🎶 Bölüm şarkısı - Vashti Bunyan - Winter is Blue 🎶
***
Kapı zilim çalıyor. Zili işitmemle yükselen kalp ritmimi ayak seslerim takip ediyor. Yatağımdan bir hışımla kalkıp hızlı adımlarla koridoru geçerek kulpu tek bir asılışta aşağı çekiyorum.
"Yağız!"
Fakat karşımda hiç kimse yok. Yağız mı? O hiç yok, otuz beş gündür yok, bir hiç kimse gibi yok. Dışarıya göz gezdirip büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Sabah sabah yanlışlıkla çalınan kapı zili kadar sinir bozucu az şey vardır şu dünyada.
Hayıflanarak kapıyı kapatacağım esnada ise gözüm yerde duran kırmızı bir zarfa takıldı. Kalp atışlarım tekrar yükselmişti. Merakla eğilerek zarfı yerden aldım. Ve hızlıca açarak içinde yazılı satırları bir çırpıda okudum.
"Redkey'le tanışmak ister misin?
Redkey seni tanımak istiyor. Seninle konuşacakları ve senden dinleyecekleri var. Eğer onunla röportaj yapmak istiyorsan, bugün saat tam 14.00'de aşağıda yazılı Kartal'daki adrese, yalnız olarak gel."
Kağıdı okur okumaz elimdeki zarf parmaklarımın arasından kayarak koridorun soğuk zeminine düştü. Bu da neydi şimdi? Redkey benimle neden tanışmak istesin? Bu ne saçmalıktı!
Kapıyı hızlıca ittirdim. Koşar adım salona geçip perdeleri aralayarak camdan dışarı baktım. Sokağın iki ucu da sis yüzünden net olarak görünmüyordu. Bu kez aynı hızlı adımlarla askılıktan montumu alarak sokağa fırladım. Kim bırakmıştı bu zarfı? Tüm dikkatimle sokağın iki ucuna da baktım. Saat sabahın sekiziydi. Ve etrafta okula giden öğrencilerin dışında kimseler yoktu.
Çaresiz apartmana geri döndüm. Etim buz kesmişti fakat yüzüm kor gibi yanıyordu. Bu, ne demek oluyordu şimdi? Kağıdı yerden alıp tekrar okudum. Ah, birileri benimle dalga geçiyor olmalıydı!
İzin günümde, sabahın köründe, tatlı uykumdan uyandırılmak suretiyle hem de, neyin nesiydi şimdi bu? Sırasıyla iş yerindeki tüm çalışma arkadaşlarımı aradım. Yine de her ihtimale karşı, kapıma gönderilen zarfın içeriğinden hiçbirine bahsetmeden her birinin sırasıyla ağzını yokladım. İpek, benim gibi izinli olduğundan evde uyuyordu, Bahadır trafik yüzünden, katılacağı basın toplantısına geç kaldığı için oldukça gergindi, Tekin ve Seyhan Abi ise bir çekim için Ankara'ya gideceklerinden, havalimanındaydılar. Kabul etmem gerekiyor, hiçbirinin benimle kafa bulacak hali yoktu, o halde bu zarfın içinde yazılanlar gerçek miydi yani?
Aklıma düşen ikinci ihtimal, bunun bir tuzak olduğu yönündeydi. Ama ben son zamanlarda ciddi ciddi, aklıma değil hayalime düşen ihtimallerin peşinden giden bir asalağa dönüşüyordum. Ve böylece Redkey'le tanışma isteğim, bunun bir tuzak olması ihtimaline yönelik akıl dürtümü bastırmıştı.
Ne olacaksa olsun, dedim. Ne olacaksa olsun. Redkey orada veya değil, fark etmez. Orada, benimle derdi olan birileri mutlaka olmalıydı. Ve bugün o derdi çözecektik işte, fena mı?
Ayaküstü bir şeyler atıştırıp az önce kapıma bırakılan zarfı, fotoğraf makinemi, ses kayıt cihazımı ve not defterimi de yanıma alarak öğlen olmadan evden ayrıldım.
Dışarıya çıktığımda çok keskin bir soğuk vardı. Sabahki sis dağılmıştı, hava dingin ve bir o kadar da parlak görünüyordu. Tam kar havası, dedim içimden. Yaşadığım stresi azaltmak için kulaklıklarımı taktım, Vashti Bunyan'dan 'Winter Is Blue'yu açtım, güzel şarkıydı. Boynumdaki kaşkolu da biraz daha sıkarak hızlı adımlarla meydana kadar yürüdüm.
Yılbaşı yaklaştığından meydanın her yeri Noel ağaçları ile donatılmıştı. Kırmızı rengin hakim olduğu vitrinler ve ışıklarla süslenmiş rengarenk caddeler şüphesiz oldukça güzel görünüyordu. Böyle bir günde, sıcak evimde mis kokulu kahvemi yudumlayıp Allen Poe okurken Humperdinck dinlemek varken, bezgin suratlı kalabalıklar arasında zar zor ilerleyip üç ayrı vesaitle İstanbul'un bir ucuna, Kartal'a gitmek... Hem de çok muhtemel bir tuzağa kendi ayaklarıma çekilmek... Ah, hiç şüphesiz zırdeliyim.
Zihnimde dolaşan bin bir düşünce ve kaygı ve kulağımda Vashti Bunyan'ın ipeksi sesi eşliğinde meşakkatli seyahatime başladım. Önce meydandan metroya binerek Yenikapı'ya oradan da Marmaray'la karşıya geçip Kartal metrosuna aktarma yaptım. Yol boyu aklıma gelen türlü türlü ihtimaller resmigeçit törenleri eşliğinde gözlerimin önünde arzı endam ediyordu:
----
"Evet, Deniz. Seninle tanışmak istediğim doğru. Bültenleri sunarken televizyonda gördüm seni, çok elektrik aldım senden... Paravanı kaldırın arkadaşlar..." diyor, Redkey. Fonda 'Hayat Sevince Güzel' çalıyor. Paravan kalkınca bir anda başımdan aşağı güller, konfetiler saçılıyor, havai fişekler patlıyor, gökdelenlere ışık gösterileriyle adım yazılmış, mumlar yanıyor, balonlar havalanıyor...
Redkey ise o hengamenin içinden geçip bana doğru yavaş yavaş yaklaşmaya başlıyor. Yüzünde hala kar maskesi var. Utanarak soruyorum, "peki, neden maske takıyorsun?" Yanıma biraz daha yaklaşıp sorumu cevaplıyor, "ağladığım belli olmasın diye."
Bu sözleri karşısında duygulanmam gerekiyor ama beceremiyorum, gülesim geliyor. Fakat o an, fondaki müzik birden değişiyor. Ahmet Kaya'dan geliyor sıradaki şarkı: 'Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?' çalıyor. Redkey, cebinden çıkardığı kırmızı anahtarları yüzüme doğru uzatıyor o an. "Bu anahtarlar kalbimin anahtarıydı" diyor, "açıp içeri girmek ister misin?"
Tabii, bunun üzerine kendimi daha fazla tutamıyorum, beni bir gülme alıyor. Ciddiyetimi güçbela topladığımda ise "ben başkasını seviyorum" diyorum, başımı hüzünle öne eğerek. Red, onu reddetmem karşısında sinirlenmiş olacak, şlap diye suratındaki maskeyi çıkarıveriyor aniden.
Aaa, o da ne? Karşımdaki kişi bildiğin kendimin aynısı. Çünkü Redkey aslında benmişim. Ben şizofrenmişim. Gördüklerim karşısında şok oluyorum, tabii. Hemen çantamı kurcalayıp biraz önce kapıma gelen 'Redkey'le tanışmak ister misin?' yazılı kağıda bakıyorum. Allah'ım o da ne? Bu benim el yazım! O zarfı aslında kendime bizzat ben göndermişim. Çünkü ben ruh hastasıymışım, bir de çok hastaymışım. Filmin sonunda da ölüyormuşum.
---
Kartal metrosunun merdivenlerinden yukarı çıkarken, yaşanacaklara dair kurduğum absürt fantezilerim toz bulutu gibi dağıldı. Kar yağıyordu. Mevsimin ilk karı, saçımda beyaz benekler oluşturmaya başlamıştı. Eldivenlerimi çıkarıp kar tanelerinin avcuma düşüşünü izledim. Ah, bu gerçekten çok güzeldi. Şu hayatta mutlaka ölmem gerekiyorsa, karlı bir günde ölmeliydim. Mesela bugün? Paravanın açılması sahiden mümkün müydü? Böyle bir günde ölmek, mümkün müydü?
Metrodan inince gördüğüm ilk taksiye atlayıp taksiciye elimdeki kağıtta yazılı adresi gösterdim. Taksici adam yüzüme tuhaf bir bakış attı o an. "Abla ne yapacaksın sen orada? Boş, ıssız bir yerdir orası. Allah korusun abla..."
"Devam edin siz" dedim, meraklı taksiciye. "Beni orada karşılayacak arkadaşlar var." Arkadaşlar mı demiştim? Demiştim vallahi.
Taksi, yarım saat kadar sonra bir tarafı boş arazi, diğer tarafı ise birkaç eski, yıkık dökük binanın bulunduğu ıssız bir yol ağzında durdu. Taksici adamın tuhaf bakışları eşliğinde araçtan indim. Kar yağışı hızlanmıştı. Etrafa bakmaya başladım. Tam o an telefonum çaldı:
"Sağ taraftaki sarı binayı görüyor musun?" dedi, telefonun karşı ucundaki ses.
"Evet, görüyorum" dedim, merakla etrafıma bakarak.
"Oraya gel."
Telefonu kapatıp yavaş adımlarla iki yüz metre kadar ileride bulunan sarı renkli, üç katlı eski binaya doğru yürüdüm. Üzerimdeki kaşenin cebinde bulundurduğum biber gazını bir elimle sıkıca kavramıştım, diğer elim ise kaşenin diğer cebinde duran nefes spreyimdeydi.
Bina girişine vardığımda demir kapıyı içeri doğru yavaşça açtım. Göz ucuyla etrafa baktım, ortada hiç kimse görünmüyordu. Tereddütlü adımlarla binadan içeriye yürümeye başladım.
"Kimse yok mu?"
O an, içeriden bir ses geldi:
"Buradayım, içeri gel."
***