Kırmızı Anahtar

By EsraCanlii

3.8M 202K 232K

Tüm Türkiye'de aranan azılı bir kanun kaçağı ve onu asıl kimliğini bilmeden evine alan gazeteci bir kızın hik... More

OKUMADAN BAŞLAMAYINIZ!
Bölüm 1: Kapımdaki yabancı
Bölüm 2: Redkey
Bölüm 3: Tarhana ya da menemen
Bölüm 23: Bir Dünya Başkanlığı Modeli - 2. Kitap
Bölüm 24: Baltalı İlah Redkey, Data Meselesi ve Bir Telefon
Bölüm 25: Ben Düşerken Gündemden Sessizce...
Bölüm 26: Lütfen, Lütfen, Lütfen...
Bölüm 27: Günler
Bölüm 28: Öfkeli Patron, Tuhaf Bir Anketör, Daha Tuhaf Bir El
Bölüm 29: 'Redkey'le Tanışmak İster Misin'
Bölüm 30: Redkey İçin Geri Sayım
Bölüm 31: Koku
Bölüm 32: Redkey'in Sırt Çantası ve Şifre Sorunsalı
Bölüm 33: Hayatımın Casusu
Bölüm 34: 'Merhaba Redkey'
Bölüm 35: Sevgili Redkey
Bölüm 36: 'Beni Yarın Da Sevecek Misin?'
Bölüm 37: 'İsabetli Tercih'
Bölüm 39: 'Okyanusun Kıyısında'
Bölüm 40: Ev
Bölüm 41: Geçmişin Anahtarı
Bölüm 42: '1Numaralı Şüpheli'
Bölüm 43: 'Güvercin De Uçurur Muyuz?'
Bölüm 44: 'Burada İşler Üç Şekilde Yürür!'
Bölüm 45: 'Dünya'yı Satan Adam'
Bölüm 46: Her Şeyin ve Hiçbir Şeyin Kutusu
Bölüm 47: 'Güzel Çocuklar'
Bölüm 48: Sırlar ve Ölümler Üstüne
Bölüm 49: Yeni Yetme Bir Gangster
Bölüm 50: Zincirkıran(2. kitap sonu)
Bölüm 51: Şekerin Tadı - 3. Kitap
Bölüm 52: Hakkında Soruldu
Bölüm 53: 'Suç değil rövanş'
Bölüm 54: Bekleyişler - I
Bölüm 55: Bekleyişler - II
Bölüm 56: Yanılgı
Bölüm 57: Ödenmemiş Bir Hesap
Bölüm 58: Yol Ayrımı
Bölüm 59: Gördüğümüz Şey, Baktığımız Yer
Bölüm 60: Şüphe - Evin İçinde...
Bölüm 61: 48 Saat
Bölüm 62: Masumiyet Karinesi
Bölüm 63: 'Karmaşa'
Bölüm 64: Bin Basamaklı Merdiven
Bölüm 65: 'Tesir altında'
Bölüm 66: Uyanmak II
Bölüm 67: Kefaret
Bölüm 68: Bir Kelebek Kanat Çırptı...
Bölüm 69: Yeşil Kasa - 3. Kitap sonu
Bölüm 70: 'Bazı bedeller ağırdır' - 4. Kitap
Bölüm 71: 'Deniz Bitmez'
Bölüm 72: 'Canavar'

Bölüm 38: Yeni Bir Yıl Eski Bir Yara

39.5K 4.5K 4.2K
By EsraCanlii

"Burası neresi?" dedim, şaşkın bir ifadeyle.

Yaklaşık yarım saatlik yolun ardından, boğazı tepeden gören yüksekçe bir noktada durmuştuk. Hemen karşımızda, bahçesi çitlerle örülü korunaklı bir ev vardı. Yağız, evin bahçe kapısını elinde tuttuğu bir cihazla açtıktan sonra konuştu:

"Yeni evin..." Yüzünde bıyık altı bir gülümseme vardı. "Sen az önce evinin anahtarlarını kaybetmedin mi? Kaybettin. Yani, bilirsin çok param var. Ben de sana yeni bir anahtar değil yeni bir ev aldım."

Benimle dalga mı geçiyordu? Bu da ne demekti? Ben anlamsız gözlerle Yağız'ın yüzüne bakmaya devam ederken o ise avcuma evin anahtarlarını koydu. Ve karla kaplı bahçe patikasından geçerek iki katlı evin giriş kapısına doğru yürümeye başladık. Kapının önüne vardığımızda Yağız bir cihaza uzunca bir şifre girip bir adım geri çekilerek yolu bana bıraktı.

"Açsana kapıyı" dedi, biraz önce elime tutuşturduğu anahtarları işaret ederek.

Kapıyı açtığımda karşıma büyükçe bir salon çıktı. Boğaz manzaralı pencereler yer yer buzlanmıştı. Evin arka cephesine bakan pencere kenarlarına yerleştirilmiş beyaz minderli koltuklar, hemen arkalarına konumlandırılmış lambaderler ve parke zeminde duran dekoratif seramikler, pastel tonlarında döşenmiş evi, bir yandan sade bir yandan da oldukça gösterişli kılıyordu. Salonun sağ köşesinde duran aynalı konsolun üzerindeki cam vazoda ise koca bir demet papatya vardı. Demeti koklayıp içeri doğru yürümeye devam ettim. Ardından sarı renkli duvar kağıtlarıyla kaplanmış salon duvarlarındaki tablolar dikkatimi çekti. Tabloların bazılarında sevdiğim Yeşilçam filmlerinin orijinal afişleri vardı. Birçoğunu daha önce pek çok kez aramış ama bulamamıştım. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu.

Duvarlara göz gezdirmeye devam ettiğimde karşıma bazı çerçeveler çıktı. İçlerinde benim çeşitli yer ve zamanlarda çekilmiş fotoğraflarım vardı. Yaptığım bir haberin söyleşisinde, katıldığım bir resepsiyonda, bir ödül töreninde veya öylece oturduğum bir park köşesinde, ellerimi cebime sokup yürüdüğüm bir yolda ya da bir pencere kenarında... Tanrım, aklıma mukayyet ol.

Çerçevelerin önünden tek kelime etmeden geçtim. Boğazım düğüm düğüm olmuş, söylemek istediğim kelimeler manasını yitirmişti. Yağız, halimi anlamış olacak, omuzlarımı kavrayıp beni evin üst katına çıkan merdivenlere yöneltti.

Bu katta ise karşıma geniş bir yatak odası çıktı. Odanın ön cephesi tamamen camekanlarla kaplıydı. Dışarı bakıldığında beyaza bürünmüş İstanbul Boğaz'ı açıktan görülüyordu. Köprünün ışıkları, yoldan gelip geçen araçların sarı ve kırmızı farlarıyla bütünleştiğinden tam bir renk cümbüşü oluşmuştu. Yan tarafta yanan şöminenin turuncu alevlerinin camekana vuran aksi ise havada uçuşan kar tanelerini daha belirgin gösteriyordu.

Heyecandan titreyen diz kapaklarımı dizginleyip bakışlarımı odanın diğer köşelerine gezdirdiğimde bordo tonlarda genişçe bir yatak ve onun hemen karşısına yerleştirilmiş devasa bir kitaplık gördüm. Kitaplık, sevdiğim birçok yazarın, şairin sayısız kitabıyla doluydu. Dahası ilk basımlar, eski ciltler, plaklar, imzalı seriler ve yine papatyalar... Cam bir vazonun içine koyulmuş güzel kokulu papatyalar...

Vazonun içinden bir papatya tanesi alıp odanın içinde yürümeye devam ettim. Kollarımı bağlamış, gözaltındaki sanığını sorguya çeken dedektifler gibi yavaş adımlar ve düşünceli gözlerle odanın içinde öylece dolaşıyordum. Heyecan ve endişeyi aynı anda duyumsuyor ve tamamen hazırlıksız yakalandığım bu duygu durumu karşısında en açık tabirle çuvallıyordum.

Kendimi bilmez halde attığım adımlarım beni pencerenin yanına getirdiğinde ise cama vuran şöminenin ışığında Yağız'ın gölgesi belirmişti. Nefesi omuzlarıma değiyor, arkamda, ellerini cebine sokmuş hiçbir şey söylemeden öylece dikiliyordu. Geldiğini fark ettikten kısa bir süre sonra bedenimi yavaşça ona doğru çevirdim. O an göz göze geldik. Şöminenin ışığında hafif kirli sakalları tel tel parlıyor, gür kirpiklerinin gölgesi biçimli burnuna değiyordu. Dağınık saçları biraz uzamış, birkaç teli kulağının üzerine düşmüştü. Ve gözleri, gözleri her zamanki gibi bakıyordu yine; kahverengi ve davetkar.

Nasıl tarif etsem? Bu hissi, bu... Ah, izah edemiyorum. İçimden gözlerine dokunmak geliyor. İzahı mümkün mü? Elle tutulur bir hale gelsin istiyorum gözleri. Dokunayım ve ona ait her ne varsa içimden bir parça gibi kendime katayım. Bu delilik değil mi? Kaşlarının kavisi mesela, gülümsediğinde dudağının kenarında beliren çukurluk, yahut o kusursuz köprücük kemiklerini kendimden bir parça haline getireyim istiyorum. Bu nereden bakılırsa bakılsın bir vahşet değil midir? Bir sarılsam, gövdem gövdesinde kaybolacakmış gibi geliyor. Bir öpsem, öpsem sanki... İçim titriyor. Ona böylesine yakından bakmak, günler sonra tekrar ona bu kadar yakından bakmak kalbimi titretiyor.

Neden sonra, elimdeki papatyayı havaya kaldırıp "nereden bildin?" dedim, "en sevdiğim çiçeğin papatya olduğunu?" Suskunluğumu ve kalbimi titreten düşünceleri bozan soru bu olmuştu.

"Tüm kadınlar papatyayı sever" diye cevapladı, elleri hala cebindeydi.

"Bugün iş yerime gelen papatyaları da sen mi gönderdin?" Sesim ağlamaklı çıkmıştı.

Kaşlarını kaldırdı. "Etrafında sana papatya gönderme ihtimali olan kaç erkek var?"

"Şüphelendiğim bir kişi daha var aslında" dedim, Yağız'ın bilenen gözlerine muzip bir gülümsemeyle bakarak. "Birkaç hafta önce aniden yolumu keserek bana bazı tuhaf sorular soran anketör bir çocuk vardı. Eğer sorularına cevap verirsem bana fener ve mum takımı hediye edeceğini söylemişti. Sorduğu sorulardan biri de en çok hangi çiçeği sevdiğimdi. İlk kez ona söylemiştim, en sevdiğim çiçeğin papatya olduğunu..."

Yağız gözlerini yüzümden kaçırarak pencereye çevirdi. Bense konuşmaya devam ettim. "Dahası da var" dedim, "anketörün sorularını yanıtladıktan sonra fener ve mum takımını da alarak evime gittim. Peki, sonra ne oldu biliyor musun?" Derin bir nefes aldım. "Elektrikler kesildi." Gözlerim dolmuştu.

Yağız bakışlarını tekrardan yüzüme çevirdi. "Rastlantı işte" dedi, inandırıcılıktan uzak bir ses tonuyla.

"Rastlantı tabii" dedim, yutkunarak. Yalancı, yalancı. O da senin işindi, sen diktin o anketör çocuğu karşıma. Peki, neden vuramıyorum bunu yüzüne? Hakkında öğrendiğim tüm her şeyi, onca zamandır içimde biriktirdiğim öfkeyi, kırgınlığı, özlemi neden haykıramıyorum şimdi? Ah, aklım ve kalbim kelimelerle örülü bir ağın altında can çekişirken, susmak içimdeki ağı daha da derinlere çekiyor sanki. Dilime nasıl getiririm onca kelimeyi? Nasıl söylerim? Sen o'sun! Red'sin işte, Redkey denen o adam sensin. Etrafımda dönen her şeyin içindesin, her şeyin sebebi veya sonucusun. Nasıl derim? Gerçek kimliğini öğrendiğimi söylersem beni kendinden bütünüyle uzak tutmasından korkuyorum. Bunu nasıl göze alabilirim?

"Buraya taşınmanı istiyorum" dedi bir anda, ben iç sesimin çıkmazlarında cebelleşirken.

Bir dakika... Bu da ne demek oluyordu? Bu cümlenin doğrusu 'yanıma taşınmanı istiyorum' ya da 'buraya taşınacağız' gibi bir şey olmalıydı. Yalnızca ben mi taşınacaktım, bu koskoca eve, tek başıma? Yok, hayır, belki de ben yanlış anlıyordum, emin olmam lazımdı.

"Ama bu ev..." dedim, "bu ev fazla tekil değil mi? Çerçevelerde hep benim fotoğraflarım var. Tek bir yatak odası var, tek bir gardırop var. " Duraksadım. "Ama... Ama şey, bu evde sana ait başka bir oda da vardır mutlaka, değil mi?"

"Hayır." Başını iki yana salladı. "Hayır, yok."

"O halde" dedim, kelimelerimi bastırarak. "Benim neden bu eve taşınmamı istiyorsun?" Yüzümdeki gülümseme bir anda kaybolmuş, bakışlarım karanlığa çalan odadan daha karanlık olmuştu. Kaşlarımı kaldırarak sorumu yineledim. "O halde ben... Ben neden bu eve taşınacağım, ha? Duvarlarına fotoğraflarımı ve sevdiğim afişleri asıp kitaplığını okuduğum yazarlarla doldurduğun için mi?"

"Neden olmasın?" dedi ciddiyetle, "ayrıca oturduğun evden daha kullanışlı, daha büyük, daha geniş, daha ferah, dah-..."

"Daha güvenli..." dedim, sözünü bölerek. Büyük bir aydınlanma yaşıyor gibiydim. "Her taraf muhtemelen gizli güvenlik kameraları ve alarm sistemleriyle dolu, değil mi? Kapıda bekleyecek adamlar ve yedi yirmi dört nöbet tutacak korumalar falan... Öyle değil mi?"

"Doğru" dedi, aynı ciddiyetle.

"Sadece bir an için" dedim, yutkunarak. "Sadece bir an için, bin bir eşyayla donattığın şu kocaman evin, duvardaki afişlerin, afilli çerçevelerin, şu güzel kokulu papatyaların, sadece tek bir an için, tüm bunların öylece hazırladığın bir sürpriz, bir hediye olmasını diledim, bir aldatmaca değil. Tek bir an için, buranın içinde yaşayacağım sıradan bir ev olmasını diledim, içine hapsolacağım bir kale değil."

Kısa bir sessizliğin ardından üzerine doğru bir adım yaklaştım. "Beni bu gece buraya neden getirdin Yağız Saran? Bu kez de bu evde mi terk edeceksin yoksa beni? Bu kez de bu evde mi parmağıma bir yüzük geçirip sabahına çekip gideceksin? Peki, bu kez yüzüğü hangi parmağıma geçirmek istersin?"

Yüzüğün takılı olduğu sağ elimi havaya kaldırdım. Ve tüm parmaklarımı sırayla kapatıp orta parmağımı Yağız'ın suratına doğrulttum: "Bu nasıl?"

Derken bir anda her yer havai fişek sesleriyle inlemeye başladı. Saat gece yarısı olmuş, yeni yıl, nihayetinde gelmişti. Bembeyaz kar tanelerinin düştüğü gökyüzü, şimdiyse rengarenk görünüyor, patlayan havai fişekler, boğaz köprülerinin üzerinde nar gibi ayrılarak dağılıyordu. Benimse parmağım halen havadaydı. Yeni bir yıla, Yağız'ın suratına doğrulttuğum orta parmağımla girmiştim. Evet, bunu gerçekten yapmıştım.

Yağız, kısa bir müddet yüzüme hafif şaşkın hafif tebessüm eder bir ifadeyle baktı. Ardından bir süredir cebinde tuttuğu ellerini çıkararak, yüzüne doğrulttuğum orta parmağımı yakaladı. Ve havada duran malum orta parmağımı kapatıp işaret parmağımı yukarı kaldırdı. Ardındansa hafifçe yana doğru çekildi.

Yağız'ın önümden çekilmesiyle birlikte, istemsiz, havada duran işaret parmağımın gösterdiği yöne doğru baktım. Parmağım, karşımda duran duvarı gösteriyordu. Şöminenin aydınlattığı odanın karanlığa çalan o duvarında ise oldukça büyük bir çerçeve asılıydı. Çerçevedeki fotoğrafı fark etmemle havada duran elim heyecandan titremeye başladı. Fotoğraf, bundan tam kırk iki gün önce, birlikte çıktığımız tekne turunda çekilmişti. Flaşın patlayacağı anda, yüzünü göstermek istemeyen Yağız'ın yanağımı öperek gözlerimin panikle açılmasına sebebiyet verdiği fotoğraftı bu. Birlikte çekildiğimiz tek fotoğrafımızdı.

Ben işaret parmağım havada, önümdeki fotoğrafa kilitlenmişken Yağız tekrardan karşıma dikildi. Şimdi işaret parmağım tam olarak onun göğsüne dayanmıştı. Bileğimi yavaşça kavrayıp yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

"Evet, çerçevelerde hep senin fotoğrafların var. Çünkü ikimizin çekilmiş sadece bir fotoğrafı var. Evet, evde yalnızca bir gardırop var. Çünkü hemen arkada büyük bir giysi odası var. Ve evet, evde sadece bir yatak odası var. Çünkü bu evde de 'iki metre uzaklık kuralı' var. Ama bu kez kural, bir zamanlar yaptığımız anlaşmanın tam tersini hükmediyor. Yani bu evdeki yeni kural gereği, senin en fazla iki metre yakınında değil, en fazla iki metre uzağında olabilirim. Bu durumda geceleri aynı yatağı paylaşmamız gerekiyor. Evde bu sebeple tek bir yatak odası var."

İşaret parmağım hala Yağız'ın göğsünde duruyordu. Elimi orada, kelimelerimi ise düğümlenen dilimde unutmuş gibiydim.

Yağız ise ağzını tekrardan araladı. Derin bir nefes alıp "bak" dedi, bir konuyu açıklığa kavuşturmak ister gibi. "Buraya taşınmanı istiyorum. Çünkü kendimi senden uzak tutarak sağlayamadığım güvenliğini, senin yakınında olarak sağlamak istiyorum."

"Daha iyisini söyleyebilirsin" dedim, heyecandan titreyerek. Yağız'ın dans pistindeyken fısıldayarak kurduğu bu cümle, benim ağzımdan daha sesli çıkmıştı.

Gülümsedi. "Buraya taşınmanı istiyorum. Çünkü güvende olmanı istiyorum."

"Daha iyisini" dedim, dudaklarımı ısırarak, "daha iyisini söyleyebilirsin."

"Buraya taşınmanı istiyorum." Bakışları ciddileşti. "Çünkü yanımda olmanı istiyorum."

O an, gökyüzünde hala patlamakta olan havai fişeklerden birkaçı tam olarak göğüs kafesimden fırlamış gibi hissettim. Kalbim sanki hava fişek, hatta belki de güdümlü füze meydana getirebilecek potansiyelde bir enerji yüklemesiyle atıyordu. Sulanmış gözlerim ise Yağız'ın yüzüne kilitlenmişti. Bir süredir göğsünde tuttuğum elimin varlığını işte o an fark ettim. Ama elimi utanarak geri çektiğim esnada, Yağız bileğimi tekrardan kavradı. Bakışlarımdaki çelişkili utancı sezinlemiş gibiydi.

"Daha da iyisini duymak ister misin?" dedi, ardından. Ve iki eliyle sıkıca tuttuğu avcumu tam kalbinin üzerine koydu. Kalbi avcumun içinde atıyordu. Konuşmaya başladı:

"Bu kalple birçok şey yaşadım. Apolet takıp savaştım. Uçsuz bucaksız dağlarda, tuzaklanmış mağaralarda sayısız operasyona çıktım. Bomba imha ettim, mayın temizledim. Vurdum, vuruldum, esir düştüm, işkence gördüm. Sonra bir gün apoletimi söküp suça karıştım. Düşman edindim. Birçok kez sıcak çatışmaya girdim. Sayısız kez polisten kaçtım... Ben tüm bunları yaşarken kirpiği dahi kımıldamamış bir adamım. Ama iki metre uzağıma roketatar mermisi düştüğünde teklemeyen kalbim, şimdiyse bir kadının avucunda serseme dönmüş gibi çarpıyor. Bunun sorumluluğunu üstlenmen lazım."

"Peki, nasıl yapacağım bunu?" dedim, nefes nefese. Elim, hala Yağız'ın kalbinin üzerindeydi. Gözlerim ise çeperinde biriken yaşları akıtmamak için direniyordu.

Sorumun ardından Yağız, kalbinin üzerinde duran elimi aşağı indirdi, ardındansa her iki elimi birden parmak uçlarıyla yakalayıp aramızdaki bir adımlık boşluğu da kapattı. "Sanırım, öncelikle..." dedi, "yeni yılın şu ilk dakikalarında, seni öpmeme izin vermen gerekiyor."

"Öyle mi yapmalıyım?" Dudaklarımız arasında bir solukluk mesafe kalmıştı.

"Evet, kesinlikle" dedi, fısıldayarak. "Çünkü bunu derhal yapmazsak aklımı oynatabilirim."

Sözlerini bitirir bitirmez dudaklarını hızlıca dudaklarıma bastırdı. O beni öpüyordu. Bense yanardağın yamacına kurulmuş bir buzdağı gibi eriyordum. Bu, ağzından ruhuma akan bir can suyu gibiydi. Hem de bu kez o su damlalarının her birine dudaklarımı aralayacak kadar susamış olmalıydım. Neden zaman tam olarak şu an durmuyordu?

Dudaklarımız uzun bir müddet sonra ayrıldığında vücutlarımızı birleştiren bu kez kollarımız olmuştu. O, kollarını sıkıca vücuduma doladığında burnuma değen kokusu ise kırk iki gündür açıkta olan bir boşluğu kapatmış gibi oldu. Boynumda gezinen nefesi, kesilen nefesime ekleniyordu. Şimdi, kollarımı ona daha sıkı doluyordum. O an yaptığım ona sarılmak değil de, ona sarılmaya sahip çıkmak, ona sarılmanın arkasında durmaktı sanki. Öyle emin, öyle kararlı, öyle hakikatliydi.

"Gel benimle" dedi, uzunca bir kucaklaşmanın ardından kollarını gevşeterek. Ardından, az ilerideki sandalyenin üzerinde duran kalınca bir şalı aldı eline. Diğer eliyle ise önümüzdeki camekanın sağ tarafındaki cam kapıyı araladı. Şalı omuzlarıma koyarak beni odanın balkonuna çıkardı.

Demir parmaklıkları olan küçük, şirin bir balkondu. Yere düşen kar taneleri zeminde birikmiş, yer yer buz tutan kısımlar ise zemini kayganlaştırmıştı. Yağız'ın kolunu tutarak birkaç adım atıp parmaklıklara tutundum. Ardından başımı kaldırıp savrulan kar tanelerinin arasında dans eden hava fişeklere baktım. Ah, dışarıdan çok daha güzel görünüyorlardı. Yağız, arkamdan belime dolanarak kulağıma doğru eğilip fısıldadı o an:

"Bu hava fişekler belediyenin işi, biliyorsun değil mi?" dedi gülerek, "yani, az sonra iki helikopterin arasında, üzerinde romantik sözler yazılı bir pankart falan da belirmeyecek."

Kahkaha attım. "Bir gökdelenin duvarına siluetim de yansıtılmayacak o zaman?"

"Kesinlikle" dedi, "üstelik bahçede gizlenen kemancılar da yok." Elini yukarı kaldırıp parmaklarını oynattı: "Başından aşağı dökülecek kırmızı güller de yok."

Bir kahkaha daha attım. "Ah, çok şükür! Ama... Bu tarz şeylerden hoşlanmadığımı nasıl anladın?"

Derin bir nefes alıp cevap verdi: "Dekor amaçlı olanları bırak, evinde muhtemel bir elektrik kesintisi için kullanabileceği basit birkaç mum dahi bulundurmayan bir kadının, başından dökülecek kırmızı güllerden hoşlanma ihtimali oldukça zayıftır sanırım. Ya da oyuncak bir ayıya sarılıp yatmak yerine, ellerini bacakları arasına kıstırıp uyuyan bir kadının siluetini, gökdelene yansıtmak pek akıl karı gelmedi."

Gülerek belime doladığı ellerine sarıldım. "Yakında, evime sadece beni gözlemlemek için gönderilmiş bir ajan olduğunu düşüneceğim" dedim, "ama öyle olsan bile teşekkür ederim. Hepsi için teşekkür ederim, bilhassa da bu gece için. Bu gece yaptıkların..." Kıkırdayarak devam ettim: "Ve özellikle de yapmadıkların için."

"Ama Deniz, gece..." dedi, kaşlarını kaldırarak, "yaptıklarıma teşekkür etmen için çok kısa, yapmadıklarıma teşekkür etmen için ise çok uzun."

Aynı anlarda havai fişek gösterisi sona erdi. Yağız ise sözlerinin ardından ellerini belimden çekip balkonun sol köşesine yöneldi: "Ama iyi bir gözlemci olduğum konusunda haklı olabilirsin."

Dikkatli baktığımda, en dipte üzeri örtülü büyük bir nesne olduğunu fark ettim. Yağız, örtüyü kaldırıp altından çıkan nesneyi eline alarak yanıma geldiğinde gözlerim hayretle açıldı. Elinde tuttuğu bir teleskoptan başkası değildi.

Benim şaşkın bakışlarım eşliğinde teleskobu yere indirip merceğin mesafe ve yönünü çarçabuk ayarladı. Sonrasında ise belimden çekerek beni teleskobun başına dikti:

"Ne diyorsun? Buraya yabancılık çekersen ara sıra bakıp hasret giderirsin, ha..." dedi, balkonun parmaklıklarına yaslanarak.

Bense gözümü teleskoba dayamış, karlı ve karanlık havada zar zor seçtiğim görüntüye hayretle bakakalmıştım. "Sen..." dedim yavaşça doğrularak. Ellerimle göğsünü ittirdim. "Yağız sen..."

"Yok, hayır. Sandığın gibi değil. Gerçekten... Hem sadece birkaç kez..." Bir yandan gülüyor, bir yandan da ellerimi tutarak bana sarılmaya çalışıyordu.

"Sen..." dedim tekrar, yarı gülen yarı kızgın bir ifadeyle, "sen benim evimi mi röntgenliyorsun?" Teleskop, dört katlı Görgülü Apartmanının üçüncü katına odaklanmıştı. Kadrajdaki görüntü tam olarak salon penceremi gösteriyordu. Bu... Bu kadarı da ama... Pes, pes artık!

"Ah, tamam. Tamam haklısın. Kesinlikle haklısın" dedi, beni kolumdan tutup balkon parmaklıklarına yaslayarak. "Teleskobumu gökyüzüne çevirip tüm ışıltısıyla parlayan yıldızları seyretmek yerine bir bina yığının üçüncü katını dikizleyerek senin gibi tuhaf bir kadının, kendisinden daha tuhaf pijamalarıyla pencerenin önünden geçme ihtimalini bekliyorum." Yüzünü bana doğru yaklaştırıp ellerini parmaklıklara dayadı. "Oradan bakınca, aklını oynatmış gibi görünüyorum değil mi?"

"Bilmem" dedim, dudaklarımı ısırıp yüzümdeki tebessümü baskılayarak "teleskopla bakıp daha yakından incelemek lazım."

"Ah, öyle mi?" dedi, imalı bir gülümsemeyle. "Fakat küçük hanım, teleskop oldukça uzakta bulunan cisimleri incelemek içindir. Bu evde sizin en fazla iki metre uzağınızda duracağımı hatırlatırım."

"Yine de" dedim, bakışlarımı kaçırarak. "Uzak değil mi? İki metre... Çok uzak değil mi?"

"Uzak." Yüzümü iki eli arasına aldı. Parmak uçlarını dudaklarımda gezdirerek "kesinlikle çok uzak" dedi. Ardından beni hızla kendine doğru çekti ve dudağıma sıcak bir öpücük kondurup kollarını vücuduma doladı.

Hava eksi bilmem kaç dereceydi. Fakat ya benim bedenim? O kollarıyla beni sardığında içimdeki mevsim yaz oluyor, aylardansa ağustos. Tenim böylesine ateşe düşmüşken şimdi başıma yağan kar taneleri termometrede rakam oynatmaktan başka ne ifade edebilir ki? Yanmadığı mı?

"Ah!"

Havaya zıplamam, ardındansa buz zeminde yalpalayarak Yağız'ın omzuna tutunmam aynı anda olmuştu.

Çok yakınımızda patlayan bir havai fişeğin çıkardığı ses, korkuyla havaya sıçramam için yeterli bir sebepti. Yağız'ın tabiriyle; bu kuş kadar yürekle nasıl hayatta kalacaktım ben?'

"İyi misin?" dedim, Yağız'a endişeli gözlerle bakarak. Sarılmamızı bıçak gibi kesen bu ani sıçrayışım, sonrasında ise yerini paniğe bırakmıştı. Çünkü tam düşeceğim esnada sertçe tutunduğum, Yağız'ın bir hafta önce, Kartal'daki harabede beni korumaya çalışırken kurşun isabet eden sağ omzuydu.

Sorumu boş bulunup yineledim: "İyi misin? Acıdı mı?"

Yağız, kapıldığım bu korku ve sergilediğim tuhaf hareketlerim sonrasında, yüzüne ciddi bir ifade takınmıştı. Beni şüpheli bakışlarla süzüyordu.

Bense ağzımdan çıkan soru cümlelerinin ve o anki hal ve hareketlerimin ne anlama geldiğini yeni yeni fark etmeye başlamıştım. Onun sağ omzundaki hasarın bilincinde olduğumu kazara ağzımdan kaçırmam, Yağız'ın kimliğini öğrendiğim manasına geliyordu. Yağız'ın Redkey olduğunu öğrenmiş olduğum manasına geliyordu. Nasıl bu kadar boş bulunabilirdim? Nasıl yapmıştım bunu?

"Şey..." dedim, durumu toparlamaya çalışarak. "Şey... Çok sert tutundum omzuna... Ondan ben... Acıdı mı diye şey et-..."

"Ne zamandır biliyorsun?" dedi, sözlerimi yıldırım hızıyla bölerek.

"N-neyi?" Kekeledim. "Ne-neyi ne zamandır bili-..."

"Ne zamandır biliyorsun?" diyerek tekrar böldü sözümü. "O olduğumu... Redkey'i."

***

Continue Reading

You'll Also Like

102K 471 5
mesleğini eline alamayınca kendini barlarda escort ilan etmiş bir kızın aşk hikayesi...
1.7M 54.1K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
799K 33.6K 50
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
5.5M 292K 30
!Acemi bir dille yazılmıştır! Sarhoş olduğu gece bir adamla birlikte olan Kayra, sabah uyandığında kendini tanımadığı bir adamla bulur. Evden apar t...