İÇİNDE BİR SEN

By binnurnigiz

55M 1.6M 4.3M

Sen hiç bir kitap karakterine âşık oldun mu? O, oldu. Asıl tuhaf olan ise... Kitap karakteri de ona âşı... More

İÇİNDE BİR SEN
1. BÖLÜM: "KİTAP"
2. BÖLÜM: "KORKULAR"
3. BÖLÜM: "YATAK"
4. BÖLÜM: "MEKAN"
5. BÖLÜM: "PİYANO"
6. BÖLÜM: "MÜHÜR"
7. BÖLÜM: "DÖVÜŞ"
8. BÖLÜM: "KAÇIŞ"
9. BÖLÜM: "ÇEKİM"
10. BÖLÜM: "SAHİP"
11. BÖLÜM: "SICAKLIK"
12. BÖLÜM: "KOKU"
13. BÖLÜM: "TATLI"
14. BÖLÜM: "KORKU FİLMİ"
15. BÖLÜM: "KAN KOKUSU"
16. BÖLÜM: "YIKIM GETİREN"
17. BÖLÜM: "KAR TOZU"
18. BÖLÜM: "CESET"
19. BÖLÜM: "ZEHİR"
20. BÖLÜM: "ŞİFA"
21. BÖLÜM: "TAKIM"
22. BÖLÜM: "ÇARESİZLİK"
23. BÖLÜM: "UMUT"
24. BÖLÜM: "HİSSETMEK"
25. BÖLÜM: "SİLAH"
26. BÖLÜM: "KÂBUS"
27. BÖLÜM: "DÜŞMAN"
28. BÖLÜM: "HEDEF"
29. BÖLÜM: "ÇELİŞKİ"
30. BÖLÜM: "HİSLER"
31. BÖLÜM: "TAT"
32. BÖLÜM: "YILAN"
33. BÖLÜM: "UÇURUM"
34. BÖLÜM: "ÇIĞLIK"
35. BÖLÜM: "KELEPÇE"
36. BÖLÜM: "MASKE"
37. BÖLÜM: "BIÇAK SIRTI"
38. BÖLÜM: "TUTSAK"
39. BÖLÜM: "YIKIM"
40. BÖLÜM: "KATRAN"
42. BÖLÜM: "ENGEREK"
16.11.1990
43. BÖLÜM: "NABIZ"
44. BÖLÜM: "MORG"
16.11.1990, AKREBİN İBRESİ
45. BÖLÜM: "İZ"
ANKARA/SAMSUN İMZA GÜNÜ ✨
46. BÖLÜM: "SOY"
47. BÖLÜM: "SALGIN"
48. BÖLÜM: "PIHTI"
İMZA GÜNÜ, İSTANBUL-BURSA
49. BÖLÜM: "HÜKÜMDÂR"
50. BÖLÜM: "AYNADAKİ YANGIN"
KİRPİ GİBİ BİR ADAM SEVDİM, yeni kitap.
51. BÖLÜM: "FIRTINANIN PENÇESİ"
İÇİNDE BİR SEN KİTAP BİLGİLENDİRMESİ 1
52. BÖLÜM: "GÜNEŞ TUTULMASI"

41. BÖLÜM: "ÇARPINTI"

1.6M 29.7K 140K
By binnurnigiz

Bölüm Şarkısı: Riff Cohen – Meshoch Be Gufi

41. Bölüm: "ÇARPINTI"

Avuçlarımın arasından kayıp giden geçmişin, parmaklarımda bıraktığı kızıl leke git gide genişleyip bileklerime kadar inerken, bu uğursuz rengin tıpkı kâğıda damlatılmış mürekkep gibi ruhuma yayılışını izliyordum.

Acı, küçücük bir kozalağın içinde sıkıştırdığı bedenime elindeki kamçıyı acımasızca indirirken; ruhumun ilmeği, tam bedenime dikildiği noktadan dikiş atarak sökülmeye başlamıştı.

Göğsüm yanıyordu; bu yangın, bir benzinin üstüne dökülürken çıkarttığı acı feryattan ziyade, ormandaki en yaşlı ağaca sıçramış kıvılcımın tutuşturduğu yaşanmışlığı hatırlatmıştı bana.

Soluk alma kavramı, oksijenden mahrum bırakılmış bir gezegende ağzı açık gezmekten farksız hale gelmişti. Gözlerimin üstüne örtülen perde, ışıkların söndürülmüş olduğu gerçeğini yüzüme tokat gibi indirirken, hissizlik sırtıma doğru yuvarlandı ve şu anda ona yaslandığım gerçeğini yok saymama neden oldu. Gece böceklerinin huzurlu ninnisine gölge düşüren baykuşun sesi, ölümün yakınlarda bir yerde, su alan bir sandal ile bize doğru kürek çektiğini resmeden bir tablodan farksızdı.

"Lütfen," dediğini duyar gibi oldum; sesi o kadar boğuk ve uzaktan geliyordu ki, şu an onun kollarında olduğuma inanmak için hiçbir sebep bulamıyordum. Kulağıma dokunan dudaklarının ıslak nemini kulak mememde hissettim. "Lütfen," diye fısıldadı tekrardan. "Şimdi değil."

Artık onu duyuyor, fakat hiçbir tepki veremiyordum. Dudaklarımı ısırmak istiyordum ama buna bile gücüm yoktu. Ayağımın altındaki zemin sarsılıyor, aşağıda benim için kazdığı mezarın içine düşmem için beni bileklerimden tutarak dibe çekmeye çalışıyordu.

"Sikeyim!" diye feryat ettiğinde, sesindeki yabancı tını uzaklardan bana seslenen bir tanıdığın gölgesini enkazımın üzerine düşürmüştü. Elini oraya bastırdığını biliyordum, parmaklarına bulanan kanımın kokusunu alabiliyor muydu? Ben alıyordum.

"Geçecek, fıstığım," dedi titreyen sesiyle. "Geçecek. Benimle kal. Mahinev, beni duyuyor musun?" Yarama uyguladığı baskı sertleşince bu acıdan kıvranmama neden oldu, dudaklarım kurumuş bir toprağa atılan ateş ile yanmaya başlayan bir çölden farksızdı şu an. "Seni kucaklayacağım ama yarana elini bastırman gerek, bu şekilde olmaz!"

Dudaklarım bir balığın suyundan ayrıldığı saniyede aralanan dudakları gibi aralandı, kirpiklerim titriyordu. Acı, yüksek dozda bir paniği damarlarıma nakşederken hızlıca soluyordum.

Ölüm, acının uluduğu bu kollarda bulmuşsa beni, bunu yadırgamayacaktım. "Lütfen," dedi çaresizce. "Gözlerini kapatma, burada kal. Gözlerini aç, Medusa."

Beni yavaşça kendine doğru çektiğinde ayaklarım yerde süründü, ormanın içine kadar bir şekilde, yaramdan elini bir an olsun çekmeden beni taşımıştı. "Mustafa Baba!" diye bağırdı var gücüyle, Efken'in ormanın içinde yankılanan sesi çatlamıştı. Beni tamamen kendine bastırdı, sıcak nefesini saçlarımın içine bırakırken, "Mustafa Baba!" diye bağırdı tekrardan. Tıpkı yaralı bir hayvan gibi bağırıyordu, acının gür darbelerine rağmen onun yarasının metalik kan tadını dilimin ucunda hissetmiştim.

"Şşh." Dudaklarını saçlarıma bastırdığında artık başka çaresi kalmamıştı. Beni kucağına almadığı müddetçe vakit kaybetmiş olacaktık ama kanamam olduğundan bu onu ürkütmüşe benziyordu. Bir elini dizlerimin iç tarafından geçirdikten sonra beni kucakladı ve kirpiklerim titrerken hafifte olsa gözlerimi aralamayı başardım. Alnı ter içindeydi, çenesi dimdik dursa da uçurum mavisi gözlerinde kol gezen dehşet ve çaresizlik onu kapana kıstırmış gibiydi.

Deli gibi etrafa bakınırken bir yandan da yürüyordu, gözleri bir ara yarama kaydı ve kaşlarını hiddetle çattı. "Bebeğim," dedi ilk kez içten çıkan bir sesle. "Az kaldı, sakın."

Bedenimde, sanki bir şelaleden akan suyun tazyikli şiddeti kadar vurgulu ve beni dehşete düşüren bir acı, büyük bir hızla tüm hücrelerime pençelerini geçirip, en ufak yapı taşıma kadar kamçılıyordu. Kanın sıcak gerçeği, kurumaya yüz tutmuş bir anının kafamın içinde çalkalanmasına neden olmuştu.

Gözümü kapattığımda gördüğüm tek şey, kanın kırmızı rengiydi.

Acıdan kıvranan benliğimin ayakları karanlığa takılmıştı, soğuk bir rüzgâr ileride bir yerde adımı fısıldıyor ve ona doğru yürümem gerektiğini söylüyordu. Efken'in kucağında, yaramdan sızan kan karnıma, oradan neredeyse bacaklarıma kadar akarken, artık yaşamsal tüm fonksiyonlarım bir köşeye geçmeye başlamıştı. Saçlarım ve onun pazılı kolları ağaçların dallarına takılıyor, hiçbir şey onu biraz olsun yavaşlatmaya yetmiyordu.

"Medusa," dedi biri zihnimin kıyılarına vuran boğuk sesiyle; o ses artık erişemeyeceğim kadar uzak, tırmanamayacağım kadar yüksekten geliyordu sanki. Şu an bedenimde sızlayan acının, onun bedeninde de yankı uyandırdığını biliyordum ama bu acı onun umurunda değildi. Şu an korktuğu tek şey, bana ıstırap veren ama sonunda farkına vardığım bir şeydi.

Karaduman, yılanını kaybetmekten korkuyordu.

O, ilk kez korkuyordu.

Çamurlaşmış karlara bastığını biliyordum; öyle ki, bedenimden akan kanın bembeyaz karın üzerine bıraktığı su damlası şeklindeki izlerin tıpkı bir mürekkep gibi büyüyerek karı kirlettiğini de biliyordum. Efken'in bunu gördüğünde, ruhunu kemiren korkunun da içinde genişleyerek onu tüketmeye, çökertmeye başladığını biliyordum. Acının kalbime ektiği tohumlar büyümüş, fidandaki feryat çiçeklerim tomurcuklanmıştı.

Ölümün harfleri önüme aktı.

Oluşan kelime, acımasızdı. Acıma sızdı. Soluk soluğa geride bıraktığı her adım, arkamızda koca bir oyuk açıyor, oyuğun içini birlikteliğimizin kanlı geçmişiyle harfleri boyayıp, oyuğun içini ağzına kadar yaşanmışlıklarla dolduruyordu.

"Mustafa Baba!" diye bağırdığını duydum, aynı uzak mesafeden. Dudaklarından dökülen harfler parçalanmış, yüzüme batmıştı ve derimi kaldırarak içime sinmiş, ardından da ruhumun saklandığı odaların kapılarına saplanarak, ruhumu aramaya başlamıştı.

Ama bu adam benim zaten ruhumdu.

"Oğlum!" Bu ses, çok daha ileriden yankılanıyor, gecenin sessizliğini bir gerçeğin çığlığına bağlayarak gökyüzüne fırlatıyordu. "Efken!"

"Baba, yardım et!" diye bağırdı Efken, dehşet içinde. Kollarından kayar gibi olduğumda bir kuvvet beni yukarı çekip daha sıkı tutundu; dudaklarını, kan ter içinde kalmış alnımın üzerinde hissediyordum. Verdiği sıcak nefes, ıslak ter damlacıklarının içine akın ediyor, onları parçalıyordu.

"Neler oluyor?" Karlara düşen hızlı adım seslerini duyuyordum.

"O kanıyor," diye bağırdı Efken, çıldırmış gibi. "Baba, o çok kanıyor!"

Kar taneleri yavaşça yüzüme dökülmeye başladığında, göğsüm nefes için kabaramıyordu bile. Efken'in tenime saplanan parmaklarını bile zar zor hissediyordum. Acı, göğsüme ardın sıra, arkası kesilmeyen balyoz darbeleri indiriyordu. Tenim tırmalanıyor, kanım çekiliyor ve ruhum ile bedenim arasında duran ince ip aşınıp, kopacak gibi inceliyordu.

"Hemen içeri!" diye bağırdı Mustafa Baba panikle. "Hemen içeri götür onu, hemen!"

Ses artık yankılanmıyor, gece tarafından yutuluyordu. Ben yutuluyordum, dünya yutuluyordu ve bir uçurum tam göbeğinden yedi parçaya ayrılırken kayalıklar üstüme dökülerek bedenimi örtüyordu. Kapıdaki boncukların çıngırtısını dinledim, ardından bedenim hissetmekte zorlandığı sıcak bir yerin baskısıyla sızladı. "Lütfen," dedi Efken, dehşet içinde. "Lütfen."

"Kes sesini de hemen Ceyhun'u aramamız lazım," diye bağırdı Mustafa Baba. "Uçarak mı gelir, kıçına kanat mı takar bilmiyorum ama hemen hangardaki çantamı getirmeli. Hemen."

"Siktiğimin çantası neden hangarda?" Bedenim sımsıkı kavrandı ve kendini salon olduğunu düşündüğüm yere öylece bıraktı. Artık o yerde oturuyordu, ben kucağındaydım ve eliyle yarama bastırıyordu. "Bir şeyler yap."

"Yaradan elini çekme," diyebildi Mustafa Baba durağan bir sesle. Oluk oluk ter akan bedenim artık titrerken, şömineden yükselen çatırtı bile içimi ısıtmaya yetmiyordu. "Konuş onunla, kendini kapatmasına izin verme. Ceyhun'a ulaşacağım, her şey yoluna girecek. Sen vurulduktan sonra malzemelerimi hangara bırakmıştım, durmadan vurulacağınızı bilsem bunu yapmazdım!" Bir tangırtı duyuldu. "Aptal küçük bir çocuk gibi titreme, hareket ettirme kızı!"

Sessizlik. Ateşin çatırtısı. Bedenimde yükselen acının lavdan dalgaları kıyıma çarpıyordu; artık titriyor, oluk oluk terliyor ve bilincimi karanlığa uğurlamamak için dişlerimi sıkarak kendimi telkin ediyordum. "Medusa," dedi olabildiğince kısık bir sesle. "Uyuma. Şimdi geçecek, yemin ederim."

Kuru dudaklarım aralandı, ateşin sıcak rengi yüzüme vururken, rengi çekilmiş yüzümde dolaşan uçurum mavisi gözleri hissedebiliyordum. Kirpiklerimi aralamak için büyük mücadele ettim, sonunda biraz olsun görüş alanıma girdiğinde, göğsümün içinde patlayan mermiden daha dehşete düşüren bir görüntü gözlerimin önüne serildi.

Uçurum mavisi gözler küçücük kalana kadar kısılmış, iri harelerin etrafında kaynayan acı yeşil aç bir tavırla maviyi emerken, siyah lekeler damarlaşmıştı. Uzun kirpiklerine vuran ateşin rengi, güzel yüzünü de gölgelemişti ve alnından akan ter, elmacık kemiğine kadar inerek onun güzel yüzünü ıslatmıştı. Kaşları çatıktı ve şu an ruhuyla çatışıyordu.

"Ceyhun geliyor." Bu ses içeriden bir yerden duyulmuştu. "Sakin ol, on, bilemedin on beş dakika içinde burada olacak. Onu biliyorsun, değil mi? Onu biliyorsun, Efken, o hızlı bir adam. Sakin ol ve onu hareket ettirme, konuş onunla. Bir şeyler hazırlıyorum, iyi olacak."

"O çok kanıyor," diye fısıldadı dikkatle gözlerimin içine bakarken. "O tıpkı babam gibi, çok kanıyor."

Kirpiklerimin arasından, cansız bakışlarla onu takip eden gözlerimi ondan çekmek istesem de bunu yapamıyordum. Bilincim açık mıydı, şu an onu izleyen ruhum muydu, yoksa gerçekten gözlerimi aralayabiliyor muydum, tam olarak ayırt edebilmiş değildim. Efken bir elini yarama bastırırken; yüzünü gölgelendiren ateş, acının resmini, onun tenindeki pürüzsüz tuvale kazımıştı.

"Biliyor musun," diye fısıldadı bana bakmadan. "Gözünü kapatıp, bilincini hiçliğe yuvarlayacak olursan seni öldürürüm."

Ona sokulmak, sıcaklığını benimle paylaşması için yalvarmak istiyordum. Tenimden yükselen buzul soğuğu, kemiklerimi takırdatıyordu. "Ben o kadar çok kimsesiz bırakıldım ki, Medusa, saymayı bırakalı çok oldu." Burnundan içeri sert bir nefes aldı, gözleri ateşte dolanıyordu ve zorla kaldırdığım bakışlarım onun keskin yüz hatlarında dolanıyordu. "Ve eğer siktir olup gidecek olursan, bir kez değil, birçok kez kimsesiz bırakmış olacaksın."

Acıdan çalkalanan bakışlarımı onun yüzünden çekemiyordum, içimi katlayıp oradan oraya çarpan acıyı yok saymaya çalışırken, titrek bir nefesi içime doldurmaya çalıştım. Göğsüm acıyla dağlandı.

"Çünkü sen bir değil, birçok şey oldun bana."

Gözleri yavaşça bedenime indiğinde, göz göze geldik. Acıdan kısılan bakışlarımın merceğine yerleşen bir çift uçurum mavisinin etrafında yükselen acı yeşil ateş yüzüme çarpıyordu sanki. Gözlerinin içi yanıyordu. Beni de beraberinde yakıyordu. Yanıyorduk.

"Bu mühür ben ölürsem bozulur, sen ölürsen değil." Sert bir nefesi burnundan dışarı verirken kaşlarını çattı. "Beni yalnız bırakma." Sırtımı sabitleyen parmaklarını omuzlarıma geçirdi. "Ben seni yalnız bırakabilecek kadar bencil bir orospu çocuğuyum ama sen beni yalnız bırakmazsın, öyle değil mi?"

"Üşüyorum," diyebildim çatlak bir sesle; bu ses, belki de, dilimin sonunda kilidini kırıp özgür bıraktığı kelimelerin feryadıydı. Efken irkildi, gözlerini gözlerime dikerek beni kendine tamamen bastırıp, dişlerini sıkarak, "Konuş," diye emretti. "İşte benim kızım. Böyle."

Dilimin ucundaki cam kırıkları o kadar keskindi ki; her kelime, onu takip eden yeni bir harfin dikilmesine izin vermeden bel kemiğini kırıyordu. Tam bel kemiğinden kırılan harf, sarkarak bükülüyor, bir başka harfin gölgesinin altına girerek, kelimeyi tamamen değiştiriyordu.

Ölümün bir kalp atışı uzaklığında beni izlediğini biliyordum. Artık acıyı gölgeleyen bambaşka şeyler vardı. Bilincim bazen bir uçurumdan aşağı düşüp, tüm seslere kendini kapatıyor; bazense, tüm direnciyle kendini açıp, onun sesi başta olmak üzere her şeyi içine emerek süzgecinden geçiriyordu.

"O siktiğimin çantasının içindeki şeyler olmadan halletmiştin," diye bağırdığını duydum Efken'in. "Buna katlanabilir."

"Sana verdiğim ilaç burada yok, seni diktikten sonra sana bir merhem sürmüştüm ve o kız senin gibi durmadan vurulmuyor, aptal herif," diye bağırdı birden Mustafa Baba. "İlkokul çocuğu gibi titreyeceğine, bir erkeğe yakışır şekilde sıkıca tut onu."

Ne kadar zaman akıp yerini hiçliğe devirmişti bilmiyordum. Bir tangırtı beni kendime getirdi. Artık aldığım soluğun içime ulaştığından bile emin değildim. Vardım ama aynı zamanda yoktum da. Bir Arafın ortasında, bilinmezliğe yuvarlanan bir çığın altında kalmıştım ve çığ büyüdükçe, içinde yok oluyordum. Bedenim yavaşça havalanırken, ağzımdaki aralıktan içeri doluşan havanın kuruttuğu dudaklarım sızladı. Gözlerimi tekrar araladığımda odağıma düşen ilk yüz Ceyhun'un endişeyle kaynayan gözleriydi. İbrahim'in varlığını, onun tanıdık sesinin tınısı kulaklarımın etrafında patlayıp, düşüncelere sızdığında hissetmiştim.

Efken'in hemen yanıma diz çöktüğünü, üstüne yatırıldığım divanın hafifçe çöktüğünü hissettiğimde fark etmiştim. Sert nefesi saçlarıma çarpıyor, yüzümü yalayıp yutuyordu. İki delik vardı; biri ağzına kadar zehir, diğeriyse ağzına kadar şifa doluydu. İki kuyunun ortasında durmuş, doğruyu ararken, neredeyse bedenimdeki tüm kan çekilmiş, kuruyup yok olmuştu. "Hadi artık," dedi çatlak sesiyle, Efken'in harflerinde somut bir acının kara gölgesi dikiliyordu. "Dayanacak gücü kalmadı. Bir şey yap!"

"O nasıl..." Ceyhun şoka girmiş gibiydi, İbrahim'in sesi artık duyulmuyordu. "Bu nasıl oldu?"

"Lütfen," dedi Efken yanağıma sert nefesini vererek. "Hadi artık."

"Kurşunun yerini saptamam gerek," dedi Mustafa Baba kendinden emin bir sesle. "Bir makas verin, üstündeki badiyi kesmemiz gerek. Göğüs tarafında çok kan var, tehlikeli bir yerden vurulmuş olabilir."

Efken dehşet içinde ayaklandığında, acıdan kısılan gözlerim onu merceğine almak için kendini zorla hareket ettirdi. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, telaşla hareket ettiğini görmüştüm. Elinde siyah saplı, uzun bir makasla bana döndüğünde, yüzü ter içindeydi. Gözlerinde, şaşkınlığın ve korkunun gökkuşağına dönmüş bir renk cümbüşü vardı, hepsi de özünde kasvetli renkleri taşıyan, ölümü çağrıştıran uğursuz bir gökkuşağını oluşturan, kademsiz izlerdi.

"Ben halledeceğim," derken sesinde panikle karışık öfke vardı. Bacağını iki yana açarak divanın üstüne çıkıp karnımın üstüne oturduğunda, "Çık lan dışarı!" diye bağırdı Ceyhun ve İbrahim'den tarafa doğru. "Çıkın lan dışarı!"

"Baba," dedi Ceyhun panikle. "Elleri titriyor."

"Bırakın," diye fısıldadı Mustafa Baba. "Siz koridorda bekleyin."

Efken titreyen elinin birini alnıma koyup, alnımdaki ter tabakasını avucu ile silerken, "Şşşt," diye fısıldadı kısık bir sesle. "Geçti, fıstığım." Elindeki makasla, beyazın yerini ala bıraktığı badinin eteğini kesmeye başladığında, artık gözlerim neredeyse hiç açılmıyordu ama o kısık perdenin arkasından onu izleyebiliyordum.

"Geçti, fıstığım. Geçti. Geçti." Durmadan aynı şeyleri fısıldıyordu, dolgun dudaklarının etrafında kandan yarıklar oluşmuştu sanki. Dudaklarını mı dişlemişti? Şu an çektiğim acıyı hissediyor muydu? Mührün ona bastığı acı paydası, paniği tarafından mı gölgelenmişti?

Karnıma çarpan ıslak havadan hemen sonra göğsümdeki yaradan içeri doluşan sert rüzgârı hissedince inledim. Ağzıma doluşan safra tadı, midemi tırmalıyordu. Kusmak, acıyı içimden söküp atmak istiyordum. "Siktir!" diye bağırdı dehşet içinde. "Sol göğsünün altı, çok kanıyor!"

"Çekil önümden," diye feryat etti Mustafa Baba. Bir elini, hemen üzerimde duran Efken'in omzuna atıp onu çekmeye çalışırken dehşet içindeydi. "Çekil şuradan."

Sutyenim üzerimdeydi, bunu biliyordum, yine de bir erkeğin gözlerinin üzerimde gezinmesini istemiyordum. Bu ten, tamamıyla ona aitti, o da bunun farkındaydı ve şu an çektiğim daha büyük bir acıyı boğazında taşıyordu. Ben ona özeldim ama o gün babasının cesedinden sızan kanların aynısını benim tenimde görmüştü. Mecburduk.

Onun bir kitap karakteri olmadığını biliyordum; o, kendi hür iradesiyle bana böyle davranıyordu. O, tamamen gerçekti.

Eğer öyle değilse, tam şu anda canımın hiçbir anlamı kalmamıştı.

Dünya durabilir, ruhum bedenim ile arasındaki bağı ilmek ilmek işlemiş ipi sökebilir, kalbim göğsümün altında parçalara ayrılabilirdi.

Hiç var olmamış olmayı kabullenebilirdim.

Mustafa Baba Efken'i iterek benim önüme geçtiğinde, Efken'in dudaklarından dökülenler kanımı donduracak cinstendi. "Benim yüzümden," diye fısıldadığını işitmiştim. "Benim yüzümden. İzimi taşıyan her şey ölüyor. O da ölmesin."

"Kes o sesini." Mustafa Baba elindeki şeyi tenime sürtmek için uzanacakken, Ceyhun'un kapısı olmayan boncuktan perdelerin arkasından Efken'i izlediğini görebilmiştim. Gözlerinde saf bir ıstırap vardı. Efken, Mustafa Baba'nın kolunu tuttuğunda, Mustafa Baba'nın da, benim de gözlerimiz aynı anda Efken'e çevrildi. Dudaklarından dökülecek her şey, tenime atılacak bir dikişten daha çok ter edineceğe benziyordu.

"Baba ölürüm," dediğinde sesi titriyordu, uçurum mavisi gözlerinin beyazına kandan damarlar oturmuş, genişleyerek beyazı tamamen ala bulamıştı. "Ölürse öldürürüm." Burnunu sertçe çekti, dudakları da kızarmıştı, gözlerinin içindeki renk cümbüşünün üzerine su dökülmüş gibi parlıyordu. "Kan akıtırım, baba. Çok can alırım." Gözleri beni bulduğunda artık sesi yok denecek kadar azdı. "Yaşat. Ne olursun, yaşat."

"Al bezi," dedi Mustafa Baba bir anda, elindeki beyaz bezi uzatarak. "Kanını temizle, yılanının. Kurşunu sen çıkaracaksın, Karaduman. Bu senin imtihanın, izini taşıyan bir şeyi bu kez sen yaşatacaksın."

Kısa bir sessizlik yaşandı. Mustafa Baba, "İbrahim, hazırladığım kaynar suyu biraz soğusun diye kenara bıraktım onu getir," dedi sakince ve bakışlarını Efken'e çevirdi. "Distile su ile kanı sileceksin, duydun mu?"

Efken gözlerini üzerimden ayırmadan kafasını hızlıca salladı; bakışlarındaki odaksız, ne yapacağını bilmez tavır hâlâ tüm ihtişamıyla orada dikiliyordu. Gözlerimiz kesişti, tekrar üstüme abandığında artık bedenimi sadece o görebiliyordu ve herkes odağımın dışında kalmıştı. Kanımla damgalanan parmakları yüzüme uzandı, alnımı örten terden daha da koyulaşan saçlarımı alnımın arkasına ittikten sonra parmaklarıyla şakaklarımı ovarak, "Çekilmez bir acı olduğunu biliyorum," dedi ıstırap dolu bir sesle. "Unutma, şu an onu seninle paylaşıyorum ve sen ne kadar güçlü bir yılan olduğunu bir kez daha kanıtladın bana. Benimle kal. Duydun mu?"

Sertçe yutkunduğumda artık bedenimdeki çekilmeyi hissediyordum. Başımı sallamak için çaba dahi sarf etmedim, boşlaşan ve bir cesedin derisini giyinen gözlerle ona baktım. Ölüm ile yaşam arasındaki o ince, kan kırmızısı rengindeki ipin üzerinde, yalınayak yürürken, aşağıda kaynayan lavın sıcak buğusu tabanlarımı ısırıp yakıyordu. "Siktir," diye fısıldadı yıkım getiren, dudaklarının kuru buğusunu hissetmiştim. "Lütfen." Sesi o kadar kısıktı ki, karanlık bir odada, ışığın yerini arayan ama ışığın düğmesine boyu asla yetişmeyecek küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum kendimi.

"Lütfen," diyebildim, kuru dudaklarımla. Efken'in gözleri dudaklarıma kayarken, kaşları çatıktı. Alnından sicimle inen ter, şakaklarına, oradan da hızla keskin çenesine doğru kayarak inmişti. Titreyen elleriyle sutyeni biraz daha yukarı itti ama bunu yaparken tereddütte kalmış gibiydi. Kaşlarını çatarak kanıma bakarken dudaklarından tiz bir inilti döküldü, alnındaki ter tabakası daha da genişlemişti. Şu an acımı onunla paylaşıyordum, çektiğim acının bir benzeri onun bedenindeki hükmünü arttırmış, ruhunu kamçılamaya başlamıştı.

Hafif ılık olan bez kanımın üstünde kaydığında ürperdiğimi hissettim, midem bulanıyordu ve artık etraf grileşmişti, renkleri andıramıyordum. Tıpkı bir sürüngen gibi, renkleri ayırt etmekte zorlanmaya başlamıştım. Aldığım nefes, hırıltılar şeklinde dudaklarımdan dökülüyor, ikinci bir dil dişlerimde dolaşıyordu sanki. Narince dokundurduğu bezin pürüzü canımı yakıyordu, dişlerimi sıkarak inlerken, "Efken'in bunu tek başına yapması doğru değil, baba," dedi Ceyhun kısık bir sesle. "Bu ikisine de eziyet."

"Bu onun imtihanı," dedi Mustafa Baba sert bir sesle. "Kızını o kurtaracak."

"Bu saçmalık," diye haykırdı İbrahim. "Adamın elleri titriyor ulan, görmüyor musunuz? Hadi o olayın şokunda, siz manyak mısınız peki? Can lan bu, bununla oyun mu olur? Kız ölüyor!"

"O kız bir yılan ile bir insanın bedeni arasında sıkıştı, tahmin edemeyeceğin kadar güçlü." Mustafa Baba'nın düz sesi; derin, ıslıklı bir nefesin de beraberinde dudaklarından dökülmesine neden oldu. "Dışarı çıkın."

Efken yüzüme bir an olsun dahi bakmadan durmadan kanı siliyordu, Mustafa Baba'nın, "Alkol de kullanacaksın," demesiyle bir an duraksadı, parmaklarının arasında duran bezi sıkıca kavradıktan sonra yavaşça başını salladı ve o an yine göz göze geldik. Gözlerinin topraklarını yarıp, ruhumun göğüne uzanan ifadesi içimdeki her şeyi darmadağın edip beni köşeye kıstırdığında bedenim uluyordu.

Malzemelerin sınırlı olduğunu biliyordum, bunu uğultulu konuşmadan biraz olsun anlayabilmiştim. Acıyla kısılan gözlerimin odağı titriyordu. Sertçe yutkundum, acıyı tüm hücrelerimde hissedeceğimden yana hiçbir şüphem yoktu. Onun da benim acımdan pay edineceğini biliyordum. Her ne kadar belli etmese de, acı çekiyordu. Bu belki tıpkı benim gibi fiziksel bir acıydı, belki de ona ait olan sürüngenin çektiği acıyı görmenin getirdiği ruhsal bir çöküştü, bilmiyordum.

"Aç ve içindekini al," dedi Mustafa Baba. İbrahim ve Ceyhun içeride değildi, Mustafa Baba bize yaklaşmadan bir köşede oturuyor, gözlerini bana değdirmiyordu. "Titremeden yap, titrediğin her saniye canını daha da acıtacaksın."

Efken gözlerini kaçırdı. "Acısını hafifletecek bir şey lazım," dedi titreyen bir sesle.

"Sık sık alkol kullan," demekle yetindi Mustafa Baba, sesi olabildiğine ifadesizdi. "Acele et, onu kaybetmek mi istiyorsun? Yılanlar da bir yere kadar savaşabilir."

Efken ağırlığını tamamen karnıma verdi, gözlerini sıkıca yumduğunda alnındaki belirgin damarlar dışarı fırlayacak kadar keskinleşmişti, hatta koyu renk damarının üstünde atan nabzı bile görebiliyordum. Şu an ufacık bir hücrenin üstündeki hareketi bile kavrayabilecek kadar keskinleşmiş, acıyla dağlanmış bir dikkati üstüme giyinmiştim. "Onu öldürmeliydim," dedi Efken dişlerinin arasından. "Bana ikinci darbeyi indirmeden hemen önce o orospu çocuğunu ortadan kaldırmalıydım." Gözlerini açtığında, uçurum mavisi gözlerinin içinde zehir yeşili bir öfke kaynıyordu. Eline aldığı parlak yüzeyli şeyin ne olduğunu algılamam birkaç saniyemi aldı.

Beni o şeyle kesip, göğsümün altına sıkışan kurşunu alacaktı.

Yaklaşan acı, öğrendiklerimin yarattığı ıstıraptan daha sancılı olacak değildi. Terleyen, titreyen ve acıdan tüm hücreleri kör olmuş gibi kasılan bedenim, yeni gelecek acının ipini omuzlamak için beklemeye başladığında, gözlerimi yıkımın ihtişamından ayıramıyordum.

Ruhumun ölü topraklarını pençeleriyle kazarak içerideki yaşamı bulan adam, sönmek üzere olan ışığımı tekrar yakabilmek uğruna pençelerini daha derine saplayacaktı. Bulduğu bir parça yaşamı da pençeleriyle parçalayarak derinlere dalan adam, ışığımın tekrar gürleşmesi için pençelerindeki tüm saldırgan gücü benim topraklarıma bırakacak, belki de bu uğurda kendi ışığından olacaktı.

Yüzünü boynuma gömüp, terli tenime dudaklarını bastırırken fısıldadı: "Özür dilerim." Ve soğuk keskinliğin göğsüme bastırılıp aşağı doğru çekildiğini hissettim. "Özür dilerim," dedi tekrardan, sesi artık acılar içindeydi. "Özür dilerim. Özür dilerim."

Dudaklarımdan dökülen acı çığlık, yırtılan sabrımdan dökülen kanın akarken çıkarttığı sesi aratmamıştı. Acı, en net şekilde bedenimi boydan boya yararken, dehşetten irileşen gözlerim odağına ahşap tavanı aldı. Uzun kirişlere baktım, ahşap tavanın sol köşesindeki küçük delikten sızan ışığa ve o ışığın etrafında dönerek uçuşan toz zerreciklerini gördüm.

Efken boynumdan geri çekilip, burnunu burnumun hizasına getirdiğinde, uçurum mavisi gözleri tıpkı bir cam gibi parlıyor, beyazına örümcek ağı örmüş gibi görünen kırmızı damarlar titriyordu. "Özür dilerim," dedi tekrardan, kurumuş dudaklarıyla. Artık acıdan nefes dahi alamıyordum, düşüncelerim parçalanmış, kanın kırmızısına boyanmış zihnimin duvarları sarsılmıştı. Titreyen parmaklarımı Efken'in ensesine bastırarak son gücümle ona tutunduğumda, gözleri dehşetle aralandı.

"Mahinev," diye fısıldadı, gözlerini üzerimden çekmeden.

Başımı hafifçe kaldırdım, ensem sızlıyordu. Ter içindeki boynumdan aşağı akan sıvı sanki ter değil de kezzaptı ve derimi soyuyordu. Efken, bana aldırmadan açtığı yere odaklanırken, sert nefesler alarak onu izliyordum. Alnından dökülen teri avucumla silmek, yüzünü okşamak istiyordum ama kafamı bile, onun ensesinden aldığım güç ile havada tutabiliyordum.

Her şeyi en net ayrıntısına kadar hissediyordum. Bu, öldüğü sanılan ama aslında yaşayan, acıyı tüm benliğiyle hisseden bir bedenin otopsiye sokulup dağıtılmasıyla eş değerdi.

Kurşunu ararken eşelediği etimden dışarı ateş püskürüyordu. "Onu çıkarıyorum," dedi boğuk bir sesle. "Baba, o şeyi çıkarıyorum."

"İşte bu kadar, yap şunu." Mustafa Baba'nın sesini ilk kez titrerken duymuştum, titreyen gözlerle Efken'e bakarken, dudaklarımdan dökülen acının iniltisi hırıltılara dönüşmüştü.

Dudaklarını aniden alnıma bastırdığında, başım geriye düşecek sanmıştım. Alkolü, soğuğu ve acıyı hissediyordum ama en net hissettiğim dudaklarından alnıma dökülen şefkatti. Acı içimi kamçılarken, şefkati o kamçının önüne geçip tüm darbeyi üstleniyordu. "Sakın," diye fısıldadı içimden kurşunu çıkarırken. "Sakın beni bırakma."

Nefesim kesildi, boşlukla sarsıldım ve içime doluşan havayı hissettim. Keskin bıçakların ucundan geçip, delim deşik edildim. Parmaklarımı ensesine saplarken, başım geriye düştü ve acıyla bağırdım. Bedenim bir buzdu ve güneşin altında kalmış, erimeye başlamıştım. Akan su, şehri sel altında bırakabilecek kadar kuvvetli ve fazlaydı. Beni yok ediyordu.

Efken'in avucunda sıkıca tuttuğu şeyin ne olduğunu biliyordum; kanım, yıkımımın parmak boğumları arasından sızıyor, eklemlerini kızıla boyuyordu. Hırsla sıktı. Beni delip geçen kurşunu, avucunda toz edecek kadar sıkı kavramıştı.

Artık her şey buğuluydu. Yarayı dikmesi gerektiğini biliyordum, bedenim nasıl bu kadar dirençli kalabilmişti bilmiyordum. Damarımdaki tüm kanı yere döktüğüme emimdim ama bedenimde dolaşan zehir, sanki kanımmış gibi beni hayatta tutuyordu. Damarlarımda çağlayan şeyin kan değil de, zehir olduğundan adım gibi emindim.

Tekrar sildi, dudaklarını alnıma bastırdı ve bir şeyler fısıldadı ama artık buğuluydu. "Yılanım," dediğini anlayabilmiştim ama gerisi çok pusluydu, kulaklarım bunu kabul etmemiş, beynim ayıklayıp bir cümle olarak önüme sunmamıştı. İğnenin göğsümün derisinden geçtiğini, etimi birbirine diktiğini hissettiğimde artık çığlık atamıyordum, ifadesizleşmiştim. Titreyen parmaklarımı her defasında daha büyük bir baskıyla onun ensesine saplıyor, ayazda kalmış yavru bir kedi gibi titreyerek ona sığınmaya çalışıyordum. Dudaklarım aralıklı duruyordu, dişlerimi birbirine bastırmıştım ve dişlerimin aralarından içeri sızan hava, diş etlerimi sızlatıp, damağımı kurutuyordu.

Kusacak gibi hissediyordum ama daha da kötüsü içimde hiç sıvı kalmadığından bunu da yapamayacağımı biliyordum. Şarabın da kırmızı, kanın da kırmızı olduğunu biliyordum, Efken Karaduman kanımı tıpkı bir şarap gibi içen ruhunun getirdiği sarhoşlukla beni hayata dikmeye çalışıyordu. Elleri titriyor, titrediği saniyelerde bir kamyonun altında tüm kemiklerim ezilmiş gibi büyük bir acıyla feryat etme isteği duyuyordum ama bunu yapamıyordum.

Ölümü iliklerime kadar hissediyordum.

Zihnimde yankılanan çığlıklar yerini bir sessizliğe bıraktığında, gözlerim bir an boşluğa takıldı. O boşlukta, büyüyen hayallerim benden çok uzakta ve her şeyden habersiz öylece duruyorlardı. Küçük kız çocuğu olan Mahinev babasının eve dönmesini bekliyordu. Aynı pencerede. Bir diğer Mahinev biraz daha büyümüş, önündeki kitabı okuyordu. Bir başka Mahinev mutfakta annesini izlerken ahşap masaya oturmuş, tırnaklarını masanın yüzeyine vurarak ritim tutuyordu. Ve diğer Mahinev...

O Efken'in kollarında güvendeydi.

"Bu kadar," dedi sertçe yutkunurken. "Yemin ederim, bu kadar." Dudaklarını alnıma bastırdı. "Daha canını yakmayacağım," dedi kısık bir sesle. "Yemin ederim, bu kadar."

Canımı yakmaktan nefret ettiğini biliyordum; kendini, canımı yakmayacağına inandırmaya çalıştığını da biliyordum.

Onu soyut bir şeyin üzerine yapıştırdığımda bile somut kalmayı başarabilecek bir gerçekliğe sahipti. O, tamamen gerçekti.

Efken'in avuçlarının arasında duran yaşamım, bir ip ve bir iğne tarafından birbirine dikilerek sağlamlaştırılacaktı. Bu, belki de benim duyduğum acıdan çok daha büyük bir acıyı onun göğsünün gümüşten kafesine çarparak parçalara ayırırken, gözlerimiz birbirine tutundu. Titreyen parmaklarının kavradığı bez kanımın rengine boyanmıştı, saf alkolün kokusu midemi bulandırsa da, çektiğim acının yanında bu bulantının elle tutulur büyüklükte bir iz bırakmadığı kesindi. Kanımla lekelenmiş bezin alkollü yüzeyi ile yaramı temizlerken gözlerini benden ayırmıştı, bedeninin ağırlığını hissedebilecek kıvama geldiğimde, artık acının benim için hiçbir anlamı yoktu çünkü onun tarçına karışmış kahvemsi kokusunu içime doldurabiliyordum. Bu koku, kanımın kokusunu yutup, güveni ölümün önüne çit gibi çekebilecek kadar güçlü ve kudretliydi.

"Acele et," dedi Mustafa Baba. "Yarayı bir an önce dikmen gerekiyor, Efken."

"Onu..." Efken elindeki bezi oraya sürterken kaşlarını çattı. "...nasıl?"

"Daha önce defalarca kendine dikiş attın, Efken." Mustafa Baba'nın sesi gürdü. "Yapamayacaksan çekil, ben yapayım."

Bir an zihnimin gerilerinden, "Ona dokunmanı istemiyorum," diye fısıldadı birisi, bu ses, hemen altında can çekiştiğim adamın sesiyle aynıydı ama boğuk ve farklı bir boyuttan yankılanıyor gibiydi. Acının doğurduğu bir şey olduğunu düşünüp, dudaklarımı dişledim.

"Ben yapacağım," dedi tek seferde.

"Tel zımbayla dikeceksin," dedi Mustafa Baba oldukça rahat bir sesle; tüm kaslarımın kasıldığını, nefesimin boğazıma dizildiğini hissettim.

"Sen ne dediğinin farkında mısın?" Efken omzunun üstünden dehşet dolu gözlerle ona bakarken, sert nefesler alıyordu. "Tüm acıyı, en keskin hatlarıyla hissetmesini mi istiyorsun? Onu uyuşturmadım bile."

"Elimdeki imkânlar bununla kısıtlı, Efken." Sert, kasvetli bir nefes aldı. "Önce tel zımbayla dikilmek zorunda, bunu yapamayacaksan geri çekil ve şu odadan çık, mensubu olduğu soy onu ölümsüz yapmıyor, daha dayanıklı yapıyor o kadar."

"Verin şu soktuğumun şeyini," dedi dişlerinin arasından, yıkım getirenin sesi ilk kez bu kadar çaresizdi, dişlerinin arasından savrulan harflerin ucundaki baltalar benim terk edilmiş ormanımın ağaçlarının gövdelerini tek seferde parçalayıp, birbirlerinin üzerine devrilmesine neden oluyordu.

Canım acıyacaktı. Hem de çok.

Acıyı iliklerime kadar hissedecek, ona da hissettirecektim.

Tenimin büzüştürüldüğünü hissettim, tam o nokta iki yandan tutulmuş birbirine sabitlenmiş ve açık et birbirine değince acının vaveylası dudaklarımdan firar edip, dişlerime kadar titrememe neden olmuştu. Çenem birbirine vuruyor, boynumdaki tüm damarlar üst üste binercesine kasılarak nabzımı zorluyordu.

"Onu temizledim," dedi Mustafa Baba. "Yapman gereken tek şey o şeyi etine geçirmek. Bu kadar zor değil, sen bir çocuk değilsin, hadi Karaduman."

"Özür dilerim," diye fısıldadığını duyduğumda, gözlerim kapalıydı ve nefes alamıyordum, etimin parmakları arasında birbirine yapıştırıldığını hissediyordum, sızan kanın durmadan aynı yolu takip ederek aktığını biliyordum, silebilmesinin imkânı yoktu. "Özür dilerim, çok özür dilerim..." çınladı beynimin içinde, bunu sesli mi söylemişti, yoksa kafamın içinde dönen çarklardan çıkan basit bir ses miydi, ayırt edemiyordum şu anda.

Çatırtıyı duyduğumda gözlerimin önünde kanlı uzuvlar uçuştu, bir beden parçalara ayrıldı ve yere dökülen kan, koskoca bir şehri yıkamaya yetecek kadar gürdü; döküldüğü yerde koca bir çukur açmış ve içini tıpkı bir nehir gibi doldurmuştu. Acı çığlık. Dudaklarımdan dökülen belki de en gür tıslamaydı bu; bir yılanın, yavrularını sakladığı yumurtanın kabukları içinde yavruları olmadan bulduğu an çıkardığı çığlıkla aynıydı.

"Sikeyim!" diye bağırdı. "Bu kadar acımaması gerek, anladınız mı, onun canı bu kadar acımamalı. Siktiğimin kurşunu bana gelecekti, bu acıyı benim çekmem gerekti, benimle paylaşıyor ama onun kadar yoğun hissedemiyorum, anladınız mı? Yılanımın canı yanıyor ve benim sikik ellerim buna engel olmak yerine, bunu gerçekleştiriyor. Bu acıyı ona ben veriyorum, anladınız mı?" Deli gibi bağırırken bir kez daha tekrarladı. Aynı acıyı daha gür, bel kemiğime beton düşmüş gibi hissederken artık çığlık atamıyordum. Dehşetle kıvranmak istesem de, bunu yapmak da mümkün değildi.

"Sikeyim, çok özür dilerim, Medusa, çok özür dilerim, sikeyim."

Parmaklarım onun pazılarını kavradığında artık hüngür hüngür ağlıyordum ama sesim çıkmıyordu; parçalanarak ağlamama rağmen, şakağımdan akan gözyaşı bile durgundu. Titriyordum. Canım acıyordu. Bir kez daha, bir kez daha... Yarayı takip eden her bir darbe, ruhumu kamçılıyor, acıyı içimde parçalayarak o parçaları hislerime batırıp kanımdan besleniyordu.

Dudaklarını alnıma bastırırken, "Sikeyim, özür dilerim, özür dilerim, buradayım, daima yanında, geçti, geçecek, sikeyim," diye fısıldadı. "Güzel Medusa."

Kusacaktım, bu boktan acı artık elindeki büyük demir sopa ile midemi karıştırıyor, içimi kaynatıyordu. Saframın kaynadığını, buharının göğsüme değdiğini hissediyordum. Sıcak bir his, beraberinde ölüm soğuğunu da getirmiş ve kutupta yakılan ateşin dumanı kadar çaresizce savrulmaya başlamıştım. Soğuk, benim sıcak varlığımı kavrayarak boğuyordu. Kafamın içinde tıslayan yılanların acı dilinin zemheri bir gecede edilen dua gibi benim etrafımda daireler çizerek dolaştığını hissedebiliyordum. Benliğimin içinde bir kuyu vardı ve o kuyu ağzına kadar benim yılanlarımla doluydu. Hep bir ağızdan benim için edilen bir dua, duanın ucundan damlayan zehrin içinde bir parça da şifa vardı.

"Hani bir daha acıtmayacaktın?" dedim kısık bir sesle. "Yalancı herif." Dudaklarımı birbirine bastırırken bilincim sislendi. "Acıttın, yıkım getiren."

Parmaklarım pazıları boyunca kaydı, son bir kuvvetle ellerimi kaldırmaya çalıştım ve onun ter içinde kalan kemikli yüzünü avucumun içine alarak hafifçe okşadım. Âdemelması sert bir oyuk şeklinde dalgalandıktan hemen sonra Efken'in uçurum mavisi gözlerinin yüzeyindeki zemberek yeşilinin kaynadığını gördüm. Gözleri mi dolmuştu? Gözlerinin içinde parlayan, dışarı çıkmak için onu zorlayan şey acının suyu muydu? Artık hiçbir şey hissetmiyordum çünkü acı duyularımı kör etmişti. Dudaklarım acıyla yukarı kıvrılırken gözlerimin önüne inen perdeyi yırtmaya çalıştım. Parmaklarım yavaşça elmacık kemiklerinin üzerinden kaydı ve yüzünden ayrılıp kenara düştü. "Çok acıttın, uçurum mavisi."

Ve gözlerim karanlıkla örtüldü. Bedenim acıyı daha fazla taşıyamadı, tenimdeki baskıyı hissetmeye devam ettim, Efken'in dudaklarını terli alnımda hissettim, parmaklarını tenimin üzerinde hissettim, yaramla ilgilenen şefkatinin buharını hissettim, bağrımı yakan gerçeği toprağın altına saklayarak belki de bir yalana inanmayı seçmiştim.

O bir yalan bile olsa, onu kendi doğrum yapabilirdim.

Çığlık çığlığa adımı haykırıp, bir parça daha ıstırap çekmem için olduğu yerde kendini parçalayan bir geçmiş vardı. Henüz geçmemişti.

"Beni affet, güzel yılanım."

Karanlığa balta vuran ışıklar, bir şehri usturasının en keskin ucundan geçirirken, köşe başında küçük bir kız çocuğu titreyerek ağlardı. Şehrin gösterişi, gecenin giydiği tenha paltoyu bir köşede iter, kız çocuğu bu gösterişin sahteliğine, beklediği kişinin asla gelmeyecek oluşuna hıçkırırdı. Parmaklarının uçları soğuktan bembeyaz kesilmiş, avuçlarında kesik sarı izler vardı, morarmış parmak boğumlarındaki kanın akışı bir buzun soğuk havada suya dönüşmesi kadar zor ve bir o kadar da yavandı. Düşündü küçük kız: Kimi vardı? Kaybolmadan hemen birkaç saniye önce büyük eller ellerini tutmuş, kalabalığın tehlikesinden tıpkı bir çember gibi korumuşken onu, şimdi o küçük eller buz kesmiş, tek başınaydı. Gözlerindeki yaşlar gerdanına kayarken, tek başınaydı. Üşüyordu, tek başınaydı. Büyümüştü, tek başınaydı. Artık tek başınaydı.

Zihnimin kıyılarında inşa ettiğim tüm barakaların içinde bu küçük kızın öyküsü çınlıyordu. Her harabede farklı bir ses ile anlatılan bu hikâye, kelimesi kelimesine değişmiyor, tamamen aynı aktarılıyordu.

Sıcağın yalın rüzgârı yüzümü döverken, ateşin gözlerimin etrafında dalgalandığını hissedebiliyordum. Bedenim terliydi, ayaklarım üşüyordu lakin ayaklarım dışında tüm uzuvlarım nemli olmasına rağmen üşüyordu. Sıcak, baskınlığını yitirmiş gibi olsa da, dalgalarını kıyılarıma çarparken gür ve çığlıkları yırtıcıydı. Gözlerimi yavaşça aralamaya çalıştığımda, kirpiklerim birbirine uhu ile yapıştırılmış gibiydi. Damağıma yayılan acı tadın boğazımda patlattığı acı kapsüller gırtlağıma sarmaşıklar gibi dolanarak beni sıkarken, kurumuş dudaklarımı birbirine bastırarak yüzümü buruşturdum.

Kulaklarıma dokunan ilk ses, ateşin birbirine çarparak kendisini kamçıladığı o çatırtı sesi olmuştu. Gözlerim odağına önce ahşap tavanı, ardından da kalın kirişleri aldı ve geçmiş anında hafızamın kapılarını aralayarak zihnimin içine doluştu. Çektiğim acı, sanki o anı tekrar yaşıyormuşum gibi taze bir şekilde göğsüme çarparken çatlamış alt dudağımı ısırdığımı sonradan fark etmiştim.

İçerisi, ateşin kızıl yankısını saymazsak karanlıktı. Her şey, kızılın ve grinin altında kalmış bir tonda gölgeli görünüyordu. Tavanda büyüyen gölgeleri görebiliyordum, o gölgelerden birisi de bana aitti.

İşittiğim ikinci ses, benden başka bir bedenden yükselen nefes sesiydi. Huzursuz ama sakin bir tonda hafifçe odanın içinde nükseden nefesin sahibini tanıyordum. Gözlerim bir an karanlığı parçaladı ve ona tutunma isteğiyle kavrulurken harelerimin çatlayacağını, zihnimin içinden bir elin gözlerimi parçalayarak ona uzanmaya çalışacağını düşündüm. Şükürler olsun ki mürekkebinin önüne atlamış, onu korumuştum. Şimdilik.

Hemen çaprazımda, deri mi yoksa kadife mi bir türlü anlayamadığım tekli koltuğun üzerinde oturuyordu. Bir bacağını, diğer dizinin üzerine koymuş, öylece boşluğu izliyordu. Yan profili bana dönüktü, düzgün yüzündeki biçimli hatlarının gölgelenişini izlerken kalbimin kasıldığını hissettim. Gözlerimin açık olduğunun farkına varmamıştı, alnı terliydi ve üstündekinden kurtulmuştu. Çıplak göğsünün de terli olduğunu görebiliyordum, aldığı her dingin nefes onun kaslı göğsünü şişirirken, yaşam belirtisi veren tek hareketi belki de buydu. Nefes alıp vermek...

Koltuğun kolunda duran elini sımsıkı şekilde yumruk yapmıştı, parmak boğumlarında bana ait olduğundan emin olduğum kanın kurumuş lekeleri vardı. Aynı şekilde boynunda ve göğsünün terli çevresinde de kurumuş lekeleri görebiliyordum. Benim izim, onun teninde yüceleşmişti.

Titreyen kirpiklerimin arasından onu incelemeye devam ettim. Gözünü dahi kırpmadan boşluğu izliyor, her seferinde yumruğunu biraz daha fazla sıkıyordu. Gür ve biçimli kaşlarında çatık bir ifade vardı; kızıl ile birbirine girmiş gri gölgeler onun yüzünün bir kısmını karanlığa, bir kısmını ise aydınlığa gebe bırakmıştı. Aydınlık kısımdan seçebildiğim kadarıyla alnındaki damarlar belirgindi. Derisinin altında atan nabzın sert çarpışlarını görebiliyordum.

"Efken," diye seslendi biri karanlığın içinden, hemen ardından boncuktan perdenin aralanırken çıkardığı şangırtıyı dinledim. "En azından bir duş al, birader." Bu sesin Ceyhun'a ait olduğunu anlamak zor değildi, sesi kısık ve çatallıydı.

"Hayır." Yıkımın sesine de yansıyan durgunluk, üstüne acılı bir yorgunluğu örtünmüş gibiydi.

"Mustafa Baba şehre gitti," dedi Ceyhun kısık bir sesle. "İbrahim ile birlikte kız için ağrı kesici bulacaklar. Uyandığında çok şiddetli bir ağrı çekermiş, öyle dedi."

Efken'in yumruğu daha da sıkılaştı, çenesi kasılmıştı ve hâlâ aynı boşluğa bakıyordu. "Anladım."

"Birader... Kan içindesin."

"Sorun değil."

"Ne demek değil? Temizlenmelisin."

"Böyle kalacağım," dedi pürüzsüz bir kararlılıkla. "Onun kanı üzerimdeyken, her şey daha net ve pürüzsüz. Çektiği her acı için bir damla bulaştırdı üstüme, çektiği her acı için bir beden dolusu kan akıtacağım."

"Bunun nasıl olduğunu bana anlatmayacaksın, değil mi?"

Efken'in gür kirpikleri, kısık gözlerinin üzerinde yağ gibi kayarak birbirine dokundu ve çok geçmeden kısık bakan gözler tekrar aralanıp, aynı boşluğu merceğine aldı.

"Peki," dedi Ceyhun kısık bir sesle. "Ben mutfağa geçiyorum."

Tekrar yalnız kaldığımızda, göğsümün üzerindeki sargıyı fark edebilmiştim, canım hâlâ yanıyordu ama bir şeylerin varlığı acıyı bile köreltebilecek kadar baskındı. "Biliyor musun?" Aniden kalın ve buğulu sesini duymak kalbimin panikle çarpmasına neden olurken sesimi dahi çıkarmadım. "Ölseydin..." Kısa bir sessizlik yaşandı. "Yani sen de..." Sertçe yutkundu. Kalın sesinin boğuk tınısında astığım hislerimin ayakları cansız bir şekilde sallanırken, parmak uçlarıma kadar acıyordum. "Sikeyim, böyle hissettirmemeli. Sik gibi, boktan, bu hisleri anlamıyorum. İyisin, geberip gitmedin ve ben hâlâ elimden kayıp gidecekmişsin, geberecekmişsin gibi hissediyorum." İfadesiz yüzünde aniden oluşan ifadeyi izledim. Kaşları daha da çatılmış, gözlerinde tuhaf bir metin belirmişti ama yandan bunu okuyabilmem imkânsızdı. "Benden önce ölmeni yasaklıyorum," dedi kısık bir sesle. "Benden önce geberecek olursan..." Yine sustu ama cümlenin devamında akın edecek harflerin öncülük yaptığı yıkıcı kelimelerin tadını almıştım.

Sessizlik. Aramıza dökülen harflerin sınırı geçemeyerek geri yalpalayıp onun diline geri dönüşüyle eş zamanlı olarak, sessizlik tekrar bir duvar gibi örülmüştü dudaklarımıza. Vurulmak tam olarak böyle bir şey miydi? Kan ile dolu kozama sızan acı kör ediciydi ama bedenim bunu püskürtmüyor, aksine kucaklayarak kendinden bir parça gibi görüyordu. Acı, benim parçam olmuştu.

Bilincim sızlandığı karanlığa tekrar yuvarlanmak üzere sırtını acıya yaslarken, son kez onun yüzüne baktım ve çok geçmeden karanlığın kuyusuna balıklama atlamıştım.

Onu net olarak inceleyebildikten sonra kaç kez daha uyanmıştım hatırlamıyordum. Tenimde dolaşan parmakların ucunda atan nabzın sıcağını hissettiğim olmuştu, alnımdaki terin silindiğini ve başımın üstünün öpüldüğünü hissetmiştim. Dudaklarım kuru, çenem kaskatı kesilmişti ve hissettiğim şeyler bir rüyanın tuvalime indirdiği en açık tondaki boyanın fırçanın ucundan uçup gidişi, yok oluşu gibiydi.

Bedenim, sanki yaz ayında kalmışım gibi kavruluyor; terin, cildimden akışını net bir şekilde hissediyordum. Gözleri daima üzerimdeydi, acımı bile acıtacak kadar yoğun ve derin bakan gözlerinin gölgesinin baskısını tenimde hissediyordum.

Gözlerimi tekrar araladığımda ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. Bir hafta? On gün? Bir saat? Belki de birkaç dakika. Zaman kavramımı tamamen yitirmiş, düştüğüm boşluğun içinde vakitsiz bir gece kuşu gibi kırılan kanadımın tamiriyle uğraşıyordum. Alnımdaki ter tabakasını hissediyordum, sanki derimin altında su dolu bir tank varmış da altı delinmiş gibi durmadan su sızdırıyordu.

Onun uzun parmaklarını saçlarımda hissettiğimde, kalbimin zarı yırtılmış ve yüreğimin içinden bir dolu kan seli boşalmış gibi hissettim. Tüm acıya, ağrıya, kafamın içindeki çekmeceleri sertçe açıp kapayan karmaşaya rağmen onun dokunuşlarını hissetmek, nefes almak gibiydi.

"Uyandın."

Gözlerimi kırpıştırdım, kirpiklerimin üzerindeki ağırlıktan dolayı onları tamamen açamıyordum ama çevremdeki her şeyi net bir şekilde seçebiliyordum. Ateş sönmüştü, çok hafif bir is kokusu alıyordum ve is kokusunun yanında biraz da mum kokusunu soluyabilmiştim. Titreyen mumun alevi ortamı zordan da olsa aydınlatabilmişti, duvarlarda mumun ışığı eşliğinde titreyen gölgelerin tuhaf dansını izliyordum.

Efken'in hemen yattığım şeyin yanında diz çöktüğünü fark ettiğimde gözlerim onu buldu. Bir eli saç diplerimde, hemen yanımda duruyordu ve nemli saçlarımı karıştırırken ilgiyle beni izliyordu. Uçurum mavisi gözleri, hiç uyumadığını ele verecek cinsten kanlanmıştı ve gözlerinin altındaki kırmızı ile mor rengi arasında sıkışıp kalmış acı lekelerini de görebiliyordum. "Acıyor mu?"

Sertçe yutkundum, dudaklarıma akın edecek harflerin birleşip oluşturacağı kelimelerin köprü kuracağı cümleyi bekledim. Yapamadım. Konuşamayacak kadar bitkin, acılar içinde ve şaşkındım.

Keskin bakışları suratımda dolanırken, "Konuşmana gerek yok," dedi ifadesizce. "Ben buradayım."

Medusa kafasını kaldırıp yaralı gözlerle Efken'i incelerken, Mahinev sessiz ve biraz da kırgındı. Kırgınlığı Efken'e değil, başka bir şeylereydi ama bunu söyleyebilecek kuvveti kendinde bulamıyor, haliyle ne benimle, ne de Medusa'yla bunu paylaşmıyordu.

Sol gözünün altındaki çıkıntılı elmacık kemiğinin üstüne bulaşmış küçük kan lekesine dikkatle bakarken, yanağım yastığa yaslanmıştı. Bir süre yalnızca birbirimizi izledik. İkimiz de oldukça yorgunduk. Acımı paylaşmış gibi bir hali olmasa da, göğsümde büyüyüp beni yutan acıyı saniye saniye benimle paylaştığından yana hiçbir şüphem yoktu.

"Acısa hissederdin," diye fısıldadım, kara zorla.

"Şu an senden başka bir şey düşünemediğim için bedenimde dolaşan acıyı hissedemiyorum," dedi aniden; gözlerinin içinde bir şelale vardı, kayalıkların üzerinden tazyikle akan su zehir yeşiliydi ama şelalenin dibi uçurumu andıran soğuk bir maviye ev sahipliği yapıyordu. Kayalıkların üzerinden dökülen zehir yeşili, uçurum mavisinin içine akıyor ama katiyen birbirlerine karışmadan kavisler çizerek bir bütünün en nadide parçaları haline geliyorlardı. Parmakları saçlarımın arasından ayrıldı ve yavaşça alnıma indi, terimi parmaklarıyla kurulayıp, "Uyumalısın, Medusa," diye fısıldadı kısık bir sesle. "Sana baktığımda içim acımayacak kıvama gelene kadar uyumalısın, henüz daha çok taze yaran, minik yılan."

Ona baktım. Kalemin ucunun şekillendirdiği, mürekkebin teninin üstünden geçtiği adama dikkatle baktım. Yorgunluğun paltosu omuzlarımda sökülmüştü. "Efken," diyebildim kısık bir sesle.

"Fıstığım?" Sesi kısık, gözleri ilgili ve tuhaf bir ifadeyle tıpkı bir cam gibi parıldıyordu.

"Beni uyutur musun?"

Bana baktı. Uzunca. Yüzümü, gözlerinin arkasındaki hücreye tıkıp elindeki zincirle gözlerimi kamçılarcasına baktı. Prangalarım sıkılmış, kelepçelerimin küflü yüzeyi bileklerimi parçalamaya başlamıştı. "Hâlâ beni mi istiyorsun?" diye sorduğunda sesi şaşkın ama bir o kadar da durgundu. Neye uğradığımı şaşırmıştım.

"Ne?"

"Bunca şeye rağmen..." Gözleri kısaca göğsüme kaydı, beyaz sargı tekrar kana bulanmış ve kan kuruyup çirkin bir renge bürünmüştü. Efken'in aşağıda duran yumruğunu sıktığını, kasılan pazılarından anlayabilmiştim. "...bunca şeye rağmen hâlâ bana mı sığınmak istiyorsun?"

Hiç düşünmeden, "Evet," dedim.

"Neden?"

"Yaptıkların için senden neden istemedim hiç," dedim kısık ve pürüzlü bir sesle. "Oysa nedenini sormam gereken birçok davranışın oldu. Sorgulamadım. Sen de sorgulamasan?"

Beyazı kıpkırmızı olan gözlerini kısarak gözlerimin içine uzunca bakıp sertçe yutkundu. Ardından dizlerinin üzerinde durduğu yerden usulca yavaşça ayağa kalkıp üzerinde olduğum divanın kenarına oturdu ve gözlerini tekrar üzerime çevirdi. Yavaşça yanıma uzanırken kollarındaki kaslar kasılmış, damarları belirginleşmişti. Kafasını yastığın kenarına koyduktan sonra bana biraz daha sokulup bedenini yan çevirip bana doğru döndürdü. "Oldu mu?" diye sorduğunda sesi o kadar kısıktı ki, ürperdiğimi hissettim, uçurum mavisi gözler tüm tutsaklığımın sebebi olurcasına yüzüme kilitlenmişti. Yüzlerimiz arasında birkaç santim kalmıştı ve acılı nefesim hızlıydı.

"Medusa."

"Hım?"

Biraz daha sokulduğunda burnu burnuma çarpacaktı. "Acımasın."

Göğsümdeki ağrıya aldırmadan başımı yavaşça kaydırdım ve yüzümü onun boynuna koyup, boynunda derin bir nefes aldım. Tarçının yakıcı kokusu duyularımı anında kör ederken, içime doldurduğum nefesi usulca dışarı bıraktım ve onun boynuna çarpan nefesim yüzümü yaladı.

"Acıdı," diye fısıldadım.

"Biliyorum," derken sesi kısıktı, çenesini saçlarıma bastırdı. "Çok acıdı."

"Senin kadar değil."

"Benim kadar değil," diye onayladı, çenesiyle saçlarıma baskı uygularken. "Çok acıdı."

Kalbimdeki dikenlerin ruhuma hibe ettiği acıyı topraklarımın altına gömmeye çalışırken sertçe yutkundum ve gözlerimi yumdum, kirpiklerimin birkaç kez onun tenine sürtündüğünü biliyordum ve onun her dokunuşumda dağıldığını hissediyordum.

"Uyuyalım Efken."

"Uyuyalım..." Sessizlik. "Mahinev."

Yere düşen kırıklarıyla oynayan Mahinev kafasını kaldırıp şaşkınlıkla Efken'e bakarken, Medusa'nın dudaklarında buruk bir tebessüm büyüyüp, çehresini kaplamıştı bile. Tüm acıya, odanın içini yavaşça etkisi altına alan ama bedenimi serinletemeyen soğuğa rağmen ona sokuldum. Bir diğer avucu sıkıca kapalıydı, sanki içinde bir şey saklıyordu ama buna aldırmadım. Acıyı çarşaflara, kendimi ona emanet edip, bilincimi gerçeklerin olmadığı başka bir ütopyaya uğurladım.

Rüzgârın uğultusu, genç bir kadının karnında tomurcuklanmış yeni bir kalbin çarpmaya başlarken çıkarttığı o telaşlı ses kadar yoğun ve sertti. Eskisi kadar sıcak ve güvende değildim; bunu, Efken'in kollarında olmadığımı fark ettiğimde anlamıştım.

"Tam olarak bundan bahsediyordum," dedi uzaktan bir ses, içerisi bomboş olmasına rağmen o sesi yine net bir şekilde duyabiliyordum. Çevremde, bulanık bir çember tıpkı bir nabız gibi atarken, sesler şiddetini arttırdı. "Mahinev'i bu hale getiren kişinin kim olduğunu söylemen, bu kez birlikte hareket etmeliyiz."

"Ona böyle seslenme," dedi Efken sert bir sesle, onu göremesem de, dudaklarının arasında eğreti bir şekilde duran sigaraya giden parmaklarını gözlerimin önünde canlandırmayı başarabilmiştim. "Bana bu konu hakkında hiçbir şey sorma."

Bedenimde gezinen soğuğa rağmen ateşler içinde yanıyordum. Gözlerimi yummak, kendimi tekrar karanlığa sürüklemek istedim ama ruhumun diken üstünde duran iskeleti eğrilmiş, beli bükülmüştü ve artık karanlıktan gitmek istemiyor, ışığa ihtiyaç duyuyordu. Onu, ışıklı bir yoldan, doğrulara götürecek bir rehber bekliyordu. Belki de o rehber hiç gelmeyecek, karanlık sokaktaki uzun duvarlara çarpa çarpa kendini parçalayacaktı.

"Kız dört gecedir dal gibi yatıyor," dedi Ceyhun pürüzsüz bir sesle. "Dört gece boyunca onun kanıyla o koltukta öylece oturup onu izledin, sabah geldiğimde de birlikte uyuyordunuz ve o siktiğimin kurşunu hâlâ avucunda duruyor. Neler oluyor? Sen, sen gibi davranmıyorsun?"

Sahiden dört, hatta onunla uyuduğumu da sayacak olursam beş gündür bu halde miydim? Bana yalnızca bir gece geçmiş gibi geliyordu, acım hâlâ tüm tazeliğiyle göğsümün üzerinde deviniyordu.

"O, o haldeyken başından ayrılabilir miydim?" Efken'in sesi durgundu, uçurum mavisi gözleri bir an gözlerimin önünde belirdi. O gözlerde çığlık vardı, dudaklarındaki sessizliğe rağmen gözleri avaz avaz bağırıyor, kirpikleri bir ok gibi gerçeği hedef alarak acının sırtına saplanıyordu.

Acıyı, kirpikleriyle acıtan bir adamdı Karaduman.

Tüm sesler durulduğunda ensemdeki ter sırtıma kadar inmişti. Kulaklarımı kabartmış olsam da, artık duyamıyordum. Boynumda hissettiğim soluk ile gözlerimi hızlıca boncuktan perdeye çevirdiğimde, boncukların arasından boynunu uzatmış dikkatle beni izleyen karayılan buz kesilmeme neden olurken, zihnimin içindeki defter aralandı ve geçmişin koyu renk kalemle iz bıraktığı sayfalarda gerçeği okudum. Bu yılan bana zarar vermek için burada değildi. Ona dokunmuştum.

"Hassiktir," dedi Ceyhun aniden perdenin önünde belirip sendelerken. "Bak, sana hâlâ alışamadım anladın mı? O kafanı kaldırarak bakma bana." Yılanın boynu kabarmış bir şekilde Ceyhun'a baktığını görebiliyordum. "Efken, bu şey ne zaman gider?"

"O şeyi az önce pencereden aşağı atmama rağmen yine içeri girmiş, öyle mi?"

Bir an "O şey," dedikleri şeyin asil bir karayılan olduğunu vurgulamak istesem de, yorgunluğum dilime kilit vurmuştu. Gözlerim Efken'i aradı, Efken de boncuktan perdenin arkasında belirdiğinde tüm dikkatim ona çevrilmiş, diğer tüm nesneler soluklaşıp buğulanmıştı. Yavaşça sağ dizinin üstüne çökerken, omuzlarındaki kasların kasılışını net bir şekilde seçebilmiştim. "Bana bak," dedi korkusuzca. "Ben onun yanındayım, göremiyor musun sen? Ben, benim gibi inatçı şeylerden hiç hoşlanmam."

Bir an idrak edemedim. Hangi aklı başında bir insan, bir yılanın karşısına geçip bu şekilde konuşabilirdi ki? Ağrıyla dudaklarımı birbirine bastırırken, "Su," diyebildim, sonunda bir kez daha sesimi duyabilmiştim ve titreyen sesim hiç bu kadar cansız ve aciz gelmemişti kulağıma. Efken'in gözleri büyük bir hızla bana çevrilirken, Ceyhun ortadan kaybolmuştu. Aralıklı duran boncukların arasından beni yakalayan uçurum mavisi gözlere dikkatle bakıp, tekrar, "Su," diyebildim.

Gözlerini sıkıca yumduktan sonra derin bir nefes aldı ve yılanın önünden doğrulup bana bakmadan arkasını dönerek gözden kayboldu. Bu hareketi, kalbimde tedirgin bir gölge bırakmıştı. Hâlâ Mustafa Baba'nın evinde olduğumuzu biliyordum, Mustafa Baba'nın nerede olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu, umurumda olduğu da söylenemezdi çünkü söylediği tüm o kaynar su etkisi yaratan şeylerden sonra onun tepik atarak ölmesi bile benim vicdanımı biraz olsun sızlatmazdı. Bu korkunç düşünce, tenimde tıpkı bir rüzgâr fiskesi gibi gezinip beni ürpertti, yaratıklaşmaya başlamıştım.

Bir an gözlerim yerdeki boşluğa takıldı, yılanın varlığını umursamayı kesen tarafım rahat ve güvende hissediyordu. Boncuk perdenin şangırtısı ile eş zamanlı olarak gözlerimi tekrar yukarı çevirdiğimde, Efken'in elinde bir bardak dolusu su ile karşımda dikildiğini gördüm. Bana doğru yürümüyor, perdenin önünde büyük bir dikkatle beni izliyordu. Uzun bacaklarını vurgulayan siyah bir kot giymişti, üstü çıplaktı ve hâlâ duş almadığını tenine sinip kurumuş kan lekelerinden anlayabiliyordum.

Kemikli parmaklarının büyük bir kuvvetle cam bardağa baskı yaptığını, beyazlayan parmak boğumlarından anlayabilmiştim. Bir an karşımdaki adamın bir cam gibi bana saplandığını, içimde parçalara ayrıldığını düşündüm ve bu düşünce zihnimin içinde bir ateşin yanmasına, yanan ateşin üstünde de anıları tutuşturmasına neden oldu.

Bana doğru bir adım attığında, gür kirpiklerine yansıyan gri gölgeler yanaklarına düşmüş, kemikli ve uzun yüzündeki belirgin hatlarında üstünü örterek güzel bir görüntüyü önüme servis etmişti. Onun güzelliği ile beslenen kalbimin çok daha vurgulu bir şekilde çarparak, kanını içinde fokurdattığını hissettim.

Birkaç adımda artık önümdeydi. Gözlerini indirerek güçsüz ve bitkin bir şekilde yatan bedenimi, ardından da ruhumu çıplak bir şekilde görebildiğini düşündüğüm gözlerimi dikkatle inceledi. Gözlerinin etrafında uykusuzluğun ona hediye ettiği hafif mor, etrafı kızarmış lekeler vardı. Onu ilk kez bu kadar çökmüş görüyordum. Yürekte acı bırakan bir filmin hazin sonunu vurgulayan o müzik arkada çalmaya başlamış gibiydi. Gergin bir bekleyiş, kalbimin göğsüme indirdiği her darbede adrenalini yükseltiyor ve beklentimi çoğaltıyordu.

Gözlerinde, suçlu bir çocuğun hâkim önünde kalemi kırılmış ruhunun idam sehpasına çıkartılmadan hemen önceki kabullenmiş çaresizliği vardı.

Doğrulmak için kafamı kaldırdığımda iki kaşının ortasında oluşan çizginin sert kavisi beni durdurdu. Anında çatılan kaşlarının gür kıvrımına dikkatle bakarken sertçe yutkunmuştum. Hafifçe dizini kırarak eğildi ve dizkapağını divanın kenarındaki tahtaya yasladı, boşta duran elini kafamın hemen üstündeki yastığa bastırdıktan sonra gözlerini gözlerime dikerek, "Çok mu susadın?" diye sordu, sesi durgundu.

Gözlerimi kırpıştırarak başımı yavaşça sallamaya çalıştım, dudaklarında belli belirsiz bir titreme görür gibi oldum, gülümseyecekti belki ama yüzündeki resim o kadar sert ve kararlı çizilmişti ki, üstüne başka bir çizgi çekmeye çekiniyor gibiydi.

Başımın üst tarafındaki yastığa yasladığı elini kaydırıp saçlarıma daldırdı, saç diplerimi belli belirsiz okşadıktan hemen sonra elini ensemin altına soktu ve divana biraz daha abanarak kafamı hafifçe kaldırdı. Elinden geldiğince narin davranmaya çalışıyor olsa da, avuçlarında dolaşan orantısız bir kuvvet vardı ve ben o kuvvetin akımını bedenimde sert bir şekilde hissediyordum. "Başımın belası," diye fısıldadı kısıkça. "İç bakalım."

Dudaklarımı bardağın ağzına yaslamaya çalışsam da, bu benim için çok sancılıydı ve bir yudum ile bile boğulabileceğimden adım gibi emindim. Göğsüm sızlıyordu, gözlerimi kaldırarak çaresizce Efken'e baktığımda duraksadığını görür gibi oldum. "Ne oldu?" diye sordu kısık bir sesle.

Bir an dudaklarıma akın edecek kelimelerin dilimi keseceğini düşünüp susma gereği duydum. Efken bir süre meraklı bakışlarla yüzümü izledikten sonra gözlerini devirerek, "Göğsüne dikiş attım Medusa, ağzına değil," diye homurdandı. "Konuş benimle. Ne oldu?"

"Acıyor," diye fısıldadığımda, ensemi tutan parmaklarının eklemlerinin kasıldığını hissettim. Gözlerinde bir kurt acıyla uludu ve siyah tüyleri dalgalanırken masmavi gözleriyle karları taradı; kurdun yarasından sızan kan karın duru beyazını kanın asil kızılına boyamıştı.

Sertçe yutkunurken, "Acımasın," dedi tekrardan. Ardından ensemi bırakmadan kafamı biraz aşağı meyil ettirdi ama yere bırakmadı. Ne yaptığını anlamaya çalışan gözlerle ona bakarken diğer elinde tuttuğu su dolu cam bardağı dudaklarına yasladı ve büyük bir yudum alıp gözlerini bana çevirdi. Yavaşça bana doğru yaklaşırken, kalbim tekdüze ritminin ipini kaçırmış, delice çarpmaya başlamıştı. Gözleri gittikçe daha da yakına geliyor, yüzümüzün arasındaki boşluk yok oluyordu. Uzun kirpiklerinin altındaki kısık bakışları yüzümü boydan boya süzdükten sonra gözleri biraz daha kısıldı ve dudaklarını dudaklarıma yerleştirdi. Açlıkla araladığım dudaklarımın arasından içeri sızmaya başlayan su, tüm susamışlığımı kana kana parçalarken, dudaklarının sert baskısı altında kavlayan bir duvar gibi dökülüp, soyulacağımı düşündüm.

Bu sahne bana çok tanıdık gelmişti.

Nefes nefese dudaklarını geri çekerken, dudaklarım aralanmış, nefesim hızlanmıştı. Koyulaşan uçurum rengindeki gözlerini yüzümde gezdirerek, "Daha?" diye sordu boğuk bir sesle. Utançtan gerilen yanaklarımın ısısının arttığını hissedebiliyordum ama ruhumun dibinde onun bana verdiği su ile kulaç atan arsız, daha fazlasını istiyordu. Başımı sallamakla yetindim, karnım lav şeklini almış kaynar su ile doluydu ve kaynıyordu sanki.

Dudakları belli belirsiz, buğulu bir şekilde yukarı gerilir gibi oldu ama belki de yalnızca bana öyle gelmişti. Ağzını tekrar cam bardağa yasladı ve büyük bir yudum daha alıp, bu kez eziyet çektirmeden direkt olarak dudaklarıma yapıştı. Onun ağzından ağzıma akan su, düşüncelerimin tıkanmasına neden olmuştu.

Benim nefesim, bu adam olmuştu.

Susamışlığımı gidermiş olmasına rağmen dudaklarını dudaklarımdan çekmeyen Efken'in duru olan tüm düşünceleri dilinin ucundan benim dilimin ucuna akın ediyor, benim seslendirmemi istiyor gibiydi.

Burnunu burnuma, alnını da alnıma yaslarken, dudaklarından dudaklarıma sert bir nefes çarptırdı. "Yaralı bir yılana göre fazla ateşli değil misin sen?" diye sordu boğuk bir sesle. "Su içecektin, yılan. Beni değil."

Sertçe yutkunup, suyu ve onun dudaklarının tadını boğazımdan geçirerek ilerilere, kalbimin damarlarının içinden daha aşağılara taşıdım. "Teşekkür ederim," diyebildim kısık bir sesle.

"Bana teşekkür etme, yılan," dedi Efken düz bir sesle. "Teşekkürü gerektirecek bir şey yapmadım."

"Birçok şey yaptın."

"Evet," dedi üstten üstten bana bakarak. "Mesela bunu." Çenesiyle göğsümdeki yarayı göstererek başını iki yana salladı. "Tam teşekkürlük şeyler, sana mükemmel şeyler yapıyorum, değil mi Medusa?"

"Bunu bana sen yapmadın."

"Ah, evet," dedi kaşlarını alayla kaldırarak. "Kadınının arkasına saklanan bir adam gibi hissetmemin yanı sıra, bana o an nasıl bir şey yaşattığının farkında mısın sen?"

"Öyle hissetmen için yapmamıştım," derken sesim tizdi, yine de konuşmak için bir gayret kendimi zorladım. "Yaşattığım şey adına özür dilerim ama..."

"Ama ne, Medusa?"

"Seni benden alacaktı."

"Beni senden alacaktı? İyi, güzel. Beni senden almasın diye, seni benden alacaktın, öyle mi?"

Bir an ona verecek cevap bulamadım. Gözlerini dikkatle gözlerime dikip, ruhumu kirpikleriyle kamçılayan bu adamın ağzından dökülen her harfin, benim alfabemdeki yıkıma neden olduğunu o nereden bilebilirdi ki?

"Bir cevabın yok, değil mi?" Sesi, buzun üstüne düşen kar tanesinin eriyip masumiyetine kavuşamamasına neden olmuştu. "Güzel, ben de öyle düşünmüştüm." Efken yavaşça doğrulduktan sonra cam bardağı divanın çaprazındaki ahşap masaya bıraktı ve sırtını bana döndü. "Dinlen." Tok sesi duvarlara çarparken, sessizce odayı terk edişini izledim. Gözlerimi tekrar boncuktan perdeye çevirdiğimde, yılan orada değildi.

Gri yolun üzerine düşen beyaz kar taneleri düştüğü yere tutunamadan büyük bir hızla eriyip kaybolurken, gökyüzünün siyahından aşağı yuvarlanan beyaz kar taneleri siyahı ve beyazı mermerden bir arafın içine hapsetmişti. Tekerleklerin dönerken çıkardığı uğultulu sesi duyuyor, ısıtıcının bile ısıtamadığı buz gibi ellerimi altımdaki eski görünümlü bana birkaç beden bol kota sürtüyordum.

Yaren ve Sezgi'den bir şekilde saklamayı başardıkları yaralanma olayının üzerinden kaç gün geçmişti bilmiyordum ama aldığım ağrı kesicilerin yan etkisi olarak bu ay regl olmayacaktım. Efken bunu özel olarak o doktor kadına sormuş, gereken bilgileri o kadından almıştı ve Mustafa Baba'nın evinde olduğumuz sürece içinde pek yan yana gelmemiştik. Mustafa Baba, sanırım onunla yüzleşmek istemediğimi bildiğinden eve pek uğramamış, uğradığındaysa çok kalmadan hemen ayrılmıştı. Bildiğim kadarıyla şehirde, onu ilk gördüğüm o tuhaf yerde kalıyordu.

"Karaduman," dedim kısık bir sesle; Efken'in direksiyonu kavrayan uzun parmaklarına giden gözlerim, onun keskin eklemlerinin kıvrımlarını izlemeye başlamıştı.

"Hım?"

"Senden bahsetmiyorum," diye fısıldadım. "Kedi. O ne oldu?"

"Onu o evde öylece bırakacak değildim," derken bana değil, yola bakıyordu. "Ceyhun ve İbrahim ona sık sık göz kulak oldu, boş şeyler üzerine bu kadar fazla düşünme."

"Bana hâlâ kızgınsın." Sertçe yutkundum. "Öyle değil mi?"

"Belki."

Gözlerimi eklemlerinden uzaklaştırıp, arabanın kızıl ışıklı göstergesine çevirip derin bir nefes aldım; aldığım nefes göğsümü sızlatmış, canımı acıtmıştı. "Anlıyorum."

"Ama ölmediğin için mutluyum."

"Ben de."

"Sen de ne?"

"Ben de ölmediğim için mutluyum," diye fısıldadım.

"Hayatına değer veren biri olduğunu düşünmüyorum, Medusa," dedi Efken kısık bir sesle. "Hayatına değer veren biri, körü körüne bir kurşunun önüne atlamazdı, öyle değil mi?"

"Hayatıma değer verdiğimi söylemedim, ölmediğim için mutluyum dedim. İkisi farklı şeyler."

Direksiyonu sıkıca kavradı, tek kaşını kaldırarak göz ucuyla bana baktı. "Hadi ya?" dedi sorar gibi. "Neymiş arasındaki fark, anlatsana bana?"

Bedenimi acıdan koparıp, hafifçe ona doğru çevirmeye çalıştığımda yüzümü buruşturdum ve Efken de benimle aynı anda yüzünü buruşturarak, kaşlarını çattı. "Dikkatli ol, geri zekâlı."

Ona düz düz baktıktan hemen sonra, "Hayatına değer veren biri değilim, evet," dedim kendimden emin bir şekilde. "Hayatına değer vermek, kendine değer vermektir bir nevi. Ben hiç kendime değer veren biri olmadım, haklısın." Derin bir nefes aldım. "Ama... Ölmediğim için mutluyum."

"Sadede gel."

"Çünkü seni kimsesiz bırakmadım."

Dişlerini sıktı, yanağında oluşan koca çukura dikkatle baktım, arabanın hız göstergesinin ışığı yüzüne çarparken büyüleyici görünüyordu. Tam gözlerimi ondan kaçıracakken, "Bana bak," dedi ifadesiz bir sesle.

Sertçe yutkunarak tekrar göz ucuyla ona baktım. "Hım?"

"Seni öpmek istiyorum," dedi harflerin üzerine sertçe basarak. Boynumda büyüyen ateşler bedenime dalgalarını çarparken irileşmiş gözlerle ona baktım. "Seni sertçe öpmek istiyorum," diye devam etti. "Ağzımı ağzına yaslamak, seni çok pis öpmek istiyorum."

"Hım?"

Sertçe yutkunup bakışlarını aniden yola çevirdi ve gaza basarak arabayı biraz daha hızlandırdı. "Ama öpmeyeceğim."

Hayal kırıklığı içinde, "Neden?" diye sordum.

Yan profilinden bile seçilen zehir yeşiliyle sevişen uçurum mavisi gözlerinin kısık bakışları buğulandı. "Çünkü seni öptüğümde, sana dokunduğumda, ağzından dökülen aptal saptal şeyleri duyduğumda sakinleşiyorum."

"Bu kötü bir şey mi?"

"Evet," dedi hiç düşünmeden. "Bu çok kötü bir şey, o yüzden çeneni kapat."

"Bunun nesi kötü, Efken?"

"Sakinleşirsem kaybederim," dedi tok bir sesle. "Ve şu an kaybetmemem gereken bir şeye sahibim."

Sessizlik. Bu, yurdum bildiğim toprakların altındaki maden ocağında parçalanan babanın cesedi kadar acılıydı.

Kar, gittikçe yoğunluğunu arttırıyor, geçtiğimiz her yer beyazın altında kalmış ama masumiyetten uzak bir gölgeyle örtülmüş gibi duruyordu. Efken'i ilk kez gördüğüm eve yaklaştığımızı patika yola girdiğimizde anlamıştım. Güçlü bir hafızaya sahip olduğumu söyleyemezdim ama gördüğüm şeyleri gözlerimin arkasındaki tuvale çizip, bir odanın kenarında duran ahşap çekmeceye çürümesi için bırakıyordum.

Çürütemediğim tek resim, bu adamın portresiydi.

Ev, görüş alanıma girdiğinde derin bir nefes alarak gözümü tekrar Efken'e çevirdim. Araba hareketini sıfıra indirene kadar hiç tepki vermeden ileriyi izledi. Ardından arabayı durdurdu ve göz ucuyla bana baktı; birkaç saniye bile sürmeyen bakışı, rüzgârın tenime çarpma hızıyla eş zamanlı olarak benden ayrıldı ve Efken arabanın kapısını açarak dışarı çıktı. İçeri çarpan soğuğa tepki dahi veremeyen bedenimi yan çevirip kendi tarafımdaki kapıyı açacaktım ki, hızla arabanın önüne dolanmış, benim tarafımdaki kapıyı benden önce açmıştı bile.

Dışarı doğru bir adım attığımda beni belimden tutarak doğrulttu ve ağırlığımı ona vermemi sağladı. Beni tam kucaklayacakken, "Hayır, hayır," dedim telaşla. "Buna gerek yok, yürüyebiliyorum."

Bana uzun boyunun avantajı olarak üstten sinir bozucu bir mahlûkatmışım gibi baktıktan sonra, "Kapat o güzel ağzını," dedi düz bir şekilde ve beni kucakladı. Her ne kadar reddetmiş olsam da, kucağına anında sığınan bedenim, anlık baskı yüzünden sızlamıştı ve yarama tuz basılmış gibi hissetmiştim. Bunu ona belli etmemek için dişlerimi sıktım. Hissetmiş miydi?

Karda bata çıka yürürken, üstündeki siyah yün kazağa sinen kokusu ciğerlerimi dürtüp, duyularımı etkisi altın alarak beni kırbaçlıyordu. Yüzümü onun boynuna gömdükten sonra parmaklarımı ensesinin etrafında birleştirdim ve yavaşça soluyarak gözlerimi kırpıştırdım. Kirpiklerimin her hareketi, onun boynuna sürtünerek devamlılığını sürdürüyordu.

Onun bu sessizliğinin arkasında çalan tehlike çanlarının ninnisi eşliğinde tedirgin bir uykuya dalabilirdim. Huzursuz, kasvetli, kâbusların bana beşik olduğu felaket bir uyku olurdu. Ciğerlerimi karasına boyayan katranın acı kokusunda kaybolmuş, yitirilmiş bir ruhtum ve içimde susmayan, birbirine destek oldukları zamanda bile birbirlerinden birer parça koparmaya çalışan iki kadın vardı. Biri Efken'e muhtaçken, diğeri Efken'in muhtaçlığıydı.

Dört merdiveni iki adımda çıktıktan hemen sonra anahtarı çıkarttı ve beni çok kıpırdatmamaya çalışarak kapıyı açtı. İçeriden dışarıya çarpan sıcaktan anladığım kadarıyla içeride şömine yanıyordu. Boynunda yer edinen yüzümü yavaşça kaldırmaya çalıştığımda, "Kal orada," dedi tekdüze bir sesle.

Dediğini yaptım, bizi sıcak yuvaya sokarken onun boynundan bir an olsun ayrılmadım. Düşüncelerden sıyrılmayı başaran beynim tüm çıplaklığıyla kafatasımın içinde bir yere sığınırken; kalbim, beynimin aksine tedirgin ve tetikteydi. Efken beni salondaki koltuğun üzerine yavaşça bıraktığında, loş ışık altında huzurlu görünen salonu inceledim. Şöminenin önündeki pelüş yastığın üzerinde uzanan siyah şey dikkatimi çekmişti. Kuyruğunu kıvırmış, tüm dinginliğiyle, sanki biz yokmuşuz gibi uykusuna kaldığı yerden devam eden bu şey Karaduman'dan başkası değildi. O kediye bu şekilde seslenmek tuhafıma gidiyordu.

Efken üzerindeki kazağın eteklerini tutarak yukarı çekerken bir an duraksadım, göz göze geldik ve tek kaşını kaldırdıktan sonra sırtını bana dönerek koridora doğru ilerledi. Üstündeki kazağı tek hamlede çıkarıp koridorun ortasına attıktan sonra hız kesmeden odalardan birine girerek gözden kayboldu. Kafamın içindekiler, kıyıları aşındıran köpüklü ve tuzu keskin dalgalar gibi büyük bir hızla birbirine çarpmaya başladığında, güvertede mahsur kalan son farenin, gemiye geçirdiği dişleri gibi sızladım.

Mustafa Baba'nın söyledikleri zihnimde çalkalanırken, şu an içinde olduğum odanın bile bir mürekkep olabileceği düşüncesi, karnıma tıpkı bir mızrak gibi saplanmıştı. Ben vurulmuştum. Göğsümden. O kurşunun da mürekkep olma şansı var mıydı? Acı, tenimin altında, derimin içinde ulumuştu, bunun gerçekliğini sorgulamak bile delilikti. Acı netti. Oradaydı ve gerçekti.

Bedenimde dolaşan ağrı kesicilerin etkisi, beni sık sık uyutuyordu. Gözlerim ne zaman kapanmış, bilincim ne zaman karanlığın avucuna düşüp yutulmuştu hiçbir fikrim yoktu. Kulaklarımı kamçılayan odunun kırılma sesiydi, biri oduna sertçe vuruyor ve onu parçalara ayırıyordu. Gözlerimi araladığımda, odanın sıcak buğusunun bedenime emanet ettiği nemi hissettim. Kirpiklerimin arasından etrafı inceledim, loş ışık odanın duvarlarında dev gölgelerin dansına eşlik ediyordu.

Efken'in yatağının üzerinde, onun kokusuyla öylece uzanıyordum ve karnıma kadar siyah, yumuşak bir battaniye ile örtülmüştüm. Hemen çaprazımdaki pencerenin perdesi aralıklı duruyordu, buğulanan cama rağmen dışarıdaki hareketliliği görebiliyordum. Yıldızlar ve ayın şavksız sayılacak kadar loş ışığı altında odun kıran kişi Efken'di. Depoda yeterince kırılmış odun olduğunu biliyordum, ayrıca şu an amacının odun kırmak olmadığını da anlayabilmiştim. Bir şekilde sinirini çıkarıyordu.

İçeri girdiğinde kapıyı öyle sert çarpmıştı ki, evin iskeletinde büyük payı bulunan ahşap titremiş, ürpermeme neden olmuştu. Aralıklı gözlerim, bir an önce onun bedenini önüne düşmesini bekledi. Çok geçmeden Efken odanın kapısında belirdi ve yüzü ile bedenini kaplayan gölgeye rağmen tüm ihtişamıyla orada dikildi. Şu an gözleri hariç hiçbir noktasını tam anlamıyla seçemiyordum. Siyah iki oyuğun içine yerleştirilmiş parlak gözlerinin içinde, gerçekler eşliğinde tazeliğini koruyarak yanmayı sürdüren bir ateş vardı.

"Bir şeyler yemen gerek," dedi kısık bir sesle.

"Aç değilim." Gözlerimi biraz daha araladım, onun yüzünün hatlarını tamamlayabilmek için dikkatle ona bakıyordum.

Efken, büyük ellerinin uzun parmaklarını, karanlığa rağmen terinin ışıltısını seçebildiğim siyah saçlarının arasına daldırıp kafasını sağ omzuna doğru eğdi. "Aç olup olmadığını sormadım, bir şeyler yemen gerektiğini söyledim."

Aramıza kısa bir sessizlik yatırdım. Bana mı kızgındı, yoksa kendine mi kızgındı anlayamıyordum ama bunu ona sormaya cesaretim de yoktu. "Peki," diyebildim.

Boğazlı koyu renk kazağının altında ihtişamını biraz olsun kaybetmeyen geniş omuzlarının daha da genişlemesine neden olacak türden sert, derin bir nefes aldıktan sonra başını dikti ve yavaşça onaylar gibi salladıktan sonra, "Hallederim," dedi düz bir sesle. "Kıçında kurt olan üç yaşındaki çocuklar gibi kıpırdanıp durma, nefes alman dışındaki tüm hareketlerini yasaklıyorum, duydun mu? Uslu bir kız ol ve beni bekle."

Bir an gülümsemek istedim, gözlerimin parladığını hissedebilmiştim. Odadan ayrıldığı süre içinde hiç hareket etmemiş, kafamdaki sesleri çiğnemeye çalışıp sessizliği dinlemiştim. Tekrar odaya döndüğünde elinde gümüş renkli, dikdörtgen, küçük bir tepsi vardı ve tepsinin içinde küçük, beyaz bir kâse. Yatağın çaprazındaki komodinin üzerinde duran abajurun ipini asıldığında içerisi kör denilecek kadar boğuk bir ışıkla aydınlandı ve bu ışık beni küçüklüğümden bir anının içine çekip, ardından da o anının içinden elimde sıfır ile geri çıkardı. Tepsiyi komodinin üzerine koyduktan sonra yatağın kenarına oturdu ve oturduğu yer çöktüğü için bedenim ona doğru kaydı. Kısa sessizlik, göz göze gelmemizin aramıza gerdiği ipin üstünde gürültüye gebe bir şekilde devinmeye başlamıştı.

Bana uzandığında bir an nefesim kesildi. Yüzü, yüzüme çok yakındı. Düz bakışları eşliğinde beni yavaşça doğrulttuktan sonra, yatak başlığının önüne koyduğu yastıktan bariyere sırtımı yasladı. Teninden bana doğru sıcak bir şekilde akan kokuyu sertçe içime çektiğimde bir an duraksadı.

"Seviyorsun," dedi aniden; kalbime tekme yemişim gibi paniklerken, gözleri gözlerimden ayrılıp yüzümün her köşesinde dolaştı, ardından tekrar gözlerime dokundu. "Kokumu."

Cevap veremedim.

Efken bir süre ifadesizce yüzümü inceledikten sonra komodinin üzerindeki tepsiye uzandı ve tepsiyi dizlerinin üzerine koyduktan sonra, kaşığı kâsenin içine sokup, kâsenin içindeki çorba olduğunu bildiğim sıvıyı hafifçe karıştırdı. "Sıcak," dedi düz bir sesle; gözleri kâsenin içindeydi, durgun ve ifadesiz görünüyordu.

"Üfle o zaman?"

Bir an duraksadı; gözleri çorbanın yüzeyine takılı kalmış olsa da, şaşkınlığını soluyabilmiştim. Kirpiklerinin arasından kaldırdığı kısık gözlerle bana kısa bir bakış attıktan sonra, "Altını da bezleyeyim mi?" diye sordu, sesi biraz olsun yumuşamıştı.

Gözlerimi ondan ayırıp çorba kâsesine çevirirken, "Yok," dedim bilmiş bilmiş. "O kadar da değil."

"Bak sen."

Gözlerimi yavaşça ona çevirirken, "Üfleyecek misin?" diye sordum, dikkatle onun yüzünü inceleyerek. "Sanırım karnım acıktı."

Tek kaşını kaldırmış olmasına rağmen, uçurum mavisi gözlerinin eteklerinden dökülen yanarak kavlamış duyguların önüme düşüşünü izledim. "Ne tür bir belasın sen?" diye sordu kısık bir sesle; ardından gözlerini tekrar çorba kâsesine indirip, kaşık yardımıyla çorbayı bir kez daha karıştırdı. "Önce sanki artık istemiyor gibi kaçıyorsun, sonra benim için kurşun önüne atlıyorsun. Kaçık. Canımı sıkıyorsun."

"Sahiden canını mı sıkıyorum?"

"Cevabını bildiğin sorular sorma bana."

Ona sokulmak için yavaşça eğildiğimde, kaşlarını kaldırarak, "Dur durduğun yerde kızışık yılan," dedi bir anda. "Sokulup aklımı karıştırma benim."

Yavaşça geri çekilerek, "Peki," diye fısıldadım. Bana dik dik baktıktan sonra kâsenin içindeki kaşığın ucunu güzel kokulu çorbayla doldurdu ve kaşlarını çatıp, yüzünü buruşturarak kaşığın ucuna üfledi ve "Sikeyim," dedi şaşkınlık içerisinde. "Kendimi memesi sağılmaktan sarkmış, beş çocuk annesi, karnında sezaryen izi olan seksen kilo kadınlar gibi hissediyorum şu an. Aç şu kötü şeyler yaptığım ağzını da, zıkkımlan." Kaşığın altına peçete tutarak kaşığı dudaklarımın ağzına getirdi. "Açsana kızım ağzını."

Dudaklarımı birbirine bastırıp, gülmemek için kendimi sıkarak, "I ıh," diye fısıldadım.

"Kızım açsana ağzını."

Başımı iki yana salladım.

"Medusa, aç güzelim ağzını."

Gülmemek için dudaklarımı tamamen ağzımın içine çekerek, "I ıh," diye mırıldandım tekrardan. Efken'in gözlerinin etrafında halka halka büyüyen gerginliği görüyordum, ona çok uzak bir şey yaptığının farkındaydım ve şu an onu deli ediyordum. Tüm gerçeklere rağmen...

"Lan açsana ağzını," diye hırladı aniden.

"Açmayacağım işte..." diyecektim ki kaşığı aniden ağzıma dayayıp içeri ittiğinde kaşlarım çatıldı ve Efken muzip bir şekilde sırıtarak, "Ağzın doluyken konuşma," dedi kısık bir sesle. "Aferin. Akıllı kız."

Çorbayı yutmaya çalışırken, "Hile," diyebildim, çorba hâlâ sıcaktı ve boğazım gıcıklanmıştı. Hafifçe öksürdüğümde, göğsümü diktiği şeyin yapısı gereği canım fazlasıyla yandı ama ona çaktırmamaya çalıştım. Hissettiğini biliyordum.

Efken kaşığı tekrar kâseye daldırırken, "Medusa," dedi düşünceli bir sesle, gözleri yine benden ayrılmıştı.

"Hım?"

"O gece..." Duraksayıp gözlerini kaldırdı. "...neden kaçıyordun?"

Mürekkebinden.

"Bilmiyorum," dedim, sesimden harf harf akan bir soğukkanlılıkla. "O geceyi tam olarak hatırlayamıyorum."

"Mustafa Baba sana ne yaptı?"

"Bana hiçbir şey yapmadı," dedim aniden. "Bilmiyorum, hatırlamıyorum."

Çorbadan bir kaşık daha dudaklarıma uzattığında, onu zorlamadan ağzımı açtım ve gözlerimi gözlerinden çekmeden dikkatlice ona baktım. "Hatırlamıyorsun?" dedi sorar gibi.

Başımı salladım. "Hatırlamıyorum."

Çorbadan birkaç kaşık daha içtikten sonra, "Yeterli," dedim geri çekilmeye çalışarak. "Midem bulanıyor, Efken."

Tepsiyi komodinin üzerine bıraktıktan sonra derin bir nefes alarak, "Yaren ve Sezgi seni köşe bucak kaçırdığımız için biraz işkillenmiş gibi," dedi düşünceli bir sesle. "İbrahim hâlâ tavırlı olanlardan dolayı, sana bir hayvanmışsın gibi eziyet ettiğimizi düşünüyor. Haklı da."

"Bana eziyet etmediniz."

"O şeyin bir eziyetten farkı yoktu." Sesinde tipi vardı, üşümüştüm. "Ama seni o haldeyken hastaneye yetiştirebilmemin imkânı yoktu, anlıyor musun? Bedeninden akan kan ile yeni bir insana can verilebilirdi. Çok kan kaybediyordun. Üstelik buradaki hastanelere seni götürseydim, muhtemelen işler sarpa saracaktı. Bir kimliğin yok, nereden geldiğin belli değil, mimli bir adamın yanındasın ve vurulmuşsun. Bize kim inanırdı ki?"

"Anlıyorum."

Başını yavaşça sallarken gözlerini duvara çevirdi. "Anlıyorsun."

"Sorun değil," diye fısıldadım. "Hâlâ hayattayım, beni sen kurtardın."

"Seni kurtardığımı mı düşünüyorsun?"

"Evet."

Gözlerini yavaşça bana çevirdikten sonra bir süre sessizce yüzümü inceledi. Dışarıda korkunç bir kar fırtınası başlamıştı; uğultu camları zangırdatıyor, sert kar taneleri içeriye girmek ister gibi pencereyi yumrukluyordu. Gözlerindeki buzlar çözülmeye başladığında; surlardan dışarı fırlayan yılanların zemberek yeşili dillerinden dökülen zehir, harelerinde tıpkı bir mürekkep gibi yayılarak gözlerini esir almıştı.

"Ağrın var mı?" diye sordu; bu sorusu beklenmedikti, bir süre öylece yüzünü inceledikten sonra başımı hafifçe sallamakla yetindim. Üzerindeki koyu lacivert, siyah gibi görünen boğazlı kazağı tek hamlede sıyırdı. Kazağa takıldıktan sonra sarsılarak kaslı göğsüne çarpan şey dikkatimi çekmişti; bu bir kolyeydi ama ucundaki şey kanımı dondurmuştu.

Kurumuş kanımın süslediği kurşun.

Bir an dudaklarım aralandı ama söyleyecek hiçbir şey bulamadım. Dilimin ucuna dağlanmış demir ile basmışlardı ve tüm konuşma yetimi o anlığına kaybetmiştim sanki. Efken, siyah kalın bir ipe bağlanmış kanlı kurşuna dikkatle baktığımı fark ettiğinde onu saklama gereği duymadan yatağa yanıma devrildi ve beni yana doğru açtığı kolunun üzerine çekti. Acıyı yutan şefkatin kölesi benliğim anında sığınma içgüdüsüyle doldu ve ona sokulup bir elimi göğsünün üstüne koyarak onun koynuna kıvrıldım.

Çenesini saçlarımın arasına, kafamın üzerine yerleştirdikten sonra burnundan sert bir nefes çekti ve siyah, tüylü battaniyeyi üzerimize alıp, karnımıza kadar örttü. Kar fırtınasının uğultusunu dinlerken, bu uğultuya bir de Efken'in kalbinden dökülen ninni ile nefesinin boğuk tınısı eklenmişti. Bir süre sessizce bekledim; beklerken bir yandan da parmaklarımı göğsünde gezdiriyor, ince tüylerin varlığını parmaklarımın ucunda hissediyordum.

"Yıkım getiren." Sesim, çok uzak bir şehrin denize uzanan uçurumundan aşağı doğru çığlık atmışım gibi boğuk ve hissizce çarpmıştı Efken'in koyu renk kayalıklarına.

"Söyle."

Parmaklarım göğsündeki turunu sürdürdü, lekeli kurşuna doğru uzanacakken, elini elimin üzerine koyarak buna engel oldu. "Dokunma, yılan."

"Bunun..." duraksadım, ne diyeceğimi bilemiyordum. "...sebebi ne?"

"Her şeyin taze kalması gerek," dedi bir an olsun düşünmeden.

"Ne?"

Elimin üzerine örttüğü elinin eklemlerinin kasıldığını hissetmiştim. "Nefretin," dedi pürüzsüz bir sesle; ardından elimi biraz daha sıktı, baskıyı hissediyordum. "İntikamın." Elimi biraz daha sıkıp, göğsüne bastırdı. "Acının."

Bir an idrak edemesem de, kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Medusa'nın uzun saçlarından aşağı zehirli sular damlıyordu; köşeye çekilmiş, intikamdan parlayan gözleriyle Efken'e bakarken, duydukları onu memnun etmiş gibiydi.

"Bu kurşun bir santim daha kaysaydı senin kalbine saplanacaktı," dedi Efken, sesinden ateşin kara dumanları yükseliyordu, bu genzimi yakmıştı. "Az daha benim yuvamı parçalara ayıracaktı."

Üzerime aniden çöken karanlık, aslında bu adamın beni her şeyden saklamak için yıldızları bile gökyüzünden silebileceğinin kanıtıydı.

Onun kan rengindeki yıkımı, yıldızları bile söndürebilirdi.

Yuvam, demişti kalbime. Efken Karaduman beni bir barınak, bir liman, bir sığınak, bir yuva bilmişti ve düşman onun barınağına, sığınağına, limanına, yuvasına saldırmıştı. Bu affedilemezdi.

"Bu kurşuna ne zaman baksam, yuvamı korumak için önüme konan tüm duvarları parçalara ayıracağım." Sertçe yutkundu. "Bu kurşun göğsüme sürtündükçe, senin çektiğin acıyı hatırlayıp, hatırladığım şeyin getirdiği acı ile daha güçlü olacağım."

"Efken..."

"Acımı senin kanınla suladım ben," dedi aniden sözümü keserek. "Göğsümde açan cinayeti hiç kimse solduramaz artık."

Kalbimi zehriyle kuşatan yılanın çatallı dilinin ucundaki harfler o kadar keskindi ki, tıpkı parçalanmış camın örselenmiş kırıklarının batırırken yarattığı yangın gibi tenimde kesik vaveylalar bırakıyordu.

Elimin üzerindeki elinin gerçekliğini hissettim; teninden tenime akan sıcaklığın feryadını, kanının çağlarken çıkarttığı fokurtuyu dinledim; bir kurgu bu kadar gerçek olamazdı, mürekkebe su dökülünce mürekkep akardı. Yüreğime döktüğüm tüm katranlara rağmen bu adam değil yok olmak, biraz olsun parçalanmamıştı.

Sessizlik. Birlikte aynı karanlığın çöplüğüne düşene kadar, kalplerimizin birbirine çığırarak söylediği kelimelerin üzerine düşen gölgeydi bu. Yine onunla, onun kollarında uyumuştum.

Parmak uçlarıma bulaşan kanın rengiyle lekelenen eklemlerime bakarken, aslında bunun yalnızca bir halüsinasyon olduğunu biliyordum. Oturduğum ahşap masanın diğer ucundaki ahşap sandalye boştu; mutfağın pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış olsa da, aralıklardan içeri soğuk sızıyormuş gibi hissediyordum, ya da bedenim gerçekten fazla hırpalanmıştı ve kanımdaki sıcaklık bile buzdan dikenlerle çevrelenmişti.

Ayağa kalkabilmek düşündüğüm kadar zor olmamıştı ve ağrım artık bedenimi terk etmiş gibiydi, yine de belli belirsiz bir sızıyla kavrulduğum saniyeler oluyordu; bunlar gelip geçici artçı sarsıntılar gibiydi ve onlara aldırmıyordum. Göğsümdeki bandaja bulaşan ilacın ve kanın rengini görmemek için üzerime bordo, yünlü, kalın bir kazak giymiştim. Kazak bol ve uzun olduğu için kalçalarımı örtüyor, ellerimi kazağın kollarının içinde bırakıyordu. Tırnaklarımın arasında belli belirsiz, kurumuş kan lekeleri vardı; iğrenç değil, aksine tuhaf bir şekilde çekici görünüyordu. Uzun kazağın kollarından çıkardığım parmaklarımı, buharı tüten çay fincanının etrafına yerleştirdikten sonra avuçlarımda sıcak baskıyı hissettim.

Gözlerimi, kardan neredeyse görünmeyen ağaçlık kesime çevirdim. Ağaçların yeşili o kadar azdı ki, beyaz ormanı tümden ele geçirmiş gibi görünüyordu. Derin bir nefes alırken, elma çayımdan bir yudum alıp kaşlarımı çattım. Çözmem gereken problemler bir dosyanın içine doldurulmuş ve ardından da önüme bırakılmıştı sanki. Bu sabah Efken'in diretmeleri yüzünden telefonda Yaren ile konuşmuş, beş para etmeyen varlığı sisli tiyatro oyunculuğumu ortaya sererek çirkin yalanlar savurmuştum. İyi olduğuma bir şekilde inanan Yaren, İbrahim'in son birkaç gündür çok durgun olduğunu söyleyerek bana dert yanmış, kalbimde büyüyen vicdan azabının çukuruna bir kürek darbesi daha indirmişti.

"Dışarısı buz gibi," dedi aniden Ceyhun; olduğum yerde tepkisiz bir şekilde camdan dışarıyı izlerken, buğulu cama düşen yansımasına bomboş gözlerle baktım. Siyah şişme montunun etrafı kar parçaları yüzünden bembeyazdı, soğuktan kızaran göz altlarının yanı sıra burnu da bir palyaçonun burnunu aratmayacak kadar kırmızıydı. Elindeki poşetleri tezgâha koyduktan sonra şişme montunun fermuarını indirerek, "Nasıl oldun?" diye sordu, sesi biraz üşütmüş gibi çıkıyordu.

"Tel zımbayla dikilmekten hallice," dedim ifadesizce. "Dışarıda hava berbat, nasıl gelebildin?"

"Nasıl gelemedin diye sorsan buna bir cevap verebilirdim, tam dört saat boyunca en fazla yüz metre falan ilerleyebilmişimdir. Bir dahakine yanınıza gelirken evden üç gün önceden çıkmayı planlıyorum. Arabayı patika yolda bırakıp, buraya kadar yürüyerek geldim. Biraz daha dışarıda kalsaydım, Efken'in üstüne işeyerek bile çözemeyeceği türden buzdan bir heykele dönüşecektim."

"Amma konuştun," dedi o tanıdık, kara melek güzelliğindeki ses; ardından mutfağın kapısı hafifçe çarpıldı ve Karaduman'ın yansıması da puslu camdaki yerini almıştı. Islak saçlarını küçük bir el havlusu ile kurulurken bir yandan da sırtıma bakıyordu; camdaki yansımasını izlediğimden bihaber olduğu kesindi. "Halledebildin mi?"

"Hallettim sanırım," dedi Ceyhun cam sürahideki suyu bardağa doldururken. "Hattı da kimlikteki ismin üzerine çıkarttım, bir sıkıntı çıkacağını zannetmem."

"Güzel." Efken yanımdan geçtikten hemen sonra karşımdaki boş sandalyeye oturdu ve elindeki havluyu çıplak omzunun üzerine attı, boynundaki kurşuna bakmamaya çalışsam da, gümüş renginin üzerindeki belli belirsiz kızıl lekeler dikkatimi çekiyordu. Duş almasına rağmen çıkmamak da ısrarcı olan kan lekesinin, mensubu olduğumu iddia ettikleri soy ile bir ilgisi olup olmadığını düşünüyordum.

Ceyhun elindeki bardakla poşetleri göstererek, "Açlıktan gebermeyin diye bir şeyler aldım, buzdolabındaki şeyler sizi zehirleyebilir."

Efken, Ceyhun'a bakmadan başını salladı; gözleri benim üzerimdeydi.

Ceyhun, şişme montunun iç cebinden bir şeyler çıkarttıktan sonra, Efken ile ortamızda duran masanın üzerine koydu ve "Benden bu kadar," dedi net bir sesle. "Yeterince kanundışı iş yaptığıma göre artık gideyim, ha?"

Efken'in gözleri hâlâ üzerimdeydi, kafasını sallamakla yetindi; gözlerinin içinde çağlayan, lavları uçurumun eteklerine çarpan o şeye bakarken yutkunmak bir hayli zordu. Efken'in sert bakışlarının kamçısından kurtularak önüme konan şeylere baktım. Bir cep telefonu, Efken'in kimliğine benzeyen ama farklı renkte olan bir kimlik kartı ve birkaç kâğıt rulosu. Tek kaşımı kaldırarak kimlik kartına uzandığımda, Efken'in bakışlarının ağırlığı hâlâ üzerimdeydi.

Kimlik kartının fotoğraf koyulan yeri boştu. Bilgilere kısaca göz gezdirdiğimde kaşlarım hayretle havalandı. Bilun Şimşek adında bir kadına ait olan bu kimlik kartının sahibi her kimse, benimle aynı gün doğmuştu. "Bilun Şimşek?" diye sordum düz düz kimlik kartına bakarak.

"Kafatasının içindeki çiçekleri sulamazsam, kururlar ve bir beyne gebe kalırsın sanmıştım..." Efken bunu hayal kırıklığı içinde söylemişti.

Tek kaşımı iyice kaldırıp, "Ha?" diye sordum.

"Benim küçük aptal yılanım," dedi Efken, masaya abanıp bana yaklaşarak. "Oraya Medusa ya da Mahinev yazdırarak seni açık av haline mi getirseydim?"

"Bilun?" Ona tip tip baktım. "Adıma benzer bir isim kullanabilirdin, öyle değil mi?"

"Bilun'un anlamını biliyor musun sen geri zekâlı?" diye sordu aniden. "Bak bu kız harbi bir gün cinnet geçirtecek bana Ceyhun. Açıkla şuna." Duraksadı. "Ya da sen ne açıklıyorsun lan pezevenk? Sen neyi, kime açıklıyorsun? Siktir git."

"Hastasın sen," dedi Ceyhun kapıya yönelirken. "Bak yemin ediyorum, sen hastasın."

"Siktir git?" dedi Efken tekrar, sorar gibi.

Ceyhun bir şeyler homurdandıktan sonra mutfaktan çıktı. Saniyeler dakikalara gebe kalırken o sancılı bekleyiş, gözlerimi tekrar kimliğe indirmemle son buldu. "Bilun ne demek?" diye sordum alakasızca.

"Yarım ay."

Duraksayıp kaşlarımı kaldırarak Efken'e baktığımda, ifadesiz gözlerinin tıkırtısı mutfağın içinde yankılanıyordu. "Güzelmiş," dedim kısık bir sesle. "Peki bunlar ne?" Telefonu ve rulo şeklindeki kâğıtları gösterdim.

"Geldiğin yerde telefon henüz icat edilmemişti sanırım diyeceğim ama her gün elimde gördüğün bir şey," dedi alayla. "Senin normal bir vatandaş olduğunu öne süren birkaç kâğıt parçası işte."

"Ne?"

"Bir de pasaport," diye ekledi geçiştirerek.

"Pasaport neden?"

"Mavi Uçurum'da kovalamaca oynayacak yerimiz kalmazsa diye," dedikten sonra önümdeki fincanı kendine doğru çekip, dudaklarımı bastırdığım fincana dudaklarını bastırarak çayımdan bir yudum aldı ve yüzünü buruşturdu: "Soğumuş bu."

"Hava soğuk." Telefonu elime alıp kaşlarımı çattım. "Uzun zamandır kendime ait bir telefonum yoktu," dedim kısık bir sesle. "Aylar önce, sadece şarkı dinlemek için kullandığım bir cep telefonuna sahiptim ve içinde neredeyse hiç uygulama yoktu."

"Ceyhun'a söyledim," dedi bana bakmadan fincanla ilgilenirken. "Telefonun içine sevdiğim grupların albümlerinden yükledi ve komodinin çekmecesinde bu telefona uyumlu bir kulaklığım olması gerek, onu kullanabilirsin."

"Teşekkür ederim."

"Etme."

"Ama ediyorum," diye diretip ona dik dik baktım.

Aniden masaya abanıp burnumun dibinde bittiğinde, kolyesinin ucundan sallanan şeye dikkatimi vermemeye çalıştım. Boynundaki damarlar belirgin, cildi elmas gibi pürüzsüz ve parlaktı. Gözlerimi kaldırarak ona baktığımda, gözlerini indirmiş üstten üstten bana bakıyordu ve bu yakınlık nefesimi kesecek kadar yoğun ve cezbediciydi.

"Etmeyeceksin," diye fısıldadı iç gıdıklayıcı bir sesle. "Bundan hoşlanmıyorum."

"Edeceğim."

Biraz daha yaklaştı. "Yo."

"Edeceğim."

"Hım." Bir an gözlerini kıstı; kısılan gözlerine rağmen o gözlerin arkasında saklanan şeyleri hâlâ görebiliyordum, bir şeyleri bastırıyordu ve bu şey onun boynundaki asılı şeyin çıkış noktasıyla alakalıydı. "Bence pansuman zamanın geldi," dedi kısık bir sesle. "Mustafa Baba'nın verdiği merhemi sürmemiz gerek."

Bir an onun bahsinin geçmesi kıyılarımı aşındıran bir dalganın tuzunun açık yaraya dökülmesi kadar kavurucu bir hissi bağrıma oturttu. Gözlerimi kaçırarak, "Tamam," dedim sakince. "Merhem nerede? Ben halledebilirim."

"Mustafa Baba'dan bahsettiğimde geriliyorsun," dedi aniden. "Fark etmediğimi falan mı sanıyorsun? Attığın adımın ne anlama geldiğini bilen bir adamdan bir şeyler saklayabileceğini düşünebilecek kadar aptalsın."

"Hiçbir şey saklamıyorum," dedim hızlıca. "Merhem nerede?"

Efken beni zorlamak istemiyor gibi görünse de, bana inanmadığını biliyordum. Yapısı gereği zaten insanlara güvenmeyen bir adamken, bir şeylerin farkında olduğu halde bana inanmasını beklemek komik olurdu. Gözleri, yüzümü en ince ayrıntısına kadar izledikten sonra, "Salona geç ve beni bekle," dedi düz bir sesle.

Hiçbir şey söylemeden yavaşça kalkıp mutfaktan çıktım. Karaduman siyah tüylerini yalayarak ateşin önünde ısınırken beni fark etmiş, ters bakışlarını bana çevirerek hırıltılı bir şekilde miyavlamıştı. Ona aldırmadan şöminenin karşısındaki geniş koltuğun üzerine yerleştim ve bağdaş kurarak oturdum. Altımda ince yünden bir tayt vardı ve tayt yapısı gereği bacaklarımı kaşındırıyordu. Uzun kazağın kollarının içinden çıkardığım parmaklarımı, taytın yüzeyinde gezdirirken sırtımı yavaşça koltuğa yasladım ve kasvetli, içimi boşlukla şişiren bir parça nefesi ciğerlerime doldurdum.

Çok değil birkaç dakika sonra Efken elindekilerle salona girdi ve ayağı yardımıyla sehpayı koltuğun önüne çekip, yanıma oturdu. Elindekileri sehpanın üzerine koyarken, meraklı bakışlarım onun elinin hareketlerini takip ediyordu. Beyaz, temiz bir bandaj; yuvarlak bir kutunun içinde, tuhaf kokulu turuncu bir merhem; alkol, temiz bir bez ve saf su.

Ani bir manevrayla bana doğru dönüp, kazağımın eteklerinden tuttuğunda şaşkınlıkla ona bakakaldım ama herhangi bir tepki veremedim. Eteklerinden tuttuğu kazağımı yavaşça yukarı kaldırırken, sargının örttüğü yarama sürtmemek için ekstra çaba sarf etmişti. Kazağımı çıkardığında utançtan gözlerimi açamıyordum, sargı iki göğsümün de üzerinden geçtiğinden göğüslerimi çıplak görmemişti ama yine de birazdan o sargıyı açacak ve beni görecekti. Beni daha önce gördüğünü biliyordum ama şu an utanmama engel olamıyordum. Efken, "Sana tecavüz etmeyeceğim," dedi sakince. "Hoş, şu an istesem bu tecavüze girmez çünkü sen benden daha heveslisin."

Sertçe yutkunarak gözlerimi araladıktan sonra kazağı kenara bırakışını izledim. Sargı bezini açarken olabildiğince yavaş ve nazikti ama bu çektiğim acıyı kusmama engel olmamıştı. Dudaklarımdan dökülen inilti, onun göğsüm ve sırtım arasında dönerek sargıyı açan elinin yavaşlamasına, dişlerini sıkmasına neden oluyordu. Acıdan kısılan gözlerimi onun yüzüne değdirmeden yüzümü direkt olarak onun boynuna sakladığımda kaskatı kesildi ve eli hareketi tamamen sıfıra indirdi.

Göğsümde yuvarlanan acı, beni onun kıyılarına çarparak patlayan hırçın bir dalga haline getirmişti.

"Çok acıyor," dedim elimde olmadan. "Biraz daha yavaş, lütfen..."

"Medusa..." diye fısıldarken sesi acı çekiyor gibiydi, dişlerini sıktığını hissedebilmiştim çünkü kaskatı kesilen çenesi hemen kafamın üzerinde duruyordu. Parmakları yavaşça bel kavisime indi ve belimi boydan boya tıpkı bir tüyün dokunuşu gibi hafifçe okşadı.

Bir süre, belki de bir kalbin kanı içinde dalgalandırmak için damarlara saldırdığı o kısa zaman dilimine eş değer bir süre zarfı içinde birbirimize kenetlendik. Parmakları hareketini tıpkı bir piyano tuşunun üzerine düşüyormuş gibi sürdürüyor, tenimi ustaca çalıyordu. Burnumu onun nemli boynuna sürtüp, yoğun kokusunu ciğerlerime doldurarak içli bir şekilde yutkundum. Yutkunduğumda çıkan ses onun kulaklarına ulaştığı an, biraz daha gerildi ve parmaklarını tenimden ayırmadan dudaklarını başımın üzerine bastırdı.

Bana şefkatini veriyordu.

"Bu kez..." dudaklarının baskısını saçlarımdan çekmeden sert bir nefes aldı. "...bu kez elimden kurtulamayacak. Bu kez, toprağı hak edecek kadar şanslı değil. Onu toprakla kavuşturmayacağım. Cesedi toprağa karışmayacak."

Duraksadım, acıdan kısılan kirpiklerimi aralamaya çalıştım ve kirpiklerim ıslak bir şekilde onun boynuna sürtündü. "Ne?"

"Onun bir mezarının dahi olmasına izin vermeyeceğim."

Sertçe yutkundum. "Efken..."

"Bir şey söylemek zorunda değilsin, bana engel olamayacağını biliyorsun, o yüzden boşuna yorma o güzel ağzını," dedi kısık bir sesle. "Merak etme, beni gebertemeyecekler, varlığının güvende olması için şu sikik nefesi almaktan bir an olsun vazgeçmeyeceğim." Çenesini saç diplerime bastırdı. "Beni anlıyor musun?"

"Hıhım," diye fısıldadım ona sığınırken. "Sadece..."

"Dikkatli olacağım," dedi aniden anlamış gibi. "Tamam."

Onun gölgesi altında yaşamaya alışmış küçük bir çocuktan farkım olmadığını fark ettiğimde başlarda bunu yadırgamış, reddetmiştim. Şimdiyse gözümü açıp baktığımda, her ne olursa olsun onun yanındayken güvende olacağımı bilmenin haklı rahatlığını yaşıyordum. Göğsümdeki yaraya rağmen.

Gerçekliğiyle benim yavan varlığımı tekmeleyen bu adam hakkında söylenen hiçbir şeye inanmayacaktım. Ortada bir sır vardı. Bu sırrın küflü kokusunu alıyor, pençelerimle toprağı kazarak gerçeğe ulaşmak istiyordum. Umutsuzluk benim kalbimin gölgesiydi ve kalbimin kara bir gölge altında kalmasına izin veremezdim. Bu adam benim umudum, aynı zamanda kara gölgemdi zaten. Başka bir gölgeye ihtiyaç duymuyordum.

Efken'in nefesinin içinde uluyan kasırganın vurgusu öfkeliydi ama buna rağmen bana şefkatini vermekten kaçınmıyordu.

"Bana izin ver," dedi düz bir sesle ve hemen ardından yavaşça benden uzaklaşarak göğsümdeki lekeli bandajı çok daha hafif bir şekilde çözmeye başladı. Utancın tütsü şeklinde yakarak kokusunu benliğime yaydığı dokunuşları altında usluca onu izledim ve canımı çok yakmadan beni o lekeli bandajdan kurtardı. "İşte bu kadar..."

Önünde üstsüz bir şekilde otururken yarama bakamıyordum; şu an yüzü bedenimi göremeyeceği bir açıda, omzumun hizasında duruyordu. Tenime akan ılık nefesinin cildime geçirdiği kırbaçları yutkunarak yok saymaya çalışırken, çenesindeki sakalların pürüzünü omzumda hissettim ve bu karnımın kasılmasına neden oldu. Omzuma belli belirsiz, varlığı silik bir buse kondurduktan hemen sonra geri çekildi ve gözleri gözlerimi karnından yakalayarak kendine doğru asıldı. Göğüslerimi örtme dürtüsü oralarda bir yerde kıpırdanırken, ikimizi de ele geçiren sessizlik, bir sağırın bile işkillenmesine neden olacak kadar durağan ve şehvetliydi.

"Güzel," diye fısıldadı, gözlerini bir an olsun tenime ya da yarama indirmeden, doğrudan gözlerimin içine bakarak.

"Hıhım."

"Sadece yarayı temizleyip, merhem süreceğim." Gözleriyse bunun tam tersini savunacak türden bir metinin ilk cümlesini beyaz sayfaya düşürmüş gibi bakıyordu. Belki de şu an ikimizi de inandırmak istediği şey tam olarak buydu ama biliyordum ki, o buna inanmamıştı ve benim de buna inanmaya niyetim yoktu.

"Evet," dedim tiz bir sesle. "Sadece öyle yapacaksın."

Gözleri bir an gözlerimden ayrılıp dudaklarıma düştü ve hemen ardından çeneme doğru tıpkı bir yağ gibi aktı. Boynuma değmeden hemen önce duraksadı ve panikle gözlerini kaldırarak tekrar gözlerimi merceğine aldı. Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmadan elini temiz beze götürdü ve temiz bezi içi su dolu olan kaba batırdıktan sonra bezin suyunu sıktı. Bir an gözleri tekrar boynuma düşer gibi oldu ama sanki görmekten korktuğu bir şey vardı. O şeyin ne olduğunu biliyordum. Yarayı görmek onu ürkütüyordu.

Bana yalnızca o yara açabilir, beni yalnızca o kanatabilirdi ve şimdi bir başkasının bedenime bıraktığı yara onun göğsünde bir cinayetin tohumunu atıp, kanımla sulamıştı.

Sonunda gözlerini boynum boyunca kaydırarak yarama indirdiğinde kaşları o kadar ani bir refleksle çatılmıştı ki, içime tutulan aynanın göbeğinden çıkan çatırtıyı işittim ve her gün karşısına geçip bir yabancıyı gördüğüm o ayna çatlayıp, damar damar yarılarak parçalara ayrıldı.

"Siktiğimin orospu çocuğu," dedi dişlerinin arasından; gözleri, tıpkı transa girmiş bir bağımlı gibi doğrudan yaraya odaklanmış, çenesi kaskatı kesilmişti ve güzel yüzündeki keskin dokulu hatlar seğiriyordu. "Sülalesini sikeceğim onun, soyundan olan herkesi sikeceğim. Anasını, avradını, varını yoğunu sikeceğim onun."

Tepki veremedim. Şu an kafamı hafifçe eğsem, onun gördüğü manzaraya tanıklık edecektim ama bunu yapmaya cesaretim yoktu. Yeterince kan görmüştüm ve ruhum, zaten bedenimdeki yaralara kafa tutacak kadar büyük yaralarla örtülmüştü. Bir yara daha görmeye tahammülüm yoktu.

Elindeki ılık bezi yaranın etrafında gezdirdiğinde dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi sıkıca yumdum. "Güzel Medusa..." Hafifçe, tıpkı okşar gibi bezi yaranın etrafında gezdiriyor, küçük daireler çizerek kuruyan kanı ve sürülen ilaçların lekelerini temizliyordu.

Bezi bir kenara bıraktığını fark ettiğimde kirpiklerimi aralayarak ona baktım. Beyazın altında kalan yeryüzü, gökyüzünün vurgun yemiş soluk mavi ışığıyla aydınlanmaya çalışıyordu ve içeriyi aydınlatan yalnızca bu mavi ışık ile yanan ateşin kızgın kor kızılıydı.

Yakıcı bir şeyi göğsüme parmaklarıyla sürerken dudaklarımdan hafif hırıltılı bir inilti döküldü. Çıplaklığımın getirdiği utanç toprağın altına gömülürken, yerini büyük bir sancıya bırakmıştı ama bu Efken'i durdurmadı. Dişlerini sıkarak, tıslayıp, sinirini kusarak işini yapmaya devam etti. Alnında nabız gibi çarpan damarın nasıl tık tık attığını görüyordum.

Temiz sargıyı göğsüme dolarken yüzümü onun boynuna saklamış, ağrının getirisi olan hızlı nefeslerimi boynunun duvarlarına bırakarak acımı onun içine akıtmıştım. Derin nefesler alarak işini bitirdiğinde hâlâ onun boynuna saklanmış bir şekilde bir balık gibi soluyordum. Dudaklarım aralanmış, gözlerim buğulanmıştı. Parmakları belime indi, avuçlarını bel boşluğuma yerleştirip beni kavradı ve canımı yakmayacak şekilde kendine bastırarak, "Geçti," dedi boğuk bir sesle.

"Geçti," diye fısıldadım acılar içinde. "Biliyorum."

"Geçecek," dedi Medusa kendinden emin bir sesle. "Henüz değil ama geçecek." Onun bana yüklediği, içinde zehir kaynatıldığını bildiğim bir kazanın içinde, saf kömür renginde güven fokurduyordu.

Ne kadar süre öyle kalmıştık bilmiyordum. Ayrıldığımızda, Efken'in bahsettiği kulaklığı almış, ardından da uzun zamandan sonra ilk kez kendime ait bir cep telefonundan müzik dinleme şansı bulmuştum. Şarkılar metal ağırlıklı olsa da, ruhumu dinginleştirmeyi başaran bir iki şarkı bulmuş, durmadan onları başa sararak dinlemiştim. Kimlik kartının üzerinde fotoğrafım yoktu ama yakın zamanda olacağından yana da hiçbir şüphem yoktu.

Gündüzün yorgunluğu, yükünü gecenin omuzlarına bindirirken içimde düşüncelerime çarpan okyanus dalgalarının dahi suyu çekilmiş, sessizlik dört bir yandan beni çevreleyip ele geçirmişti.

Efken aniden salona daldığında, Karaduman da elindeydi, zavallı kediyi ensesinden yakalamış ve havaya kaldırmıştı. Kediye tip tip bakarak, "Bu soğuk kıyamette senin çişinin kakanın keyfini mi bekleyeceğim lan ben?" diye hırladı. "İbneye bak, toprağı kazıyor kazıyor, sonra hiçbir sik yapmadan diğer tarafa geçip orayı kazıyor. Ulan ben sen sıç diye karları temizleyip, toprak buldum sana be!"

Kulağımdaki kulaklığın biri düşmüş, hâlâ kulağımda olan kulaklıkta ise hafif bir rock parçasının nakaratı çalıyordu. Kaşlarımı kaldırarak Efken'e bakarken, Karaduman hafif bir mırıltı çıkararak miyavladı. Kedi, tıpkı bir suçlu gibi öylece Efken'in avucunda yediği fırçaları sakince dinlerken, gözüme komik görünmüşlerdi.

"Ulan sen kimsin de beni bokunun maskarası yapıyorsun, pezevenk," dedi Efken tekrardan, kediyi biraz daha havaya kaldırarak kaşlarını çattı. "Hele bir evin bir yerinde çişini kakanı göreyim senin, bak ben ne yapıyorum sana, tipe bak, muşmula suratlı."

Bir an kalbimin sızladığını hissettim. Onun bu hallerini sevdiğimi fark edeli çok uzun zaman olmamıştı. O, bazen tıpkı küçük bir erkek çocuğu gibi oluyor; bazense, olgunluğuyla damağımı yakıyordu. Hâlâ kabul edemediğim birtakım gerçekler, belki de gerçek sanılan birkaç yanlış vardı ve ben bunları ne zaman göz önünde bulundursam, göğsümdeki ağrıdan çok daha büyük bir ağrıyı ruhumun eklemlerinde hissediyordum.

Ruhumun iskeletindeki tüm kemikleri kırabilecek kadar kuvvetli bir darbeydi bu.

Bir an tüm ilgim onun üzerinde toplandı. Efken bunu fark etmiş olacak ki duraksadı ve kediyi bırakmadan dikkatlice bana baktıktan sonra, "Hım?" diye mırıldandı kaşlarını kaldırarak.

Omuz silkmekle yetindim. Dilimin ucunu arşınlayan harflerin batık hissi, ruhumu yakıyordu. Bir labirentin içindeydik; bu labirent, biri bitmeden diğeri başlayan, durmadan başa saran ve bazen olmadık bir darbeyle oyunu altüst ederek, yeni bir oyun kurmayı bekleyen bir leşçiydi. Ruhlarımızdan emdiği kuvvetin acısını bedenimizden çıkarıyor; ölü topraklara ektiği tohumların yeşermesini bekleyecek kadar bencilleşebiliyordu.

Efken, kediyi yere bıraktıktan sonra avuçlarını birbirine çarparak silkeledi ve hemen ardından gözlerini bana çevirerek, "Aslında..." dedi gözlerini üzerime dikerek. "...halletmem gereken birkaç iş var."

"Ne?"

Efken sırtını duvara yasladıktan sonra tüm ağırlığını bir bacağının üzerine verdi ve kollarını göğsünün üzerine bağladı. "Neredeyse bir hafta olacak Medusa, elim kolum bağlı bir şekilde bekliyorum, farkında mısın?"

Tenimden elektrik akımı gibi yürüyüp geçen gerginliği bastırmaya çalışarak, "Yani?" diye sordum.

"Artık seni peşimden sürüklemek bana doğru gelmiyor," derken sesi durgundu. "Üstelik yaralısın da."

"Bu sorun değil," dedim inatla. "Ben iyiyim."

Bir süre yüzümü inceledi: "Güzel," dedi durağan bir sesle. "Benim de seni yalnız başına bırakıp hiçbir yere gidesim yoktu."

Rahat bir nefes alıp kulaklığın diğer tekini de kulağımdan çıkardım ve bağdaş kurarak oturmak için kendimi zorladım. "Diretmenden korkmuştum."

"Neden direteyim?"

"Beni tehlikeye atmayı sevmiyorsun çünkü."

"Asıl seni yalnız bırakırsam tehlikeye atmış olurum." Derin bir nefes aldı. "Gebereceksen bile benim kollarımda, benim yanımdayken gebermelisin."

"Buna izin vermezsin."

"Güzel," dedi memnun kalmış bir şekilde. "Anlamışsın."

Doğrudan onun gözlerinin içine bakarak, "Evet," diye fısıldadım. "Artık anlıyorum."

Bir an Efken'in gözlerindeki gerginliği gördüm. "Neyi anlıyorsun başka?" diye sordu; sesinde, örtbas etmeye çalıştığı bir panik havası vardı.

"Neyi anlamamı istemiyorsun?"

Efken'in uçurum mavisi bakışları koyulaştı, gözlerindeki boş arazide uğuldayan rüzgârın kıvamı, dalgalarıma karışarak kıyıya çarpmadan hemen önce ruhuma hırçınlık basıyordu ve sahili alaşağı ediyordu.

"Anlama," dedi pürüzsüz bir kararlılığı bıçağının ucunda bileyerek. "Daha fazla anlama. Sakın."

Kalbime ektiği bu şüphe gölgesi, dallarını damarlarıma kadar uzatarak köklerini sağlamlaştırırken bir an duraksadım. Üst üste binen sessizlik, bakışlarımızın birbirine çektiği keskin kılıçların aynasında, hissettiğimiz hastalıklı şeyin yansımasını görmeme neden olmuştu.

Dudaklarım kelimelerin kilidini kıracak gibi oldu ve o an aralandılar. Boşluk. Bu, bir ninninin tıpkı ağıt gibi yakılırken, yeni doğan bir bebeğin ayaklarına yakılan ölüm kınasıydı. Kelimeler, bir yılanın sürünerek ve kayalıkların içine saklanırken ki hızı kadar büyük bir hızla geriye devrildi ve boğazımdan aşağı doğru sürtünerek kalbime battı.

"Bu şey..." dedim gözlerimi kaçırarak. "Göğsümdeki telden şey..."

"Tel zımba."

"Evet, o," dedim kısık bir sesle. "Ne zaman çıkartılacak?"

"Bir hafta kadar daha durmalı." Sanırım o da konunun değiştirilmesinden hoşnuttu. "Hafif çekilme ya da sancı yapması normal."

"Peki onu sen mi çıkaracaksın?" diye sordum, gözlerimi ona değdirmemeye özen göstererek.

"Bir başkasının senin o iri göğüslerini görmesine izin verecek değilim," dedi, aksi bir tavırla. "Ayrıca bir başkasının senin canını yakmasına da katlanamam. Saçma sapan şeyler düşünüp beni cinnete getirme."

"Her neyse. Peki ne zaman duş alabilirim." Yüzümü buruşturarak sorduğum bu soru, biraz çekinmeme neden olmuştu. Oldum olası çabuk yağlanan saçlara sahiptim, uzun ve bakımı zor olduğu gibi bir de kolay yağlandığından beni bayağı uğraştırıyordu ve şu an saçlarımdaki yağ ile bir kilo patates kızartılabilirdi. Bu şekilde onun koynunda uyumuş olduğumu bilmek, utancımı ikiye katlıyordu.

"Bu gibi dikişlerde beş, altı gün içinde banyo yapılıyor," dedi, rahat bir tavırla.

"Öyleyse banyo yapmak istiyorum."

"Suyu yarana değdirmemesi için bandajın üzerine sarabileceğimiz bir şey var." Dayandığı yerden yavaşça doğrularak koridora doğru yürüdü. "Sık sık kendini diken bir adam olduğumdan, bu gibi gereçlerin bende olması kadar normal bir şey yok sanırım. Hadi ben alışkınım, iyi güzel, sana ne oluyor be kızım?"

"Kendi kendimi vurmuşum gibi konuşuyorsun, Efken."

Bir an duraksadığını hissettim; tam şu an sırtı bana dönüktü ama kaskatı kesilen omuzlarındaki kasların üst üste bindiğini görebilmiştim. Dilimi parçalamak, kelimelerin ucundaki sivri kazıkları boğazıma batırarak nefesimi kesmek istiyordum. Amacım, bu tarz bir şeyi ima etmek değildi. Hırıltılı bir nefes aldığını, ardından bu hırıltılı nefesi pişmanlıkla harmanlayarak dışarı bıraktığını işittim. Hiçbir şey söylemeden koridora doğru uzayan karanlığa karıştı.

Oturduğum yerden doğrularak kalktığımda, Karaduman kıvrıldığı yastığın üzerinden kafasını kaldırarak, boş ve miskin bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Ne bakıyorsun?" diye fısıldadım, ona düz düz bakarak. "Bana baktığında ne görüyorsun?"

Kedinin kısık bakışları irileşir gibi oldu. İfadesiz ama büyümüş gözlerle, beni tıpkı pençelerinden geçirir gibi büyük bir dikkatle inceliyor, hareketsizce yatıyordu. "Ben aynaya baktığımda ne görüyorum biliyor musun?" diye sordum, kediye boş boş bakarak. "Ben hariç her şeyi..."

Küçük adımlarla salonun çıkışına yöneldiğimde, kedi yavaşça miyavladı ama miyavlaması o kadar kısıktı ki, bir an bunun benim hayal gücüm olduğunu düşündüm. Omzumun üzerinden arkama baktığımda, Karaduman'ın gözleri hâlâ üzerimdeydi. Kedi Karaduman da, Efken de olan bir şeyin yansımasını görüyor gibiydim.

"Banyoya gel." Bu ses Efken'e aitti. Kedi ile olan bakışmamızı sonlandıran harflerinin bedenimde yarattığı zelzelenin geçmesini beklerken bakışlarımı koridora çevirdim. Karanlık koridorun sonundaki odalardan birinde soluk renkte bir ışık yanıyordu. Küçük adımlarla koridorda ilerlerken, düşüncelerimi astığım tavan başıma çökmüş gibiydi.

Banyonun kapısını araladığımda, bu soluk ışığın, bir mumun yanmaya çalışırken kendi kendini kamçılayışından başka bir şey olmadığını fark etmiştim. Efken, küveti dolduruyordu. "Işığa ne oldu?" diye sordum şaşkın bir şekilde.

"Patladı." Sesi sakindi ve bana bakmıyordu, elini hafifçe küvetin içindeki suya soktuktan sonra omzunun üzerinden bana baktı. "Ne o, mumlarla ilgili tuhaf anıların mı var yoksa yaralı yılan?"

İma ettiği şeyin vurgusu kafamın içinde çınlarken, yanaklarımı yakan o basınç benliğimi tırnaklamaya başlamıştı. Tıpkı yolunmak için iştah kabartan bir yara kabuğu gibi yanaklarımı kaşındıran utanç, topraklarımı ele geçirerek hislerimi baltalamıştı.

"Çıkar üstündekileri."

İrkilerek ona baktığımda, "Görmediğim bir şey değil," dedi gözlerini bayarak. "Kendini benden sakınmaktan vazgeç."

Çok değil, birkaç saat önce zaten yaramı temizlemiş, tenimi görmüştü ama ani hareketleri beni yabanileştirebiliyordu. Mürekkebi yoğun, satırların üzerini örtüp kelimeleri birbirine katan bir şeyler vardı onun teninde. Onun kaleminin ucundan akan mürekkep ile tek bir harfin temelini atsam, attığım o harfin temeli başka bir harfe gebe kalacaktı.

Kazağın eteğini tutup yukarı çekmeye çalıştığım an göğsüme şiddetli bir ağrı darbesini geçirdi ve dudaklarımdan bir inilti dökülürken, farkında olmadan kıvrım kıvrım kıvrandım. Efken'in dudaklarından dökülen vurgusu sert küfür, kaba bir fiskeyi saçlarımdan geçirirken, çoktan dibimde bitmişti bile. "Geri zekâlı!" diye bağırdı dehşet içinde. "Sen aptal mısın?"

"Çıkar üstündekileri diyen sendin," diye homurdandım, acılar içinde. "Siktir, çok acıyor!"

"Siktir mi?" Şaşkın bir şekilde yüzüme bakarken, gözlerim dolmuştu bile. "Sen iyiden iyiye Küçük Efken oldun benim başıma, hareketlere bak."

Dudaklarımı dişleyerek acılar içinde ona bakarken, başını iki yana salladı ve kazağın eteklerini tutarak yavaşça çekip çıkardı. Ardından bana fırsat vermeden önümde hafifçe eğilerek altımdaki taytı dizlerime kadar indirdi. Sıcak nefesi bacaklarımın üstüne çarparken, biri saç diplerimi çekiştiriyordu sanki. Gözlerini kaldırarak aniden bana baktığında, yüzü kasıklarımın hizasında duruyordu. Hızlıca gözlerimi onun gözlerinden kaçırmaya çalışmış olsam da, onun gözlerinin çevirmesine yakalanan gözlerimin kaçış yollarının önüne bariyerler kurulmuştu.

"Aptal," diye homurdanıp gözlerini aniden benden çekerek taytı tek seferde ayak bileklerime kadar indirdi ve ben de ona yardımcı olmak için ayaklarımı çekerek taytın içinden çıktım. Yalnızca lacivert bir külot ile onun önünde dikiliyordum; göğüslerimi kapatan tek şey, bir kısmı merhem rengiyle lekelenen beyaz bandajdı. Efken, lavabonun tezgâhında duran bir başka beyaz bezi alıp yanıma döndüğünde şaşkınca onu izliyordum. "Kollarını yavaşça kaldır," dedi sakince. "Ama bak yavaşça..."

Sertçe yutkundum ve zorlanarak da olsa dediğini yaptım. Yavaşça hareket ettiğimde, bu çok daha kolay olmuştu ve Efken yarım bir atleti andıran sargıyı ustaca bandajın üstünden sararak kapattı. "Bu şekilde bandajın ıslanmayacak," dedi, geri çekilirken. "Herhangi bir iltihap olayıyla uğraşmayalım bir de."

"Hadi yılan," dedi kısık bir sesle ve üzerindeki kazağı tek seferde çıkararak yere attı. Altındaki eşofmanı indirirken bana bakmıyordu ama ben gözlerimi ondan ayıramıyordum. Uzun bacakları odağıma girdiğinde ürperdiğimi hissettim. Altında siyah bir boxer ile öylece dikilirken gözlerini bana çevirdi ve o an dışarıda etkisini sürdüren kar fırtınasının uğultusunun tenimde kabardığını hissettim.

Ayak parmaklarımı içe doğru çekerek utana sıkıla da olsa ona doğru ilerlediğimde, bana uzanan elinin cennetin aralanan kapısından günahlarımı yok etmek için gerilen yayın ucundaki ok olduğunu düşünmüştüm. Ama hiç de sandığım gibi değildi. Bana uzanan eli, cehennemin topraklarında filizlenen bir cinayet çiçeğinin yapraklarının kül şeklinde tenimi yağmalamasından başka bir şey değildi.

O cinayetin gebe kaldığı acıyı kursağımda biriken lavdan okyanusun içinde kaynatıyordum ben.

Bu çarpıntı, sert ritmini asla kaybetmeyecekti.

Elini tuttum. Gözlerimde kaynayan tüm kelimeler önüne serilmiş gibi baktı bana. Gerçeği görür gibi. Ona göstermekten korktuğum o kadar fazla gerçek vardı ki, tenim uyuşuyordu sırlarımdan.

Uzun bacaklarıyla hiç zorlanmadan küvetin içine girdikten sonra tüm ağırlığımı ona vermemi ister gibi beni sıkıca kavradı ve bir eli elimde, diğer eli belimde beni küvetin içine çekip oturttu. O sırtını küvetin bir ucuna, ben diğer ucuna yaslamıştım ve bacaklarımız birbirine geçmiş şekilde duruyordu. Ayaklarım onun beline değerken, onun bacakları dizlerinden kırık bir şekilde dursa da ayakları belimden daha ileri gidebilirmiş gibi duruyordu. Uzun boylu bir adamdı, bunu gözüme sokmaktan asla vazgeçmeyecekti.

Suya girdiğim an rahatlayan bedenimi çözen sıcaklık, fiziksel olarak rahatlatmıştı rahatlatmış olmasına ama ruhsal olarak hâlâ aynı harabeden ibarettim. Yerle bir edilen evimin çatısı beynime çökmüş, düşüncelerim o çatının altında kalarak ezilmiş, parçalara ayrılmıştı. İçeride dalgalanan mum ışığının hafif uğultusu dışında çıtımız çıkmıyordu. Dışarıdaki kar fırtınasının sesini duyamıyordum ama yine de baskın bir şekilde dışarıyı beyaza boyamaya devam ettiğinden yana hiç şüphem yoktu. Fırtına dindiğinde Efken birkaç kez dışarı çıkmış, bunun birisinde de Karaduman'a çişini yaptırmaya çalışmıştı ama nafileydi, Karaduman çişini bir kuytu köşede yapmaya kararlı gibiydi. Etrafımızda dingince dalgalanan suyun üzerinde parmaklarımı gezdirirken, Efken dikkatle beni izliyordu.

Sanki, her bir hareketim onun için göğe dökülen yıldız değerindeydi. Kanlı elleriyle parlayan yıldızları avuçlamış ve yıldızların parıltısını kanın uğursuz rengine boyamıştı. Topladığı her bir yıldız, gökyüzünde söndürüp intiharına karıştırdığı ruhumdan dökülen parçalardı.

"Konuş."

Aniden sesini duymanın verdiği panikle, "Ne?" diyebildim.

"Çok sessizsin, Medusa."

"Öyle miyim? Fark etmedim."

"Sakladığın bir şeyler var, öyle değil mi?" Gözleri bir atmacanın gözleri kadar keskindi. İstese, tek seferde, hiç uğramadan gerçeği benden koparabilirdi ama bunun yerine benim anlatmamı istiyordu.

"Herkesin sakladığı bir şeyler vardır," diye fısıldadım, kelimelerin kısık vurgusu harflerin yan yatmasına sebebiyet vermişti. "Senin de. Benim de."

Gözlerini kısarak yüzümü inceledi: "Öyle."

"Planın ne?" diye sordum kısık bir sesle. "Sakinliğin ürkütücü."

Kaşlarını çattı ama bu yapmacıktı. "İyi bir gözlemcisin, yılancık."

"Ben ciddiyim. Bir şeyler planlıyorsun, bunu görebiliyorum."

"Kim bilir, belki de öyledir?"

"Belki de değil," dedim ısrarla onun gözlerinin içine bakıp, kopardığı gerçeklerin karşılığında ondan gerçeklerini isterken. "Efken Karaduman'ı tanıyorum, o bu kadar sessiz kalırsa, çok daha tehlikeli demektir."

Tekrardan, "Belki," dedi sakince.

Gözlerimi devirerek başka bir yöne baktığımda, Efken aniden eliyle suyun yüzeyine vurdu ve sıçrayan su yüzümü boydan boya yaladı. Gözlerim açık olduğu için su tamamen gözlerimin içine girmiş, biraz yakmıştı. Dehşet içinde, "Ne yapıyorsun?" diye bağırdığımda, muzip bir gülümsemeyle doğrudan gözlerimin içine bakıyordu.

Tekrar suya eliyle vurup bu kez çok daha büyük bir kuvvetle suyu bana doğru itti ve büyük elinin yarattığı dalga bana çarparak yüzümü tekrar yıkadı. Dişlerimi sıkarak, "Yapmasana!" diye homurdandım, aksi bir şekilde. "Sorunun ne?"

"Muşmula," dedi sırıtarak. "Tipe bak."

"Ha?" Ona dik dik baktım. "Bana mı dedin?"

"Küvetin içinde buruş buruş oturan başka muşmula görebiliyor musun?"

"Evet," dedim çenemi dikleştirerek. "Tam karşımda oturuyor. Böyle 1,95 boylarında, öküz gibi bir muşmula."

"Bak sen," diye fısıldadı kısık bir sesle ve başını hafifçe sol omzuna yatırdı. "Sen hayatında bu kadar çekici bir muşmula gördün mü koca kıçlı?"

"Çekici görmesek..."

Aniden suya daha sert vurduğunda, "Ya Efken!" diye çemkirdim, elimle yüzümü kapatarak.

"Kimmiş lan o gördüğün çekici? Yanlış görmüşsündür, ben araba çekicisinden bahsetmiyorum, bana baktığında görmüş olduğun şeyin anlamı da çekici. Hayatında çekici olarak gördüğü tek şeyin araba çekicisi olduğunu bildiğim kıza bak, laflara bak. Duvarla aramda sektiririm seni, geri zekâlı."

Bir an kendimi tutamayıp sırıttım, Efken kaşlarını çatmış bana dik dik bakarken gözleri kısaca dudaklarıma kaydı ve afallamış bir şekilde tekrar suratıma baktı. "Salak," diye homurdandı. "Sırıtma pişmiş kelle gibi."

Tek kaşımı kaldırarak aniden suya elimle vurduğumda, bunu hangi olmayan cesaretin getirisiyle yapmıştım bilmiyordum. Efken'in aniden suratına akın eden su, büyük bir dalga şeklinde bedenine de çarpmıştı. "Hassiktir!" diye kükredi dehşet içinde. "Ne cüret?"

"Ha?" Bir kez daha suya sertçe vurdum. "Al bak, böyle bir cüret."

"Vurma lan patilerinle çat pat suya," diye bağırdı yüzünü eliyle saklarken.

Tıpkı küçük bir çocuk gibi homurdanarak yüzünü saklarken, suya arka arkaya vuruyordum ve bu, dilimin ucuna kilitlediğim kahkahanın sert bir tınıyla dudaklarımdan dışarı dökülmesine neden oluyordu.

"Lan!" diye bağırarak kafasını geriye attı ve sular artık yüzüne değil, boynuna çarpmaya başladı. "Yürek mi yedin lan? Lan!"

"Kurşun yedik, aslan," dedim kahkahalarımın arasından.

"Bak, bak," dedi kafasını iyice geriye atıp sulardan saklanarak. "Tır şoförü gibi konuşuyor, kamyoncuya bak!"

Biraz daha sesli güldüm, bu beni zorlamamış, aksine bana acımı unutturmuştu. Kahkahalarımın arasında nefes nefese kalmış bir şekilde suya vurmayı kestim ve sırtımı küvete yaslayarak derin nefesler alarak gülmeye devam ettim. Sessizliği çınlatan tek şeyin kahkaham olduğunu fark ettiğimde, gülüşüm yüzümden silinmedi ama şaşkın bir şekilde Efken'e bakmaya başladım. Tam şu an tüm dikkatini vermiş, transa girmiş bir bağımlı gibi doğrudan yüzüme odaklanmış, dikkatle beni izliyordu. İfadesi ciddiydi. Gözlerinin arkasında saklanan şeyin ne olduğunu göremiyor olsam da, bu ciddiyet dudaklarımdaki tebessümün duraksamasına neden olmuştu.

"Daha kaç sigara yaktıracaksın sen bana? Kaç paket daha bitireceğim ben sana?" diye sordu, dikkatle beni izlerken. "Gülmesene şöyle."

Kelimelerinin beni kavrayan gücü, sol boşluğumda tatlı bir ağrı bırakırken, ne diyeceğini bilemeyen dudaklarım üstüne fermuarı çekmişti. Derin bir nefes alma ihtiyacıyla kavrulan göğsümün içine doldurduğum hava, beni tatmin etmiyor, daha fazlası için çırpınıyordum.

Bir şey söylememi beklemediği belliydi. Kollarını aniden açarak, "Buraya gel," dediğinde, dilimin kilidini kıramayan harflerle cebelleşen dişlerim sızlıyordu. Bir an duraksar gibi olsam da, bu çok uzun sürmedi ve suyun içinde kayarak ona yaklaştım. Bacaklarımı aralayıp, onun kucağına yerleştiğimde belini hafifçe doğrulttu ve bacaklarımı onun beline doladım. Adonisinin keskin çizgisi iki bacak aramı dürtüyordu. Islak bedenim, bedeninin önünde öylece dikilmişti ve saçlarımın bir kısmı suyun üzerinde tıpkı karayılanlar gibi yüzüyordu.

Dikkatle yüzümü inceliyordu. Onun kucağına çıktığımdan dolayı şu an yüzüm onun yüzünden biraz daha yukarıdaydı ve bu yüzden gözlerimi indirerek ona bakmak zorunda kalmıştım, o da gözlerini kaldırmış, yoğun bakışlarının tenimde şakıyan kırbacı eşliğinde yüzümü seyrediyordu.

"Alacağın tek bir nefes için, bin farklı kişiden, bin farklı nefes keserim, biliyorsun değil mi?" dedi, her bir harfi tek tek vurgulayarak. Gözlerinin içindeki uçurumun dibinde isyan çıkmıştı. Yılanlar birbirlerine dolanarak düşmanın uçurumdan aşağı düşmesini bekliyordu. Başımı hızlıca sallayarak onu onayladığımda, "Biliyorsun," dedi, aynı şekilde başını sallayarak. "Biliyorsun, benim yılanım."

Kollarımı onun boynuna dolayıp, "Biliyorum," diye fısıldadım.

Gözlerini üzerimden çekmedi: "Güzel."

Ona bu kadar yakın olmak, galaksilerin birinde tüm insanlığı geride bırakmak gibiydi. Samanyoluna parmaklarını uzatıyordun ve tırnaklarına yıldız tozu bulaşıyordu.

Parmaklarım ensesi boyunca kaydığında, birbirimizden gözlerimizi alabilmiş sayılmazdık. Ona dokunmak, gerçekliğini avuçlarıma akıtarak, mürekkebini kendime bulaştırmak istiyordum. Bu adam bir kurguysa bile, onun tenini var etmek için sayfalara yatırılan harflerin kölesi olabilecek kadar hastalıklı bir bağ ile ona kelepçelenmiştim. Ama biliyordum ki; bu adam, gerçeğin bile önünde diz çöküp, yalanı kabullenecek kadar kör oluşunun bahanesiydi. Belki de asıl sahte bendim. Benliğimdi.

Bir süre onun yüzünü inceledim. Parmaklarımı boynunda gezdirip, şahdamarının kıvrımlı kalın tümseğinde dolaştırdım tırnaklarımı. Kanının baskısını, yaşamının ütopik çırpınışını parmak uçlarımda hissettim. Tamamen gerçekti.

Kanı sıcak ve telaşlıydı.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu kısık bir sesle.

Cevap vermedim. Parmaklarım bu kez çenesine dokundu. Keskin, uzun bir çenesi vardı ve çenesinin ucunda hafif bir kıvrım, bir çukur vardı. Sanırım bu belli belirsiz bir gamzeydi; sakallarının pürüzünü hissediyordum, kirli sakalı epeyce uzamıştı. Parmaklarım çenesinden geçip alt dudağında duraksadı. Dolgun dudağını hafifçe okşadıktan sonra, alt dudağından biraz daha kalın olan üst dudağına dokundum ve parmak ucumdan bir elektrik akımı geçtiğini hissettim. Kalbimden bir kuş sürüsü havalanmış, onun kalbine doğru göçe başlamıştı.

Biraz şaşkın ama ciddi ve meraklı bir şekilde beni izliyordu. Burnundan verdiği sıcak nefesi, parmak boğumlarımda hissediyordum. Parmaklarım burnu ile üst dudağının arasındaki o sus çizgisine dokunduğunda, gözlerimiz buluştu. Babaannem bana bu sus çizgisinin hikâyesini anlatmıştı: Bir zamanlar hepimiz cennette küçük meleklerdik, annelerimizin karnına düşmeden hemen önce görevli melekler cennette yaşadıklarımızı anlatmayalım diye dudaklarımıza parmaklarıyla bastırarak bizi damgaladı. O, bizim sus yeminimizdi. Büyüdüğümüzde zaten cenneti hatırlayamayacak kadar fazla günaha karışacağımızdan, bu mührü bize vurmalarına izin vermiştik.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu tekrardan, sesi uykuluydu ama gözlerinin içi parlıyordu.

"Şşh." İlgiyle yüzünü incelemeye devam ederken, artık diğer elimin parmakları da onu keşfe başlamıştı. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp kavradım ve kafasını hafifçe kaldırarak dikkatlice ona baktım. Şaşkındı.

"Gerçeksin," diye fısıldarken, dudaklarımdan dökülenlerin altında kalan bir geçmiş vardı. İkimizin çığlığı o geçmişin kilitli olduğu odanın kapısını yumrukluyordu.

Kaşlarını çatarak alayla güldü: "Ne?"

Burnumun yandığını hissettim. "Tamamen gerçeksin."

Alay dolu tebessümü dudaklarından silinmedi ama kaşları daha da çatıldı. "Ne diyorsun, Medusa?"

"Lütfen," dedim yüzünü tamamen avuçlayıp, parmağımla yanağını hafifçe okşayarak. "Lütfen..."

"Bebeğim, sorun ne?" Artık öylesine tebessüm ediyordu, şaşkındı ve gözlerinde allak bullak olmuş bir ifadenin tütsüsü dumanını salıyordu.

"Gerçeksin," dedikten hemen sonra onun boynuna o kadar sıkı sarıldım ki, göğsümün göğsüne çarpması ve acılar içinde tutuşmam umurumda bile olmadı. Kollarımı boynuna olabildiğince sıkı, tıpkı bir yılan gibi doladım ve var gücümle sarıldım ona. Parmakları anında tenim boyunca kayıp suyun içine girdi ve beni belimden kavrayarak tamamen kucağına çekti. Belimin kenarlarını kavrayan parmak boğumlarında çarpan nabzı hissediyordum.

"Şşh," diye fısıldadı, beni boynuna gömüp, başımın üstünü hafifçe öperken. "Her şey üst üste geldi, öyle değil mi? Biliyorum, yılan. Biliyorum." Omzuma dudaklarını sürttüğünde, kafamı boynundan çıkarmadım ama gözyaşlarım çoktan akmaya, onun boynunu ıslatmaya başlamıştı bile. "Hadi ama fıstığım, ağlama."

Bu birikinti bir felakete yol açacaktı, bu belliydi ve şimdi o felaketin çanları çalmaya başlamıştı.

Gittikçe daha gürültülü bir şekilde beynimin duvarlarında çınlayan ses, yaşananları kalemin ucuna taktığı sivri iğneden akan mürekkeple geleceğime çığlık çığlık kazımıştı. Gözyaşlarım, tuzu yoğun bir denizin kayalıklara çarptığı azgın dalga kadar vurgulu ve yoğun bir şekilde Efken'in boynuna akıyor, zaten ıslak olan Efken, tuzumla kavruluyordu.

"Ağlama," dedi tekrardan, sesi acı çekiyor gibi olsa da her zamanki hayran kalınası güç ve otorite ondaydı. Yine de bir şekilde onun kara dallardan yarattığı hapishanesine kimsenin giremeyeceğini düşündüğüm zamanlar olmuş olsa da, şu an o hapishanenin içinde bir hücrede bana yer verdiğini biliyordum.

Gözyaşlarım şiddetini arttırdı. Kışın içinde bir ateş yanmış, gecenin karanlığını ışığıyla gölgelemişti. Bana daha sıkı sarıldı ve ben de bunun getirdiği cesaretle ona tamamen sığınıp, teslim oldum. Birbirimizi kovaladığımız bu çemberin içinde, durmadan birbirimize çarpıyor ve kaçışın imkânsız olduğunu fark ediyorduk. Efken, derin ve yoğun bir nefes alıp, "Peki," dedi, kabullenircesine. "Ağla."

Gözyaşlarım, yazılı bir izni eline almış gibi büyük bir rahatlıkla dökülmeye ve gözümün beyazını parçalayan damarların içindeki kırmızıya gebe kalmaya başlamıştı. Ağladım. Belki bir kabullenişti bu, belki de bir direniş ve başkaldırıydı. Ne olduğunu tam olarak çözebilmiş olmasam da, gözyaşlarımın içine sakladığım katranı gözlerimden aşağı acımasızca boşaltırken, akrebin kollarında olduğumu biliyordum. Gözyaşlarımın onu zehirlediğini de öyle.

Ben ağlarken hiç konuşmadı. Bana destek olduğunu, yanımda olduğunu, ağlamamın bitmesini beklediğini biliyordum ama bunlardan bahsetmedi. Onu farklı kılan, bu kadar özelleştiren belki de buydu. Benim bir teselliye değil, sessizliğe ve birini yanımda hissetmeye ihtiyacım vardı. O, bunun farkındaydı ve tam da öyle yapıyordu. Üstelik yanımda hissetmek istediğim tek insan da oydu.

Parmakları, ıslak saçlarımda, belimde, tenimin onun iziyle kaplandığı her bir noktasında dolaştı. Islak bir tüyün, tenimde gezintiye çıkması gibi narin ve şefkatli olsa da, parmaklarının altında nabız gibi atan gücü hissedebiliyordum. Ben onundum ve o güçlüydü.

Her şey bitip, gözyaşlarım sıfırı tükettiğinde, kızaran gözlerimi ona değdirmemek için çırpındım ve o da bana uydu. Belki de, o da benim kızaran gözlerimi görmek istemiyordu. Beni yavaşça döndürüp, sırtımı göğsüne yasladığında tamamen ona sokularak, ağırlığımı üzerine bıraktım. Bir süre sessizlik hâkim olsa da, sessizliğin sonunda saçlarımı yıkamaya, bedenimi köpüklemeye başlamıştı. Hiç konuşmadan, suyun ve mumun titrek sesi eşliğinde beni yıkamış, kirimden arındırmıştı. Eğer konuşabilecek halim olsaydı, o an ondan beynimin içindeki düşünceleri de temizlemesini isterdim.

Duştan çıktığımda, o sardığı şeyi çıkarmıştık ve alttaki sargının biraz bile nemlenmediğini fark etmiştim. İçim rahat bir şekilde onun odasına giderken, beni saran tek şey asker yeşili rengindeki kısa havluydu. Odaya geçtiğimizde ıslak boxerını yeni bir boxer ile değiştirmek için temiz boxerını alıp odadan ayrıldı ve ben de bedenimi kuruladıktan sonra ona ait çekmeceden, onun temiz boxerlarından birini aldım. Başlarda olsa bu benim utanç verici olabilirdi ama paylaşım çoğaldığında, artık utanmaman gerektiğini anlıyordun. Efken'e ait safir gri rengindeki boxerı zorlanarak da olsa bacaklarımdan geçirdiğimde Efken içeri dönmüştü bile. Onun da altında lacivert bir boxer vardı ve üzeri çıplaktı. Boynundan aşağı, göğsüne doğru sarkan kolyeye kısa bir bakış attıktan sonra bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gözlerimin hâlâ kızarık olduğundan yana şüphem yoktu. Gözlerini gözlerimden kaçırdığında, bundan emin olmuştum.

Kendini yatağa attıktan hemen sonra gözlerini tavana çevirerek, "Benim uzun tişörtlerimden giy," dedi sabit bir sesle.

Dolabın kapağını açıp onun tişörtlerinin olduğu kısımdan, uzun kollu, ona göre dar ama bana biraz bol geleceğini bildiğim siyah tişörtü çıkarttım ve ondan yardım almadan tişörtü giydim. Tişörtün kolları, Efken'in geniş omuzları yüzünden bolarmıştı ve haliyle benim kollarımda dökümlü durmuştu. Efken'in tişörtünün kollarını avuçlarımın arasına alıp çekiştirdim ve yatağa girerek hemen yanına kıvrıldım. Bir süre ikimiz de tepkisiz kalsak da, ona iyice sokulup kollarımı ona sardığım anda, sanki bunu bekliyormuş gibi güçlü kollarını bana sardı. Yüzümü onun çıplak göğsüne yasladığım anda yoğun kokusu beni içine çekti. Hiç konuşmadık. Gözlerimi yumarken, onun da gözlerini yumduğunu biliyordum.

Derin bir nefes alıp, aynaya düşen görüntümle olan bakışmama son vermek adına gözlerimi yumdum. Dışarı çıkma zamanımız gelmişti ve ağrımın olması, Efken'in peşine takılmayacağım anlamına gelmiyordu. Uzun ve iflah olmaz saçlarımı fırçalarken, gözlerimi açmadım ve aynaya düşen o ruhu çekilmiş kızla bir kez daha yüz yüze gelmek istedim. Üzerime giydiğim siyah boğazlı badinin dar olması biraz sorun yaratsa da, yumuşak ve iyi hissettiriyordu. Sargının izi, dar badide şekil bulduğundan dolayı, üzerine bir de siyah deri bir ceket giymiştim. Deri ceketin kenarları tüylüydü bir de kapüşonu vardı ve tüyleri de kurum siyahıydı. Pek hoşuma gitmese de, bu parçayı ilk kez kullanmıştım ve sanırım beni sıcak tutardı.

Altımdaki koyu lacivert kot pantolonun paçalarını postalların içine soktuktan sonra oturduğum yerden yavaşça doğrularak kalktım. Efken'in bana aldığı telefonu şarjdan çıkarmamıştım, onu da çıkardıktan sonra telefonu ön cebime sıkıştırdım ve odadan çıktım. Efken, kulağında telefon ile koridorda dikilmiş bir şekilde sırtı bana dönük duruyordu. "Evet," dedi buharı andıran bir sesin hücrelerime çarpmasına sebep olacak şekilde. "Şimdi çıkıyorum, oraya uğrayacağım, hâlâ orada mı?" Sessizce karşı tarafı dinledi. "Güzel."

Kimden bahsediyordu? Şüphe, kalbimin duvarlarında muhafızlık yapan elleri kanlı bekçiyi tartaklamıştı. Efken varlığımı fark ettiği anda omzunun üzerinden öyle hızlı bir bakış attı ki, dizlerimin titrediğini hissettim. "Kapatıyorum," dedi, gözlerini benden ayırmadan. "Orada görüşürüz." Telefonu kapattıktan sonra deri ceketinin iç cebine koydu ve kapının yanındaki sehpanın üzerinde duran anahtarları eline alıp, "Hazırsın?" dedi, sorar gibi.

Başımı sallamakla yetinip ona doğru yürüdüm. Bir süre olduğu yerde öylece durup, yanından geçip gidişime göz yumdu ve ardından bana doğru dönerek kapıya yöneldi. Kapının hemen dibindeki duvara sırtımı yaslamış, onun kapıyı açmasını beklerken, "Kimle konuşuyordun?" diye sordum, kısık bir sesle.

"Ulaş."

Olayların Ulaş ile ne ilgisi vardı? Hoş, şu an hangi olayın içinde olduğumu bile kavrayamayacak kadar çok olayın içindeydim. Derin bir nefes alarak, "Neden?" diye sorduğumda, sesimi kesmem gerektiğini vurgulayan boş bakışlarını yüzüme dikip, burnundan sert bir nefes vererek kapıyı açtı. Kar soğuğu, uluyarak evin içine daldığında bir an duyularım kör oldu ama buna aldırmadan evden çıktım. Efken de arkamdan çıktıktan sonra kapıyı kilitledi ve verandanın merdivenlerini hızlıca indik. Karda bata çıka onun arabasına doğru ilerlerken, gökyüzünün soluk rengini yarıp, içinden dökülen beyaz kar taneleri saçlarıma dökülüyor, siyah saçlarımın üzerinde asılı kalarak büyük bir tezatlık yaratıyordu. Arabaya bindiğimizde ısıtıcıyı açtı ve beklemeden arabayı çalıştırdı. Karların içinde hiç zorlanmadan ilerleyen arabanın tekerlekleri birkaç kez çığlık atmış olsa da, sonunda düz yola çıkmayı başarmıştık.

Yollar, kaldığımız dağlık kesimin aksine daha az karlıydı ve kar yağışı durmuştu. Yine de rüzgârın sert sillelerinin ağaç dallarını nasıl savurduğunu ve ağaçların üzerine doluşan kar birikintisinin yerlere nasıl savrulduğunu görebiliyordum.

"Gittiğimiz yerde telefonu bir an olsun yanından ayırmayacaksın," dedi aksi bir tavırla; gözleri doğrudan ön camda, önümüzde akıp giden yoldaydı ve direksiyonu sıkı sıkı kavramıştı.

"Bu ne demek oluyor?" diye sordum, omzumun üzerinden ona bakarak. "Yani yanımdan ayrılacak mısın?"

"Gerekebilir."

"Nereye gidiyoruz?"

"Bodrum katında kumar oynatılan, zemin katında kadın pazarlanan, ikinci katında insanların tıpkı birer horoz gibi öldüresiye dövüştürüldüğü, üçüncü katındaki gizli bir bölümde uyuşturucu saklanan, dördüncü katındaysa beni istediğim yere ulaştıracak bir yere gidiyoruz," dedi gözlerini bana değdirmeden; ardından bakışlarını yavaşça bana çevirip, göz ucuyla bana baktı. "Yeterince açık anlattığımı umuyorum?"

"Kısaca bataklığa gidiyoruz demen yeterliydi," dedim gözlerimi kısarak. "Maç özeti geçen sunucuya bağlamana gerek yoktu."

Tek kaşını kaldırarak gözlerini tekrar yola çevirip, "Yine dillendin sen," dedi kalın sesinde büyüyen boşlukla. "Dilin pabuç gibi."

Ellerimi birbirine bastırıp, parmaklarımı birbirine sürterek saat göstergesine baktım. Akşam olmak üzereydi ama hava henüz aydınlıktı.

"Üşüyor musun?"

"Hayır," dedim parmaklarımı birbirine sürtmeye devam ederken.

"Öyleyse neden tıpkı bir sivrisinek gibi haince ellerini birbirine sürtüyorsun?"

"Haince sürttüğüm falan yok," dedim kaşlarımı çatarak. "Ellerim hep üşüyor."

"Sanki bu, elini tutmam için öne sürülmüş bir bahane," dedi kaşlarını kaldırıp, alayla bana doğru bakarak. "Yoksa bana mı öyle geliyor?"

Ona dik dik baktım. "O zaman tut?"

"Yo."

"Gıcık mısın?"

"Epeyce."

"İyi, dön önüne."

"Bana emir mi verdin sen?" diye sordu, tek kaşını kaldırarak.

Onu taklit ederek, "Yo," deyip önüme döndüm ve bana cevap vermesine fırsat dahi tanımadım.

Araba, dar bir sokağı aşıp, tenha olan başka bir sokağa girdiğinde, bu sokağa gün ışığının baş harfinin bile uğramadığını fark ettim. Hâlâ inşaatı süren, belki de yarım bırakılmış birkaç tuğla bina vardı ve inşaatı tamamlanmış olan tuğla binalardan birinin yüksek tavanından aşağı su damlıyordu. Araç yavaşladı, Efken arabayı tamamen durdurup içinden çıktığında ben de onu takip ettim ve çatıdan yere düşen su damlalarının ürkütücü sesini dinleyerek Efken'i takip etmeye başladım. Tel örgülerin olduğu yere geldiğimizde, örgülerden yapılma kapıyı iterek açtı ve gittikçe karanlıklaşan sokağa girdi. Arkamızda kalan araca omzumun üzerinden baktıktan sonra bu tekin görünmeyen yerin ürkütücülüğünden ürpererek Efken'in deri ceketinin eteğini yakalayıp sıkıca kavradım. Efken, omzunun üzerinden bana tip tip baktıktan sonra gözlerini devirip yürümeye başladı.

Yerlerde erimiş kar suyu vardı ve su birikintilerine basmamak için özen gösteriyordum. Elim, hâlâ onun deri ceketinin eteğindeydi ve Efken bundan hiç de rahatsız olmuşa benzemiyordu. En yüksek tuğla binanın önüne geldiğimizde, bedeninden geçen gerginliğin yoğun kıvamını hissetmiştim. Sanırım doğru adresteydik. Kafamı kaldırarak onun güzel çehresini inceledim, dikkatle tuğla binayı izliyordu.

"Efken?"

"Geldik," dedi beni dikkate almadan. "Dediğim gibi Medusa, hiçbir şekilde telefonu yanından ayırmıyorsun. Kendini kaybet, telefonuna sahip çık."

"Tamam."

"Güzel." Aniden ceketini tutan elime uzandı ve parmaklarımı ceketimden ayırarak kavradı. Elimi tutmuş, parmaklarımızı birbirine geçirmişti. Bir an ikimiz de omzumuzun üzerinden birbirimize bakma gereği duyduk. Bakışlarımız uludu ve Efken gözlerini benden ayırdığı an, el ele binaya doğru yürümeye başladık.

Tuğla binanın önündeki kapı metaldi ve yer yer küf lekelerine sahipti. Kapı, sanki ardında bizim olduğumuzu fark etmiş gibi aralandığında sertçe yutkundum ve uzun zamandır görmediğim tanıdık çehre gözlerimin önünde belirdi. Ulaş.

Kirli sakalı uzamıştı ve gözleri, alkolün etkisinde olduğunu belli edecek türden kızarmış ve kısılmıştı. Gözleri kısaca bana dokunduktan sonra Efken'e elini uzatarak, "Tam zamanında," dedi buğulu bir sesle. "Ceyhun ve İbrahim'in burada ne işi var bu arada?"

Efken bir an duraksayıp, "Ha?" diyecekti ki, arkamızda tanıdık bir ses duyuldu.

"Bizsiz mevzu, ha?"

"Yüreğimi kırdın Efken," dedi İbrahim bir anda.

"Siz nereden çıktınız lan?" dedi Efken bir anda şaşkınlık içinde. "Ne dönüyor lan burada?"

"Bela var dediler geldik," dedi Ceyhun dibimizde biterken.

"Geldik gelmesine de yol boyu birbirinizi mıncıklayışlarınızın seyircisi olmak koydu biraz, midem bulanıyor hâlâ," dedi İbrahim gözlerini yüzüme dikerek. "Toprağım, iyisin?"

"Bu en son hepimize trip atmıyor muydu?" dedi Efken tip tip İbrahim'e bakarak. "Ya sikeceğim ama ha, sizin ne işiniz var burada amına koyayım?"

"Şu kız yanındayken tek başına mevzuya gelebilecek kadar aptal olduğunu fark ettiğimden beri, izini sürmeye karar verdim." Ceyhun gözlerini bana çevirdi. "Yenge, iyisin?"

"Yenge mi?" Ona düz düz baktım. "Ha?"

"Sik ağızlı gibi konuşma," dedi Efken, Ceyhun'a düz düz bakarak. "Ne sikimi yemeye peşime takılıyorsunuz oğlum siz benim?"

"Beyler..." dedi Ulaş bezmiş bir şekilde. "İçeri girecek miyiz artık acaba?"

"Hızlı takip, seri takip, anında takip," dedi İbrahim sırıtarak. "Son durumu beğen, karşim."

"Karşim?" Ceyhun şaşkınca İbrahim'e baktı. "O ne lan hıyar?"

"Sen bilmezsin pis Mavistanlı," dedi İbrahim göğsünü gererek. "Toprağım anlamıştır."

"Anlamadım," dedim, düz düz bakarak.

"Sen de yüreğimi kırdın, Mahinev." İbrahim tam kalbini tutacaktı ki, Efken dişlerinin arasından hırıldadı.

"Şu kıza adıyla seslenmeyin sikeceğim sülalenizi."

"Beyler..."

"Ulaş," dedi Efken sinirle. "Ananın kuluçkasında kaç ay durabildin sen?"

Efken elimi tutarak beni içeri sokarken, İbrahim'in Ulaş'a dudaklarını oynatarak, "Bakma sen buna birader, sorunlu bu," dediğini gördüm.

Binanın içi de, dışı gibi tuğladandı ama içeride kullanılan tuğla, dışarıdakinin vasatlığının yanında biraz olsun iyi görünüyor diyebilirdim. Karanlık bir koridorun içinde ilerlerken Efken'in elini tutuyordum; koridorun duvarlarına yapıştırılmış, kenarları yırtık birkaç afiş, poster ve kâğıt parçaları vardı. Boş kâğıt parçalarının ne anlama geldiğini düşünürken, diğerleri de arkamızda ilerliyordu.

Birkaç kadın kahkahası duydum. Birbirine karışan kahkahaların sahtelik kokan çınlaması beynimin loblarında yuvarlanırken yüzümü buruşturdum. Ulaş, "Eğleniyorlar," dedi, bıyık altından gülerek.

"Ya da para için eğleniyor gibi yapıyorlar," diye fısıldadığımda, Efken'in göz ucuyla bana baktığını hissettim ama ona bakmadan ilerlemeye devam ettim. Dönemeçli taş merdivenleri çıkarken zorlanmış olsam da bu beni durdurmamıştı.

"Muhtemelen benim kim olduğum, buradaki tüm cins herifler tarafından biliniyor," dedi Efken, çift kanatlı buzlu camdan yapılma bir kapının önünde durduğumuzda. Buzlu camın arkasındaki hareketliliği görebiliyordum ve buranın karanlığının aksine içerisi loş da olsa ışıklıydı. "O yüzden sen İbrahim ile birlikte masalardan birine oturacak, gözümün önünden ayrılmayacaksın." Bakışlarını bana çevirdi. "Anlaşılmayan bir şey?"

"Var," dedim dikkatle ona bakarken. "Neden buradayız?"

"Şu an benim bile hiçbir fikrim yok," dedi Ceyhun arkadan. "Sadece sizi takip ediyorum işte. Cidden, biz neden buradayız?"

"Eğer o koca burnunu işlerime sokmasaydın, şu an burada değil sevgilinin yanında olurdun. Ben seni çağırmadım, sen kendin peşime takıldın, yüzden bu konu sorgulamaya açık değil..." Efken, Ceyhun'a ters bir bakış attı. "...değil mi birader?"

Ceyhun sustu, İbrahim bize biraz daha yaklaştıktan sonra, "Siz önden girin, biz Mahinev ile burada bekleyelim, sonra girelim," dedi.

Efken bir anda, "Mahi ney?" diye sorduğunda, İbrahim, "Ne diyeyim, Maho mu diyeyim kıza?" diye cırladı Efken'e dik dik bakarak.

"Alırım seni ayağımın altına," dedi Efken ters bir şekilde. "Ceyhun, Ulaş, biz içeri giriyoruz; siz ikiniz, beş dakika içinde içeride olmazsanız, olacaklardan ben sorumlu değilim."

"Haşin erkek," dedi İbrahim sırıtarak. "Bayılıyorum sana."

"Siktir git." Efken düz düz İbrahim'e bakarken yavaşça elimi bıraktı ve gözlerini bana çevirip, "Dikkatli ol," diye fısıldadı. "Bu salak sana değil, sen bu salağa sahip çıkmak zorunda kalacaksın, o yüzden ekstra dikkatli ol."

"Kırılıyorum," dedi İbrahim dik dik bakarak.

"Tamam," diye fısıldadım Efken'in elinden ayrılan elimle diğer elimin parmaklarına dokunurken. "Hadi siz girin içeri."

Efken ve diğerleri çift kanatlı kapıyı aralayarak içeri girdiğinde, İbrahim ve ben duvara yaslanmış öylece dikiliyorduk. Sessizlik, sessizliği doğurdu. Sertçe yutkunduğunda, sonunda konuşacağı kanısına varmıştım. "Nasıl oldun?" diye sordu kısık bir sesle.

"İyiyim, teşekkür ederim."

Göz ucuyla da olsa, kaşlarını çatarak karanlığa baktığını gördüm. "Tel zımbayla bir amatör tarafından dikildin ve iyisin, öyle mi?"

"Evet," dedim sakince. "İyiyim."

"O sikiklere çok kızdım," dediğinde yüzünü buruşturmuştu. Evet, o gün onlara kızdığını net olmasa da hatırlıyordum. "Ama yine de sana dayanamıyor."

"Hım?"

Başını yavaşça bana çevirip, alay dolu gözlerle bana baktı. "Hâlâ anlamamış olamazsın."

"Neyden bahsediyorsun?"

İbrahim tek kaşını kaldırarak, "Şaka?" dedi, sorar gibi.

Yüzümü buruşturdum. "Anlamıyorum."

"Efken'in sana olan hislerini göremiyor musun gerçekten?"

Gökyüzünü ortadan ikiye bölen şimşeğin parlak mavisi kafamın içindeki karanlığı kendi rengine boyarken, kalbimden karnıma doğru akan ılık sıvının yoğun kıvamını hissettim. Medusa, her zaman bildiği bir şeyi duymuş gibi renk vermeden düz bir şekilde bakarken; Mahinev, kalbinde titreyen zehrin tiz fokurtusu eşliğinde kavruk bir çığlık atmıştı.

Cevapsızlığım, İbrahim'in konuşmasına devam etmesine izin gibiydi: "Öğrendin değil mi?" diye sordu aniden. Kalbimdeki baskıyla dehşet içinde ona baktığımda, "Gerçeği," diye ekledi.

Nabzımın içinde yürüyen, ayaklarında jiletler taşıyan karıncalar o kadar ağır hareket ediyorlardı ki, acıyı net bir şekilde damarlarımın üstünde hissediyordum. "Ne?"

"İçeri girelim," dedi İbrahim bir anda. "Beş dakika doldu, Karaduman tarafından öldürülmek için çok genç ve aşırı tatlıyım."

"İbrahim ne demek iste..."

"Hadi ama toprağım!" İbrahim bir anda çift kanatlı kapıyı açınca, loş ışık karanlıkta bir sütun çizdi ve doğrularak kapının içindeki diğer dünyaya baktım. Büyük, yuvarlak ve ahşap sandalyelerin etrafında deri sandalyeler birbirine yapışık şekilde sırt sırta duruyordu. Hemen karşıda bir bar tezgâhı, bar tezgâhının önünde uzun bacaklı, eskimiş sandalyeler vardı. Gözlerim kalabalığı tararken, birkaç yabancı gözün tüy gibi tenime akıp, beni incelediğini fark ettim ve yanaklarım baskıyla gerildi. Yabancı gözlerin izini sevmiyordum, sinir bozucuydu.

"Hadi," dedi İbrahim göz ucuyla bana bakarken. "Bu kadar yabani olma, böyle kızlar ilgilerini çekiyor bu akbaba sürülerinin. Efken'in cinayet dosyasını biraz daha kabartmak istemezsin, değil mi?"

Derin bir nefes alarak içeri adım attığımda, gözlerim Efken'i arıyordu. Cebimdeki telefonun sert bir şekilde titrediğini fark ettiğimde, panikle etrafıma bakındım ve bir an duraksadım. "Hadi ama," dedi İbrahim bana doğru fısıldayarak. "Şüphe çekici hareketler yapma."

Başımı sallayarak masaların arasında yürümeye başladım. İbrahim'in işaret ettiği masa bar tezgâhının çaprazındaki duvar kenarında, en sondaki masaydı. Siyah deri döşemeleri olan sandalyeler bir koltuktan farksız görünüyordu. Ortada duran yuvarlak masa ahşaptandı ve üzeri aşınmış, yüzeyine bir şeyler kazınmıştı.

Yerime otururken, telefonu ön cebimden çıkarttım ve ekran kilidini açtığımda o isimle karşılaştım. Efken Karaduman. Kendini rehberime kaydetmişti, bunu görmek kalbimin hızla şakımasına neden oldu. Normal bir zamanda, normal bir şekilde onunla mesajlaşabileceğim düşüncesi kalbimin surlarına sızmış, beni heyecandan kaskatı olmaya itmişti ama bu düşüncenin gerçekliğe dökülmesinin imkânsız olduğunu da biliyordum.

Efken Karaduman: Gözüm üzerinde.

Ben: Seni göremiyorum.

Telefonu masanın üzerine bırakıp etrafı taramaya devam ederken, saçları yağlı iri bir adam hemen önümüze dikilip, "Bir şey alır mısınız?" diye sordu kaba bir tavırla. İbrahim kısaca bana baktıktan sonra, "Ben bir bira alırım, kıza da bir şişe su," dedi.

Adam şüpheli bakışlarını üzerimde gezdirdikten sonra, "Seni daha önce burada gördüm mü?" diye sordu, ses tonu kalın ve aksanı kabaydı, ondan hiç haz etmemiştim.

"Sanmıyorum," dedim gözlerimi ondan çekip, masaya çevirerek. "Daha önce buraya hiç gelmedim."

"Siman çok tanıdık geliyor," dedi adam üsteleyerek. "Hiç gelmedin, öyle mi?" Bunu söylerken sesinde iğrenç bir ima vardı, İbrahim'in hırıltılı bir ses çıkardığını duyduğumda ürperdim.

"Hiç gelmedi," dedi İbrahim vurgulayarak. "İşine bakacak mısın artık?"

"Ah." Adam, İbrahim'e kısaca baktıktan sonra tekrar bana bakıp, "Tamam, sakin ol, ona sulanmıyorum," dedi kıkırdayarak.

Telefonum bir kez daha titrediğinde adam masadan uzaklaşmıştı. İbrahim'in bana duyurmamak için kafasını başka yöne çevirerek kısık sesle birkaç küfür ettiğini duyup aldırmamıştım.

Efken Karaduman: O dallama biraz daha o masanın önünde duracak olursa, bir daha üzerinde dikilebileceği bir çift bacağı olmayacak. Postalayın şunu.

Ben: Gitti. Neredesin? Seni göremiyorum.

Tekrar etrafa meraklı bakışlar atıp onu aradım. Kalabalığın içinde bile olsa onu bulabilmek mümkündü, onu kokusundan bile bulabilirdim ama şu an onu göremiyordum.

Efken Karaduman: O iri gözlerin beni ararken ne kadar seksi göründüğünün farkında mısın? Kes şunu, etkileniyorum.

Ben: Dalga geçme. Neredesin?

Efken Karaduman: İçinde.

Ben: Sapık!

Efken Karaduman: Daima fıstık. Daima.

Telefonu bırakıp, masaya gelen şişe suyun kapağını açıp, sudan bir yudum aldığımda, İbrahim dikkatle etrafı inceliyordu. "Baksana," dedi bir yere diktiği gözlerini zerre oynatmadan.

"Hım?"

"Sana bunun kimini yaptığını biliyorsun, değil mi?"

Tereddütte kalmış bir şekilde, "Evet," diye fısıldadım.

"Peki bunu benimle paylaşacak mısın?"

"Sanmıyorum."

"Bak Mahinev," dedi İbrahim, gözlerini bana çevirerek. "Ona sadık kalmak için sustuğunu biliyorum, evet, bu harika bir şey ama..." Kısa bir sessizlik, aramızdaki bakışmanın doğurduğu tehlikeyi masaya yatırdı. "...eğer bize söylemezsen, Efken'e yardımcı olamayız. Çok kan dökülecek, bunun hepimiz farkındayız, sen de farkındasın. Senin kanın aktı, bu bir başlangıçtı. Efken'in dökeceği kanların başlangıcıydı. Kendi kendini tüketecek, yok edecek, ona yardım etmemiz gerek."

Ellerimi masanın üzerine koyup yumruk yaptıktan sonra parmak boğumlarımı incelemeye başladım. "Biliyorum ama..."

"Kendine zarar verdirecek. Kimse yenilmez değildir."

Haklıydı. Efken Karaduman kendi kendini tüketen bir silgiden farksızdı, kendine ait bir boşluğu silip duruyor ve o boşlukta tükeniyordu. O yaralı yüzü hiçbir yerde unutmazdım, o yaralı yüzün sahibi benim yıkımımın önce ailesini, sonra da sığınağını elinden almaya çalışmıştı. Ailesini almıştı ama sığınağı şimdilik Efken'in ellerindeydi. Sığınağından koparılmaya çalışan Efken'in dışındaki sessizliğin, içeride uluyan yırtıcı kurdun pençeleri ve dişlerini sivriltirken ki sinsi bekleyişinden kaynaklıydı. Saldıracaktı. Yakın zamanda.

"Oktay Doğan," dedim net bir sesle. "Bana bunu yapan kişi, Oktay Doğan."

İbrahim, bir yudum almak için dudaklarına yaklaştırdığı bira bardağını hızla masaya geri bırakırken, kocaman olmuş kahvesi yeşile dönük gözleriyle bana dehşet içinde baktı. "Ne dedin sen?"

"Duydun. Bana bunu o adam yaptı."

"O adam..."

"Yaşıyor," dedim dikkatlice ona bakarken. "Efken'in peşinde. Çocukluğunu çaldığı gibi, şimdi de gücünü çalmak istiyor."

"Efken'in peşinde?"

"Evet," diye fısıldadım, parmaklarım terlemişti ve göğsümdeki yangının rüzgârı boğazıma çarpıyordu. Yalaza bir sıcak boğazımdaki kelimeleri eritirken, ne demem gerektiğini düşünüyordum. "Aslında o silahın namlusu bana değil, Efken'e doğrultulmuştu."

"Sen de önüne atladın?" İbrahim şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi bakıyordu. "Kurşunun önüne atladın?"

"Evet."

"Sen ona köpek gibi âşıksın," dedi tek seferde, lafı gevelemeden.

Bunu cevapsız bırakma gereği duyarak, "Sence neden buradayız?" diye sordum İbrahim'e.

"Başlarda Semih iti yüzünden burada olduğumuzu düşündüm açıkçası," dedi İbrahim çenesindeki sakalları kaşıyarak. "Bilmiyorum. Efken defterleri tek tek kapatan bir adam değil; ne zaman, kime saldıracağı belli olmuyor. Bir fikrim yok şu an."

"Sence bugün birine zarar verecek mi?"

"Sanmıyorum," dedi tekrardan. "Şu an bir şeylerin peşinde, evet ama şimdi harekete geçmeyeceğini düşünüyorum. Bilgi topluyor, Efken kaleyi içten çökerttikten sonra yığılan moloz yığınından bile intikam almaya devam eder."

"Biliyorum," diye fısıldadım. "Durdurulması imkânsız bir yıkım gibi..."

Telefon bir kez daha titrediğinde, İbrahim sessizliği giyinmişti üzerine.

Efken Karaduman: Yakınındayım, işim bitene kadar oturduğun yerden kalkayım deme. Yoksa...

Ben: Yoksa?

Efken Karaduman: Duvar?

Ben: Duvar.

Efken Karaduman: Akıllı kız.:)

Kafamı kaldırıp İbrahim'e baktığım an, İbrahim hemen karşı tarafı çenesiyle işaret ederek bana baktı. Gösterdiği tarafa doğru omzumun üzerinden baktığımda, tüm kalabalığı eleyip onu kavrayan gözlerimin harelerindeki ışık, jiletin keskin yüzeyi gibi parlamıştı. Yan profili bana dönüktü, üzerindeki deri ceketi çıkartmıştı ve siyah kazağının kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı. Hemen karşısında onun yaşlarında, yüzü bir bebeğin cildini andıracak türden tıraşlı, uzun saçlı bir adam vardı. Adamın üzerinde takım elbise vardı ve Efken ile ayakta bir şeyler konuşuyorlardı.

Gözlerimde ona olan bağlılığın imzasını taşıyordum. Beni dikkatle izleyen biri, ona baktığımda gördüklerimi gözümün aynasında görebilirdi ama asla net olarak anlayamazdı. Bir süre sessizce onu izledim. Yüzündeki takım elbise ciddiyeti, görünüşündeki serseriyi kamufle etse de, hırçın tavrını kamufle edebileceği hiçbir şeye sahip değildi.

Biraz sonra Ceyhun ve Ulaş da dikkatimi çekmeyi başardı. Ceyhun'un elinde bir içki kadehi vardı ama ne içtiğini anlayamamıştım. Efken'den birkaç adım uzakta, dikkatle Efken'i izliyordu. Ulaş, hemen Efken'in yanında duruyordu ve sol kolunun altında sarışın bir kadını almış, onunla konuşuyordu. Kadının elindeki renkli kokteylin süsü o kadar uzundu ki, kadının elindeki bardak aşağıda dursa da, kokteyllin içindeki süs, kadının kırmızı dudaklarını eşeliyordu. Ulaş'ın gözünde, kadına duyduğu açlığı gördüm. Kadın, kırmızı ojeli tırnaklarıyla Ulaş'ın yanağını kısaca çizer gibi okşadıktan sonra kulağına doğru eğilip bir şeyler fısıldadı. Bu hiç de Efken ve benim yakınlaşmalarımıza benzer bir yakınlaşma değildi. Öğürme isteğini bastıramıyordum. Basit ve kötü görünüyordu.

Bakışlarım tekrar Efken'e ilerlediğinde, adamın cebinden bir şey çıkarıp Efken'e uzattığını gördüm. Beyaz kabın içindeki şeyin bir CD olduğunu anlamam çok da uzun sürmemişti. Efken, yüzünde memnun kalmış bir resmiyetle başını salladıktan sonra büyük avucuyla adamın omzuna vurdu. "Eyvallah," dediğini, dolgun dudaklarının hareketinden çözebilmiştim.

"Öğrendin değil mi?" Bu ses İbrahim'e aitti. "Biliyorsun."

Gözlerimi Efken'den çekmedim. Her nedense, bana sorduğu şeyin o şey olduğunu düşünüyordum. O da mı biliyordu? Bunun şaşkınlığını bile yaşayamamıştım, artık her şey olağan ve doğal geliyordu gözüme. Bir yılan tarafından korunmak, bir soya mensup olmak, varlığı gölgeli bir adama âşık olmak...

"Sen de biliyorsun," diye fısıldadım, gözlerimi Efken'den çekmeden. "Öyle değil mi?"

"Yaklaşık iki buçuk yıldır bu gerçekle yaşıyorum."

"Nasıl öğrendin?" diye sordum, gözlerim hâlâ yıkımın üzerinde dolaşırken.

"Yaren'e karşı bir şeyler hissettiğimi Mustafa Baba fark etmiş, beni uyarmıştı ama uyarılarına kulak asmamıştım. Sonra da söyledi işte ama iş işten geçmişti, ben o kıza çoktan kapılmıştım."

Sertçe yutkundum. "Sence bunun aslı var mı? Yoksa o herif bizi mi kandırıyor?"

İbrahim bir süre sessiz kaldı. "Bilmiyorum."

"İçimden bir ses, olayların bize yanlış aktarıldığını fısıldıyor," dedim kısık bir sesle. "Kafam çok karışık, artık hiçbir şeye şaşıramıyorum bile ama... Ama o, o kadar gerçek ki, ben onun nabzını parmak uçlarımda hissediyorum. O sahte falan değil. O, var."

"Kitap karakterlerinin sahte olduğunu falan mı sanıyorsun?" diye sordu İbrahim aniden. "Onların yalnızca bir kurgudan ibaret olduğunu mu düşünüyorsun."

"Ne?"

"Aslına bakarsan hepimiz bir karakter değil miyiz? Bir yaratıcının parmak uçlarında can bulmadık mı?"

"Bundan bahsetmediğimi biliyorsun."

"Neyden bahsediyorsun? Yerine oturmayan taşlar var," dedi kısık bir sesle. "İki buçuk yıldır yerine oturtamadığım taşlar var ve ben bu oyunun sonunda ne olacağını çok merak ediyorum."

"Oyunların sonu yok," dedim sert bir şekilde. "Gerçek oyun sona erdiğinde hepimiz ölmüş olacağız."

Efken'in gözleri bana doğru kaydığında, dudaklarımı birbirine bastırarak ona baktım. Gözleri, kalabalığa rağmen doğrudan bana odaklanmıştı. Bir süre beni izledi. İfadesiz ve kısık bakan gözlerinin üzerindeki kirpikler dalgalanarak kırpıldığında, derin bir nefes alma dürtüsüyle doldum. Bana bir gözünü kırptıktan sonra yamuk bir şekilde gülümsedi ve bakışlarını tekrar karşısındaki adama çevirdi.

Gözlerimi zorlanarak da olsa ondan ayırdığımda, İbrahim de, ben de tek kelime etmedik. İkimizin de yüzüne çarpan gerçek, tadımızı yerle bir edecek kadar yavan ve küflüydü. Tırnaklarımı masanın üzerine vurarak ritim tutarken, zehirli bir sarmaşığın bedenimi yavaşça sararak yukarı çıktığını ve beni usul usul boğarak yok etmeye çalıştığını hissetmiştim. Nefes almak güçtü, düşünceler beynimi zedeliyordu ve yorgun hissediyordum.

Efken Karaduman: Çıkışa yürüyün.

"Efken çıkışa yürüyün, yazdı," dedim İbrahim'e.

İbrahim masanın üzerine bir miktar para bıraktıktan sonra kalktık ve kalabalığı yararak çıkışa yöneldik. Efken de adamın yanından ayrılmış, Ulaş'a bir şey söylüyordu ve omzunun üzerinden kısaca bize doğru baktı. Tam o sırada oldu her şey. Bir gövde, sertçe bedenime çarptı ve göğsümde volkan patlamış gibi büyük bir ıstırapla acılar içinde bağırdım. Gözümün önünde şimşek çakmış, acının safrası damağımda birikip, kelimelerin üzerine sıçramıştı.

"Senin ananı avradını sikerim, önüne baksana orospunun amından fırlattığı," diye kükredi Efken. Daha gözümü açamamışken bir çift güçlü kolun beni kenara çektiğini hissettim ve tanıdık kokuyla burun buruna geldim.

"Üzgünüm," dedi mahcup bir ses. "Onu fark etmedim."

Bu, Efken'i durdurmamıştı. Gözlerimi açtığımda, çektiğim acıdan dolayı bakışlarım buğulu ve kısıktı. Efken'den kısa ama kalıplı bir adam mahcup bir şekilde bana bakarken, Efken beni kenara çekerek, "Şurada dur," dedi ters bir tavırla.

Acıyla karnımı tutup, göğsümdeki sızının dağılışını ciğerime kadar hissederken, "Efken," dedi Ceyhun panikle. "Sakin ol, kardeşim."

"Yanlışlıkla oldu," dedi bana çarpan adam, ellerini havaya kaldırarak. "Bilinçli değildi, sakin ol?"

"Seni ananın amına geri sokarım," dedi Efken dehşet içinde ve o kadar hızlı bir şekilde adama doğru atıldı ki, ona bakarken nefesim kesilmişti. Yumruğunun sert izi adamın yüzünde çiçeklenmeden hemen öncesinde, Ceyhun'un, "Lan bir dursana!" diye bağırdığını duydum ama bu Efken'i durdurmadı. Adamın yüzüne arkası kesilmeyen yumrukları indirirken gözü dönmüş gibiydi. "Önüne..." dedi yumruklarının arasından. "...bakacaksın, duydun mu beni pezevenk?"

Kalabalığın şaşkınlığı kısa sürmüştü. İriyarı adamların küfürler eşliğinde ayağa kalktığını fark ettiğimde, bedenimde yükselen gerginlik ses tellerimin etrafında bir yılan gibi sürtündü. Adamların biri cebinden çıkarttığı çakının parlak yüzeyine baktıktan sonra, "Karaduman!" dedi heyecanla. "Her yerde yapabilirsin ama benim olduğum mekânda asla."

Efken, adamın dudaklarından heyecanla dökülen harfleri umursamadan diğer adamı yumruklamaya devam ediyordu. Öyle ki, bana çarpan adamın kanıyla ıslanan zeminde küçük bir kan birikintisi oluşmuştu. Gözlerimi hızla elinde çakı tutan, kirli sakallı ve yağlı saçlı adama çevirdim. Umursanmamak onu daha da sinirlendirmişti, Ceyhun ve İbrahim birlik olmuş Efken'i ayırmaya çalışırken, kalabalık küfürler ederek tarafını seçmiş ve kavganın tadını çıkarmaya başlamıştı.

"Efken!" dedim bir kuvvetle, adamın Efken'e doğru yürüdüğünü fark ettiğimde, Ulaş ile göz göze geldik ve Ulaş, kolunun altındaki sarışın kadını iterek Efken'e doğru yürümeye başladı. Elinde çakıyı tutan adamın eline odaklandığımda bir şey oldu, öyle ki kalbimde bir şeyin parçalara ayrıldığını ve ayrılan parçaların kırıklar eşliğinde savrularak damarlarıma karıştığını hissettim. Sıcak bir his tüm bedenimi kapladı, acıyı yuttum ve gücün varlığıyla dolup taştım. Biraz sonra gözlerime sıçrayan yangının alevlerini kirpiklerimde hissedebiliyordum. Doğrudan adamın eline odaklandım ve elindeki çakıyı yangının içine çektim.

Adamın dehşet içinde bağırdığını, sanki dağlanmış, yüzüne kızgın yağ dökülmüş gibi çığlıklar kopartmaya başladığını duydum. Adamın elindeki çakı, adamın bileği burkulmuş gibi sertçe yere düştüğünde, Efken altındaki adamı yumruklamayı bırakmış, kalabalıktan yükselen sesler susmuştu.

"Bu nasıl olur?" diye bağırdı adam bileğini ovarak dehşet içinde yerde duran çakıya bakarak. Bedenimden çekilen gücün beni anlık boşluğa itmesiyle sarsıldım ve bir an ayaklarımın altındaki yerin çekildiğini hissettim. Tam dengemi kaybedecekken, güçlü bir el belimi tutarak beni durdurdu ve kulağıma doğru: "Karayılan..." diye fısıldadı. "Şeytanın tohumu."

Dehşet dolu gözlerle arkama baktığımda, belimde duran el çekilmişti ve sesin sahibi çoktan kalabalığa karışmıştı bile.

Şeytanın tohumu, diye fısıldadı bir şey zihnimin derinliklerinde.

Şaşkın şaşkın olan biteni anlamaya çalışırken, bir el bileğimi kavradı ve ben daha kafamı kaldıramadan beni çıkışa doğru sürüklemeye başladı. Verdiği sert ve derin nefeslerin yankısı, çıktığımız boş koridorun duvarlarında yankılanırken, Efken'in gergin bedenindeki kaslar seğiriyordu.

"Siktiğimin orospu çocukları," dedi dişlerinin arasından. "Yürümeden koşmayı öğrenen bir herife kafa tutabileceklerini sanıyorlar, alayını sikeceğim."

Hemen arkamızdan diğerleri de çıkmıştı ama Efken ve ben önden yürüyorduk. Göz ucuyla bana baktığını fark ettiğimde, ben de ona baktım ve gözlerindeki saf öfkeyi gördüm. "Canın acıyor mu?" diye sordu aksi bir tavırla. "Şu an hiçbir şey hissedemeyecek kadar gerginim, kızgın demirle bedenime adını kazısan, hissetmem. Söyle bana, canın yanıyor mu?"

Sessizce başımı iki yana sallamakla yetindim. "Cevap ver bana!"

"Acımıyor."

"Kıza niye bağırıyorsun?" diye sordu Ulaş arkamızdan gelirken. "O lavuk ona çarptı, kızın ne suçu var?"

"Kapat o sikik ağzını," dedi Efken, arkasına bile bakmadan. "Onunla aramızdaki hiçbir şey, hiç kimseyi ilgilendirmez."

"O senin evcil hayvanın değil," dedi Ulaş, bu cesaret nereden geliyordu bilmiyordum ama susmasını istiyordum, Efken zaten yeterince gergindi. "Senin için bu kadar endişelenen, gözlerinde senden başka hiçbir yansımaya rastlamadığım bir kızı bu kadar hor kullanma."

Efken aniden Ulaş'a doğru döndüğünde, tansiyonun yükseldiğini hissetmiştim. "Sen..." dedi işaret parmağıyla Ulaş'ı hedef alarak. "...sen benim kızımın gözlerindeki yansımaya bakmaya cüret edecek kadar cesur bir adamsın, öyle mi?"

Ulaş ifadesizce Efken'e bakarken, Efken'in belirgin elmacık kemiklerini taşıyan zayıf yanakları içeri çökmüştü ve çenesi kaskatıydı. Her daim kısık bakan o zehir renkli gözler şu an irileşmişti ve kirpiklerinin keskin okları eşliğinde savaşa hazır bir süngü gibiydi.

"Beyler," dedi Ceyhun aralarına giderek. "Şimdi gerilmenin sırası değil, şu sikik yerden bir an önce çıkmak istiyorum ben, Yaren mesaj attı, Sezgi pek iyi değilmiş."

Bir an kalbim endişeyle dolsa da, sesimi çıkaramadım. Yaptığım tek şey Efken'in elini daha sıkı tutarak, "Gidelim," diye fısıldamak oldu. Parmaklarımın etrafında kaskatı duran parmaklarının bir an gevşediğini hissettim.

"Sikik çeneli," dedi Efken dişlerinin arasından. "Ben seni arayana kadar sakın beni arayayım deme."

Ulaş yüzünde muzip bir gülümsemeyle, "Sevgili tribi yiyor gibi hissettim, Karaduman," dedi neşeli bir sesle.

"Hâlâ konuşuyor çenesinin yayını siktiğimin piçi," diye homurdandı Efken beni tutarak çıkışa çekerken. Dışarı çıktığımızda Ulaş orada kalmayı tercih etmişti. Çoktan gecenin karanlığı çökmüş, yıldızlar küçük beyaz noktalar şeklinde gökyüzünün siyah örtüsünün üzerine dağılmıştı. Dışarısı soğuk ve karanlıktı, nefesimden sızan buharın çizdiği yolu izlerken, Efken az önceki tel örgüden kapıyı açtı.

"Şu kızı doktora götür," dedi beni önüne çekip, Ceyhun'a bakarak. "Sezgi'den bahsediyorum."

"Ne zaman doktordan bahsetsem, beni bir şekilde iyi olduğuna inandırıyor. Şimdi gittiğim gibi ilk işim onu bir doktora götürmek olacak."

"Güzel, burada ayrılalım," dedi Efken etrafı kolaçan edip, cebinden sigara paketini çıkararak. Paketin kapağını açıp hafifçe salladı ve yukarı kaykılan beyaz filtreli sigaralardan birini dudağıyla çekerek paketi cebine geri tıktı. Ardından zipposu ile sigarasının ucunu ateşledikten hemen sonra gri dumanını ciğerlerine doldurarak, içindeki zehri, tütünün zehriyle bir bütün haline getirerek harmanladı. Parmakları arasında duran sigara, parmak boğumlarını lekelemiş bir yabancının kanıyla büyüleyici bir güzelliği giyinmişti.

"Dikkatli olun," dedi Ceyhun ve bana bakıp hafifçe gülümsedi. "Ekstra dikkatli ol, bu adam sana emanet, yenge."

"Şöyle seslenme," dedim gözlerimi devirirken.

"Yoo," diye atladı İbrahim. "Gayet yengesin yani."

"Gevşek ağızlılık yapmayın," diye hırladı Efken, sigarasının dumanını geceye emanet ederken. "Siktir olun gidin artık, hadi."

"Siz ne yapacaksınız?" diye sordu Ceyhun, Ceyhun'un bu sorusu İbrahim'i bir an güldürdü: "Kanka," dedi sırıtarak. "En son bunu sorduğunda, kırık yatak taşımışsınız, alıyorum haberleri ben."

Efken bir an duraksadı, boynuma kadar kırmızı bir kara batan ben, gözlerimi hızla farklı bir yere çevirirken, karnımı tekmeleyen o his hemen orada duruyor, midemi yakıyordu. "Ulan gevşek gevşek konuşmasana," dedi Efken tekrardan dişlerinin arasından. "Size ne lan benim yatağımdan, fantezimden, sek..."

"Efken!" diye bağırdım aniden. "Sus!"

"Öldürürüm oğlum sizi," dedi Efken. "Aklınızın ucundan geçirmeyeceksiniz benim özel hayatımı."

"Yüreğimi kırıyorsun Efken," dedi İbrahim, elini kalbinin üzerine koyup dudaklarını bükerek.

"Hay senin yüreğine..."

"Yüreğimi incitiyorsun!" diye bağırdı İbrahim, boş sokakta sesi eko yapmıştı.

Efken'in boynunu çıtlattığını işittim. "Sus, sokarım yüreğine senin!"

İbrahim bir an duraksadı, eliyle kalbine bastırarak kalitesiz bir filmin, yapmacık bir sahnesinden fırlamışçasına başını sol tarafa düşürerek, "Efken..." dedi kısık bir sesle; ardından başını yavaşça kaldırıp alttan alttan Efken'e bakarak bir anda, "Yürrrrrrrreğimi ye!" diye bağırdı.

Efken aniden elimi bırakıp, "Senin belanı..." diye kükreyerek İbrahim'e yöneldiğinde, İbrahim çoktan karanlık ara sokakta koşmaya başlamış, gözden kaybolmuştu bile. Efken iki adım attıktan sonra duraksadı ve "Geri zekâlı," dedi kaşlarını çatarak. "Ceyhun, git bul şu malı, başına iş açmasın gece gece."

Ceyhun sırıtarak Efken'in omzuna vurduktan sonra, "Hadi kaçtım ben," dedi ve karanlık sokağın sonuna doğru hızlıca yürürken, bir yandan da, "Lan salak herif, bekle dövmeyecek seni bekle," diye bağırmaya başladı.

Bir süre sırıtarak Ceyhun'un sokakta kayboluşunu izledikten sonra gözlerimi Efken'e çevirdim ve o an yine bir gerçekle yüzleşmişim gibi omuzlarımı acıtan bir sancıyla kucaklaştım. Ben onun yüz hatlarını dikkatlice incelerken, o da sokağın sonunu izliyor ve sigarasını dudaklarıyla buluşturmaya devam ediyordu. Nihayet izmaritinin sonuna geldiğinde sigarayı yere attı ve botunun tabanıyla acımasızca ezdi. Aslında ezmesine gerek yoktu, sigara yerdeki su birikintisinin üzerine düşmüş, acı bir feryadı andıracak şekilde cızırdamıştı.

"Hadi gidelim, yılan," dedi Efken ve tam o sırada bana doğru bakınca, göz göze geldik. Kaşlarını kaldırarak şaşkınca, ona ilgiyle bakan gözlerime baktıktan sonra, "Ne oldu?" diye fısıldadı, sesinin kısık rüzgârı saç diplerimi çekiştirmişti.

"Hım?" Kafamı iki yana salladım. "Hiç, hadi gidelim."

Birkaç saniye bir şey söylemeden yüzümü izledi. Bazen öyle bir bakıyordu ki, ruhumun önünde çırılçıplak kaldığını düşünüyordum. Elimi tutan eli sıkılaştı ve yavaşça sokağın sonuna, arabaya doğru yürüdük. Arabayı çalıştırıp, bu sokaktan çıkarana kadar hiç konuşmamıştık ve birbirimize bakmamıştık ama araba ana caddeye çıktığında onun kaçamak bakışlarının okları benim tenime saplanmıştı.

Karanlık bir sokakta ilerlerken, yolun bir tarafı ormanlık alan, bir tarafı karlarla dolu bir düzlüktü. Araba biraz daha ilerlediğinde artık kar tanelerinin gökyüzünden dökülüşünü görebiliyordum; şehrin bu kısmında çok yoğun olmasa da kar yağışı vardı ve kadife siyahlığındaki gecenin koynundan tıpkı beyaz elmas taneleri gibi süzülerek yeryüzünün kollarına düşüyorlardı.

"O adamın sana verdiği CD'nin içinde ne var?" diye sordum, karın yeryüzüne düşüşünü dikkatle izlerken.

"Gözünden hiçbir şey kaçmıyor, işte benim yılanım!" Alay dolu gözlerle yandan bir bakış attı bana. "Tıpkı bir sapık gibi beni gözetliyorsun, değil mi?"

"Başka birini mi gözetleseydim, Efken?"

Kaşları bir anda çatıldı. "Ağzını topla." Dişlerini sıkıp, derin bir nefes aldı. "Tabii ki de yalnızca bana bakacaksın. Yalnızca beni göreceksin."

"Çevirmek yerine CD'de ne olduğunu söyleyecek misin bana, yıkım getiren?"

"Sen ne zamandan beri bu kadar uyanıksın?" diye sordu gözlerini yola çevirirken. "Bir şeyleri anlaman canımı sıkmaya başladı. Anlama."

"Neyi anlamamdan bu denli korktuğunu merak ediyorum aslında," diye fısıldadım sinsice. "Ayrıca bana yanlışlıkla çarpıp özür dileyen birini haşat ettin."

"Sana verilen zararın bir kısmını ben de hissediyorum," dedi umursamaz bir şekilde. "Kendimi savundum ben. Ayrıca hiçbir şeyden korktuğum falan yok, düzgün konuş benimle."

"CD?"

"Ebesinin amı," diye homurdandı. "Sus bak bilerek kaza yaparım."

"Efken," dedim direterek. "CD?"

"Medusa," dedi aynı ses tonuyla. "Duvar?"

Gözlerimi devirerek, "Sonra senden bir şey saklamamamı istiyorsun ama sen her şeyi saklıyorsun," diye homurdandım, rahatsız bir sesle.

"Bunu ikinci söyleyişin," dediğinde yüzü ifadesizdi. "Bir şeyleri karşılık bekleyerek mi yapıyorsun?"

Midem bulanıyordu. Sorusunu cevapsız bıraktım ve bir süre yalnızca önümde akıp giden yolu izledim. İçerisi karanlık ama sıcaktı; hız göstergesinden yayılan ışık doğrudan onun kemikli yüzünü aydınlatıyordu ve gölgelerle aydınlanan yüzündeki sert ifade kıvam kazanıp, tehlikeyi suratına fırça darbeleri eşliğinde indirerek bakışlarını güçlendiriyordu.

"Efken..." Fısıltım o kadar cansızdı ki, bir an beni duymadığını düşündüm.

"Yine ne oldu?"

"Arabayı durdursana," dedim yüzümü buruşturarak.

"Kusacak mısın?"

"Hayır," diye mırıldandım, şakaklarımı ovalayarak. Ağzımda kan tadı vardı; biraz sonra bu bulantının sebebini anlayabilmiştim, kullandığım ağrı kesicilerden birinin yan etkisiydi ve ben o ağrı kesiciyi aç karnında içmiştim. "Hava almam gerek."

"Şu köşede bir çocuk parkı olması gerek," dedi Efken arabayı hızlandırırken. "Orada oturabileceğin bir yer vardır, bekle."

Başımı koltuğun arkasına atarak gözlerimi pencereden akıp giden yola çevirdim ve göğsümdeki sancıya karışan bulantıyı bastırmaya çalıştım. Araba yavaşladı ve ardından Efken'in, "İn hadi," dediğini duydum. Kısılan gözlerimi aralayarak kapıya uzanıp dışarı çıktım ve soğuk havanın suratıma çarpıp, kaslarımı çizmesine izin verdim.

Dışarıda yakıcı bir kar soğuğu vardı, bunun sebebinin şu an dağlık bir alanda olmamızdan kaynaklandığını biliyordum. Ağaçların arasında bir çocuk parkı vardı, dağın başına hangi kaçık bir çocuk parkı yapar diye düşünürken, parka doğru yürümeye başlamıştım bile. Eski ahşap tahterevalliler ve ahşap oturağa sahip zincirli salıncaklar bana çocukluğumu anımsatmıştı. Dudaklarımda, geçmişin geniz yakıcı tozunu taşıyan buruk bir tebessüm peydahlandı.

Efken, "Gerçekten de park görmüş küçük bir kız çocuğu gibi bakıyorsun şu an," dedi hemen yanımdan ilerlerken. "Sever misin?"

"Çok sık gittiğim bir yer değildi," diye fısıldadım, bana maziden birkaç kesiti sunan bu nostaljik görüntüyü dikkatle incelerken.

Bir süre boş bakışlarla beni inceledikten sonra, "Anladım," demekle yetindi.

Hemen parkın köşesinde ahşap banklar vardı. Banklara yöneldiğimde, Efken arkamda kalmıştı ve yeni bir sigara yakmıştı. Banklardan birine yerleştikten sonra montuma sıkıca sarılarak kollarımı birbirine bağladım ve hafifçe uçuşarak düşen kar tanelerine rağmen görünen parlak yıldızlara ilgiyle baktım. Saçlarımın arasına takılı kalmış pamuk parçalarını andıran kar taneleri beni rahatsız etmiyordu.

"Efken?" dedim gökyüzünü izlerken.

"Yine ne var, başımın belası?"

"Sen sever misin çocuk parklarını?"

"Severim," dedi, beklenmedik bir şekilde; gözlerimi hızla ona çevirdiğimde, kaşlarını çatmış tahterevallilere bakıyordu. "Yani severdim."

"Artık sevmiyor musun?"

"Ben bir çocuğu öldürdüm," dedi yamuk bir şekilde gülümseyerek. Kirli sakallı çenesindeki kaslar gevşemişti. "Ben kendimin katiliyim, böyle masum şeyleri seversem cezalandırılırım."

"Kendini suçlamaktan ne zaman vazgeçeceksin?"

"Nefes almaktan vazgeçtiğimde," dedi umursamazca.

"Vazgeçtiğinde mi?" Bir an duraksayıp, uzunca onu izledikten sonra kaşlarım çatıldı. "Vazgeçmek?"

"Evet." Omuz silkerek sigarasından bir nefes daha doldurdu, nikotinin kirini pasını sürdüğü ciğerlerine.

"İntihara meyilli insanlar gibi konuşuyorsun."

"Kendi canımı kendim alacak kadar da egoist değilim," dedi gülerek.

"Ne? İntiharı egoistçe mi buluyorsun?"

"Tamamen kendini beğenmişlik," dedi yüzünü buruşturup, gri dumanı dudaklarından dışarı bırakarak. "Ben bir şey uğruna ölmek ya da öldürülmek isterdim."

"Mesela?"

"Eskiden olsa hiç düşünmeden intikam derdim," diye fısıldadı başını kaldırıp gökyüzüne bakarak. İri âdemelmasını görüyordum, sertçe yutkundu. "Ama artık direkt intikam diyemiyorum."

"Mesela?" diye sordum tekrardan.

"Sen," dedi ve kafasını eğmeden, yalnızca gözlerini indirerek bana baktı. "Senin için ölürüm," diye fısıldadı dikkatle gözlerimin içine bakarken. "Senin uğruna öldürülürüm."

Tüm kelimeler düğüm düğüm olup düşerken boğazımdan aşağı ve tutunurken kalbimin koruyucu zarına, harfler kor olmuş yakmıştı kanımı. Bir insanın kanı yanar mıydı? Kan ve ateşin rengi bu kadar benzerken, nasıl farklı olurdu tadı?

Efken bir çırpıda önümde bittiğinde, uzun boyundan dolayı kafamı kaldırarak baktım ona. Kalbimi sekteye uğratan bakışları benim içimi pare pare ederken, nefesimin boğazımda yuvarlandığını hissettim.

"Bana bak," dedi dikkatle beni incelerken.

"Hım?"

Yavaşça eğilip, bir dizini yere koyduktan sonra elini dizimin üzerine koydu ve alçalan bakışlarını kaldırarak tekrar bana baktı. İçimi boydan boya yırtan hislere rağmen, yırtık perdenin arkasından ürkekçe onu izliyordum.

"Teninde bir darağacı, durmadan sana idam ediliyorum," dedi sert sesinin etrafını dikenli tellerle çevreleyen şefkatle.

Sertçe yutkundum. Kelimelerimi yuttuğumu gördüğüne emindim. Toprağa dökülen hislerimin kanı ile koca bir ağacı besleyebilirdim; içimdeki yangının zihnimin tavanına çarptığını hissediyordum. Efken'in yüzü yavaşça yüzüme doğru yaklaşmaya başladığında nefesimi tutarak ona baktım. Diğer elindeki sigaranın külü uzamış, ölü bir şekilde yere serilmeyi bekliyordu.

Efken'in gözleri gözlerimde, bana git gide yaklaşan nefesinin buğusu yüzüme dağılırken, hareketsizce ondan gelecek atağı bekliyordum. Bir an gözüm bir hareketliliğe takıldı ve o yılanın, parkın hemen girişinde dikilmiş bir şekilde beni izlediğini fark ettim. Beni değil, bizi izliyordu. Gerilmiş olsam da, bu kez onu yadırgamamıştım ve bakışlarımı Efken'e çevirirken artık onu öpmek istiyordum.

Efken'in üst dudağı, iki dudağımın arasına yerleşti ve Efken alt dudağımı ağzına aldı. Hafifçe emerek, şefkatini dilinin ucundaki hislerden oklara batırıp bana değdiriyordu. Bir eli yüzüme kaydı, benim bir elimde onun yüzüne kayarken birbirimizi deli gibi, muhtaçça öpmeye başladık.

Tadı, özgürlük gibiydi.

Tadı, gerçek bir hapisti.

Yavaşça geri çekilmeden hemen önce burnunu burnuma sürtüp, uçurumun dibindeki alevlerin çatırtısını duyacağım türden bir yoğunlukla gözlerimin içine baktı.

Ve o an bir şey oldu.

Efken'in gözlerinde bir hareketlilik gördüm.

Uçurum kozasından hızla fırlayan siyah yılanlar doğrudan harelerine hücum ederken, bu görüntü gerçekti.

Sen benimsin. Yılanların oluşturduğu harfler bu cümleyi sermişti önüme. Dehşetle Efken'in gözlerine bakarken, o da şaşkındı.

"Bu da ne?" diyebildi titreyen sesiyle. "Kafamın içinden geçeni... Gördün mü?"

Başımı sallarken gözlerim kocamandı.

Efken Karaduman'ın uçurum rengi harelerinde, karayılanların çizdiği harfleri görebiliyordum. Bu, bizim mührümüzün sonsuzluğa atılan temeline yuva yapan yılanların bize hediyesiydi.

Tekrar o tarafa baktığımda, yılan artık orada yoktu.

Ve biz artık çok daha güçlü bir bağ ile birbirimize bağlanmıştık.

Umarım beğenmişsinizdir.

Bana ulaşmak için:

Instagram: binnursafaknigiz

Ask.fm: binnursafaknigiz

Twitter: binnurnigiz

Facebook Grubu: Binnur Nigiz Hikayeleri

Bu arada 21-22 Mayıs tarihleri arasında Kocaeli kitap fuarında olacağım, Kocaeli'de olan tüm okurlarımı bekliyorum.

SEVİLİYORSUNUZ!

Continue Reading

You'll Also Like

153K 9.7K 53
~Fantastik~ "Öfkenin ve dansın zarafeti, olacak her şeyin sebebi... ~ Yaratıkların kol gezdiği, tehlikenin hüküm sürdüğü dünyada; onları avlamak için...
263K 4.7K 31
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...
36.9K 1.5K 12
"Seni çok seviyorum Çavê Şîn. Seninle gözlerimi açıp kapatacak kadar. Seninle doğup ölecek kadar. En çokta o mavi gözlerine aşık oldum."
1.8M 95.3K 45
Zengin, şımarık ve akıl almayacak derecede çılgın olan Pera verdiği büyük parti sonucu kendini dedesi ve babaannesinin yaşadığı köyde, çiftlik evinde...