SOLUCAN 1 ve 2. Kitap

Par ZeynepSey

46.4M 1.1M 222K

Bölümler düzenlenmiş hâliyle yeniden paylaşılıyor. (Final dahil bütün bölümler eklenecektir.) Plus

SOLUCAN
1.BÖLÜM: SANA AŞIK OLMAMA İZİN VERİR MİSİN?
2.BÖLÜM: SENİ ANCAK AŞK İYİLEŞTİRİR
3.BÖLÜM: BELKİLER
;
5.BÖLÜM: YENİ ÇOCUK
6.BÖLÜM: MÜZİK KATI
7.BÖLÜM: KORKULAR
8.BÖLÜM: POPÜLERLİK KAVGASI
9.BÖLÜM: BİR DERDİM VAR
10.BÖLÜM: İTİRAF
11.BÖLÜM: KESİCİ
12.BÖLÜM: MELANKOLİ
13.BÖLÜM: KLİŞELERDEN DOĞAN AŞK
14.BÖLÜM: BEDELLER
15.BÖLÜM: AİLE GÜNÜ
16.BÖLÜM: AĞAÇ EVİ
17.BÖLÜM: DAVETSİZ MİSAFİR
18.GÜNLÜK: SAKLI GÜNLÜK
19.BÖLÜM: AŞK UĞRUNA KENDİNDEN VAZGEÇMEK
20.BÖLÜM: YILBAŞI PARTİSİ
21.BÖLÜM: SEVMEKTEN USANMAM
22.BÖLÜM: YANGIN
23.BÖLÜM: KABUSLAR
24.BÖLÜM: İÇ GIDIKLAYICI BİR GÜLÜŞ
25.BÖLÜM: AŞK İÇİN ÖLMEK
26.BÖLÜM: OYUN BİTTİ
27.BÖLÜM: ŞEKER GİBİ BİR BAŞLANGIÇ
BÖLÜM 1: BANA AŞIK OLUR MUSUN?
SOLUCAN 2
1.BÖLÜM: KENDİME MEKTUP
2.BÖLÜM: BELALI İSMAİL
3.BÖLÜM: AŞKI HAYATININ MERKEZİNE KOYMAK
4.BÖLÜM: SÖNMEYEN ATEŞ
5.BÖLÜM: GECE SAÇLI ELİF
6.BÖLÜM: KALABALIĞIN İÇİNDEKİ YALNIZ
7.BÖLÜM: YARALAR VE İZLERİ
8.BÖLÜM: DOĞUM GÜNÜ
9.BÖLÜM: KARAOKE BAR
10.BÖLÜM: DAĞ EVİ
11.BÖLÜM: HAYAT VEREN ÖPÜCÜK
12.BÖLÜM: SEVİMLİ BİR TANIŞMA
13.BÖLÜM: KENDİME YALAN SÖYLEDİM
14.BÖLÜM: AYRILIĞIN ERTESİ
15.BÖLÜM: GEÇ KALINMIŞ BİR ÖZÜR
16.BÖLÜM: METAFOR
17.BÖLÜM: ACIYA KARIŞAN UMUTLAR
18.BÖLÜM: HİSLERİNİ KAPAT
19.BÖLÜM: YANINDAYIM
20.BÖLÜM: YÜZÜNDEKİ ACI HOŞUMA GİTTİ
21.BÖLÜM: BİR KAYIP DAHA
22.BÖLÜM: YENİ BAŞLANGIÇLAR
23.BÖLÜM: HER ŞEYİMSİN
24.BÖLÜM: KAYBETME KORKUSU
25.BÖLÜM: YAŞATTIĞINI YAŞARSIN
26.BÖLÜM: KENDİME BİR MEKTUP DAHA
27.BÖLÜM: TAMAM MI SİL BAŞTAN MI?
BÖLÜM 13: SÖYLEMESİ ZOR

4.BÖLÜM: BORDO CADDESİ

847K 24.6K 3.7K
Par ZeynepSey

4.BÖLÜM: "BORDO CADDESİ" 

"Kıvanç!" diye neşeyle seslendikten sonra yanına oturdum.

"Solucan?" diye karşılık verince öfkelenmeden edemedim. Ama bu kez her zaman yaptığım gibi onunla laf dalaşına girmedim çünkü suratındaki artan hüznün farkındaydım.

Onu bulduğum ilk gün anlamıştım. Birileri baksaydı bize, etrafımıza yaydığımız enerjiye bir isim vermek isteseydiler, benimkine neşe derken onunkine kesinlikle hüzün derlerdi. Korktuğum asıl şey, bana kendi hüznünü bulaştırmasıydı.

"Ne zaman bana âşık olacaksın?"

Hazırlıksız yakalandığımı kanıtlarcasına bekledim bir süre. "Bilmem ki..." diye gevelemeye başladım sonra. "En fazla iki ay..."

"İki ay mı?" diye şaşkınca sordu. "Benim bildiğim, kızlar üç güne kalmadan âşık olur."

"Demek ki yanlış biliyormuşsun Kıvanç!"

Öfkeyle soluyup boş parka kısa bir göz attım, parkta tek bir çocuk bile yoktu. Bu beni sevindirdi, onları en azından bugün görmeyecek olmam güzeldi.

"Altmış gün boyunca senin yüzünü görmek zorunda mıyım?"

"Söz verdin," diye dudak bükerken sesim hayal kırıklığına uğradığımı fazlasıyla belli etmişti.

"Sözlerimi tutarım. Ne yapalım, katlanacağım artık..."

Katlanacağım artık mı? Ne yani, ben varlığına tahammül edilemeyecek kadar sıkıcı biri miydim? Asıl sıkıcı olan oydu! Ben soru sormadan veya ona bir şey söylemeden asla benimle konuşmuyor hatta benim yüzüme dahi bakmıyordu.

Onunla bu konu hakkında dakikalarca tartışabilirdim fakat yapmadım ve anlık bir merakla "Neden hiç gülmüyorsun?" diye sordum. Onu daha önce hiç gülümserken görmemiştim.

"Gülecek ne var?" Kıvanç'ın bu cevabını klasik öğretmen sorusuna benzettim. Gülecek bir şey mi var? Söyleyin biz de gülelim. Sadece bu benzetme bile beni güldürmeye yeterken Kıvanç'ın gülecek bir şey bulamaması garipti.

"Şu ana kadar hiç güldün mü peki?"

"Kim bilir..."

"Eğer gülmeyi unuttuysan, ben sana gülmeyi öğretebilirim," diyerek şirin olduğunu umduğum bir gülümseme takındıktan sonra uzanıp dudaklarının kenarlarını iki yana çekiştirmeye çalıştım.

Öfkeli gözlerine rağmen laf etmeden sessizce ellerimi uzaklaştırdı.

"Of!" dedim bunaltılı bir halde. "Böyle yaparak havalı olduğunu falan mı düşünüyorsun? Sadece sıkıcısın, haberin olsun."

Devamında da susmayıp ağzıma ne geldiyse söyledim. Her zaman yaptığı gibi sessizliğini sürdürecek sanıyordum ki artık dayanamadığını belli edercesine bana dönüp "Gözün midene gitsin mi?" diye sordu.

"Ne?" diye şaşırdım. "Gözüm... Ne?"

Tepkime karşılık hiçbir şey söylemeden bana bakmaya devam etti. Gözümün mideme gitmesi demek, bir şekilde çıkarılan gözlerimi yiyerek onları mideme yollamam mı demekti? Biraz önce benden kendi gözlerimi yememi mi istemişti?

Yememi istediği gözlerimi irice büyüterek ona bakmayı sürdürdüğümde, "Suratın, aynı bir solucanın suratı gibi," deyip cebinden bir sigara paketi çıkardı.

Solucanların suratları mı vardı? Hayır, onu geçtim, varsa bile Kıvanç nasıl küçücük bir solucanın suratıyla benimkini benzetebilirdi?

"Ne demek istedin az önce? Gözüm ve midemle derdin ne?" Merakımı ve endişemi umursamayıp çıkardığı paketten bir dal aldı. "Sigara mı içiyorsun?"

"Gördüğün halde neden soruyorsun?"

Dürüst olmak gerekirse bu sözüyle beni fena halde bozmuştu ama bunu belli edip geri duracak değildim. "Peki... İçki içiyor musun?"

"Beni gerçekten bunaltıyorsun," dedikten sonra yaktığı sigaradan bir nefes çekti. Ardından sigarayı güzel dudaklarından uzaklaştırıp zehri üfledi. Ona sigaranın ne kadar zararlı olduğuna dair kısa bir konuşma yapmak istesem de beni dinlemeyeceğini bildiğimden sessizliğimi korudum.

Neredeyse bitmek üzere olan sigarasının külünü döktüğündeyse "Sanırım seni bunaltmaktan hoşlanıyorum," diye itiraf ettim. Artık eğlenceli olmaya başlamıştı ve daha şimdiden amacıma beni ulaştırır gibiydi. Kafamı dağıtıyordu.

"Hiç olmazsa sigaram bitene kadar çeneni kapalı tut. Olur mu, başarabilir misin bunu?"

Başımı salladım ve o, biten sigarasını yere atıp ayağıyla ezdikten sonra tekrar yerden alıp birkaç metre uzaklıktaki çöp kutusuna atana dek hiç konuşmadım.

İşi bittiğindeyse ilk sorum "En sevdiğin mevsim ne?" oldu.

Gözlerini bana çevirip donuk bakışlarıyla bana baktı. Onun aksine benimkiler yaşam enerjisiyle dolup taşıyordu ve ben istiyordum ki bu istek onun gözlerine de ulaşsın, o da benim gibi saçma sapan şeyleri bile merak edecek hatta onlara gülecek hale gelsin. Ama o tam olarak şimdi, beni karlı bir ormanda bir başıma kalmış gibi çaresiz hissettirip üşütebilecek kadar donuk bakıyordu bana.

"Gözlerini midene sokmamı istemiyorsan, bugün bana soru sorma..."

Tehdidi her ne kadar çocuksu olsa da bakışları, ondan korkmama sebep oldu. Korkum, arsızlığıma galip gelince de yavaşça oturduğum yerden kalktım.

"Gitsem iyi olacak," diyerek kaçmak istediğimi belli ettiğimde başını hafifçe salladı.

"Keyfin bilir."

Bu kez kendimle bile vedalaşmadan parktan ayrıldım.

--

Sonraki on gün benim için kelimenin tam anlamıyla işkenceydi.

Okuldan eve, evden parka, parktan eve ve yine evden okula... Bu süre zarfında okulda pek bir olay olmadı. Evde her zamanki gibi yalnızdım. Parktaysa... Ne zaman parka gitsem Kıvanç'ı hep aynı bankta otururken buluyordum. Yanına gittiğimde beni epey geç fark ediyor ve fark ettikten sonra bile benimle tek kelime konuşmuyordu.

Aslında ilk zamanlar onu konuşturmak için türlü türlü şeyler yapmıştım; bu şeylere amuda kalkmak da dahildi ama yine de ilgisini çekemedim ve sonunda bana da gına geldi. İki ay sürecek bir anlaşma yapmıştık ama böyle giderse ben ona âşık olamadan anlaşmanın süresi bitecekti çünkü yalnızca kırk sekiz günüm kalmıştı!

"Kıvanç." Önceki günlerde olduğu gibi aynı bankta oturmuş, suratında belli bir hüzünle çocukları seyrediyordu. "Bana söz vermiştin."

Elini cebine attı, sigara paketi çıkaracağını zannediyordum ki bir kart çıkardı. Kartı bana uzatırken nihayet gözlerini de bana çevirdi.

"Nedir bu?" diye sordum kartı elime alınca.

"Arkadaki ankesörlü telefon için kart," dediğinde hiçbir şey anlamamış olmamın verdiği hissiyatla ona bakmaya devam ediyordum. "Bazen bu parka gelemediğim oluyor, eğer nerede olduğumu falan merak edersen, sana o telefondan haber verebilirim," diye bir açıklama yaptığında neredeyse düşüp bayılacaktım.

Beni mi düşünüyordu? Ne yani? On gündür benimle tek kelime dahi konuşmayan çocuk, sırf onu merak etmeyeyim diye ne yaptığına dair bana haber mi verecekti?

Şaşkınlığımı üzerimden biraz olsun atabildiğimde, "İyi de buradan nasıl konuşacağız ki?" diye sordum.

"Sana söylediğim saatlerde oraya gidip aramamı beklersen konuşabiliriz."

Bu hem çok yorucu hem çok zor hem de çok eğlenceli olabilirdi. Zor ve yorucu kısmını hiç umursamayarak eğlenceli kısmına takıldım ve sevinçle başımı salladım.

Tekrar uzandığı cebinden bir dal sigara aldı, dudaklarının arasına koyup siyah kaplamalı çakmağını ateşlediğinde hafifçe öksürdüm. "Sigarayı bıraksan olmaz mı?"

"Sen yine çok soru sormaya başladın."

"İyi de soru sormadan nasıl iletişim kurabilirim ki? İletişim dediğin şey soru cevaplardan ibarettir. Senin iletişim kurma şeklin nasıl?" Saçmaladığımı hissetsem de umurumda değildi. "Hem ben meraklı bir kızımdır," diye kendimle gurur duyar gibi konuştum.

"O halde değiş."

"Neden ben değişecekmişim?" diye sorduktan sonra onunla, sen değiş, hayır sen değiş, aa olmaz sen değiş, tarzı bir tartışmaya girip girmeyeceğimizi merak ettim. Bunun yaşanmayacağından emin olunca "Yarın daha geç saatte başka bir yerde buluşsak olur mu?" diye sordum. "Senin gece hayatını da merak ediyorum."

Ukala bir tavırla, "Fazla merak göte vurur," deyince, merak kavramının koşarak yanıma geldiğini ve kalçalarıma sertçe vurduğunu düşünerek korkuyla irkildim. Yok artık, daha neler!

"Nasıl bir gece hayatın var ki?"

"Kötü," diye kısaca cevaplaması bile zihnimde milyon tane senaryonun gezinmesine sebep olurken, "En fazla ne kadar kötü olabilir ki? İçki, sigara, çarpık ilişkiler, belki de adam yaralama falan... Bildim, değil mi?" diye dalga geçercesine sordum.

"Yarın saat on birde o telefondan seni arayacağım. Gel ve kendin karar ver..."

"Gece on birde mi yoksa sabah on birde mi?" diye sorduktan hemen sonra, "Peki, gece on bir..." diyerek kendi sorumu kendim cevaplamış oldum. Kıvanç'ın alaycı bakışlarına maruz kaldığımı söylememe gerek yoktu, değil mi?

--

Bir sonraki gün, Irmak ya da Deniz'e, Kıvanç'la akşam saatlerinde buluşacağımızı söylemedim. Onaylamayacaklarını düşündüğüm için bunu onlardan saklayıp bütün gün vicdan azabı çekip durdum.

"İnci yine kendini tuvalete kilitlemiş, ağlıyormuş."

Irmak'ın sınıfa girerken söylediği bu söz içimi acıtsa da yorum yapmadım. O sırada Deniz, dünyayı umursamadığını belli eden bir şekilde oturmuş, elindeki zekâ küpüyle uğraşıyordu.

Bakışlarımı tekrar Irmak'a çevirdiğimde kaşlarını oynatmaya başladı. Irmak bana kaş göz işareti yapınca ben de ona kaş göz işareti yaptım, o yine bana kaş göz işareti yapınca ben de yine ona kaş göz işareti yaptım. Kaş göz işaretleriyle anlaşamadığımı henüz öğrenememişti.

"Nehir, benimle tuvalete gelsene," diyerek gözlerini kocaman açınca bu kez ne demek istediğini anladım ve "He tamam, geliyorum," diyerek oturduğum sıramdan kalktım.

"Siz kızların neden birlikte işediğini anlayamıyorum," dedi Deniz. Zekâ küpünü masanın altına koyup ayaklarını masaya uzattı. "Birlikte işemek size romantik mi geliyor ya da bir arkadaşınız işerken, 'Haydi canım, daha güçlü işe!' tarzı şeyler söyleyerek ona destek mi oluyorsunuz?"

Irmak gözlerini devirip sınıftan çıkınca ben de Deniz'e laf yetiştirmek yerine onun peşinden gittim. Sınıftan birkaç metre uzağa yürüdükten sonra beni durdurarak, "Harika bir planım var," dedi.

Merak etmediğim halde, "Nedir?" diye sordum.

"O geri zekâlının artık insanları küçük görmesine seyirci kalmak istemiyorum bu yüzden İnci'ye yardım edeceğiz."

"Ne tür bir yardım?"

"Deniz, İnci'ye âşık olacak."

Öyle bir kahkaha attım ki koridordaki herkes bana baktı. "Deniz mi?" dedim kahkaha atmaya devam ederken. "İnci'ye âşık olacak ha?" Başımı hızlıca iki yana salladım. "Unut o işi. Deniz kimseye âşık olmaz."

"Nedenmiş?"

"Çünkü asıl küçük gördüğü şey, aşıklar da ondan! Aşkın insanı aptallaştırdığına inandığı için aşktan uzak durduğunu söylemişti, ne çabuk unuttun."

"Evet ama yine de herkesin bir zaafı vardır. Biz de onu bulacağız."

"Sonra da İnci'yi o zaafa mı benzeteceğiz?" dedim planı anlamaya başlayarak. "Külkedisi misali..." diye kendi kendime konuştuğumda başını salladı.

"Aynen öyle. İnci nasıl biri olursa Deniz'in ona âşık olmaktan kaçamayacağını bulmamız gerek. Güzellikse güzellik, İnci'yi Deniz'in güzellik algısına göre değiştiririz. Zekaysa zekâ, kız bence zaten çok zeki de işte belki Deniz için daha fazlası gerekiyordur."

"Olur, ben varım," diyerek onu desteklediğimde Deniz'e bir ders vermekten ziyade İnci'nin hayallerini gerçekleştirmenin peşindeydim.

Sırıtarak elini avuç içi yere bakacak şekilde bana doğru uzatınca ben de elinin altına kendi elimi koyup büyük bir sevinçle ellerimizi havaya doğru kaldırdım. "Sular takımı!"

Irmak, etrafına kısa bir göz atıp kimsenin beni duymadığından emin olduktan sonra "Neler takımı?" diye fısıldayarak sordu.

"Sular?" diye ürkekçe tekrarladığımda başını bıkkınlıkla öne eğip sallandırdı. "Ya hani ikimizin de ismi suyla ilgili ve eş anlamlı falan ya..."

Beni koridorda bırakıp sınıfa doğru yönelince ismini sayıklayarak peşinden koştum.

--

Sıkıntıyla bir kez daha iç çektim ve aldığım nefesi, yine aynı sıkıntıyla verdim. Gece yarısına bir buçuk saat vardı ve ben telefon kulübesinin hemen yanındaki kaldırıma oturmuş, Kıvanç'tan gelecek aramayı bekliyordum.

On beş dakika boyunca hiçbir işle uğraşmayarak yalnızca bekledim ve on altıncı dakikanın sonunda bana doğru gelen birinin olduğunu fark ederek hızlıca ayağa kalktım. Aslında gelenin Kıvanç olduğunu sanmıştım ama ceketinin kapüşonunu indirince farklı biri olduğunu anladım. Zaten bu yüzden beni es geçip biraz ilerideki telefon kulübesine doğru yürümeye devam etti.

"Hey!" diye seslediğimde adımları durdu. "Bekle!" dedikten sonra koşarak yanından geçip olan biteni anlamasına fırsat tanımadan kendimi kulübenin içine attım.

Birkaç büyük adımda yanıma gelip "Ne yapıyorsun?" diye sordu.

Yakınımdaydı ve bu şekilde suratını net bir şekilde görebiliyordum. Öfkeli bakışları ondan çekinmeme sebep olurken "Şey, ben bir arama bekliyorum da..." diye açıkladım.

Kahverengi olmadığından emin olduğum ama tam rengini de anlayamadığım gözlerini yumup tekrar açtı. "Birini aramalıyım. Merak etme, uzun sürmez."

Bazı kelimeleri yutarak konuştuğunda göre sarhoş olabilirdi. Aklı bulanık biriyle kimsenin olmadığı bir sokakta tek başıma olmak canımı sıksa da geri adım atmadım. "Olmaz, ya sen o kişiyi ararken beklediğim arama gelirse?"

"Bundan bana ne?" diye sorduğunda ona hak verdim. Bu onu hiç ama hiç ilgilenmiyordu. Yine de...

"Olmaz, ilk ben geldim," diyerek diretmeye devam ettim.

"Sadece bir dakika sürecek, söz veriyorum."

"Olmaz."

"Beni kötü biri olmaya zorlama," dedi biraz önceki ılımlı tavrından vazgeçerek. "Çık şuradan."

"Hayır dedim," diye inat ettim. "İlk ben geldim. Bak, kartım bile takılı."

"Bana bak," diyerek biraz daha yaklaştı bana. "Hemen oradan çıkmazsan..."

"Ne yaparsın hemen çıkmazsam? Söyle, ne yaparsın?" diye bağırınca sol kolumdan tuttuğu gibi beni kulübenin içinden çıkardı ve sertçe ittirdi.

Yere, popomun üstüne düştüğümde acıyla inledim. Beni umursamayıp kendi kartını taktığında ellerimi uzatıp bacağına sarıldım. "Arama bekliyorum dedim sana!"

Bacağını benden kurtulmak istercesine sallamaya başladı. "Hasta mısın kızım, bırak beni!"

Onu dinlemeyip bacağına daha sıkı sarıldım ama aradığı kişi aramasını açmış olmalıydı ki bir anda bacağını sallamayı bıraktı ve "Beni alması için birini yollayın. Hayır, motor kullanamam şimdi," diyerek dikkatini benden aldı.

Var gücümle çığlık atmaya başladım. "Ya yok bir şey, sen birini yolla yeter," deyip telefonu kapattı. Kendi kartını çıkardıktan sonra benimkini taktığını görünce çığlık atmayı keserek ayağa kalktım.

Üzerimi silkeleyerek gülümsedim. "Sanırım işin bitti, artık ben—"

Yanımdan geçip gideceğini sandığım sırada boynuma uzanan elleri, önce sözümü sonra nefesimi kesti. "Senin yüzünden yanlış anlaşıldım," derken beni kulübenin camına yaslamıştı, pis nefesi suratıma çarpıyordu.

"Nefes-" derken var gücümle onu itmeye çalışıyordum. Sanırım fazla ileri gitmiştim.

"Bir daha konuşamayacak olman ne üzücü..." dediğinde beni öldüreceğini zannederek çırpınmaya başladım.

"Hey!"

Duyduğum tanıdık ses içimi ferahlatırken boğazımdaki ellerini gevşetti.

"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye sormadan önce yanımıza varmıştı bile.

Çocuğu omuzlarından tuttuğu gibi kulübeden çıkardıktan sonra suratına bir yumruk geçirdi. Ardından bana dönüp elleriyle yüzümü avuçladı. "İyi misin?"

Hızlıca başımı salladım. Rahatlamış gibi nefesini verip yere düşen çocuğa döndü. "Defol!"

Ağzındaki kanı tükürdükten sonra bana bakıp gülümsedi. "Seninle henüz işim bitmedi, yapışkan kız."

Tehdidi beni hiç mi hiç korkutmamışken bileğimden tutan Batuhan'a hitaben "Ne işin var burada?" diye sordum.

"Asıl senin ne işin var bu saatte burada?" diye kızarak çekelemeye başladı beni. Birkaç adım sonra aklıma gelen şeyle beraber endişeyle dudaklarımı araladım.

"Dur, ankesörlü telefondan beni arayacaktı!"

"Kim?" diye sorup eş zamanlı olarak tek kaşını kaldırdığında Irmak ve Deniz'e olduğum kadar ona karşı dürüst olamadım.

"Bir arkadaşım..."

"Telefonun yok mu kızım senin?" diye sinirle sorduğunda kaşlarımı çattım. Gözlerini şüpheyle kısıp, "Neden ankesörlü telefondan haberleşiyorsunuz arkadaşınsa?" diye sorduğu anda ankesörlü telefondan yükselen sesi duydum.

"Şu aramayı bir cevaplandırayım, anlatacağım sonra," dediğimde bir süre şüpheli bakışlarıyla bana bakmaya devam etse de başını onaylarcasına salladı ve bileğimi bıraktı.

Telefon kulübesinden zaten birkaç metre uzaklaşmış olduğumuzdan, yalnızca arkamızı dönmemiz ve birkaç büyük adımla o tarafa yaklaşmamız gerekiyordu. Arkamızı döndüğümüzde beklediğimin aksine, çocuğu ne biraz önceki düştüğü yerde ne de kulübenin yakınlarında gördüm.

Yokluğuna takılmayıp kulübeye doğru hızlı adımlar atmaya başladım. Neyse ki şansım yaver gitti de arama sonlanmadan önce elimi uzattım ve ahizeyi titreyen ellerimle tutup kulağıma yaklaştırabildim.

"Şu lanet olası numarayı kaç kez aradığımdan haberin var mı?" diye çıkıştığında bir süre bir şey diyemedim. "Solucan?" diyerek hatta olup olmadığımı kontrol etmek amacıyla konuştuğunda, "Adım Nehir ve buradayım, küçük bir sorun çıkmıştı," dedim.

"Neyse, Bordo Caddesi'ne gel. Girişte kel bir adam sana yolu gösterecek," dedi ve ben hiçbir şey diyemeden telefonu suratıma kapattı.

Ondan hâlimi hatırımı sormasını beklememiştim elbette fakat bu kadar kısa bir telefon konuşması yapacağımızı da düşünmediğimden, az da olsa hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyordum. Saniyeler sonra Batu'ya döndüğümde meraklı gözlerle beni izlediğini gördüm.

Utana sıkıla, "Beni Bordo Caddesi'ne bırakabilir misin?" diye sorunca kaşlarını çattı. Daha önce oraya hiç gitmek istemediğim için teklifimi garip bulmuştu. Yine de ısrarlarım sonucunda beni caddeye bırakmayı kabul etti.

Caddenin girişine vardığımızda, "Ben de geliyorum," dedi.

Başımı hızlıca iki yana salladım. "Arkadaşım içeride, o alacak beni."

Yine aynı şekilde gözlerini şüpheyle kısıp, "Kimmiş o arkadaşın?" diye sorgular bir şekilde konuştuğunda hafifçe gülümsedim.

"Güvenilir biri."

İçimden koca bir kahkaha patlattığımda az kalsın boğuluyordum. Kıvanç'ın güvenilir olup olmadığını nereden biliyordum da Batu'ya öyle söylemiştim ki?

"Pekâlâ, sen öyle diyorsan..." Etrafına baktı. "Bir şey olursa hemen beni ara, gelip seni alırım," diye devam ettiğinde tamam dercesine gözlerimi yumdum ve birkaç adım geri gittikten sonra el salladım.

Gülümseyip arkasını döndüğünde, ben de arkamı dönüp caddenin ışıltılı girişine baktım. Bunu gerçekten yapmak istiyor muydum, bilmiyordum. Emin olduğum tek bir şey vardı ki ayaklarım benden habersiz adım attığına göre, onlar bunu istiyordu.

--

Kel adam bana adımı dahi sormadan onu takip etmemi söylediğinde beni tanıyor olmasına şaşırmıştım. Adam önde, ben arkada ilerlerken caddeyi incelemeye başladım.

Yaşadığım yer olan Seyhan, Türkiye'nin en güzide şehirlerinden biriydi. Antalya'nın hemen yanındaki büyük şehrimizin denize kıyısı vardı. Adana'nın Seyhan'ıyla çoğu zaman karıştırılıyor olması ise trajikomikti. Çünkü eğer ileride Adana'nın ilçesi olan Seyhan da bir şehir olsaydı Türkiye'nin iki Seyhan'ı olacaktı. Biri eski Seyhan, diğeriyse yeni Seyhan...

Seyhan'ın en ünlü yeri ise bu caddeydi. Caddenin sahibi, yani Bordo Caddesini Bordo Caddesi haline getiren adam, bildiğim kadarıyla Umut Güven adında biriydi. Caddenin girişi ve çıkışı, ışıltılı ve fazlasıyla görkemliydi fakat içindeki sokakları kesinlikle öyle değildi. Bunlar benim duyduğum şeylerdi ve işte şimdi, hepsine kendi gözlerimle şahit olabiliyordum.

Karanlık sokaklarda ilerlerken korkuyor olsam da bunu yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Etrafımdaki insanlar ürkütücü derecede garipti ve kel adama ne kadar güvenmem gerektiğini bilmiyordum.

Adam aniden durduğunda ben de durdum ve önünde durduğumuz kapının üstündeki tabelaya baktım. Tabelada büyük harflerle "DOLAP BAR" yazılıydı ve kırmızı bir ışıkla çerçevelenmişti. Barın ismine baktıkça kendimi kahkaha atmamak için zor tutuyordum.

Adam içeriye girmem için işaret verince başımı sallayıp kapıya yöneldim. İçeriye ürkek adımlarla girdikten sonra bar tezgahının arkasındaki çocuğa doğru ilerledim. Etrafta Kıvanç'ı görmemiştim ve bardakları silen çocuk tehlikeli biriymiş gibi durmuyordu.

"Şey..." diye seslendiğimde yüksek ses müziğe rağmen beni duydu ve fark etti.

Yüzünde kocaman bir sırıtış belirirken "Selam güzellik, ben Gay Boy," dedi.

"Gay, ne?" deyip kahkaha atmaya başladığımda kaşlarını çattı.

"Lakabımla dalga geçemezsin tamam mı?" diye bağırınca hemen gülmeyi kesip özür diledim.

"Özür dilerim, yanlış anladın beni."

"Hep öyle derler zaten," diye tavır aldı birden.

"Dalga geçmedim," dedim ciddiyetle. "Tatlı buldum ve güldüm, bu kadar."

"Gerçekten mi?" diye sorarak duruldu. "Bence de tatlı." Ardından gülümsedi. "İsmim Selman."

Uzattığı elini sıkarken "Nehir," diye gülümsedim.

"Daha önce seni hiç buralarda görmedim Nehir," dedi bilmiş bir edayla. "Sen yenisin."

Başımı salladım. "Şey, evet... Ben birini arıyorum da..."

"Kimi?"

"Adı Kıvanç," diyerek hakkında bildiklerimi sıralamaya başladım. "Çok yakışıklı. Pardon, kahverengi saçları var. Gözleri de kahve ama sıradan bir kahve değil. Biçimli kaşları ve dolgun dudakları var. Ah, bir de boyu 1.88 cm..." Gülmeye başlayınca sustum, baktım ki kahkahalarının önüne geçmek gibi bir isteği yok, "Neden gülüyorsun acaba?" sordum.

Nihayet gülmeyi kesip "Kıvanç Vuran'dan mı bahsediyorsun sen?" diye sorunca başımı salladım. Yarım ağız bir gülümseme eşliğinde, "Beni takip et," dedi.

İlerlemeye başlayınca sorgulamadan dediğini yaptım. Dar bir koridorda yürüdük, etrafı aydınlatan mavi ışıklar hoşuma gitmişti. Zaten koridorda ışıklar dışında başka bir şey yoktu.

Koridorun sonu büyük ve kasvetli bir yere açılınca devam etmek isteyip istemediğimi düşündüm. Selman bana eliyle ileriyi gösterdiğinde kendi içimde yaptığım muhasebeye rağmen içeriye girdim.

Görüş açıma giren Kıvanç'ı, deri bir koltuğun üzerinde oturmuş sigara içerken gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Etrafındaki kızları görmek de beni şaşırtmamıştı desem yalan söylemiş olurdum çünkü şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim.

Selman bir anda ortalıklardan kayboldu, ben de yavaş adımlarla Kıvanç'a doğru ilerlemeye başladım.

Kıskançlık? Sanmıyorum. Hayal kırıklığı? Belki biraz...

Tam karşısında durduktan sonra yanındaki kızları incelemeye başladım. Güzellerdi, çok çok güzellerdi. Yüzlerindeki boyalar ve üzerlerindeki kıyafetler onları daha da güzel göstermişti. Makyajları ve kıyafetleri olmadan da güzel olabilirler miydi diye merak ederken, kısa bir anlığına kendime baktım. Salık saçlarım, dar tişörtüm ve kot şortumla oldukça sıradan görünüyordum.

"Kıvanç!" Beklediğimin aksine güçlü çıkmıştı sesim. Gözlerini bana çevirdi ama yanıma gelmek yerine kızlarla ilgilenmeye devam etti.

Orada kaç dakika veya saat dikildim, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, artık yorgunluktan ayakta uyuyacak kıvama gelmiş olmamdı. Kıvanç bu süre zarfında birkaç kez benimle göz göze gelmiş ama hiçbir şey söylemeden tekrar kızlarla ilgilenmeye devam etmişti.

Aslında onlarla gülüp eğlenmiyordu, herhangi birine dokunduğunu da görmemiştim ama benim yerime onlarla konuşması kalbimin kırılması için yeterliydi. Yani tamam, sohbet açan oymuş gibi de durmuyordu, daha çok kızların sorularına cevap veriyor gibi duruyordu ama zaten sinir bozucu olan kısım da burasıydı. Benim sorularıma cevap vermiyor, verse de hep geçiştiriyordu.

Kızlardan esmer olanı dışında hepsi dağıldığında, derin bir nefes aldım. En sonunda esmer kız da gidince Kıvanç benimle ilgilenir sandım fakat yine öyle olmadı. Uzakta durup onun bana gelmesini beklemek yerine yine ben ona gittim, deri koltuğa oturduktan sonra parmak uçlarımla oynamaya başladım.

Bir süre sonra, "Gördün mü?" diye sorunca sonunda ilgisini artık bana vermek istediğini anlamıştım. "Nasıl biri olduğumu gördün mü?"

Ona bakmadan tırnak derilerimi koparmaya devam ederken "Evet," diye fısıldadım.

"Solucan..."

Bu sefer ne adımın Nehir olduğunu hatırlatmak istedim ne de sırf bana öyle seslendi diye öfkelendim.

Başımı hafifçe kaldırdım ve ona baktım. Artık daha yakın duruyordu bana ve daha önce hiç yapmadığı şekilde gözlerimin içine, derinlerde bir şey arar gibi bakıyordu. Sağ elini kaldırıp, sol yanağımın üzerine koyduktan sonra başparmağıyla sol gözümün altını okşamaya başlayınca şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim.

İlk kez bana dokunuyordu ve bu kesinlikle şefkat içeren bir dokunuştu.

Anın şaşkınlığını üzerimden atamamışken "Kimsin, neyi seversin, ne yaşadın da aşkla iyileşeceğini düşünür hale geldin bilmiyorum," diye konuşmaya başladı. Ondan daha önce hiç duymadığım kadar yumuşak bir sesle konuşuyordu. "Hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Sen sadece... Gerçek bir sevgiyi hak eden, iyi bir kızsın, bunu biliyorum." Gözlerimi kapattım, dokunuşunu hissetmeye çalıştığım sırada "Demem o ki... Bana âşık olma Solucan," deyince kapalı olan sol gözümden bir damla yaş aktı. Başparmağıyla gözyaşımı sildi. "Şimdi olduğu gibi... Ben sadece şimdi olduğu gibi seni ağlatacak biriyim." Derin bir nefes aldı. "Bu yüzden, artık gelme... Git ve âşık olabileceğin başka birini bul kendine."

Aniden elini çektiğinde boşluğa düşer gibi oldum, gözlerimi korkarak açtım. Bana bakmıyordu, başka bir sigara yakmak için çakmağıyla uğraşıyordu. Dokunuşunun bana hissettirdikleri hafızama çoktan kazınmışken ayağa kalktım.

Belki de bir daha asla öylesine yakın olduğumuz bir anımız olmayacaktı... Belki de... Belki de bir daha asla ortak bir anımız da olmayacaktı. 

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

640 261 5
çocukluğundan itibaren sorunlu ve ailesi tarafından sevilmeyen bir çocuk, kendisini bilmediği bir evrende bulur. Saat kulesinden kaçacak miydi, çık...
5.3K 251 39
M Sadık DAL olmazsa olmazı olan çaydır.
247K 14.5K 27
"Peki en sevdiğin renk ne Şervano?" Gökyüzüne bakıyordu bende ona. Onu izlemek gökyüzünü izlemekten daha cazip geliyordu bana. "Firuze. " " Efendim...
362 120 6
Anne ve babamın öldüğünü duyduğum an benim kalbim durmuştu, tek hissettiğim buydu acı. Kalbim acıyordu, çok acıyordu...