FELAH

By lemveli

687K 64.7K 48.3K

❝Savaşı durduramam ama elime mikrofon alarak insanların sesini duyurabilirim.❞ Savaş kaybolmaktır. Ben bu sav... More

FELAH
1. KAYIP
2. DİP
3. KAYBOLMAK VE BULUNMAK
4. DOST VE DÜŞMAN
5. İKİ EL ATEŞ
6. BAŞKA KOŞULLAR
7. MASALLARA İNAN
8. AY PARÇASI OPERASYONU
9. LEKELİ GERÇEKLER
10. YASAK BÖLGE
11. ÖFKE
12. ÖNCELİK
13. ATEŞİN TAM ORTASI
14. MERHAMET VE İHANET
15. CEZA
16. DÖRT
17. EV
18. FEDAKÂRLIKLAR
19. AİLE
20. SEKİZ KASIM (1.KİTAP FİNALİ)
21. GÖMÜLMEYEN BİR ÖLÜ
22. GERİ DÖNÜŞ
23. SUİKAST
24. PİYON
25. LAVİNİA
26. ŞÜPHE
27. KARABAĞ'A DÖNÜŞ
28. HER ŞEYE RAĞMEN
29. İNTİKAM
30. SONLAR VE BAŞLANGIÇLAR
32. BOZKURT VE KARGA
33. MÜHÜRLÜ KALPLER VE BEDENLER
34. MUTLU SABAHLAR
35. İNANÇ

31. YALANLAR VE DOĞRULAR

11.7K 1.3K 798
By lemveli

Seksendört - Hayır Olamaz

Kurşunla delinse bile atmaya devam eden bir kalbim vardı.

Belki de bu yüzdendi bu yaşadıklarım. Belki de bu yüzdendi herkesin benim sırtıma yüklediği bu yük.

Benim kalbim öyle delinmiş, öyle kırılmıştı ki canımın acısı mecaz değildi. Canım gerçekten yanıyordu ve hâlâ yaşamaya devam ettiğim için kimse bunun farkına varamıyordu.

Nefesi burnuma dolduğu andan itibaren gözlerim doldu. Daha sesini duymadan onu tanımıştım. Ama sesi... Sesini duymak beni alaşağı etmişti.

Şarkıdaki, 'ben kimim' sorusunu duyup kulaklığımı çıkarıp bana cevap vermişti.

"Sen benim Ay Parçam'sın, hayatımsın, her şeyimsin," dedi. Şaşkınlıkla yanımda oturan ona dönmek istediğim sırada ise buna müsaade bile etmeden bana sıkıca sarıldı.

Kolları... Kolları evimdi, kolları yuvamdı. Kolları yıllar önce kaybettiğim annemin kucağıydı sanki.

Kolları beni omuzlarımdan daha sıkı sararken dönmeme izin vermiyordu. Çenesini omzuma yaslamadan önce omzuma uzun bir öpücük bıraktı. "Çok... Çok özledim."

"Ben de seni çok özledim," demek istedim ama sustum.

"Bak, yine buldum seni."

Beni önce bulmuş, sonra da sonsuza kadar kaybetmişti aslında.

Tekrar omzumdan öpüp beni sıkıca sardığında derin nefes aldım ve geri çekilmeye çalıştım ama kolları bir kafes gibiydi. "Bırak," diyerek çabaladım. Duymamış gibi davrandı.

"Bırak," dedim bu sefer daha sert sesle. "Polis çağırırım!"

"Seni buldum, Hilal. Kollarımdasın şu an. Başka hiçbir şey umurumda değil. Ne yaparsan yap ne istersen söyle."

"Canım acıyor," dedim yalandan. Oysa aylar sonra canımın hiç acımadığı nadir bir andı.

Kolları boşaldı anında. "Kalbin mi?" Sorusunda endişeli bir tını vardı. Ayağa kalkıp bankın diğer tarafına geçti ve yüzlerimizi aynı hizaya getirdi. Altın hareleri üzerimde gezinirken, "Hastaneye gidelim mi?" diye sordu korkuyla.

"Gerek yok."

"Ne yapalım o zaman?"

"Git."

Başını iki yana salladı. "Aylardır seni arıyordum. Bulmuşken nasıl giderim?"

"Ben yeni bir hayata başladım ve bu hayatta sana yer yok."

"Benim yerim senin kalbinde," dedi ve ardından saçlarıma uzandı. Saçımı okşadığında gözlerimi kapatmamak için kendimi zor tuttum. Onun şefkatini özlemiştim. Onun kokusunu, onun kollarını, onun bana böyle hayran hayran bakmasını...

Dudaklarımı ıslattım. "Doğru, senin yerin benim kalbimdeydi. Ve ben bu yüzden kalbime sıktım, seni öldürdüm."

"Hatırlatma," dedi kederli sesle.

Derin nefes alıp, "Bak," dedim gözlerimi gözlerine kenetleyerek. "Madem beni buldun, seninle doğru dürüst konuşalım. Sonra da çıkıp git, bir daha da karşıma çıkma."

"Birinci söylediğini kabul ediyorum."

"Çocuk gibi davranmayı kes!"

"Sadece senin yanında çocuklaşabiliyorum oysa."

Hüzünlü bir bakışla bana baktığında kurduğum cümleden anında pişman oldum. "Hava soğuk, burada bir kafe var. Oraya gidelim."

Ayaklandığımda sanki her an ondan kaçacakmışım gibi aceleyle kalktı. "Tamam."

Parkta biraz yürüdük. Dakikalar önce bu yolu onu düşünerek yürüyordum ama şimdi yanımdaydı. Hayal değildi, çoğu zaman gördüğüm rüyalardan da değildi. Gerçekti. Buradaydı. Bir şekilde beni bulmuştu.

Bazen beni bulmasını isterdim.

Bazen hiç onu görmemek isterdim.

Bazen ise... Saçlarının beyazladığını düşünüp ağlardım. Çünkü ben onunla yaşlanmak isterken yaptıkları yüzünden ayrı düşmek zorunda kalmıştık.

Ve bu çok acıydı. Hiç adil de değildi. En azından ben, bunu hak etmediğimden emindim.

Parkın dışındaki geniş ve kısmen kalabalık caddeye çıktığımızda biraz daha yürüdük ve en sonunda kafeye vardık. Kafenin içerisine girdiğimiz sırada, "Diana," dedi kafenin beş yıllık baristası olan Anna. "Hoş geldin." Ve onu görüp göz kırptı bana.

"Hoş buldum. Bana aynısından, beyefendiye de."

"Tamamdır," dedi ve beğeni işareti yaptı. İskoç erkeklerinden çok farklı bir aurası vardı onun. Esmer teni, koyu kahverengindeki gür saçları, hafif kirli sakalı, kemikli ve çıkıntılı yüz hatları, altın rengine yakın gözleri vardı... Ve simsiyah göz torbaları, onu ilk kez bu kadar çökmüş görüyordum.

Cam kenarı olan yerlerden birine geçtik, karşı karşıya oturduk. Caddeyi ve insanları görebiliyorduk buradan rahatça. Çoğu zaman burada oturur ve çalışırdım. Bazen gözüm sataşırdı caddeye, uzun bir süre insanları izlerdim, sonra tekrar işime dönerdim.

"Diana," diye mırıldandı ama bu bir hitap değildi. "Hilal isminin nesi vardı?"

"Anısı."

"İsmini seviyorum."

"O yüzden değiştirdim zaten."

"Hilal," dedi üzerine basa basa. "Bana olan öfken biraz olsun azalmadı mı?"

Düşündüm kısa bir süre ve ardından onun eskiden âşık olduğum gözlerine baktım. Gözlerinde yaşanmışlıklarımız ve yaşayamadıklarımız vardı.

"Öfkem azaldı," dediğimde yüzündeki bulutlar azaldı. Gözlerinde umudun ışığı parlamaya başladığında tebessüm ettim. "Dürüst olacağım. Ki zaten her zaman dürüst olan ben oldum sana..." Cümlemle gözleri kısıldı. "Sana karşı hiçbir hissim kalmadı." Koca bir yalandı ama buna inanması gerekirdi. "Burada yaşamaya başladıktan sonra yaşamayı hak ettiğimi anladım. Ne sen ne de başkası için değmezmiş yıllarca yas tutmaya, acılar çekmeye, komada kalmaya... Kendi değerimi anladım, kendi hayatımın kıymetini bildim geç de olsa. Yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu kavradım. Sen bana zarar veriyordun. En başından en sonuna kadar bana iyi gelmedin. Ben ömrümün belki de en güzel yaşlarını senin sahte mezarının başında çürüttüm. Belki de Karabağ'da tanıştığım o adam için değerdi. Ama senin için değmezmiş. Üç yıla değil, tek güne bile."

Altın renkli gözlerine yaşların dolmasını anbean izledim. Tuhaf bir duygu şu an hissettiklerim. Zevk değildi, intikam almanın haklı gururu değildi. Bu duygunun adını binlerce kitap okusam da tanımlayamazdım.

"Sana inanmıyorum."

Gözlerinde kendimi gördüm. Haykırışlarımı, gözyaşlarımı, acılarımı, aşkımı, yalanlarımı ve doğrularımı... Hepsi onun gözlerinde saklıydı sanki.

"Sana hiç yalan söylemedim."

"Şu an yalan söylüyorsun."

Omuz silktiğim sırada Anna kahvelerimizi getirdi. Bana imalı bakış attıktan sonra arkasını dönüp gittiğinde, "Niye öyle baktı?" diye sordu.

"Her hafta başka bir erkekle buraya geldiğim için."

Gözleri belerdi. "Ne?"

"Duydun."

"Yalan söylüyorsun," dedi yine ısrarla. "Seni tanıyorum."

"Biz birbirimizi hiç tanımıyoruz aslında." Kahvemden bir yudum aldım. "Beraber iki ay bile geçirmedik. İki ayda kimse kimseyi tanıyamaz. Ne ben seni tanıdım ne de sen beni. Ben senden çok Zamir, Kaplan, Tomris hatta Mihrinaz'la vakit geçirdim. Gerçi onlar da beni tanıyamamışlar ama..."

"Beni bir kere vurmuştun," dedi yavaşça. Ama asla suçlayıcı bir tavırla söylemiyordu bunu. "Yıllarının bir yalanla geçtiğini öğrendin o gün beni vurmak hakkındı. Bunu yapsaydın kimse seni suçlamazdı."

"Ben seni düşmanım sandığım için vurmuştum," diye hatırlattım ona.

"Doğru," dedi ağır ağır başını sallayarak. "Hüseyin haindi ama sen onun ölümünü bile istemedin. Beni öldürmezdin. Öldüremezdin. Ama o an kimse bunu düşünemedi, Hilal. Kaplan sana bu yüzden silah çekti, Zamir seni ikna etmeye çalıştı."

Kaşlarım çatıldı. "Bana onları savunmaya mı geldin?"

"Hayır, kimsenin savunulacak bir tarafı yok. Özellikle de benim."

"O zaman derdin ne?"

"Bana bir kere Haris desene," dedi derin bir özlemle. "Hasret kaldım."

"O kadar haykırdım ki senin ismini... O gün Şuşa'da, ertesi sabah İstanbul'da cenazende, üç yıl da mezarında... Sen duydun, bildin ama susmaya devam ettin. Şu an vicdansız bir kadınım belki de gözünüzde ama sen bana merhamet etmedin, benden de bekleme."

Dudakları düz çizgi halini alırken yüzünde büyük bir keder vardı. "Peki, ya babanı merak etmiyor musun?"

Başımı iki yana salladım. "O Türkiye'nin şerefli bir tümgenerali, askeri... Gerçek bir vatan evladı. Ama iyi bir baba değil, hiçbir zaman olamadı. Annem yaşarken bunu çok hissetmedim ama annem öldükten sonra babamın tüm eksiklikleri ortaya çıktı. Meğer annem kapatıyormuş onun sevgisizliğini."

"Baban seni arıyor."

"Savaşta bunun aksini söylemiştin, hatırlıyor musun?"

"Baban, seni aramıyor Hilal. Kaybolduğunun duyulmasını engelledi. Medyaya yasak geldi, kimse senin hakkında tek bir haber bile yapmadı. Hiç yokmuşsun, hiç o bölgede kaybolmamışsın gibi davranıyor şu an herkes. Senin baban seni bu savaş için harcadı! Seni feda etti. İsteseydi bu meseleyi çok yukarılara taşırdı ve sağ salim teslim edilirdin üst düzey kurumlara. Oradan da evine dönerdin ama baban bunu yapmak yerine şu an bizimle savaşmayı seçiyor."

"Hatırlıyorum," dedi pişmanlıkla.

"Babamın benden vazgeçmeyeceğini söylemiştim sana. Çünkü düşmanımdın, sana yaralarımı, zaaflarımı gösteremezdim. Ama şimdi savunmasız bir şekilde karşındayım. Ve diyorum ki, ben babamın umurunda bile değilim. Annem öldükten sonra babam da öldü onunla beraber. Ben kimsesiz kaldım. Aynı senin gibi."

"Ona kızgınsın. Yaşadığımı bilip senden sakladığı için."

"Onun da payı var ama sen babamla olan meselemin sadece bir kısmı olabilirsin."

Cümleme bozuldu ama yine de pes etmedi. "Tüm sevdiklerini geride bıraktın, Hilal. Altı aydır her günümü seni arayarak geçirdim. Delirdim. Hak ettim, eyvallah. Ama delirdim ben."

"Sevdiklerim?" diye sordum alayla. "Her şeyi bilip benden saklayan babam mı? Sen mi? Ya da seni öldüreceğimi sanan ekip mi? Alp var bir tek masum ve hâlâ sevdiğim. Onunla da iletişim kuramadım. Beni bulma diye."

"Bilal?" diye sordu. "Çocuk seni sayıklıyor sürekli."

"Yapacak bir şey yok," dedim ama o sırada Bilal'i özlediğimi fark ettim. Deprem zamanı bazen öğlenleri evlerine geldiğimde benimle uyurdu. Tüm o yorgunluğumu, üzüntümü kısa süreli de olsa unuttururdu bana. Aramızda güzel ve güçlü bir bağ oluşmuştu.

Kahvesini biraz ileriye itti ve dirseklerini masaya yaslayarak bana baktı. "Dönmeyecek misin?"

"Neden döneyim? Beni İstanbul'a bağlayan ne kaldı?"

"Kalmadı mı hiçbir şey?"

"Kalmadı."

"Buna inanmamı bekleme."

"Seni inandırmamı bekleme."

"Yerimde olsaydın ne yapardın? Seninle bir ihtimalim olsun istedim. Türkiye'ye dönersek gerçekten ölecektim ama orada kalırsam düşük bir ihtimalle yaşayacak, seninle bir gelecek kurabilecektim. Yemin ederim, bizi düşündüm. Bir ihtimalimiz olsun istedim, Ay Parçası."

Kollarımı göğsümde kavuşturup ona baktım. "Peki, sen döndüğünde benim hayatımda başka birisi olsaydı?"

"Öyle bir ihtimal olamazdı."

"Niye?"

"Çünkü sen Hilal'sin. On sene de geçse birini almazdın hayatına."

"Bencil bir yaklaşım."

"Hayır, ben de olsam hayatıma kimseyi almazdım. Baban aldı mı? Zamir'in annesi?" Yutkundu. "Altı aydır, yaşattığımı yaşıyorum. En azından sen benim mezarıma geliyordun, öldüğümü sanıyordun ama ben? Yaşayıp yaşamadığını bilmeden her gün seni aradım. Sana benzeyen..." Dudakları seğirdi. "Sana benzeyen kadın cesetlerini teşhis etmek için o morga her girdiğimde öldüm. İnsan bir kere ölse keşke ama ben defalarca öldüm."

"Babamın gitmesi gerekmez miydi teşhise?"

Bunu soracağımı tahmin ettiği için şaşırmadı. "Evet. Ama kendisi bunu benim yapmamı istedi."

"Sana ceza kesmiş aklınca."

"O senin baban," dedi sanki bunu unutmam mümkünmüş gibi. "Ve seni çok merak ediyor."

"Yeter bu kadar. Tamam, siz hepiniz masumsunuz, beni çok seviyorsunuz. Kötü ve bencil olan benim. Rahatladın mı?"

"Hilal," diye mırıldandı. "Beni hâlâ sevdiğini biliyorum."

Histerik bir şekilde güldüm. "Nereden biliyorsun?"

Elini sol yanına götürdü. "Buradan. Unuttun mu? Ben senim, sen de ben. Biz birbirimizi her zaman seveceğiz. Ölene kadar değil, daima."

"Ölmüyorsun ki maşallah," dedim dalga geçer gibi.

"Hilal, dürüst ol artık," dedi ciddi tavırla. "Beni sevmediğine ne dersen de ne yaparsan yap, inanmayacağım. İnanmam. Buraya başka erkeklerle geldiğini söyledin, inanmadım. Arkadaşın olabilir elbette ama sen benim gölgeme bile ihanet etmezsin. Seni tanıyorum."

"İhanet sayılmaz. Sonuçta biz beraber değiliz. Ve bundan sonra da olamayız."

"İhanet sayılır. Çünkü senin kalbinde hâlâ ben varım. İçinde bana karşı biraz sevgi kırıntısı varsa başka birine umut vermen bile ihanettir. Aynı zamanda o kişiye haksızlıktır. Ve ben bunu yapmayacağından adım gibi eminim."

"Adın neydi sahi? Fazla olduğu için unuttum." Üç kişilikli şahıs...

"Adım sen ne istersen odur bundan sonra." Nasıl böyle sabırlı davranabiliyordu, anlamıyordum. Ben olsam çoktan çekip giderdim. Kendi kendime tahammül edemezdim ama o sanki günlerce burada oturabilirmiş gibi davranıyordu.

Bakışlarım caddeye kaydığı sırada şimşek çaktı. Gök sanki ikiye ayrılmış gibiydi. Şimşekler birbirinin ardından çakmaya devam ederken etrafa yayılan ışıklar göz kamaştırıcıydı. Ve birkaç dakika sonra şimşeklere sağanak yağmurlar eşlik etti. Bu duruma alışık olan insanlar yanlarında taşıdıkları şemsiyeleri açtı, bazıları ise yağmurun tadını çıkararak yavaş yavaş yürümeye devam etti.

Ve o sırada aklıma gelen şiiri söylemeye başladım. "Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun... Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun... Rüzgârı seviyorum diyorsun, rüzgâr çıkınca pencereni kapatıyorsun... İşte, bunun için korkuyorum; Beni de sevdiğini söylüyorsun..."

"William Shakespeare."

"Evet," dedim. "Güzel demiş."

"Ben seni sandığından daha çok seviyorum. Sana yaşattığım her an için özür dilerim. Yüzsüzlük bu ama affet beni. İnan bana, ne olur? Yalansızım karşında. Anlattım sana sebeplerimi, bin kez de anlatabilirim ama bana öyle bakma."

"Bana söyleseydin, seni deşifre mi ederdim?"

Başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Gizli kalması gerekiyordu. Zamir bile bilmiyordu."

"Ben mezarında gelip seninle konuştuğumda nasıl dinledin beni arsızca?"

"Ağlaya ağlaya," diye yanıtladı sorumu.

"En azından biraz da olsa vicdanının kalması ne hoş."

"Yaşadığıma hiç sevinmedin mi?" Bu soruyu onu ilk gördüğümüz gün de sormuştu. Ne sanmıştı? Boynuna atlayacağımızı mı? Kendi adıma bunu yapamazdım.

"Yaşadığına sevindim. Kendi yaşadıklarıma üzüldüm çünkü hepsi boşunaymış."

"Bunu yapmasaydım zaten ölecektim."

"Keşke ben ölseydim de yıllarca kandırılmasaydım. Ama başaramadım onu bile. Göğsüme sıktım, mucizevi bir şekilde yaşadım."

Cümlemi bitirir bitirmez gözünden yaş aktı. "Öleceğini sandım. Çok korktum."

Gülümseyerek, "Yaşıyorum ve mutluyum," dedim ikna edici bir tınıyla. Onun gözyaşlarına gülümseyerek karşılık vereceğimi asla düşünmezdim ama koşullar bizi bu hale getirmişti. "Huzurumu bozma. Konuşalım gerekirse sabaha kadar ama sonra git. Bir daha da gelme."

Gözyaşlarını elinin tersiyle silmeye çalıştı ama başarılı olamadı çünkü yenileri bir nehir gibi hızla akıyordu. "O zaman bana bugünlük zaman ver. Beraber vakit geçirelim. Eğer sonra gitmemi istersen giderim. Ama bahse varım, sen benimle geleceksin İstanbul'a."

"Böyle bir şey asla olmayacak."

"Güzelim benim," dedi ve ardından ağlasa bile tebessüm etti. "Seninle hayalini kurduğun tüm anları beraber yaşayacağız. Caddebostan'da el ele gezeceğiz, Ortaköy'de kumpir, Beşiktaş'ta midye yiyeceğiz... Galata'ya çıkıp çıkmadığımı merak ediyordun. Kabristanda Zamir'le konuşurken dinlemiştim sizi. Galata'ya hiç çıkmadım, seni bekledim. İyi ki beklemişim. Ha bir de Emirgan'da manzaraya doğru oturup çay içeceğiz. Tüm o hayallerini gerçekleştireceğim. Sana 2 yıl 10 ay borçluyum, borcumu kapatacağım."

"Bazı borçlar ödenmez."

"Bazı aşklar da bitmez," dedi inatla. "Bizimki gibi."

"Bitti ama," dedim gözlerinin içine bakarak. "Bende kırıntısı bile kalmadı."

"Yalan söyleyebiliyorsun istediğinde," dedi hafif gülümseyerek.

"Ne bu? Yalancı yalancıyı gözünden tanır mı?"

"Belki de..." Dudaklarını ıslattı. "Bu geceye kadar zaman ver. Gece bile olmadan döneceğimizden eminim," diye ısrar etti yine. "Benimle döneceksin, bahse girelim mi?"

Serçe parmağını bana uzattığında iddialı bir şekilde dirseğimi masaya yasladım ve serçe parmağımı öne çıkardım. "Nesine?"

"Öpücüğüne," dedi ve sırıttı.

"Tamam. Ben kazanırsam, bir daha karşıma çıkmayacaksın."

"Tamam."

Serçe parmaklarımız birbirine kenetlendi, birkaç saniye sonra geri çekildim. Kaşlarım çatılırken, "Nasıl bu kadar emin olabilirsin döneceğimden? Beni hiç tanıyamamışsın."

"Aksine seni bu dünyada en çok tanıyan kişi benim, Ay Parçası."

"Diğer dünyada kim?"

"Annen," dedi hüzünlü bir sesle.

Bu cevabı kesinlikle beklemediğim için dondum. "Sizin yüzünüzden onun mezarına gidemiyorum."

"Özür dilerim."

"Hangi biri için?"

"Yaşadığım için."

"Kendi içinde beni suçluyorsun aslında. Yaşadığına sevinmediğimi düşünüp üzülüyorsun hatta."

"Seni hiçbir konuda suçlamaya hakkım yok, Hilal."

"Yine de böyle düşündüğünden eminim."

"Bu zamana kadar nasıl düşündüğümü öğrenmek ister misin?"

"Nasıl?"

Elini siyah montunun iç cebine atarak bir deste zarf çıkardı ve masaya bıraktı. "Bunlar senin."

"Ne bunlar?"

"Sana yazdığım mektuplar," dedi ve yutkundu zorlukla. "Sen benim mezarımda konuşurken benim susacağımı mı sanıyordun? Ben de sana göndermeyeceğim mektupları yazıyordum o yıllarda. Eğer bir gün görevde gerçekten ölürsem mektuplar sana ulaşacaktı. Dirimi affetmeyeceğinden emindim ama ölüme kıyamayacağını biliyordum. Yaşarsam da beni affetmen için son çare sana verecektim mektupları."

Son cümlesi tüm irademi alaşağı ettiğinde, "Ben..." dedim titreyen sesle.

"Sen bu hikâyede en masum kişisin," dedi içten bir tebessümle. "Senin tek suçun, benim gibi bir yalancıyı sevmek. Ama sana söz veriyorum, bugünden sonra sana hiç yalan söylemeyeceğim. Aynı senin gibi."

Oysa ondan sakladığım kocaman bir gerçek vardı. Ailesinin aslında gerçek ailesi olmaması gibi...

Peki, bunu ona söylemeli miydim? Kim bilir gerçek ailesi kimdi? Yaşıyorlar mıydı? Ya da onu istememiş olabilirlerdi. Ama kim olduklarını bilmek hakkıydı.

"Mektupları okumak istersen gidebilirim. Bir saatliğine."

"Olur," dedim hiç düşünmeden.

"Kaçmayacaksın değil mi?"

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Kaçmayacağım."

"O zaman bir saat sonra burada olacağım, Ay Parçası."

Ve ardından ayağa kalktı centilmen bir tavırla, sonrasında gidip kasaya hesabı ödedi ve mekândan ayrıldı.

Onun gözden kayboluşunun ardından rastgele bir mektubu açtım ve heyecanla okumaya başladım.

"Bugün sensiz beşinci günüm, Ay Parçam

Sen benim mezarımdasın yine. Bugün gelmeyeceğini umut ettim ama geldin.

'Keşke ben ölseydim,' diyerek hıçkıra hıçkıra ağladığında yumruğumu dişlerimin arasında ısırarak nasıl haykırarak ağladığımı sana anlatamam.

Kaç gün böyle sürecek, bilmiyorum. Bildiğim tek şey seni göreceğim günün hasretiyle yanıp tutuştuğum. Umarım kısa sürer ve dönüp sana sıkıca sarılabilirim. İtmezsin beni değil mi? Umarım itmezsin.

Hilal, ben kimsesizdim. Evim yoktu, yuvam yoktu, ailem yoktu.

Sen bana çatı oldun, sen bana şöminenin kenarındaki o sıcaklık oldun.

Sen benim her şeyim oldun.

Bu satırları okuyorsan eğer... Ne olur affet. Perişanım ben. Yapayalnızım burada. Sırf senle bir ihtimalim olsun diye katlanıyorum tüm bunlara.

Neredeyim şu an biliyor musun?

Seni ilk getirdiğim evdeyim.

Senin uyuduğun o yataktayım. Kokunun kaybolmak üzere olduğu kıyafetlerinle uyuyorum günlerdir. Saç telini buldum evde şans eseri. Başucuma koydum, ona bakıyorum lambayı yakıp.

Dudakların değen bardağı bile yıkamıyorum.

Delireceğim ben burada bıraktığın anılarla.

Eğer seninle tanışmasaydım, yemin ederim tereddüt etmeden ülkeye döner, öldürüleceğim günü beklerdim.

Ama sen varsın.

Umarım, hâlâ... Varsın.

Senin için tüm bunlara katlanıyorum, seninle bir ömür geçirme ihtimali için sana bu acıyı yaşatıyorum.

Beni affetmen için elimden gelen her şeyi yapacağım.

Ne olur, bizden vazgeçme.

Ne olur, çekip gitme.

Ne olur, ailem gibi terk etme."

Gözümden akan yaşlar mektubu ıslatırken titreyen ellerimle diğerini açtım.

"Bugün sensiz 200 gün oldu.

Azap içinde 200 gün.

Bazen çok pişman oluyorum bunu yaptığım için. Dönmek istiyorum. Gelip sana sarılmak, saçlarından öpmek ve sonrasında gerekirse gerçekten ölmek istiyorum.

Ama bir ihtimal... Her şey hallolursa seninle daha iyi koşullarda, korkusuzca yaşayabiliriz.

İstanbul'da ya da sen nerede istersen orada. Yeter ki sen ol yanımda, nerede istersen yaşarım seninle.

Aşkım benim. Normalde çok komik gelirdi bana bu kelime ama sanki sana söylerken hiç komik değil.

Sevgilim... Hiç sevgilim olmasan da geceler uyumaya çalışğımda hep sana böyle seslendiğimi hayal ediyorum. İkimiz aynı evde, boğaz manzarasına bakarken çay içsek, sohbet etsek uzun uzun keşke...

Seninle bu kanlı topraklarda tanıştık. Karabağ'da. Sen gittin, ben kaldım. Kalana daha zormuş, Hilal. Çünkü kalan hatıralarla mahvoluyormuş.

Keşke mezarıma gelmesen, hayatına odaklansan artık güzelim.

Seni en azından ekranda izlemek belki bir nebze olsun özlemimi azaltırdı.

Hilal... Artık benim parfümümü formama sıkıp koklama, artık eşyalarıma dokunma, okuduğum ve sevdiğim kitapları okuma.

Benim öldüğümü kabullen.

Yoksa sen de ölürsün.

Sen ölürsen, ben kafama sıkarım tereddüt etmeden. Çünkü varlığın beni burada ayakta tutuyor, Ay Parçam. Senin sesin bana nefes aldırıyor.

Mezarımda dinleyici var. Başkan bunu benim için yaptı, ona hiç sorun çıkarmamam şartıyla.

Benden nefret edeceksin belki de bunu öğrendiğinde ama mecburdum.

En azından sesini duymak bir nebze olsun burada bana dayanma gücü veriyor çünkü.

Hilal, seni tanımadan önce her şey çok kolaydı. Yıllardır burada Ermeni gibi davranmaya, onların içinde yaşamaya alışştım.

Sonra sen geldin.

Ve benim tüm dengelerim bozuldu.

Yüzbaşı Robert'ı unuttum, Haris oluverdim.

Sen beni yıllar sonra Haris yaptın, ablasının dizinde uyuyan ve masal dinleyen o çocuğa dönüştürdün yeniden.

Tolstoy'un bir sözü vardır. En güçlü iki savaşçı sabır ve zamandır, diye.

Bu sözü her anımsadığımda sakinleşip bekliyorum. 200. Günü bu şekilde doldurdum.

İkimizin de hayatından çalınan koskoca 200 gün... Bir ömür için değer mi yoksa değmez mi bilmiyorum.

Ama seninle kavuşacağım an için her şeye değer.

Nazlı Hilal... Seni seviyorum. Tahmin ettiğinden daha çok."

İkinci mektubu bitirip masaya bıraktığımda, "İyi misin?" diye sordu Anna. "Perişan görünüyorsun." Anna'nın sorusuyla başımı kaldırıp ona baktım.

Yüzüm sırılsıklamdı. Ağlıyordum ama bunun farkında bile değildim.

"O geldi."

"Şövalyen mi?" Başımı onayla salladım. Adının anlamı, muhafız, koruyan, kollayan biri için bundan daha iyi bir tabir olamazdı sanırım. Bunu ilk kez içip sarhoş olduğumda söylemiştim Anna'ya. Birini beklediğimi ama gelmemesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyordum.

"O zaman neden ağlıyorsun?"

"Bilmiyorum."

"Dinle, Diana. Hayatımın aşkını bir trafik kazasında kaybettiğimi biliyorsun. İnan bana... Değmez. Hayat gurur yapmak için çok kısa. Eğer ona karşı hâlâ duyguların varsa, unut ve yeniden başla. Onu bırakma."

Kaşlarım çatılırken, "Bunu yapamam," diye karşı çıktım ona.

"Onu sevdiğini görebiliyorum."

"Bazen sevgi yetmez."

"Sevgi her şeye yeter."

"Sen öyle san."

"Diana, ölse üzülmez misin?" Öldüğünü sanmıştım 3 sene. Üzülmek bir kenara, mahvolmuştum. O bunların hiçbirini bilmiyordu tabii. "Düşün bunu ve kararını ona göre ver. Hayat çok kısa. Hiçbir şey için ertelemeye değmez."

Başka hiçbir şey söylemeden işine döndüğünde ben de kapalı olan mektuplardan birini daha açtım.

"Bugün sensiz 92 gün oldu.

Mezarıma geldin, konuştun uzun uzun. Meğer ne çok seviyormuşsun beni Ay Parçam. Meğer ne çok anı sığdırmışız birkaç aya.

Meğer... Aşıkmışız ama haberimiz yokmuş.

Hilal'im...

Ben sana nasıl kıydım?

Ben bizi nasıl mahvettim?

Sebebim bile olsa ben seni nasıl bu kadar ağlatmaya dayanabildim?

Allah beni kahretsin, Hilal.

Çok pişmanım, Hilal. Affet, ne olur? Bir gün eğer sağ kalırsam geleceğim. Karşına geçip yüzsüzce senden af dileyeceğim. O gün bana ne yaparsan yap, hakkındır. Ama ne olur... Benden vazgeçme.

Benim ölümden bile vazgeçmiyorsun ya... Dirime kıyma ne olur?

Sana söz veriyorum, döktüğün her gözyaşını telafi etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım, canımın içi. Kalbim benim.

Seni hiç güzel kelimeler söyleyip sevemedim. Çok öpemedim, sarılamadım, koklayamadım. Aptalın tekiyim, nasıl bu kadarını yaşattım sana?

Yalvarırım, gelme artık canımın içi. Mahvoluyorum çünkü ben sesinle, gözyaşınla. Her hıçkırdığında göğsüme bıçak saplanıyor sanki.

Hilal... Sen benim her şeyimsin. Bir gün dönersem ve sen bana yüz çevirirsen ben o mezara gerçekten gireceğim, bundan eminim.

Hilal... Sen benim nefesimsin. O mezara girmesem de senden uzakta gerçekten öldüm ben.

Ama senin içinde ölmedim. Tek tesellim ve dayanağım bu.

Haris Hilal'in kalbinde yaşadığı sürece hiç ölmeyecek.

Benim güzeller içinde sevgilim...

Ay Parçası. Nazlı Hilal'im... Seni çok özledim.

Eğer bu mektubu okuyorsan muhtemelen beni affetmeyeceğini düşündüğüm içindir.

Yalvarırım sana. Affet.

Ya da bu mektuplar sana ulaşşsa... Bu sefer gerçekten ölmüşümdür.

Yine affet, seni kandırdığım için.

Bu azap dolu 92 gün için. Beni affet."

Üçüncü mektubu bitirdiğimde göğsüm sıkıştı. Daha fazla devam etmemin sağlığım açısından iyi olmayacağını bildiğimden derin nefes aldım ve mektubu masaya bıraktım.

Birkaç dakika sonra gelip karşıma oturduğunda, "İyi misin?" diye sordu.

"Beni mi izliyordun?"

"Evet. İyi misin? Kalbin mi acıyor?"

"Ne yapacaksın acıyorsa?"

"Öpeceğim. Geçmese de."

"Yeter artık. Lütfen. Bana iyi gelmiyorsun."

"Şimdilik," dedi inatla. "Düzeltebiliriz. Koskoca 6 ay geçti, düşünmek için çok zamanın oldu. Bana hak verdiğin bir an olmalı. Biliyorum, seni tanıyorum."

Elbette ona hak verdiğim anlar olmuştu. Başımı her yastığa koyduğumda onun yerinde olsaydım nasıl davranacağımı düşünmüştüm. Ama bunu düşünmek, ona az da olsa hak vermek içimdeki o yangını asla söndürmeye yetmemişti.

"Olmaz bundan sonra bizden."

"Başkasıyla olur mu?"

"Neden olmasın? Hayatıma aldığım erkekler oldu elbette."

"Hilal," dedi sert bir tonla.

Tek kaşım havalandı. "Ne? Ben bekar bir kadınım. Ruhumun, bedenimin bazı ihtiyaçları var."

"Kalbinin ihtiyaçları? Onları ödeyebilir mi herhangi bir erkek?"

"Bir gün ödeyebilir," dedim anında. "Şu an buna gerek yok."

"Ne bu Avrupalı ağzı konuşmalar?"

Hatırlatmak ister gibi, "Avrupa'dayız," diye mırıldandım.

"Güzelim benim," diyerek öne doğru geldi. Şakağında ve boynundaki damarlar gerilmişti. "Delirtmek mi istiyorsun beni? Senin hayatında üç sene kimse olmadı. Altı ayda mı olacak?"

"Aaa senin Egemen'den haberin yok değil mi?"

Tek gözü seğirdi. "Senin eski sevgilin?"

"Aynen. Kanala saldırı olduğu gün şefimiz Mesut abi vuruldu. Onu ameliyat eden doktor kim çıktı sence? Egemen! Tabii, gördük birbirimizi, aramızda elektriklenme de oldu. Sonra kanalın önüne geldi. Elinde iki kahveyle hem de! Senin hayalindi bu, o gerçekleştirdi."

Gözleri şoktan belerdiğinde kendini birkaç dakika sonra toparlayabildi. "Kaplan Giray da hiçbir şey yapmadı öyle mi? Seni ona emanet etmiştim!"

"Zamir'e değil de Kaplan'a... Çünkü Zamir asla biriyle görüşmeme karışmazdı. Akıllıca."

"Her anlamda seni ona emanet ettim. Başka yerden anlama. Ne demek görüşmek? Siz görüştünüz mü yani? Kaç kez?"

"Sayamam," dedim yalandan.

"Etkilendin mi ondan?"

"O benim ilk aşkım," dedim damarına basmak için. "Elbette, bende farklı duygular uyandırdı."

Burnundan sesli nefes verip, "Senin tek ve gerçek aşkın benim," dedi sinirli bir tonla.

"Öldün sen. Unuttun mu?"

"Mezarıma bile aşıktın. Unuttun mu?"

"Sen dirilene kadarmış demek ki benim aşkım."

"Hilal!"

"Burada sayısız erkekle görüştüm." Koca bir yalandı. "Gezdim, tozdum, hatta onlarla birlikte oldum."

"Hilal," diye yalvardı bu sefer çaresizce. "Dur, lütfen."

"Seni unuttum," dedim yaşlarla dolan altın harelerine bakıp. "Seni geçmişimin tozlu sayfalarına gömdüm."

"Yalan söylüyorsun," dedi ama gözünden tek damla yaş akmıştı bile. "Seni çok iyi tanıyorum. Sen yapmazsın. Yapamazsın."

"Ben seni tanıyamamıştım. Ödeştik."

"8 Kasım 2020'den beri senden başka tek bir kadına dokunmadım. Senden başka kimseyi düşünmedim bile. Ben senin gözünde yalandan ibaret olabilirim ama sana karşı olan tüm duygularım gerçek. Bu gözler gerçek, Hilal. Ama senin hem sözlerin hem de gözlerin yalandan ibaret şu an. Hak ettim, eyvallah. Ama sana inanmıyorum, inanmayacağım."

"Mektupları okudum. Beni eğer mektuplarla ikna etmeye çalışıyorsan işe yaramayacağını belirtmek isterim. Hepsini de okusam fikrim değişmeyecek."

"Bunu görebiliyorum."

"O zaman?"

"Benimle Türkiye'ye döneceksin," dedi kendinden emin tavırla.

"Nasıl olacakmış o?"

"Bunu sana Türkiye'de söylemek isterdim ama..." Yutkundu. "Annen bir trafik kazasında ölmedi aslında. Daha doğrusu, kaza değildi suikasttı. Baban biliyordu, yıllardır o örgütün peşindeydi. Örgütün başındaki kişi Karga. Lakabı bu. Babanla bir geçmişleri var. Solak İhsan'ı içeri tıktıktan sonra tüm dikkatini ona verdi istihbarat ve en sonunda izini bulduk. İstihbarata teslim edilmedi henüz. Bunun hakkın olduğunu düşündüm. Karga'yı sana teslim etmek istiyorum. Onu öldürmek senin hakkın." Kalbim küt küt atarken başını eğdi. "Onu sana teslim ettikten sonra da istifa edeceğim. Görevimi bu şekilde kullanıp işime devam edemem. Ama sana bunu borçluyum."

Dudaklarım titrerken, "Annem... Kemer takmadığı için ölmemiş mi?" diye sorabildim.

"Hayır."

Başım dönmeye başladı. "Babam yine kandırdı mı beni?"

"Evet."

Dürüst cevapları kalbimin daha da acımasına sebep olurken, "Gidelim mi?" diye sordu.

Başımı salladım zorlukla. "Gidelim."

Continue Reading

You'll Also Like

1.8K 428 23
WATTYS 2021 YARI FİNALİSTİ WATTPAD FANTASY TR OKUMA LİSTESİNDE Aaron Cornelius, kendini ait hissedecek bir yer bulmanın eşiğinde. Fakat artık ev kab...
2.7M 153K 107
Hayat, fırtınanın dinmesini beklemekle ilgili değildir... Yağmurda dans etmeyi öğrenmekle ilgilidir. "Umay?" "Operasyondayız." "Benimle evlenir misin...
210K 11.3K 44
Alya özer (asil ) küçük yaştan beri ailesinin intikamı için yanıp tututuşur tam herşey bitmişken gerçek ailesi ortaya çıkar.
64.5K 2.6K 23
Teğmen Asya Öztürk'ün aylardır peşinde olduğu terörist sonunda kendi kendini mahv edecek bilgileri Asya'nın eline verir . Fakat işler Asyanın istediy...