neyse... Konuyu dağıtmayacağım. Sizi dinliyorum Boss...

-Bana şöyle hitap etmeyi keser misin? Her an bir yerden Kevin çıkacak gibi... Tüylerim diken diken oluyor. Ah, ürperiyorum... Neyse, nerede kalmıştım? Ne diyordum ben...

+İşte, Kevin'ın karşısına geçip her şeyi konuştuğ-... Bir dakika... Sen lafını unutmazsın ki...

-Unutmam, unutmam da... Dilim dönmüyor, bak... Tam buradan, şöyle bir sürü kelime çıkması lazım ama dudağım aralanmıyor bile... Bakma öyle... Jeton bitti, yükleme yapman gerek diyorum. Hiç ankesörlü telefon falan da mı kullanmadın sen?

(Yüzüne uzunca bir süre manalı gözlerle baktıktan sonra yavaşça kucağına oturup dudağına uzunca bir öpücük kondurdum. Ciğer görmüş kedi gibi gözleri açılıp üzerime ikinci bir öpücük için eğildiğinde ise araya soktuğum şarap kadehi ile Yağız'ı durdurdum. Jetonlarımı tasarruflu kullanmalıydım.)

-Ah... Şey... Sonra işte, sonra şey oldu... Ah... Deniz... Çıldıracağım... Bana bunu yapıp sonra... Tamam, tamam... Evet... Aaa, şey... Be-ben sahiden ne diyordum?

+Kevin diyordun... (Şunun haline bak... Allah'ım ne kadar da eğleniyorum! Teşekkürler, iyi çalışmalar.)

-Ha, evet... Kevin... Onunla... Ah, onunla her şeyi konuştuktan sonra...

(Yan taraftaki sehpanın üzerinde duran şarap şişesiyle kadehinin üzerini tamamladı. Ve konuşmaya zor da olsa devam etti.)

-Bir yol haritası çizdim... Tüm dünya insanlarının ortak bir özelliği vardır, zaman ve hız kavramlarını ters orantılı algıladıklarında her biri hafızasına yenik düşer. Yani, kısa zaman içinde hızla gelişen olaylar bütünü karşısında akıl muhakemesi yapabilen insanlık, uzun zaman içerisinde, yavaşça sirayet eden hiçbir şeyi tam olarak idrak edemez. Savaşlar, terör, otoriter sistem değişiklikleri... Birçok siyasi ve sosyal olgu insan zihnine yavaşça empoze edildiği için, rutin hayat döngüsü içine yavaşça yerleştirildiği için başarı elde ediyor. Yoksa hangi halk böylesi aptalca çılgınlıklara sürüklenebilir?

Ve işte ben de, zaman ve hızın ters orantılı parametresini doğru ayarlayabilirsem uzun vadede başarıya ulaşacağım bir yol haritası çizdim. Elimde yalnızca Leonard'ın dosyası ve Kevin'ın yaptığı birtakım araştırmalardan elde ettiği birkaç veri vardı. Önümde ise uzunca bir zaman...

Babamın, hatta babalarımızın katillerini Türkiye'de palazlandıran, onlara finansal ve teknik destek sağlayan birçok yabancı iş adamı, çete lideri, siyasetçi... Leonard'ın dosyasında onların işini bitirecek oldukça sağlam veriler vardı. Üstelik olayların üzerinden altı yılı aşkın bir zaman geçmişti. Dedim ya, zaman önemli...

Görüşmemizin ardından Kevin Amerika'da kaldı. Bense mezuniyetten sonra aldığım özel eğitimin ardından, yeni yetme bir subay olarak Diyarbakır'da görev yapmaya başladım. Kevin'la iletişimimiz, Kevo'nun geliştirdiği özel bir mesajlaşma sistemi üzerinden sürekli devam etti. Üç yıl boyunca, iki kez Amerika'ya gidip gelmem dışında, hep bu sistem üzerinden iş yaptık.

Leonard'ın dosyasındaki isimleri, üç yıl boyunca, yavaş yavaş, tek tek avladık. Ah, yavaş yavaş demiş miydim? Çünkü işin formülü buydu. Farklı ülkelerde, farklı yasa dışı sektörlerde faaliyet gösteren tam dört yüz yirmi sekiz kişiyi, bu üç yıl boyunca parçalara ayırarak kısım kısım ifşa ettik.

+Ben... Ben ina-inanamıyorum... Bu kelimeyi bugün daha kaç kez söyleyeceğim acaba? Ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, anlayamadığım bir şey var. O kadar insanı, nasıl? Nasıl ifşa edebildiniz? Sen ordudaydın, Kevin Amerika'da. Nasıl oldu bu? Birileri mi aracı oldu?

- Zaman ve hız parametresinin üçüncü ayağı sayesinde oldu. Algı oluşturmak ya da oluşacak bir algının, bir farkındalığın önüne geçmek için, kitleleri uzun zaman içerisinde yavaş hamlelerle bir şeylere hazırlayabilir ya da bir şeylerin önünü onlar için perdeleyebilirsin. Eğer ikinciyi, yani perdelemeyi seçiyorsan, bunu bu parametrenin üçüncü ayağıyla yaparsın. 'Neye ve kime hizmet ettiğini bilmeyen' insanlarla... Onlar için sadece 'ne için hizmet ettiği' önemlidir. 'Ne için'in cevabı da genelde paradır zaten... Paraya ihtiyacı olan adam tehlikelidir ama parayı ihtiyaç haline getiren adam çok daha tehlikelidir. Benim yaptığım ise birinci adamı ikinci adama kırdırarak tehlikenin statüsünü sarsmak oldu.

Mesela Sırp uyruklu mafya lideri Sasa Nikolic, uyuşturucu imalathanesinin sorunlu ayrıldığı eski Bulgar ortağı Todor Bonev'in adamları tarafından kundaklandığını düşünüyor. Halbuki basit bir sokak serserisinin imalathaneyi Bonev adına bastığını iddia edip içerisini ateşe vermesini sağlamak çok da zor olmadı. İntikam için Bonev'in sevkiyat tırlarına el koyan Nikolic ise bizim ikinci bir hamle yapmamızı gerektirmeden, eski ortağı ile birlikte Sırp polisine yakalanmayı başardı.

Ya da mesela Yunanistan'a Ege Deniz'i üzerinden insan kaçıran Yanis Bramos... İşlerini yürüttüğü depoya polis tarafından yapılan baskının, Bramos'un botlarından birinde yakınını kaybeden bir mültecinin ihbarı üzerine gerçekleştiğini zannediyor.

İşte... Bunun gibi sayısız örnek var... Bazısı muhbirle, bazısı basit bir ihbarla, bazısı basın aracılığıyla deşifre olduğunu düşünüyor. Bu dört yüz yirmi sekiz kişinin ifşa olma şeklinin hiçbiri bir diğeriyle tam olarak benzeşmediği için adli makamlar aralarında hiçbir bağ kuramadı. Gazeteler, birkaç ay arayla yakalanan hiçbir zanlının ifşa olma şeklinin şüpheli olduğunu yazmadı. Ve en önemlisi, yakalanan zanlılar işlerine sokulan çomağın farkında bile değildiler.

Amerika'da, Belçika'da, İtalya'da, Yunanistan'da, Sırbistan'da, Bulgaristan'da, Afganistan'da, Suriye'de, İran'da... Dünyanın sayısız ülkesinde, üç yıl önce ve üç yıl içerisinde tam dört yüz yirmi sekiz ayrı suçlu; insan kaçakçısı, uyuşturucu satıcısı, organ mafyası, soyguncu, katil, çete lideri yakalandı. Ve hiç kimse 'ortak bir payda' aramadı. Ama eğer bu dört yüz yirmi sekiz kişi, üç yıl içerisinde değil de üç ay içerisinde yakalanmış olsaydı, duruma uyananlar bir şeyleri kurcalayacağından, hem dünya polisi hem de yığınla kötü adam çoktan peşime düşmüş olurdu. Ama bak... Şu an öyle mi? Bahçemdeki çiçekleri sulayıp kuşlara yem veren, kendi halinde bir adamım...

+Değil mi ama? Düpedüz emekli hayatı yaşıyorsun.

(Kısa bir sessizliğin ardından can alıcı soruyu sordum.)

+Neden böyle devam etmedin peki? Neden elini ateşe uzattın? Red-... Yani Red-redkey meselesini diyorum... Yapılanmanın yurtdışında bağlantılı olduğu yüzlerce insanı, kendini arka planda tutarak yok etmişsin. Sonra neden, neden bir kod adıyla ortaya çıktın?

-Ve işte asıl konumuz... Parametrenin dördüncü ayağı 'Korku'... Tabi, dördüncü kolona geçmeden önce Leonard'ın dosyasında adı geçen dört yüz yirmi sekiz kişiyi, üç yılın sonunda hapse tıkmayı başarmıştık.

O sıralar askeriyede en parlak dönemlerimi yaşıyordum. Özel kuvvetlerdeydim. Irak'ın kuzeyindeki geçiş noktalarını kontrol ederken, bir gün ekibimle beraber roketatarlı saldırıya uğradık. Tek kurtulan bendim. Yaralanmış, baygınlık geçirmişim. Gözlerimi yerin altında; çuvalların, kitapların, kışlık giysilerin istiflendiği, mağaradan bozma karanlık bir odada açtım. Başımda bekleyen on üç, on dört yaşlarında silahlı bir çocuk 'beni esir aldıklarını' söyledi. Örgütün Hakurk kampına getirmişler...

+Pislik herifler... N-ne yaptılar sana orada? Çok mu işkence ettiler? Çok... Çok canını acıttılar mı?

-Çocuklarla... Çocuklarla yaptılar bunu. Onlara dokunmayacağımı çok iyi bildiklerinden... Ellerim, ayaklarım zincirliydi. Ve başımda dokuz, on yaşında... Ah, bu kısmı sana anlatmak, bunları birebir yaşamaktan daha zor olmamalı. Ama neden bana şu an öyleymiş gibi geliyor? Seni böyle ağlamaklı gözlerle görmek sanki daha büyük bir işkence... Ah, işe bak... Buraları atlıyorum.

Üç ayın sonunda, arkamda kırk sekiz ceset ve örgütün eylem planları ile teçhizat akışını içeren dokümanlarla kamptan kaçmayı başardım. Bir hafta GATA'da tedavi gördükten sonra özel izinli olarak on günlüğüne ev istirahatine gönderildim. Ve o on gün, pek çok açıdan hayatımın dönüm noktası oldu sanırım.

İlk birkaç gün, annem ve Çağla'nın etrafımda koşturup sürekli iyi olup olmadığımı, bir şey isteyip istemediği sormalarıyla meşgul olduğum için pek farkına varamadım. Sonraki günlerde ise oldukça dikkatimi çekmeye başladı. Amcam... Tuhaftı. Bazen benimle göz teması kurmaktan kaçınacak kadar tedirgin görünüyordu, bazen de sanki söylemek istediği bir şeyler varmış gibi bakıyordu yüzüme. Sıkıntılıydı. Gece yarılarına kadar dedemle tartışıyor, ardından çalışma odasında çekilip elinde tuttuğu bir dolma kalem ve önünde beklettiği bir kağıtla sabahlıyordu. Meraklı bir adam değilim. Sadece, yapmak istemesem dahi benden bağımsız işleyen bir gözlem alışkanlığı bu... Sürekli kayıtta olan bir kameraymışçasına, bir şeylerin istemsizce farkına varmak gibi lanet bir huyum var. Nitekim amcamda sezinlediğim bu tuhaflık da yersiz çıkmadı.

İznimin bitmesine bir gün kala, akşamüzeriydi, mezarlığa gittim. Göreve dönmeden önce babamı görmek istemiştim. Ona, oğlunun, tam da onun istediği gibi iyi bir asker olduğunu, vakti geldiğinde ise onun yarım bıraktığı işi tamamlayacağını anlattım. Uzun uzun, başa sara sara... Aynı cümleleri yineledim.

Aralık ayıydı. Hava çoktan kararmıştı. Kar... Kar yağıyordu. Telefonum çalmaya başladı. Amcam... Benimle konuşmak istiyormuş. Şile yolunda bir evi var. Küçükken, babam ara sıra götürürdü bizi. Saat dokuz gibi orada olmamı istedi benden. Hiç kimseye bahsetmeden ve birileri tarafından takip edilmediğimden emin olarak gelmemi, çok dikkatli olmamı istiyordu.

Konuşurken sanki sesi titriyor gibiydi. Bana o gün telefonu kapatmadan önce ilk defa 'oğlum' diye seslendi. "Belki" dedi, "hiçbir zaman baba olamayacağım ama eğer olabilseydim, tıpkı senin gibi bir oğlum olsun isterdim. Sen hep iyi bir evlat oldun. Beni biliyorsun, bunları senin yüzüne söylemem. Belki de senin yüzüne artık hiçbir şey söyleyemem. Sadece bil, bu zavallı amcan için sen çok değerlisin."

İşte... Ondan duyduğum son sözler bunlar oldu. Sanki veda eder gibiydi. Hemen yola çıktım. Ne kadar hızlı gidersem gideyim, kar yüzünden zemin buzluydu. Oraya varmak sandığımdan fazla zamanımı alacak gibiydi. Gecikeceğimi haber vermek için amcamı aradım. Hiçbir aramama cevap vermiyordu. Sanırım, hayatımda yaptığım en can sıkıcı, en berbat yolculuklardan biriydi.

Eve yaklaştığımda, evin bulunduğu sapaktan ana yola doğru siyah bir BMW'nin çıktığını fark ettim. Araç plakası, dedemin galerisine aitti. Sapağı es geçip peşlerinden gittim. Çok değil, üç beş kilometre sonra BMW yolda zikzak çizmeye başladı. Önce bunun zemindeki buzdan kaynaklandığını düşündüm ama daha çok içeride bir sorun var gibiydi. Direksiyon kasıtlı olarak sağa sola kırılıyordu sanki. Sonra... Sonra... Araç, birkaç dakika içinde ise hızla sol taraftaki şarampole yuvarlandı.

Hemen ambulansı arayıp kazayı ve konumu bildirdim. Ardından bagajımda bulunan yangın söndürme tüpünü, ilk yardım çantasını ve birkaç halatı alıp yamaçtan aşağı inmeye başladım. Araç defalarca takla atıp bir ağaca çarparak durmuştu. Ağaçtaki tek bir dalın kırılması dahi arabanın aşağı yuvarlanması için yeterliydi. Bu yüzden kendimi halatla başka bir ağacın gövdesine bağlayarak aracın yanına yaklaştım.

Sürücü koltuğunda amcam vardı. Bacakları çarpmanın etkisiyle araca sıkışmış, göğsüne çok yakın bir noktaya kırık cam parçası saplanmıştı. Beni görünce gözlerinden yaşlar boşaldı. Konuşmaya, bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ama ağzını her oynatışında dışarıya yalnızca kan sızıyordu. Ona konuşmaya çalışmamasını söyledim. Ambulansa haber verdiğimi, onu buradan mutlaka çıkaracağımı söyledim.

Ardından sıkıştığı koltuğu aralayıp onu o yerden çıkarmaya çalıştığımda, işaret parmağıyla yan koltuğu gösterdi. Yan koltukta dedem vardı. Bilinci kapalı görünüyordu. "Önce seni" dedim amcama, "sonra dedemi kurtaracağım."

Ama amcam inatla dedemi işaret edip önce onu çıkarmamı istiyordu. Yaralı bir adamla inatlaşacak değildim. Yan tarafa geçip araçtan önce dedemi çıkardım. Kalbi durmuştu. Kalp masajı yapmaya başladım. Elim dedemin kalbinin üzerinde, gözüm ambulansın geleceği yolda, aklım aracın içinde can çekişen amcamda, hayatımın en uzun sekiz dakikasını geçirdim.

Dedemin kalbi tekrardan atmaya başladığında, vücudundaki kanamalara tampon yapıp aracın yanına döndüm. Arabayı tutan ağaç dalları, hem üzerindeki aracın hem de biriken karın ağırlığından dolayı çatırdıyordu. Aracın kapısını açar açmaz dallardaki kar kütleleri yamaçtan aşağı düşmeye başladı. Aynı anlarda araba da hızla yana eğildi.

Amcamı güçlükle kolundan kavrayıp dışarı çektim. O ise biraz öncekine benzer şekilde ağzını tekrar kımıldattı. Aynı anlarda avucumda bir sıcaklık hissettim. Amcam elime bir anahtar bırakmıştı. Dudaklarını önce birleştirip ardından ayırarak birer kez açıp kapadı. Dışarıya hiçbir ses, hiçbir kelime çıkmasa da, anahtarı avucuma bastırdığında dudağından okuduğum kelime "evde"ydi. Ardından işaret parmağını ikinci kez kaldırıp yola doğru uzattı. Ama bu kez elini yukarıda çok uzun süre tutamadı. Gözleri açıktı. Gözleri açık öldü... Ardından... Ben... Ben kolunu bırakır bırakmaz, hurdaya dönmüş arabayla birlikte karlı yamaçtan aşağı düştü.

Kısa süre sonra ambulans geldi. Bense vakit kaybetmeden amcamın bahsettiği eve gittim. Kapı açıktı. Evin ışıkları yanıyordu. Amcamın "evde" dediğini aramaya başladım. Bulmam ise yaklaşık yarım saat kadar sürdü.

Yatak odasında, gardırobun arka zemininde gizlenmiş bir bölme vardı. Bölmenin içinde ise çelik bir kutu... Amcamın son nefesini verirken avcuma bıraktığı anahtarı, montumun cebinden çıkarıp elime aldım. Anahtarın üzerini, amcamın yarasından sızan kan damlaları kaplamıştı. Yani... Elimde tuttuğum, yine kırmızı renkli bir anahtardı...

Anahtarı çevirip kutuyu açtığımda gördüğüm.... Oldukça kalın, kırmızı kaplı bir dosyaydı. Babamın, tam dokuz yıldır kayıp olan kırmızı kaplı dosyası... Üzerinde ise bir zarf vardı. Amcamın yazmış olduğu üç satırlık bir mektup...

"Oğlum Yağız, biliyorum beni hiçbir zaman affetmeyeceksin. Fakat yine de bunu bilmek hakkın... Babanın gizli bir vasiyeti vardı. Bu kutunun içindeki tüm bilgi ve dokümanları vefatının ardından senin teslim almanı ve gerekeni yapmanı istiyordu. Ben ve deden ise babanın bu gizli vasiyetini senden yıllardır saklıyorduk. Çünkü sonunun baban gibi olmasından korkuyorduk. Bu kutunun içindeki dosyanın peşinden gidersen başının belaya girmesinden endişe ettik. Ama yıllar geçtikçe suçluluk duygum, endişelerimin üzerine çıktı. O sebeple artık daha fazla bunu senden gizleyemeyeceğim. Bunları yüzüne söyleme cesareti bulamadığım için yazıyorum. Umarım günün birinde, beni, bizi affetmesen de, senden bu dosyayı bugüne dek saklamamızın nedenlerini anlarsın."

+Amcan... Amcan mıymış? Üstelik dedenle ikisi... Her ne kadar sebepleri akla yatkın gelse de, böyle bir şeyi senden saklamaya hakları yoktu.

- Orası öyle... Ama ölü bir adama kin duyamam. Belki de sadece ölü olması ona anlayış göstermemi sağlıyor.

+Peki ya deden? Ona ne oldu?

-Amcam kadar olmasa da o da bir yerde ölü sayılır sanırım. Kazadan kurtulsa da vücudunda sağlam tek bir kemiği kalmadı. Üç yıldır omurilik felçlisi... Yatağa bağımlı; hareket edemiyor, konuşamıyor, gözlerini açıp kapamak dışında hayatla kurabileceği hiçbir iletişimi yok.

Ne tuhaf... Muhtemelen o gün oraya amcamı durdurmak için gitmişti. Dosyanın elime geçmesini istemiyordu. Ama arabada her ne yaşandıysa amcam belki bir anlık sinirle, belki kazara... Direksiyonu kırdı ve... Ah... Ne kadar düşünürsem düşüneyim olmuyor, onları bağışlayamıyorum. Öfke değil bu... Sadece... Düşünsene, eğer o gün amcam son nefesini vermeden önce babamın bana bıraktığı o çelik kutunun anahtarlarını bana verememiş olsaydı... Ya da... Ya da ben kutunun yerini bulamasaydım... Veya kutunun anahtarında o kırmızıya çalan kan lekeleri olmasaydı... Şu an muhtemelen literatürde Redkey diye bir terim hiç var olmamış olacaktı.

+Bir saniye... Bu 'kırmızı anahtar' yani Redkey mahlası yoksa...

-İki anahtar düşün... Biri Leonard'ın ardında bıraktığı dosyaların kasasına ait, diğeri ise babamın bana bıraktığı dosyaların bulunduğu çelik kutuya... Her iki anahtar da avcuma değdiğinde üzerinde sahibinin kanını taşıyordu. Ben... Bilmiyorum... Bu iki olayı rastlantı olarak adlandırmak akılla, mantıklı açıklanır bir şey değildi benim için. Bir yerde, bunun bir kader olduğunu düşündüm sanırım...

+Demek hikayesi buydu; kırmızı anahtarların... Sonra... Yani dosyalar eline geçtikten sonra ne yaptın? Evet, Leonard yaşamıyordu ama hiç değilse polise, bir savcıya teslim edebilirdin. Ama sen başk-...

-Ah, kesinlikle... Ülkenin İçişleri Bakanının dahi peşinde olduğu dosyaları, bakandan habersiz çayına şeker bile atamayan emniyet teşkilatı yetkililerine teslim etmeliydim... Veya babamın cenazesine katılacak cesareti dahi kendilerinde bulamamış hukukçulara... Ülkedeki adalet sistemine güvenim olsaydı, gazetelerin sürmanşetlerinde çapkınlık haberlerim yer alırdı, kar maskeli fotoğraflarım değil... Hiçbir kurumu gereğince işlemeyen bir ülkede, özellikle adli ve idari makamların da üzerine düşeni yapmaları engellenirse, ben veya bir başkası, mutlaka biri çıkıp o terazinin bir ucunu tutacaktı. Yoksa... Bir kurtarıcı, bir süper kahraman olmak için yola çıkmadım. Böyle adlandırılmak için herhangi bir çaba sarf edecek bir adam değilim.

+Peki... O halde ne yaptın? Yani... İlk olarak tabi... Nasıl karar verdin böyle bir yola girmeye?

-Ordudan istifa ettim. İlk olarak tabi... Hakurk'ta türlü işkencelerle üç ay boyunca esir tutulmuş bir askerin istifası çok da şaşırtıcı bir şey olmasa gerek. Sonrasında zaten... Amerika'ya yerleştim. Babamın dosyasını inceledikten sonra bahsi geçen yapılanmaya savaş açmadan önce kendimi bir şekilde izole etmem gerektiğini düşündüm. Yani... Sahte bir hayat hikayesine ihtiyacım vardı. Psikolojik sebeplerden dolayı ordudan ayrılarak yurtdışına taşınıp kendine yeni bir hayat kurmuş bir adamın hikayesine... Bu yüzden Amerika'ya yerleşerek yazılım üzerine orta çaplı bir şirket açtım ve Kevin'ı işlerin başına geçirdim. Tabi, sahte bir kimlikle...

Bir kuluçka dönemi gibiydi. Yaklaşık bir sene içinde piyasada oldukça iyi bir istatistik yakaladık. Ama yine de ARGE'deki yükselişimizi kontrol altında tutmamız gerekti. Şirketin fazla dikkat çekmesi, finansal kaynakların incelenip yönetim kadrosunun didiklenmesi anlamına gelecekti. Bunlar paravan bir şirket için oldukça riskli olurdu. O sebepten bir yıl boyunca kendimi çoğunlukla şirketin arka planında tutarak asıl yapmam gerekene odaklandım. Bilgisayar ekranına...

Web'in katmanlarında gidebildiğim son noktaya kadar gittim. Oradaki dünyanın dilini çözdükten sonra buradakinin işleyişini okumak çocuk oyuncağı gibi... Bir senenin sonunda, Kevin'ın yıllardır hack atmak için uğraştığı Amerika'nın ulusal savunma sitesinin sistemine sızmayı başardığım gün ise durdum. Sanırım artık kimse beni 'güvenli' kelimesinin sözlük anlamına inandıramazdı.

Yani artık... Harekete geçme zamanı gelmişti. Oldukça iyi bir hackerdım, yanımda Kevin gibi Deep Web'i çözmüş bir ortağım, elimde ise Leonard'ın dosyası sayesinde yurtdışı bağlantılarını kesintiye uğratmayı başardığımız bir yapılanmanın ipini çekecek belge ve dokümanlar vardı. Babamın tam yedi bin beş yüz elli altı sayfalık belge ve dokümanları...

Ama mesele bu defa biraz karışıktı. Babam, o binlerce sayfalık dosyasında bahsettiği yapılanmanın sadece tek bir ismine ulaşabilmişti. Bundan sonrası sanırım sana da oldukça tanıdık gelecek. On üç kişilik bir suç şebekesi... Şahbozanlar'dan bahsediyorum.

+Ah, işte en merak ettiğim kısım!

-Babam onları kendince böyle adlandırmış. On üç kişiden oluştuklarını ve kendi içlerinde dahi birbirlerini tanımadıklarını yazmış kırmızı kaplı dosyasında.

Görüşmelerini her ayın üçüncü cumartesi gecesi saat üç civarında yapıyorlar. Yerin altında bir mahzende yapılan toplantılar, edindiğim bilgilere göre son birkaç yıldır 'güvenlik' sebebiyle sadece telekonferans yöntemiyle yapılıyor. Tabi her biri yüzünü hala gizlemeye devam ediyor. İçlerinde sadece Şahbozanlar'ın liderinin herkesin gerçek kimliğini bildiği varsayılıyor.

Öyle bir sistem geliştirmişler ki, üst kademeler birbirini tanımıyor, alt kademedekiler ise böyle bir yapılanmaya hizmet ettiğinin farkında bile değil. Babamın yedi bin beş yüz elli altı sayfada bahsettiği kısım işte o alt kademede yer alan isimler... Yani anlayacağın piramidin üst katmanına ulaşabilmek için altlarında emir alan her kim varsa ipliğini pazara çıkarmaktan başka şansım yoktu. Çünkü... Zaman ve hız parametresinin dördüncü ayağından bahsediyorduk. Hatırla, 'korku'...

İki sene önce Kevin'la beraber Amerika'dan Türkiye'ye kesin dönüş yaptığımızda ilk iş olarak, babamın dosyasında ismi geçen tek Şahbozan Adalet Eski Bakanı Haydar Rıfat Çakır'ın peşine düştüm. Ama adam arkasında hiçbir iz bırakmadan ülkeden yok olmuştu. Yani elimdeki tek Şahbozan'ı da kaybedince... Strateji değiştirmek zorunda kaldım.

Zaman ve hız parametresini tekrardan çalıştıracaktım. Ama bu defa denklemin misyonu kitleleri uyutmak değil uyandırmak olacaktı. Bir şeyleri perdelemek değil, perdeyi kaldırmak gerekiyordu. Çünkü ancak bu şekilde kiminle savaştığımı görebilirdim. Parametrenin dördüncü ayağı 'korku' sayesinde... Bu her zaman böyledir. Düşman gizlenmişse onun yerini ancak onu yerinden ederek bulabilirsin. Bunun için de korku saçman gerek. Öyle bir korkmalı ki... Paniğe kapılmalı, ne yapacağını bilemez hale gelmeli. Bu noktaya gelen birinin hata yapması kaçınılmaz...

+Yani aslında o zaman bir kod adıyla ortaya çıktığında... Şahbozanlar'a dair elinde fazla bir şey yoktu. Bu... Nasıl... Çok zekice...

-Doğru, fazla bir şey yoktu. Ama internet üzerinden yayınladığım bildirilerde bahsi geçen kitlenin kendileri olduğunu anlamaları çok sürmedi. Ve dahası birlikte çalıştıkları alt kademe şarlatanları, boyunlarına bir anahtar geçirip emniyet önlerine bırakmaya başlayınca... Ah, zavallılar... Paniğe kapılıp kendi içlerinde dahi açık vermekte gecikmediler. Tam beklediğim gibiydi yani... İlk oltaya düşen ise malum Haydar Rıfat Çakır oldu. Kızının şahsi telefonuna yaptığı bir arama sonunu getirdi Haydar'ın. Tabi o da az kalsın benim sonumu getiriyordu. Ama adam farkında olmadan da olsa beni bir şekilde ölümün kıyısından alıp senin kıyına sürükledi.

+Yok artık! Haydar dediğin yoksa o Haydar mı? Bana 'Haydar'ın adamı mısın?' diye sorduğun? Yaralandığın gün ondan kaçarken mi bizim apartmana sığındın?

-Biraz öyle oldu. Ah... Kestirmeden ölmek varken senin eline düştüm. Şimdi ise böyle yavaş yavaş ölü-...

+Sulandırma dedim sana! Düzgünce devam et işte... (Omzuna bir adet yumruk geçirmemle cümlesi yarıda kesildi. Lafa bakınız, ben onu yavaş yavaş öldürüyormuşum. Sen beni öldürüyorsun, sen! Hem de... Neyse.)

-Devam edilecek pek de bir şey kalmadı aslında. Haydar'ı yakalamaya çalışırken eski Milletvekili Memduh Zaloğlu'na ulaştım. Ardından savcı Neziher'e, ondan bir başkasına...

Ah... Daha ne bilmek istiyorsun gazeteci kız? Yoksa sadece Deniz mi demeliyim? Umursadığın benim hayat hikayem mi yoksa Redkey'in hikayesi mi? Bu soruları sana sorduran dürtüye göre benim de sana vereceğim cevaplar değişecek çünkü.

+Hangi dürtüyle sorsam daha fazlasını öğrenebilirim?

-Sen... Sen böyle cevaplar vermeyi-...

+Evet, senden öğrendim. Daha öğreneceğim de çok şey var gibi...

-Tamam... Kabul. Pes. Sor... Sor bakalım...

+Nasıl yakalıyorsun? Yani o kadar adamı... Hepsinin bir sürü koruması, gizli yeri, önemli bağlantıları vardır.

-Düşünelim... Mesela... Mesela, Memduh Zaloğlu'nu çayına attığı bir şeker sayesinde yakalamıştım. Küp şekerin içindeki bileşenlerle etkileşim haline geçen bir maddeyi şeker taneciklerinin arasına gizleyince... Zavallı adam Ulus'un göbeğindeki restoranda fenalık geçirdi. Olay yerine gelen ambulansın şoför koltuğunda ise ben oturuyordum.

Haydar ise fazlasıyla çakaldı. Peşindeki belanın farkındaydı. Adamlarını günlerce sokağınızda dikerek bana dair bir iz aradı. Ama tek hatası şoförünü fazla tanımıyor oluşuydu. Fiziksel olarak yani... Sürücü koltuğunda oturan her adamı şoförü zannetme gibi bir gaflette bulundu zavallı Haydar...

Yeterli mi? Ah... Öyle bakma yüzüme. Hangi sihirbaz yaptığı numaraları seyircilerine anlatır? Sadece yapar. Bense sana gereğinden fazlasını anlattım. Ah, artık gözünde hiçbir gizemim kalmadı değil mi? O merak uyandırıcı gizemli adamı, kahvehanelerde taş çalıp durmadan kendinden bahseden mahalle kabadayısına benzettin. Neden böyle sahiden? İki yudum şarap mı bu hale getirdi beni yoksa bir yudumluk bir kadın mı?

+İkimiz beraber... El ele verip senin gibi ketum bir adamın içinde yatan gevezeyi çıkardık ortaya. Ama... Merak ettiğim son birkaç şey daha var? Çok kısa cevaplar versen de olur. Olur mu? Olur, he?

-İnterpol dahi bu kadar sorgulamazdı beni. Ah, nasıl bir işkence altındayım acaba? Tuzağa mı çekiliyorum? Bardağıma ilaç falan mı attın yoksa benim? Kesinlikle böyle yapmış olmalısın.

+Ya Yağız...

-Sor. Sor...

+Yakaladıklarını direkt polise teslim etmek yerine bir yerde tutup itiraf etmelerini sağladığın söyleniyor. Doğru mu?

-Doğru.

+Tamam... Yüzünü kaç kişi biliyor peki? Red'i yani...

-Kevin ve... Ve artık sen...

+Ya Haydar'ın adamları gittikten sonra sokağımızda günlerce nöbet tutan adamlar?

-Parametrenin üçüncü ayağı.

+'Neye ve kime hizmet ettiğini bilmeyenler'... Bilmiyorlar yani. Tamam... Peki, neden benim evimde kaldın? Çok fazla paran ve imkanın varken neden benim evim?

-Amerika'da biliniyordum. Türkiye'de kendi kimliğimle hareket edemediğimden sokakta attığım her adım tehlikeliydi. Üzerimde sahte bir kimlikle ev kiralamam veya bir otel odasında yakalanmamın sonuçları pek hoş olmazdı. Yani... Evin benim için güvende olduğum tek yerdi.

+Sadece... Sadece bu sebepten mi yani?

-Yani... İlk zamanlar evet. Sonraları bu durum keyifli gelmeye başladı. Ah... Uzun müddet sabit bir yerde kalmam sakıncalıydı aslında. Kevin her gün, her saniye evinden bir an önce ayrılmam gerektiğini söylüyordu. Dırdırcı herif... Sanırım seni kıskanıyor.

+Neden gitmedin peki? Senin için tehlikeliyse... Neden?

-Senin için tehlikeliydi; gitmem... Karaatay'ın adamları peşindeydi. Gidemedim işte. Ah... Benim için nasıl bir yumuşak karın olduğunun farkında mısın?

+O zaman... O zaman sonradan neden gittin?

-Senin için tehlikeliydi; kalmam... Peşime düşen her kim varsa seninle olan bağlantımı çözmek üzereydiler. Daha fazla hedef haline gelmene izin veremezdim. Benim için nasıl bir zaaf olduğunun farkında mısın?

+O zaman... O zaman neden geri döndün? Hem de kendini bildiğin açık ederek, bir baloyla, onlarca kameranın önünde. Neden?

-Senin için tehlikeliydi; gizlenmem... Redkey'le bağlantın olduğunu bir şekilde öğrenmeyi başardılar. Dikkatleri 'Redkey ve gazeteci kız'dan, 'İş adamı Yağız Saran ve yeni aşkı'na çekmem gerekiyordu. Ah... Sen... Sen her cümleme 'senin için' diyerek başladığımın farkında mısın?

+Farkındayım.

-Ah, rahatladım. Başka?

+Neden yılbaşı balosunu seçtin peki ortaya çıkmak için?

-Bir köprü başını seçsem etrafta o kadar kamera olmayacaktı çünkü.

+O halde oraya bilerek o kadar gazeteci çağ-... Tamam, sanırım anladım.

-Sanırım hala akıl sağlığım yerinde. Başka?

+Beni her defasında elinle koymuş gibi bulmanın sebebi telefonuma yerleştirdiğin casus GPS'miş... Ama hala anlamadığım bir şey var. O gece... Yani ofiste uyuduğum gece... Kaç bardak çay kaç fincan kahve içtiğime kadar nasıl bildin? Yani çünkü bu GPS'le fal-...

-İş yerinizdeki güvenlik kameralarını hacklemek, ev yemekleri satan bir lokantanın kamera sistemine sızmaktan daha kolay. Başka soru?

+Bak ya... Sen de Kevin'dan az sayılmazmışsın...

-Kevin iyi bir hacker olabilir ama kendisinin beyin loblarının sistemine ilk ben sızdığım için... Bence ben daha iyiyim. Tabii ki... Kesinlikle... Daha iyiyim.

+Şu egona bir nüfus cüzdanı falan çıkarmalısın bence. Resmen iki kişi olmuşsunuz. Ayrıca... Kevin'ın beyin loblarının sistemine ilk sızan sen değilsin bence. Neydi adı o psikolog kadının? Rebacca mı?

-Ah, Rachel... Kevin'ın beyin loblarına ilk onun sızdığı doğru. Ama sonuçta bana bağlı olarak yaptı bunu. Ayrıca Kevin'ın beyninden bahsediyoruz. Araya bir aracı sokmadan o herifin beyninin yakınından bile geçmem ben. Tabii Rachel zamanında işi oldukça iyi idare etti. Yani... Anlayacağın Kevin'ın kayıtsız kalması olanaksızdı. Hatta belki herhangi bir erkeğin de... Kayıtsız kalması olanaksızdı.

+Ah, öyle mi?

-Kesinlikle. Yani... Anlatmış gibi olmak istemem ama... Kadın da kadındı şimdi... Otuzlu yaşlarında olmasına rağmen sanırsın yirmilerinin başında... Gayet fit, bakımlı, seksi, entelektüel, zeki, çekici, şöyle uzun boylu, yani baya uzun... Kalçasında samba esintileri var... Göğüsler desen zaten doksan numara... Sonra bacakları...

Ya... Hey... Ka-kadın diyorum... Rachel... Kaç saattir sana burada bir kadını... Ah, çok sinir bozucu... Neden bu kadar tepkisizsin? Gözlerinden ateşler çıkararak sözümü kesmen, kıskançlık krizine girmen gerekiyordu. Ah... Dokuz kadınla aynı anda yatmış olma ihtimalimi bu kadar şiddetle reddetmeyecektim... Yine de... Bir kadının benim gibi bir adamı kıskanmaması için aklını oynatmış olması gerekir.

+Neden kıskanacağım ki? Bunları sırf beni sinir etmek için söylediğini o kadar belli ediyorsun ki... Sanki kadınla aranda bir şey geçti de...

(Sessizlik.)

+Yani... Sonuçta aranızda bir şey geç-geçmemiş-tir mi...

(Sessizlik.)

+Ah... Yağız... Yoksa... Se-s...en... O kadınla... S-siz... Yattınız mı?

(Sorumun ardından ortamdaki sessizliği üçüncü bir ses bozdu.)

"Fuck! Seni öldüreceğim boss! Seni öldüreceğim! Sana kaç kere sordum, aranızda bir şey geçmediğini söyledin bana! O kadın benim ilk aşkımdı, dokunduğum ilk kadındı... Fuck boss, okey! Fuck!"

-Siktir! Kevo. Nereden konuşuyorsun? Sen bizi mi dinliyorsun? Öldüreceğim seni, siktiğimin rezil herifi...

+Sensin rezil! Yağız sana inanmıyorum. Sen cidden o kadınla yattın mı? Hem de arkadaşının sevgilisi ile...

(Yağız, ayağa kalkmış odanın içinde dört dönerek sesin geldiği cihazı bulup onu susturmaya çalışıyordu. Kevin ise ağlamaklı sesiyle konuşmaya devam ediyordu.)

"Yatmış işte... Yatmış... Lanet boss'un ilk vukuatı değil ki bu... Amerika'ya her gelişinde benim tüm sevgililerimi becer-..."

(Yağız, sesin geldiği cihazı bulup susturduğu için Kevin cümlesini tamamlayamadı.)

-Evin her yerini böceklerle, cihazlarla doldurmuş aptal herif... Deniz... Kevin kendisine selam veren her kızın sevgilisi olduğunu zannediyor. Sırf onun bu şizofren tutumu yüzünden en verimli çağlarımı rahip gibi yaşayamazdım. Yani... Rachel meselesine gelince de... Kadın, fazla istekliydi... Hem sadece bir kere...

(Ayağa kalkıp başımı ellerimin arasına alarak odanın içinde ileri geri yürümeye başladım. Ve Yağız'a 'bir çift lafım' vardı tabi...)

+Tamam, tamam ya Yağız... Ben sana hiçbir şey demiyorum. Merak da etmiyorum... Kiminle düşüp kalktığını hiç merak etmiyorum. Ama bir arkadaşının... Neyse... Hiçbir şey demiyorum... Hiçbir şey... Ben artık sana hiçbir şey demiyorum. Diyemiyorum zaten... Yani, inanamıyorum. Amerika maceraların bitecek gibi değil... Cihazı bulup kapatmasaydın Kevin daha neler neler anlatacaktı kim bilir? Ama ben sana hiçbir şey demeyeceğim. Susuyorum. Tamam mı? Söylenecek hiçbir şey yok çünkü. Ne diyebilirim ki? Desem ne ki zaten? O yüzden susacağım. İnanılmaz bir şeysin... Sen kim bilir... Benimle tanıştıktan sonra da kaç kadınla şey etmişsindir... Ama beni ilgilendirir mi? Tabii ki hayır. O yüzden hiçbir şey demiyorum sana artık. Pes... Hem ne diyebilirim ki? Denecek hiçbir şey yok. Ben salak gibi günlerce seni düşünüp dururken sen kim bilir kaç kadınla... Neyse ya... Gerçekten ben sana hiçbir şey demiyorum Yağız... Susuyorum ve sana hiçbir şey demiyorum hem desem ne-...

(Elimden tutup beni hızla kucağına oturtarak sözlerimi böldü.)

-Deniz... Yapma böyle. Lütfen konuş benimle. Bu sessizliğin... Böyle susman beni paramparça ediyor.

+Bırak, bırak beni... Dalga geçiyorsun hala bir de... Ama ben sana artık gerçekten hiçbir şey de-...

-Demiyorsun... Evet, sen bana hiçbir şey demiyorsun. O zaman ben sana bir şey diyeyim. Bundan tam yüz on dört gün önce, ben kapının önünde yarı baygın haldeyken 'bir haber çıkar' dürtüsüyle beni evine aldığın günden beri... Hani, o türlü korkuların kıskacında yaralarımı sarıp bana polis tehdidi ile tarhana çorbası içirdiğin günden beri... Yani seni ilk gördüğüm günden beri... Ah, işe bak. O günden beri hiçbir kadınla olmadım.

+Ger-... Gerçekten mi?

(Kucağından kalkma uğraşlarıma bir son vererek yüzüne inanmak isteyen gözlerle bakıyordum. Fakat tabi, Yağız bu... )

-Kesinlikle... Zaten sonrasında aynı evi paylaşmaya başladık. Orada, senin evinde, üstelik senin haberin dahi olmadan nasıl başka kadınlarla sevişebilirdim? Duvarların ince bir kere, ses geçiriyor. Odaların desen dar, iki adımda bitiyor. E sonra... Senin evinden ayrıldıktan sonra da zaten... Yok çatışmaya gir, polisten kaç, yok efendim omzuna teneke vurdur, yetmedi bir de üzerine git kurşun ye falan derken... İşte iş güç, ah, hiç fırsatım olmadı.

(Gülümseyerek ellerimi boynuna doladım.)

+Artık ne yapacağım biliyor musun? Ağzından çıkan her sözü 'Yağız'ın dedikleri' ve 'Yağız'ın aslında demek istedikleri' filtresinden geçireceğim. Mesela az önceki sözlerini bu filtreden geçirince, esasen 'beni gördükten sonra başka hiçbir kadını gözün görmediği için kimseyle birlikte olmadığını' söylüyorsun. Sistemini yavaş yavaş çözüyorum sevgili Red Kid... Artık alaylarınla ayarlarımı bozamayacaksın.

(Sözlerimin ardından yüzüne muzip bir gülümseme kondurarak dudaklarını ağzıma yaklaştırdı. Bense gözlerimi kapayarak o bilindik tadın dudaklarımı ıslatmasını bekliyordum. Ve fakat ne diyorduk? Yağız bu...)

-Acaba aynı filtreyi dudaklarıma uygulamayı da düşünmüyor musun? 'Yağız'ın öpecek gibi durduğu yerler' ve 'Yağız'ın aslında öpmek istediği yerler' filtresi...

(Sözlerinin ardından beni hızla kucağından indirip koltuğun üzerine yatırdı. Sonra... Sonrasını... Çantamda açık kalmış bulunan ses kayıt cihazının kayıt süresi dolduğu için sizlere aktaramıyorum. Biz gazeteciler bu duruma 'off the record' yani, 'kayıt dışı' diyoruz. Siz dilerseniz 'ahlak dışı' da diyebilirsiniz. Çok da şey yapmamak lazım... :)


Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

4M 115K 73
Lamia: Ayrılık ay dönümümüz kutlu olsun. Mirza: Lamia şaka mısın? Mirza: Sen terkettin beni.
1.7M 53.7K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
22.2M 902K 116
İşte oradaydı... Muhtaç olduğum kadın korkuyla bana bakıyordu. Ona biraz daha dokunmazsam sanki ölecektim. Bu hastalıklı duygular beni resmen ele geç...
728K 27.8K 90
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...