Maça Kızı 8 | Devam*

By dpamuk

2.7M 144K 149K

Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir. More

• AÇIKLAMA •
184.Bölüm
185.Bölüm
186.Bölüm
187.Bölüm
188.Bölüm
Kader Rotası*
189.Bölüm
AÇIKLAMA
190.Bölüm
191.Bölüm
192.Bölüm
193.Bölüm
194.Bölüm
195.Bölüm

N'B'A

135K 7K 4K
By dpamuk

Sevgili yol arkadaşlarım,

Yedinci kez, Maça Kızı 8 yazarak gireceğim yeni bir yıla. Ve içinizde yedinci kez onları okuyarak yeni bir yılı karşılayanlarınız var, biliyorum. Ne mutlu. Çok şükür. Yedi de olsa, ilk de olsa bu, benim için olağanüstü özel bir his. Yan yanaymışız gibi. Aynı satırlarda, bambaşka hislerle kucaklaşıyormuşuz gibi. 💫

Sağlıkla, huzurla, mutlulukla, bereketle, aşkla geçireceğiniz bir yıl olsun 2024. Hayal kurmaktan vazgeçmeyin. Hayaller, her şeyin başlangıcıdır çünkü.

2023'te hayallerim ellerime avuçlarıma konarken, bana yol arkadaşlığı ettiğiniz için minnettarım. Sizi çok ama çok seviyorum. Var olun. Daima. Hep, hep beraber!

Bu bölüm, yılbaşı akşamınıza eşlikçi olsun...

💛✨🎄✨🫠✨🎄✨😘✨🎄✨💛

♠️

31 Aralık 2021, ada...

"Ada,

Bugün, senin hayattaki kırkıncı günün. Açıkçası zamanın nasıl bu kadar hızlı geçtiğine anlam verebildiğim söylenemez. Seni kucağımıza aldığım günden bu yana bir şeyler karalama fikri aklımda ama buna zaman bulamadım. Hem seninle geçen günler çok dolu dolu ve çok yoğun. Hem de senden arta kalan bütün zamanlarımızı da seninle geçirmeliymişiz gibi. Sen her ne kadar sürekli uyuyor olsan da. Ama seni uyurken izlemenin bile bu süreçte annen ve bana hissettirdiklerini kelimelere dökebilmemin bir yolu yok. Sanki seni devamlı izlesek,  dikkatlice ve gözümüzü dahi kırpmadan devamlı sana baksak, anbean, annenin deyimiyle milim milim arttığını görececeğiz.

Hissettiğim her şey karmakarışık. Böyle bir şey yaşayacağımı söyleseler inanır mıydım, emin değilim. Kaldı ki galiba bunu yaşamadan hiç kimse bilemez de. Öyle küçüksün ki. Tertemizsin. Hiçbir şeye dair herhangi bir fikrin yok. Tek derdin karnının doyması, altının temizlenmesi, gazının çıkması ve konforlu bir şekilde uyumak. Ama bütün bunlar olup biterken, tek bir şeyden çokça eminsin: Annenin kokusundan. Annenin kucağında olduğunu, garip bir şekilde anlıyorsun Ada. Yüzünün yeni yeni şekillenen hatları, annenin kucağında ne kadar mutlu olduğunu ortaya koyuyor. Benim de sağ işaret parmağımı çok seviyorsun ama bence bu refleksif bir eylem ve annenin kokusuyla kıyaslanamaz bile. Yine de bu refleksif olduğunu düşündüğüm eylemini çok ama çok seviyorum, orası ayrı.

Yazmaya devam edemedim çünkü ağladın. Altını kirletmişsin. Annenin uyuması gerektiği için seninle ben ilgileniyorum şu anda. Karşımda, ana kucağında yatıyorsun. Sen hareket ettikçe ana kucağı sallanıyor ve bu çok hoşuna gidiyor. Şimdi kalemi bırakıp seni kucağıma alacağım. Seni çok sevdiğimi şimdi yüzüne söyleyeceğim, zaten hep söylüyorum da. Sevdiğini söylemek gerek ve bu benden sana en önemli nasihat olsun bebeğim. Sakınma sakın bu cümleyi. Yine yazacağım. Daha sakin bir zamanda.

Baban,
31 Aralık 2021, 08.42."

Bora'nın cümleleri kalbimi yumuşacık bir hâle getirirken, onu deli gibi özlediğimi hissettim. Belki de onca zaman sonra ilk kez bu kadar ayrı kaldığımız içindi. Ada'nın sesine uyanalı iki saat, elli dokuz dakika, dört saniye olmuştu ve Bora hâla yoktu. Başucumda, "Biraz işim var sevgilim. Ben çıkıyorum. Çok geç kalmayacağım," yazılı notunu bulmuştum ama çok geç kalmayacak olmasının ne demek olduğunu anlayamamıştım. Mesela beş dakika gelmese bile çok geç kalmış olabilirdi, kime göre ve neye göre çok geç kalmayacaktı? Ada birazdan yine uyanır ve emmek isterdi ama Bora hâlâ yoktu. Çok geç kalmıştı işte. Acaba, şakayık bulmasını istediğim için mi bu kadar oyalanmıştı?

"Aşk olsun sevgilim!"

"Hani çok geç kalmayacaktın?!"

"Kaldın işte!"

"Geç kaldın."

"Çok geç kaldın."

"Neredesin Allah aşkına?!"

"Nereye kayboldun yani bu önemli günde?!"

"Hani çok geç kalmayacaktın?!"

Bora yazıyor görünüyordu fakat beş saniye beklememe rağmen bir türlü bir cevap veremediği için, yeniden ben yazmak zorunda kalıyordum.

"Yok di mi verecek cevabın?!"

"Değil mi?*"

"Saat kaç oldu?!"

"14.41!"

"Ne zaman geleceksin?!"

"Geliyorum sevgilim," yazdı, nihayet.

"Ne zaman?"

"Gel ama artık!"

"Zaten nereye gittin ki yani bugün?!"

"Ne zaman geleceksin?"

"On beş dakikaya kadar evdeyim."

"Ohooo!"

"Şakayık buldun mu bu arada?"

"Bulamadın değil mi?"

"Buldum sevgilim."

"Çüş!"

"Gerçekten mi?????"

"Bulamazsın sanıyordum!"

"Yaaaaa!!!!"

Gözlerinden kalpler çıkan emojiden tam kırk tane attım.

"Çooooook teşekkür ederim sevgilim. Çok teşekkür ederim. Affettim seni."

"Nereden buldun?"

"Bordo ve krem mi?????"

"Evet."

"Nereden buldun?"

"Sevgilim neden hep en son soruma cevap veriyorsun?"

"Üstteki sorularımın neden bir önemi olmuyor?"

"Tek bir soruya mı cevap verme hakkın var anlamıyorum ki!"

"Neyse nereden buldun?"

"Sevgilim zaten sen benden şakayık istemesen de ben bugün için sana bordo şakayık getirtmiştim. Sabah sabah rüyanda şakayık mı gördün, neden şakayık isteyesin tuttu anlamadım ama aldım işte. Çiçekçinin adını versem, bilecek misin neresi olduğunu?"

"Tabii ki de bileceğim!"

"Google Earth'de tüm Lima'yı gezdim ben."

"Krem rengi şakayık yok muymuş?!"

"Varmış Nazlı o da. Aldım."

"İstemeye geldiğinizdeki gibi yani değil mi?"

"Evet."

"Şahanesin sevgilim şahanesin!!!!"

"Çok heyecanlıyım!"

"Hadiiiiii gel artık!"

"Kızım ve ben seni çok özledik!"

"Ama en çok ben özledim."

"Zaten nereye gittiysen sabah sabah?!"

Ada'nın uyandığını belli eden sesler kulaklarıma dolarken, "Ada uyandı..." yazdım ve telefonu yatağın üzerine bıraktım.

"Geldim anneciğim..." diye seslenirken, hızlıca Ada'nın odasına ilerlemiştim. "Uyandın demek..." dedim gülümseyerek ve Ada'yı kucağıma aldım.

Ada kucağımda kokumu duyarken, hafifçe dans eder gibi vücudumu hareket ettirerek volta atmam, onu garip bir şekilde ehlileştiriyordu. Bu sırada Noir da ayaklarımın dibinde oluyor ve bu oyuna kendince eşlik ediyordu. Ada'nın uyandıktan sonra bu şekilde geçireceği iki dakikaya ihtiyacı vardı. Özellikle bazı geceler, çok yorgun hissettiğimde ve bu aşamayı ihmal ettiğimde kesinlikle mutsuz oluyor, huysuzlanıyordu. Anneliğin en zor tarafı da zaten bence, uykudan uyanmak zorunda kalmak olabilirdi. Ada, üç saatte bir emiyordu ve bu da en uzun uykumun iki saat elli dokuz dakika, elli dokuz saniye olması demekti. Ada genellikle üç saatten evvel acıkmadığı için açlıktan ağlamıyor, bu yüzden de beni ağlayarak uyandıramıyordu ama babası kurulu bir saat gibi kızı ağlamasa da her üç saatte bir beni uyandırıyordu.

Kızının acıktığı için ağlamaması, doğumdan sonra karşılaştığımız ilk sınavımızdı. Bir bebeğin acıktığını ağlayarak anlatması ve açlıktan ağlamıyorken de annesinin memesini gördüğünde veya kokusunu aldığında heyecanlanmayıp emmeyi reddettiği bilinen yaygın bir gerçekti. Ve bize tavsiye edilen, bebeğimizi emzirmek için o acıkana ve huzursuzca ağlayarak bunu belli edene kadar beklememizdi. Ama ilk doğduğu günlerde, Ada'nın ağlamasını dört saat on iki dakika kadar bekleyince, bir sorun olduğunu anlamıştık. Altını kirlettiğinde, gazı olduğunda, yani herhangi bir derdi varken ağlıyordu, acıkınca ağlamıyordu ki bu da gerçekten gelse gelse benim başıma gelebilecek bir şeydi. Dördüncü saat on ikinci dakikada Ada hâlâ ağlamadığı gibi onu emzirmek istediğimde heyecanlanmış ve kıtlıktan çıkmışçasına karnını doyurmuştu da. Ve böylece, uykuyu açlığa tercih ettiğini öğrenmiş bulunmuştuk. Bir bebeğin nasıl uykuyu açlığa tercih edebildiğini epeyce sorgulamış, daha sonra da bir bebeğin acıktığını belli etmeyecek kadar uykuya ihtiyacının olmasının sebeplerine kafa yormuştum. Fakat bunların aslında herhangi bir cevabı yoktu ve öyle de olabilirdi kadar basit bir durumdu. Ve tabii ki Lima'daki doktorumuzun ve adada bizimle birlikte kalan doktorumuz Liana'nın bunun basit olabildiği konusunda beni ikna etmeleri de zaman almıştı.

Bunu çözebilmemiz ve bir düzene sokabilmemiz ilk haftamızda gerçekleşmişti. Önce onu iki saatte bir emzirmeye çalışmıştım ama emmek istememişti. Sonra iki buçuk saatte bir emzirmeye çalışmıştım, yine olmamıştı. En sonunda, üç saat olmadan asla emmediğini ama üç saat sonra bayıla bayıla karnını doyurmaya hevesli olduğunu çeşitli denemelerin ardından anlamıştık. Ve doktorumuzla, her ne kadar yenidoğanlara çok önerilmese de emzirme aralığı oluşturup, bunu korumak üzerine bir yol izlemeye karar vermiştik. Kilosunda da herhangi bir sorun olmaması aç kalmadığını, doyduğunu, sütümden faydalandığını gösteriyordu ve endişelenecek bir şey yoktu. Zaten, endişelenecek bir şey olmadığını kavradıktan sonra bu duruma sevinmediğimi söyleyemezdim de. Çünkü ben spontane gelişen durumları değil, bir yasaymışçasına kesinleşmiş şeyleri seviyordum ve üç saatte bir emzirmem gerektiğini, Ada'nın da bunu seve seve kabul edeceğini bilmek benim için mükemmel bir olaydı. En uzun uykumun iki saat, elli dokuz dakika, elli dokuz saniye sürmesi haricinde.

Ve fakat neyse ki babası, üç saatte bir beni uyandırmasının haricinde, dünyanın en mükemmel babasıydı ve uykusuzluğa dayanamadığım zamanlarda, ben Ada'yı emzirdikten sonra diğer ihtiyaçlarıyla o ilgilenebiliyordu. Uyumadığım zamanlarda hiçbir sorun yoktu ve fakat ben, ne yazık ki, eğer uyuyorsam, uyanmak konusunda Bora kadar başarılı değildim.

"Bezini değiştirelim mi anneciğim?" Onu, altını değiştirdiğimiz yere yatırdığımda, zeytin gözleriyle gözlerime bakmaya başlamıştı. "Acıktın mı bakalım sen? Eğer uyanmasaydın ben seni uyandırırdım ki on beş dakika sonra!" Artık bana daha dikkatli baktığını gözlemleyebiliyordum ve bu inanılmaz bir hisse bürünmeme sebep oluyordu. "Rüya gördün mü peki? Ben senin altını temizlerken anlat bana... Ne gördün rüyanda?"

Boğazından çıkan tuhaf sesler, benimle konuştuğunu düşünmeme sebep oluyordu. "Aaağğğ?!" dedim, çok şaşırmış gibi. "Demek rüyanda, annen ve babanla yılbaşı kutluyordun! İnanılmaz! Ne kadar da haberci bir rüya!" Ada artık bana her ne demeye çalıştıysa, ayıp olmasın diye onu dinledim. "Evet bebeğim... Bugün yılbaşını kutlayacağız beraber!" Beni anlamadığını bilsem de onunla sohbet edilmesinden keyif aldığını içgüdüsel bir şekilde anlıyordum. "Hem bugünkü sürprizlerimiz yılbaşıyla sınırlı değil! Bugün kırkımız da uçacak! Yaaa!"

Ada'yı yeniden kucağıma aldım ve birlikte sallanan sandalyeye doğru ilerledik. Bir eli, iki göğsümün ortasına yerleşirken, bu hayatta en çok sevdiği şeyi yapacak olmanın bilincinde olduğunu hissetmiştim. Onunla sohbet edilmesinden ne kadar keyif alıyor olsa da bu keyif emdiği zamanlarda geçerli değildi. Karnını doyurmaya çalışırken çıt sesi dahi duysa bundan pek hoşlanmıyor ve huzursuzluğunu doğrudan belli ediyordu. Acıkınca ağlamadığı gibi beslenmek konusunda da bazı hassasiyetleri vardı yani. Yalnızca kırk günlüktü ama tuhaf bir biçimde onun dahi belirli prensipleri vardı işte. Belki de herkes bazı prensiplerle doğuyordu ama kimi bunlara sadık kalıyor, kimi ise zamanla bunları bırakıyordu. Betül Hanım'ın günlükleri, Bora'nın bebekliğindeki prensiplerini bugün bile koruduğunu gösteriyordu ve fakat ben, kendi bebekliğimdeki prensiplerimlerinden bi'haberdim. Keşke benim annemin de günlükleri olsaydı.

Doğumdan sonra adaya geçmemiz, buradaki evimize adapte olmamız, Ada'yı tanımamız, onun prensiplerini öğrenmemiz ve bundan sonraki rutinimizi kavramamız biraz zaman almıştı. İlk bir ay, son on güne göre nispeten daha zordu. Elbette ki hamilelikten de doğum yapmaktan da kolaydı, o yüzden buna söylenecek değildim. Ama yine de Ada'nın acıkma acıkmama meselesiyle başlayarak ardı ardına gelen ve bebeklerle alakalı yaptığım bütün araştırmaları çöpe attıracak cinsten güncellemelerle nasıl geçtiğini gerçekten de bilmediğim o ilk bir ay, benim için her şeyiyle tam olarak bir bocalama süreciydi.

Ada'nın doğduğunu ve artık benim bedenimin bir parçası olmadığını idrak edebilmem de biraz zaman almıştı. Yaklaşık üç gün kadar hamile olmadığımı sık sık unutmuş ve refleksif olarak karnımda bir bebek varmış gibi hareket etmiştim. Hatta bazı anlarda dalıp, neden Ada'nın hareket etmediğini sorgularken kendimi bulduğum olmuştu. Her ne kadar bu soruyu sorup, Ada'nın zaten doğduğu cevabına ulaşmam bir saniye dahi sürmese de, yaşadığım bu şey beni beşincisinde artık telaşlandırmıştı. Liana'ya göre deliksiz ve uzun bir uyku uyuyamadığım, tam olarak dinlemediğim ve uykuyla uyanıklık arasında çok fazla vakit geçirdiğim için bu tarz dalgınlıklar yaşamam gayet normaldi. Zaten Allah'tan çok geçmeden ve Ada'yla daha sık vakit geçirdikçe bu histen kurtulmuştum.

İlk günlerde, sık sık ve hiç özlemediğim kadar annemi özlediğimi hissetmiştim. Ada'nın boğazından çıkardığı sesleri fazlasıyla garipsemiş, canının yandığını düşünmüş ve bunun normal olup olmadığını anneme sormak istemiştim. En çok güvendiğim anne, benim annemdi ve o da yanımda değildi. Kendimi Ada kadar korunmasız, Ada kadar anneme muhtaç, Ada kadar annemin kokusuna hasret hissederken, ben de Ada'yla beraber ağlamıştım. Bir şeyleri yanlış yapmaktan, ona yarar sağlayacağım derken zarar vermekten, iyi gelememekten ölesiye korkmuştum. Ada'nın derdini anlamakta zorlanmıştım ve anneme ihtiyacım vardı. Öldüğünü hiç bu kadar anlamamıştım ve belki de annemin arkasından bu zamana kadar, Ada doğduktan sonraki ilk günlerde döktüğüm kadar gözyaşı dökmemiştim de.

Annem yanımda olamasa da Bora yanımdaydı ve beni sımsıkı sarmalamıştı. "Her anne biriciktir," demişti şefkatle. "Sen de biricik olacaksın. Doğru veya yanlış diye bir şey yok. Sen, sen olacaksın. Ada'nın annesi olan sen."

Lohusalık depresyonu denen şey neydi, onca şey okuyup izlemiştim hâlâ tam olarak anlayabildiğim söylenemezdi ama belli ki her anne, bunu başka bir yerden yaşıyordu ve ben de özellikle ilk günlerde, bunun eşiğinde bir hâyli dolaşmıştım.

Ada'nın odasını, yatak odamızla ayıran bir sürgü kapı vardı. O sürgü kapıyı genellikle açık tutuyorduk ve bu şekilde, kocaman bir odanın içindeymişçesine, o bir uçta biz bir uçta olsak da beraber uyuyorduk. İlk üç haftanın sonunda, rutinimiz yavaş yavaş belirgin hâle gelmeye başlamıştı. Ada en erken sabah saat altı, en geç ise yedi gibi güne başlıyordu. İlk on beş gün, ben de Ada uyanıkken uyanık kalma çabasındaydım fakat Bora, buna gerek olmadığı konusunda beni zor da olsa ikna etmişti. On altıncı günden itibaren, ben Ada'yla iki dakika gezindikten ve onu emzirdikten sonra derhal geri yatıyordum. Bora'ya göre, her uyandığında onu iki dakika gezdirmek zorunda da değildim ve bu alışkanlığından Ada'yı vazgeçirebilirdik. Açıkçası bu özellikle geceleri beni çok zorladığı için, ara ara bu mümkün mü diye bunu deneyecektim çünkü her ne kadar Ada, Bora'nın da ilk bebeği olsa da ona güvenim sonsuzdu.

Ben yattıktan sonra Bora onun altını değiştiriyor, gazını çıkartıyor, bütün bunları yaparken de onunla sohbet ediyordu. Sabahları karnı doyduktan, bezi değiştikten, gazı çıktıktan sonra genellikle kırk beş dakikayı geçmeyecek kadar uyanık kalıyordu. Kesinlikle, aynı babası gibi sabah insanı olacağa benziyordu ve bu hoş bir şey değildi. O yüzden Bora onu da alıp aşağı iniyordu. Geceleri Ada'nın uykusunda çıkardığı seslere bile uyansak da en azından genellikle sabahları daha çok dinlenebiliyordum.

Bora, ben uyurken, Ada'yla dolaşmaya çıkıyordu. Bazen Ada kucağında, bazen de arabasında, adayı tavaf ediyorlardı. Bazen de Ada'yı ana kucağına yatırıyor, spor yapıyor, koşuya çıkacaksa da Ada'nın başına Selim'i veya Yeşim'i dikiyordu. Daha sonra da kahvaltısını yapıyordu ve Ada uyuyor olsa da babasına eşlik ediyordu. Ada ara ara uyanırsa onu oyalıyor, emzirmemin üzerinden iki saat, elli dokuz dakika geçmeden beni asla kaldırmıyordu. Bu uyanışımda da genellikle saat on olmadığı için Ada'yı emzirdikten sonra yeniden yatıyordum. Bora da çalışma odasına kapanıyor, bazen kitap okuyor, bazen klasik müzik dinliyor, bazen de her ne yapıyorsa yapıyordu ve Ada bütün bu anlarda, babasıyla birlikte oluyordu.

Ben ise ancak, bir sonraki emzirmek üzere uyanışımda, genellikle on iki ilâ bir civarı tamamen güne başlamaya hazır olabiliyordum. Yeniden bir emzirme, altını değiştirme, gazını çıkarma faslının ardından, bu kez de ben Ada'yla ilgileniyordum. Günün yarısı olduğu için miydi bilinmez, yine genellikle kırk beş dakikayı geçtiğini asla göremediğimiz bir şekilde, en uzun uyanık kaldığı zaman dilimlerinden birinde oluyordu. Benim, uzun uzun yürüyüş yapacak enerjiyi pek kendimde bulabildiğim söylenemezdi, o yüzden ben Bora'ya kıyasla Ada'yla daha sakin zaman geçiriyordum. Onu yanıma yatırıyor, yüzünü seviyor, ona kendimi ve babasını anlatıyordum. İlk bir ay, o uyuduktan sonra ne yapacağımı pek bilemediğim için yanında kalmak istemiştim fakat daha sonra Bora, buna gerek olmadığı konusunda beni ikna etmişti ve özellikle son on gündür, o uyuduktan sonra, genellikle Bora'yla yüzüyor ya da plajda vakit geçiriyorduk.

Bora'nın benim de bir hayatım olduğunu bana asla unutturmamaya çalışması bana öyle iyi gelmişti ki, sayesinde ayaklarımın yere daha sağlam bastığını hissediyordum. "Anne olmak, seni Nazlı olmaktan alıkoymasın..." demişti, hamileyken çalıştığım bir formülün olduğu dosyayı bana uzatırken. "Kendi işlerine zaman ayırmayı ihmal etme sevgilim. Yirmi günlük tatil yetmez mi?" O yüzden, Ada'nın yeniden emme vakti geldikten ve akabindeki bütün fasıllardan sonra, Bora genellikle akşam yemeğine kadar dinlenmek üzere odaya çıkıyordu ve ben de formüllerime çalışıyordum.

Ada'yı yeniden emzirip uyuttuktan sonra, akşam yemeğimizi yiyorduk ve sonrası daha çok Bora'yla ikimize kalıyordu. Birlikte bazen plajda uzanıyor, bazen salonumuzdaki genişçe koltuğa kuruluyor, bazen de yatak odamızın terasında vakit geçiriyorduk ama her nerede olursak olalım, genellikle uzun uzun sohbet ediyorduk. Konu bazen kendimiz, bazen geçmiş ve geçmişimiz, bazen okuduğumuz bir kitap, bazen izlediğimiz bir film, bazen de hayatın ta kendisi oluyordu. Özellikle ben, Ada'ya dair kurduğum hayalleri onunla paylaşmayı seviyordum. Çünkü Bora'ya anlattığım bir hayalim, bir dilek dilemek gibiydi. En önemlisi de ona anlattığımda, dileğimin muhakkak gerçekleşeceğini biliyordum.

"Sevgilim..."

Bakışlarımı kapıya çevirdiğimde, Bora ile göz göze gelmiştik. Altına deniz şortu giymişti, üzeri çıplaktı. Ellerinde tam da istediğim şekilde bir şakayık buketi vardı. Ada iki dakika, on üç saniye evvel emmeyi bırakmıştı, yavaşça sırtına masaj yaparak gazını çıkarttığım için yerimden kıpırdayamamış, koşup çiçeklerime sarılamamıştım.

Kaşlarımı çattım. "Hani on beş dakikaya kadar geliyordun?!"

Benim kaşlarımı çatmam Bora'nın umurunda bile olmamış, aksine bu eylemim onu gülümsetmişti. "Geldim," dedi yumuşacık bir sesle. "Ama Ada'yı emziriyordun. Kızımızı rahatsız etmeyeyim dedim. Elimi yüzümü yıkadım, üzerimi değiştirdim." Kaşları havalandı. "Bu an'ı sadece seninle ve sessizce paylaşmayı seviyor malum."

Gülümserken Ada'nın başından öptüm. "Çok işimiz var babası..."

"Ne işimiz var?" diye sordu, çiçekleri Ada'nın komodininin üzerine bırakırken. Yanımıza geldi ve Ada'yı kucağına aldı. "Kızım..." dedi ve Ada'nın örtüsünü omzuna serip, Ada'nın başını omzuna yatırdı ve gaz çıkarma eylemine kendi devam etmeye başladı. "Özledin mi bakalım beni?"

"Aaa!" dedim şaşkınlıkla. Ayağa kalktım. "N'oldu senin parmağına?" Sağ eline uzandım ve parmağına dikkatlice baktım. İşaret parmağı streç filmle sarılmıştı. "A-aaa?!" dedim, bir kez daha ve daha büyük bir şaşkınlıkla. "Bora?!"

8.4.8

Bora, sağ işaret parmağının sol yanına, özel alfabemle, kızımızın adını yazdırmıştı.

"İlk kontağımız Ada'yla..." dedi, yavaşça. Kapkara gözleri gözlerimi bulduğunda, derinlikleri ışıl ışıl parlıyordu. "Ve ısrarcı da... Sağ işaret parmağımı tutmak konusunda. Kendime, küçük bir yeni yıl hediyesi."

Kaşlarım havalanırken, ona hayranlıkla bakıyordum. "Aslında bu, Ada için bir hediye daha çok. Muhteşem bir hediye hatta." Bakışlarına yok canım daha neler der gibi bir ifade yerleşirken, "Öyle öyle," dedim. Gülümsedim. "Kendimden biliyorum. Geçen yılbaşında da bana hediye olmuştu çünkü..." İşaret parmağım, köprücük kemiğinin altındaki dövmesine dokundu. "Bu dövmen..."

"Kendim için yaptırdım her ikisini de..." dedi. Sağ eliyle elimi kavradı ve avucumdan öptü. "Ama iki yılbaşı üst üste... İyi bir denk geliş tabii."

"Öyle..." dedim, kollarımı beline sararken. "Geçen seneyi düşünüyorum da... Bir sene sonra, böyle bir resmin içinde olacağımızı söyleseler, hayatta inanmazdım!" Başımı hafifçe kaldırdım ve yüzüne baktım. "Niye söylemedin bana dövme yaptıracağını?"

"Sürpriz olsun dedim," dedi, göz kırparak.

"Ben Ada mıyım, bana niye sürpriz oluyor?" dedim, burun kıvırarak.

"Sen de annesisin sonuçta sevgilim," derken gülüyordu. "Şaka bir yana, emin değildim. Yani saçma bir şey mi değil mi, ondan emin değildim. Ve düşünüyordum. Bugün yaptırmak aklımda yoktu. Zaten çıkmam gerekiyordu, başka bir işim vardı. Çıkmışken de bir bakayım, iyi bir dövmeci soruşturayım derken... On dakika sürmedi karar verip yaptırmam."

"Çok yakışmış," dedim içtenlikle. Kollarımı Bora'dan ayırmadan evvel, köprücük kemiğine küçük bir öpücük kondurdum. "Şimdi sen kızımızla ilgilen... Benim acil organizasyon yapmam gerekiyor."

"Organizasyon mu?" derken, yüzüme merakla bakmıştı. "Akşam için mi?"

"Hayır sevgilim!" dedim sitemkâr bir tavırla. "Yılbaşına daha var. Bütün özel günler bugünü buldu. Akşamdan önce kızımızın ve benim kırkımız uçacak ya, onun organizasyonu!"

♠️

"Otuz yedi... Otuz sekiz... Otuz dokuz... Kırk..."

Ben yüzüne gülümseyerek bakınca, Bora'nın da kaşları hafifçe havalanmış ve dudakları iki yana kıvrılmıştı. Fakat gülümsemesinin sahte olduğu gayet de belliydi, zaten bunu saklamaya çalıştığından şüpheliydim. "Gerek var mıydı gerçekten buna?" diye sorduğunda, sorusunu duymazdan gelmeyi tercih ettim ve kırk kaşık saydığım suyun içine termometreyi koydum. "Yani bu adetin bir dayanağı yok, biliyorsun değil mi?"

"Mitolojide bile var!" dedim, sıkıntılı bir nefes verirken.

"Yani?" dedi, bu dediğimin bir karşılığı yokmuşçasına. "Anadolu'da çok eskiden beri uygulandığı söylenir kırklamanın. Şaman kültüründen izler taşıdığına inanılır. Bana kalırsa altı boş bir hurafeden ibaret."

"Bora, her şeyi biliyor olabilirsin ama bilmezden gel..." Ada'nın banyo küvetine önceden hazırladığım kırk kaşık tuzu boca ettim. "Lütfen inanmayarak bu seremoniyi bozma!" Kırk kaşık da şeker.

"Tuz ve şeker ne şimdi?" diye sordu, baştan aşağı huysuz bir tavırla.

"Tuz, böyle ömrü bereketli olsun diye... Şeker, ağzının tadı bozulmasın diye..." Elimdeki kırk adet taşa kaşlarını çatarak baktığında, "Bunları okyanustan topladım dün. Normalde dere kenarından çakıl taşı toplarlarmış ama ben, okyanustan taş toplamayı tercih ettim. Babası gibi derin biri olsun diye..." dedim.

Başını hafifçe iki yana sallarken, "Sevgilim sen bilim insanı değil miydin?" diye sordu. Küvete kırk adet fasulye attığımı gördüğünde, "Neden bahsediyorum ki ben?" diye mırıldandı kendi kendine. "Hayatta en sevdiğin şey, küvetlerin içine garip garip şeyler atmak."

"Fasulyeler de zeki olsun diye..." dedim. Ardından kırk adet nazar boncuğunu da küvete koydum. "Aslında bunların hiçbirini kırk adet koymak zorunda değiliz ama ben garantiye almak istedim." Kırk damla gül suyunu küvete damlattım ve kenardaki şakayık buketinden yirmi krem rengi yirmi bordo yaprak olacak şekilde tek tek koparmaya ve kopardıklarımı da küvetin üzerine yaymaya başladım.

Bora alayla, "Şakayık da mı konurmuş kırk banyosuna?" diye sordu.

"Hayır," dedim, şakayık yaprağı sayma işine ara vermeden. "Aslında gül yaprakları koyuyorlardı. Ama ben şakayık'ı daha çok seviyorum sonuçta. Bordo şakayık aşkı bulsun diye. Krem rengi şakayık da bizim gibi güzel bir evlilik yapsın diye."

"Çocuğu bu suya sokmayacağız değil mi Nazlı?" diye sordu, teessüf eder gibi. "Leş gibi oldu çünkü bu su."

"Hayır," dedim. Suyun içindeki şakayık yapraklarını düzelttim. "Bazıları bu suyu bebeğin üzerine döküyorlar ama bence de hijyenik değil. Gerçi ben bütün malzemeleri yıkadım ama... Şakayık hariç. Yine de biz temiz su dökeceğiz. Alyansını çıkart."

"Alyansımı niye çıkarıyorum ya?" dediğinde, ben çoktan alyansımı çıkartmış ve küvetin içine atmıştım.

"Annesiyle babasıyız biz. Altın iyidir. Güneşi simgeler. Zenginlik getirir," dedim.

"Bizim kızımız yeterince zengin Nazlı," dedi. Kaşlarımı çatarak, yüzüne dik dik bakmaya başladım. "Değil mi?" diye sordu ama benden herhangi bir cevap alamadı. Sıkıntılı bir nefes verdi ve alyansını çıkarıp küvetin içine attı. "Al... Attım," dedi, memnuniyetsiz bir ifadeyle. Yatak odamızda bıraktığım sepeti alıp geldiğim sırada, "Bu ne?" diye sordu, elimdeki şey tehlikeli bir cisimmiş gibi.

Sepetin içinden Gülsüm Babaanne'nin isteme merasimimizde taktığı sekiz sıra Trabzon hasır bileziği çıkardım ve onu da küvetin içine attım. Bora, bana, ben bir deliymişim gibi baktığı için gerilmiştim ve küvete koymayı unuttuğum bir şey olup olmadığından emin olamamıştım. "Şimdi..." dedim, dikkatimi toplamaya çalışarak. "Sepet de yanımızda duracak." Aslında Bora'yla muhatap olmayı normal şartlarda bırakırdım ve fakat ne yazık ki Ada'nın babası olduğu için bu seremoninin bir parçasıydı. "Sepetin içinde neler var söylüyorum. Kalem, çalışkan olsun diye. Bilerek dedemden kalma kalemi koydum. Sen Oxford'da okudun sonuçta. Başarılı bir çalışma. Pamuk, pamuk gibi bir kalbi olsun diye. Yumurta, sağlıklı ve sağlam olsun diye. İp var, uzun ve sağlıklı saçları olsun diye." Sepetteki bozuk paraları fark edince, onları da küvete attım. "Bu bozuk paralar başka başka ülkelerden. Bizim ceplerimizde kalanları topladım. Kültürlü olsun, ülke ülke gezsin diye. Sepetin içine formül dosyamı da koydum, benim gibi matematikçi olsun diye. Dolar var, Euro var bu da zenginlik için. Biraz çay var, dostluğu pekişsin, hatırlı dostlukları olsun diye."

Beni dinlediğinden pek de emin değildim ama şaşkınlıkla, "Kahvenin hatırı yok muydu?" diye sordu.

"Aslında öyle ama ben genelde samimi olduğum insanlarla çay içiyorum," dedim. Kaşları çatıldı. "Ama zaten kahve de var. Hem çay var, hem kahve. Sen kahveyi daha çok seviyorsun neticede. Ben bazen çayı bazen kahveyi ya çok değişiyor. Nitekim sonuç aynı, hatırlı dostluklar için..."

"E rakı masası dostlukları da fena değildir, rakı da damlatsaydık suya?!" dedi, dalga geçer gibi.

"Bora!" dedim, kızgın bir tonlamayla. "Kırk uçurmamızı sabote ediyorsun şu anda!"

"Yıkayalım mı artık Ada'yı?" dedi, konuyu değiştirmek ister gibi. "İlk banyosu değil sonuçta. Kaçıncı olacak bu? Sayıyorsundur sen."

"On altı," dedim. Sepeti karıştırdım. "Hah! Sabun da var! Tertemiz bir ömrü olsun diye." Bakışlarım yeniden Bora'nın bakışlarıyla birleşti. "Suyun derecesi gayet iyi şu anda. Getirelim Ada'yı. Bir şey unutmamışımdır değil mi?"

"Sevgilim, unutsan ne unutmasan ne?" dedi, elimi tutarken. Bakışlarımdaki küskün ifadeyi silmek istercesine gülümsedi. "Eskiden, kırk gün olmadan, bebek de anne de dışarı çıkmazmış... Bebek kırk gün olmadan yıkanmazmış... O vakitlerden kalma şeyler işte," dedi, derin bir nefes verdikten sonra. "Bizim bebeğimiz ise doğdu ve Arjantin'den Peru'ya uçtu. Sonra tekneye bindi, adaya geldi. Birinci ayında hastaneye, Lima'ya, tekneyle gitti geldi. Gün içinde paso adayı turluyor. Okyanusa bile soktuk onu hatırlarsan, ne kırk uçurması acaba? Gel, kızımızı bildiğin ve inanmayı seçtiğin şekilde yıkayalım. Sonra hatıra kalması için fotoğrafını çekelim. Olur mu?"

Başımı onu onaylarcasına salladım. "40 da yazacağım ama küplerden, başucuna onu koyacağız."

"Tamam," dedi gülerken. "Getireyim mi Ada'yı?"

"Tamam tamam, getir hemen," dedim. Saate baktım. "16.53 olmuş zaten. Çoktan doldurdu bu hayattaki kırkıncı gününü."

Suyun otuz sekiz santigrat derece olduğundan emin olduktan sonra, bakışlarım kucağında Ada'yla beraber banyoya gelen Bora'ya çevrilmişti. Bora, Ada'yı küvetin üzerine taktığım file mindere sırt üsü yatırıp, kıyafetlerini ve bezini çıkarttı. Ada uyumuyordu ama uyanık olduğunu da söyleyemezdik. Neyse ki suyu seviyordu ve banyo esnasında uyanacak, bundan da rahatsız olmayacaktı. "Anneciğim..." dedim yumuşacık bir sesle. Bu sırada Bora da Ada'nın üzerine doğru eğileceği için boynundaki üzerinde yalnızca N harfi olan uzun zincire takılı pusula kolyesini çıkartmış ve cebine koymuştu. "Kırk banyona hoş geldin," dedim ve Ada'nın boynundan aşağıya doğru suyu döktüm. "Nice kırk günlerin olsun bebeğim! Güneş gibi ışılda, ay gibi parla! Aaaa! Ay! Ay'ı unuttum Bora! Gümüş! Gümüş lazım!"

"Ne gümüşü?" dedi Bora, şaşkınlıkla.

"Kolyen!" dedim heyecanla. "Kolyen gümüş mü?"

"Bilmem?" dedi. Kaşlarını çattı. "Hadi üşeyecek Nazlı, ıslattın çocuğu."

"Gümüş rengi sonuçta. Suyun içine at kolyeni hemen!"

"Ya sabır!" diye mırıldanırken, cebinden kolyesini çıkardı ve file minderin kenarından suya bıraktı. "Hadi dök, su dök. Üşüyecek."

Ada'nın ellerine, kollarına, karnına, bacaklarına, ve ayaklarına su dökerken, Bora da Ada'nın yarı gözü açık bir şekilde boğazından çıkardığı seslere cevap veriyordu. "Evet. Su çok güzel bir şey babacığım." Ada, Bora'nın streç filme sarılı parmağını kavradı. "Sen şimdi uyuyup dinleneceksin. Sonra, biz sana yılbaşı hediyelerimizi vereceğiz." Köpürttüğüm süngerle boynundan itibaren onu ovalamaya başladım. "Evet ya. Kırkını çıkarıp giriyorsun yeni yıla. Kocaman oldun bir anda."

"Yeni yıl konsepti de yapacağım ben kızıma!" dedim, tatlı bir sesle.

"Evet," dedi Bora, Ada'yı köpüklerden arındırırken. "Yarın da kırk bir kere maşallah konsepti yapar anne sana. Annede konsept çok."

"Acaba Ada'nın babası, yeni yıla Ada'nın annesi olmadan mı girmek istiyormuş ya?!" dedim, sesimdeki tatlı kinayeyi Bora'nın anladığından emin olduğum bir şekilde. Bu sırada Bora kolunu Ada'nın koltuk altlarından geçirerek, onu yüzükoyun çevirmişti. "Çünkü bugün babası, birazcık fazla konuşuyormuş da!"

Ada, küvetin içinde yüzükoyun durmaktan hoşlanmadığı için boğazından ağladığına dair sesler çıkarırken, Bora, "Yok kızım yok... Şaka yaptı anne sana! Tabii ki de yeni yıla beraber gireceğiz," demişti. Ben ise o hiçbir şey dememiş gibi Ada'nın sırtına su dökmüş ve sırtını köpürtmeye başlamıştım. "Değil mi annesi?"

"Di falan değil," dedim, ters bir tavırla. "Lafını sok sok, sonra di mi de. Yok öyle!"

"Şimdi çıkacağız babacığım," dedi Bora, ağlamaya devam eden Ada'ya. Hızlıca sırtını duruladım. "Biliyorum, hiçbir şey görememekten nefret ediyorsun, birazcık sabret." Ada'nın azıcık olan saçını şampuanladığım sırada, Bora hafifçe destek vererek kafasını kaldırmıştı. "Saçlarına dokunulmasından bu kadar nefret edemezsin kızım ya..." dedi Bora, Ada hepten yaygarayı kopardığında. "Hemen durulayacak şimdi anne seni. Söz veriyorum, sadece iki dakika sürecek."

"Bir dakika on beş saniye hatta," dedim, saçlarını durularken. "Hemen bitecek hemen."

"Tertemiz oluyorsun babacığım..." dedi Bora, yumuşacık bir sesle. "Yeni yıla tertemiz gireceksin. Aferin sana."

"Evet. Birazcık daha su dökelim ki saçın şampuanlı kalmasın..." dedim. Ensesini hafifçe parmaklarımla ovaladım. "Yeni yıla şampuanlı şampuanlı giremeyiz. Nasıl girersek öyle geçer. Ya bütün yıl saçımız şampuanlı kalırsa?! Allah korusun!" Ada'nın ağlaması ne söylersem söyleyeyim kesilmiyordu. "Bana inanmıyor musun? Biz geçen sene, yeni yıla girerken babanla öpüşüyorduk. Bir arada olmamız mümkün bile değildi ama bak sen şu işe... Bir aradayız ve bütün sene boyunca da öpüştük! Değil mi babası?"

"Di..." Bora'nın tonlamasını duyduğumda bakışlarım yüzüne çevrildi. Sırıtıyordu ve bu ifadesi, sinir bozucu derecede güzeldi. "Evet..." dedi, bakışlarını yeniden Ada'ya çevirirken. Ada'yı yeniden sırtüstü yatırdı. "İşte bu kadar! Yeni yıla şampuanlı girmekten kurtuldun!"

"Kırk suyunu da dökeyim kızımın," dedim ve otuz yedi santigrat dereceye kadar düşmüş, kenara ayırdığım kırk kaşık suyu yavaşça Ada'nın gövdesine döktüm. "Seni çok seviyoruz bebeğim..." Ardından teninde kalan suyla, aynı bir losyon sürermiş gibi narince vücudunu okşadım. "Kırkımız uçtu gitti!"

Bora, Ada'nın bornozunu aldı. Ada'yı kucağına verdiğimde, bornozla her yerini sardı. "Kırklandın mı kızım sen?" dedi, bornozunun üstünden Ada'nın kafasını öperken. "Su gibi ömrün olsun..." Bakışları gözlerimle birleşti. "Çekelim mi fotoğraf?"

"Giydirip süsleyeceğiz, ondan sonra..." dedim.

"Ama kırk banyosu bu... Böyle bornozla çekilse, daha sevimli değil mi?" diye sordu, yeniden Ada'ya bakarken. "Baksana şuna... Dünyalar güzeli!"

Bakışlarım Ada'ya çevrilirken Bora'ya hak vermiştim. "Tamam. Hemen çekelim o zaman," dedim.

Bora, küvetin file minderini çekiştirdi ve köpüklü suyun içinde eliyle bir şey aradı. Küvetin içi envaiçeşit şeyle dolu olduğu için her ne arıyorsa, bu onu on dört saniye kadar oyalamıştı. Köpükle kaplanmış sudan alyansını çıkardı, parmağına taktı, sonra da köpüklü suyun içinde kolyesini buldu; kolyeyi kenardaki havluyla kurulayıp yeniden cebine koydu. Yatak odamıza geçti ve Ada'yı yatağımıza yatırdı. Ben, Ada'nın odasına gidip yan yana geldiğinde 40 olan iki küpü ve fotoğraf makinesini alırken, o da Ada'nın nemlendirici losyonunu sürmüş ve altını bezlemişti. Küpleri Ada'nın başucuna koydum.

Bora fotoğraf makinesini elimden aldı ve Ada'nın fotoğraflarını çekti. "Kırklama annesi," dedi bana, takılırcasına bir ifadeyle. Bakışlarım şaşkınlıkla gözlerine çevrildiğinde, aklına her ne geldiyse gülmüştü. "Hadi geç sen de kızımızın yanına, ikinizi çekeyim." Kaşlarım çatıldı. "Ne?" dedi, sorar gibi. "Sonuçta senin de kırkın uçtu gitti."

Gülümsedim. "Evet," dedim ve Ada'nın yanına yüzükoyunla yan arası bir şekilde uzandım. Dirseğimi yatağa koyarak, başımı avucuma yasladım. Bir elimle Ada'nın elini tutarken, ayaklarımı da havaya kaldırmıştım. "Gül bakayım anneciğim!" dedim, kameraya bakarken. "Babaya bakıp gül."

Bora fotoğraflarımızı çektikten sonra yanımıza geldi ve Ada'nın bir diğer tarafına geçti. "Benim de babalığımın kırkıncı günü sonuçta!" dedi, kendi kendine mırıldanır gibi. Bu esnada kadraja üçümüzü birden sığdırmıştı. Bakışlarım gamzesine takıldığında, "Kameraya da bak sevgilim," dedi.

Kameraya da baktım. Üst üste, sayamadığım kadar fotoğraf çekti. Hafifçe doğruldum ve "Hadi bakalım anneciğim, giyinelim!" dedim. Ada çoktan yeniden uyumuştu fakat otuz sekiz dakika sonra emmesi için onu uyandırmak zorunda kalacaktım. O sanki uyumuyormuş gibi kısa kollu tulumunu giydirdim. "Kolumuzu da geçirelim..." Gündüzleri, o uyurken de konuşabiliyorduk fakat geceleri mümkün mertebe sessiz olmaya özen gösteriyorduk, bunu da gece ile gündüzün farkını anlaması için yapıyorduk. "Bu kolumuz da var..."

Bora, uzandığı yerde çektiği fotoğraflara bakarken, "Bir şey söyleyeceğim..." dedi ve derin bir nefes aldı. Kapkara gözleri gözlerimle buluşurken, "Söylememeliyim aslında ama... Söylemek istiyorum," diye ekledi. Düşünürcesine gözleri kısılmıştı. "Söylemezsem bir şey kaybetmeyeceğiz. Söylersem de bir şey kazanmayacağız. Söyleyeyim mi söylemeyeyim mi?"

"Söyle?" dedim, merakla.

"Bu kırk uçurma muhabbeti var ya..." Başımı evet, var anlamında salladım. "Bunu sen epey araştırdın değil mi?" Başımı yeniden evet, araştırdım anlamında salladım. "Sadece merak ettiğim için soruyorum..." dedikten sonra alt dudağını ısırmıştı. Bir kez daha başımı salladım, evet, sor diye. "Annenin, bebeğinin kırkını çıkaramayacağını hiç mi bir yerde okumadın?"

Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Nasıl yani?"

"Yani..." dedi ve boğazını temizledi. "Kırklama annesi diye bir şey vardır." Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. "Aile büyüğü ya da aile dostu olan herhangi büyük, veya büyükmüşçesine sayılan sevilen biri işte her neyse, o yıkar bebeği. Hayır, ben inanmıyorum bu kırk uçurma işine de... Eğer sen gerçekten inanıyorsan, bunu nasıl atladın, onu anlamadım. Söyleyeyim dedim. Yani. Hurafelerle alakalı bir genel kültür bilgisi olsun diye." 

"Söyle tabii!" dedim kaşlarım havalanırken. "Ama şimdi söyle tamam mı?! İş işten geçtikten sonra! Genel kültürmüş! Aferin Bora! Gerçekten aferin! Senin yüzünden kızımızın kırkı uçamadı! Kanat çırptı çırptı düştü! Pes ya! Valla pes!"

"Düşmedi düşmedi, uçtu. Bu dediğim çok önemli değil, bir şey olmaz!" dese de ona aldırmadım.

Ada'yı onun yanında bırakarak hızlı, öfkeli ve sert adımlarla banyoya ilerledim. Ben de kırklanacaktım. Ve fakat kırklanmadan önce, kırklanmaya dair internette her ne bilgi varsa okuyacak ve bu konuda bir kez daha Bora'ya madara olmayacaktım!

♠️

Banyo yapmış, vücudumu nemlendirmiş, sırtıma doğru uzanan saçlarımı taramış ve kurutmuş fakat şile bezi bornozumu henüz çıkaramamışken Ada'yı emzirme vaktim gelmişti. Yalnızca iç çamaşırlarımı giyerek ve üzerime yeniden bornozumu geçirerek Ada'nın odasına gitmem gerekmişti. Keşke her şey emzirme vaktim gibi net ve sabit olaylar doğrultusunda ilerleyebilseydi. Fakat bu pek mümkün değildi ve özellikle söz konusu bir bebek olduğu zaman insan, her an her şeyin olabileceği konusunda hazırlıklı olmak zorunda kalıyordu. Genellikle kavramı, ki bu kavramdan asla hoşlanmıyordum, burada devreye giriyordu. Bir günün bir gününe, bir saatin diğer bir saatine uymayabiliyordu.

Mesela Ada genellikle bir göğsümü sonuna kadar emiyor, diğer göğsümü teklif ettiğimde onu da alıyor ama ikinci göğsü kısmen daha az emiyor ve bir noktada doyduğunu belli ediyordu. Fakat bazen de sadece bir göğsümü emiyor ve bununla yetiniyor, ona diğer göğsümü teklif ettiğimde burun kıvırıyordu. Bazen de diğer göğsümü de son yudumuna kadar tüketebiliyordu. Ben tabii ki de bunu da bir zaman aralığı ile netleştirmek, on beş dakika bir göğsümü on beş dakika diğer göğsümü kendisine vermek istemiştim ve fakat ben kimdim ki, benim isteklerimin ne önemi vardı ki, Ada'ya neydi ki benden? Bunu yapabildiğim de oluyordu, yapamadığım da. O yüzden emzirmemin kesinkes ne kadar süreceğini de bilemiyordum mesela. Genellikle yarım saati geçmediğini biliyordum sadece.

Yapabildiğimin de olduğu, yapamadığımın da olduğu onlarca şey vardı ve her defasında Bora, bana, bir bebek de olsa onun bir birey olduğunu hatırlatarak içimi rahatlatmaya çalışıyordu. Ağlamıyorsa sorun yoktur, düşüncesi Bora'nın neredeyse hayat mottosuydu. Elbette ki karşı argümanım vardı, "Acıkıyor ama ağlamıyor işte," diyerek üste çıkmaya çalışıyordum ama o zaman da bana, "Çok aşırı acıktığında illaki ağlardı sevgilim, onun da bir dur noktası vardır illaki. Biz o dur noktasına gelmeden fark ettik bunu," diyordu.

Bora zaten hep bir şey diyordu. Birçok konuda benden daha bilgili ve daha soğukkanlıydı. Annelik içgüdülerime güvendiğini söylüyordu ama bunda bile bir koşulu vardı: "Neyin içgüdüsel bir his olduğuyla; neyin korkularının ve kaygılarının ürettiği kötücül bir düşünce olduğunu ayırman gerek." Söylemesi kolaydı ama pratikte hiçbir şey o kadar kolay olmuyordu. Panik bir anne değildim. Hatta gayet aklıselim davranıyordum ki bunu Bora da onaylıyordu. Sadece her şeyin kusursuz olmasını istiyordum. Fakat Bora buna da elbette ki karşı çıkıyor, "Kusursuz olmasını istediğin kişi bir insan Nazlı ve herkesin bir kusuru vardır, kendini boşuna şartlama," diyordu.

Bir ebeveynin, çocuğunun henüz kusursuz olup olmayacağı belli bile değilken, onun kusurlu olabileceğini kabul etmesini de benim aklım almıyordu. Kusurlarıyla onu sevmeyeceğimi söylemiyordum, kusurlu olmasını istemiyordum sadece. Erkenden konuşmaya başlasın, erkenden emeklemeye başlasın, erkenden yürümeye başlasın, erkenden tuvalet eğitimi alsın, erkenden sayıları saysın, erkenden okumayı öğrensin istiyordum. Ama Bora'ya göre zaten bunlar kusursuzluk değil gelişim süreciydi ve geç gelişmek de bir kusur değildi. Çok zeki olsun istiyordum ama Bora'ya göre zaten zekâ da geliştirilebilen bir şeydi ve Ada'nın zekâ gelişimine katkı sağlayabilecek kadar zeki olduğumuzu düşünüyordu. Bu konudaki son konuşmamız, "Sevgilim biraz sakin olur musun? Kızımız daha on iki günlük..." dediğinde kapanmıştı. On iki aylık olacağı zamanları da görecek ve o güne kadar da bu konuyu Bora'yla tartışmayacaktım.

"Pişt!"

Bora ellerini şortunun ceplerine sokmuş, ayak bileğini çapraz bir şekilde bağlayarak duvara yaslanmış ve biraz uzaktan bize bakıyordu. Ona kırgın ve küskün bir bakış atıp, gazını biraz evvel çıkardığım Ada'yı bacaklarıma yatırdım ve gözlerimi babasından aldığı gözlerine çevirdim. "Sen karnını doyururken hava karardı ama uykuya yatma vaktimiz gelmedi... Bir kez daha süt içeceksin, ondan sonra gece olacak senin için..." Gözlerinin kapandığını görünce, "Hemen uyuma ya..." dedim. "Keyif yapalım biraz seninle..." Ada ellerini ve bacaklarını oynatarak bana karşılık verirken gülmüştü. "Evet! Benim kızım keyfine çok düşkün, bilmez miyim?"

"Acaba Ada bu keyfi, biz yılbaşı ağacını süslerken yapmak istemez mi?" diye sordu Bora, birkaç adımla bize doğru gelirken. Ben bir cevap vermediğimde bir dizini yere koyarak sallanan koltuğun önünde eğilmişti. "Hı?"

"Ada'cığım baban sana bir şey sordu," dediğimde de utanmadan güldü.

"Küs müyüz?" dedi yumuşacık bir sesle. Başparmaklarımın Ada'nın avucunda olmasını önemsemeden bir elime uzandı ve elimi kendi avucuna alarak, Ada'nın karnının üzerine koydu. "Peki... Çok mu küsüz yoksa az mı? En azından onu söyle."

Aklıma üç gece önce geldiğinde dudaklarım istemsizce iki yana kıvrılmıştı. Bora, Arjantin'deyken dört tane tişört sipariş etmişti. Ben böyle bir siparişi olduğunu, Selim tişörtleri eve getirdiğinde ancak fark etmiştim. Hep olduğu gibi. Bora'nın giyimine düşkün biri olduğunu açık açık bilmesem de giydiklerinden zaten anlıyordum. Hiçbir kıyafeti eskimiyordu çünkü eskitecek kadar giymiyordu. Bunun için de dolabının sürekli yenileniyor olması gerekiyordu. Düşününce bütün bunlar çok mantıklıydı ama ben üzerine hiç düşünmemiştim. 21 Mayıs'tan sonra baş başa kaldığımızda ise bunu açık açık gözlemleme şansım olmuştu. Özellikle Avrupa'dayken ünlü modacıların özel dikimevlerine falan beraber gitmiştik fakat yat patladıktan sonra pek uluorta takılmayı tercih etmediğimiz için beğendiği bir gömleği, takım elbiseyi, şortu, ayakkabıyı, kol düğmesini falan sipariş üzerine halletmeye başlamıştı. Neyi nereden gördüğünü ya da neyi ne zaman almaya karar verdiğini asla anlamamakla birlikte, ara ara birileri, "Bunlar Bora Bey'in siparişleri..." diyerek bir şeyler getirmeye başlamışlardı.

Arjantin'deyken de bir şeyler almaya devam etmişti ve orada, artık bu siparişleri takip eden Selim olmuştu. Üstelik Arjantin'de biz de dışarı çıkıyor, ağırlıklı olarak Ada için de olsa alışverişe gidiyorduk. Ben de kendime bir şeyler alıyordum, almıyor değildim. Ama kesinlikle Bora daha çok alıyordu, ben onunla yarışamazdım. Alışverişe gidiyor da olabilmemize rağmen o gün, sipariş etme gereği duyduğu ve bunun üzerine de Selim'in getirdiği dört tane tişörtün fiyatını gördüğümde neredeyse dudağım uçuklayacaktı. Adaya geldiğimizden beri üstü çıplak gezdiğini gördükçe, o tişörtlere boşu boşuna para akıttığı ara ara aklıma gelip durmuştu. 

O yüzden ben de üç gece önce, banyodan çıktıktan sonra, o tişörtlerden birini giymeye karar vermiştim. Henüz hiç giymediklerinden en güzel ve en pahalı olanını. Laciverti.

"Bora sana bir şey diyeceğim ama Ada'ya çok küsme tamam mı?" demiştim, salona indiğimde.

"Çok küsmeyeyim mi?" diye sormuştu şaşkınlıkla.

"Evet. Küseceğini biliyorum ama çok küsme," demiştim yavaşça.

Gözleri kısılırken, "Az küsmek nasıl oluyor?" diye sormuştu.

"Yani sana soru sorarsa cevap ver, kızım bebeğim falan diyerek ama," demiştim elini tutarken.

Kaşları havalanmıştı. "Soru sorarsa? Bana?" Başımı sallamıştım, evet der gibi. "E o zaman küsmüş olmuyorum sevgilim?"

"Yoo küsmüş oluyorsun," dedim, açıklayıcı bir tavırla. "Sen konuşmuyorsun kendin. Onun sorularını cevaplıyorsun sadece. Azıcık küssün çünkü. Çok küsünce, sorularını bile cevaplamaman gerekir."

Derin bir nefes alıp vermiş, sonra da "N'olduğunu söyleyecek misin Nazlı?" diye sormuştu.

"Ada senin şu en pahalı tişörtüne kustu," dediğimde, gözleri yeniden kısılmıştı. "Hani Arjantin'den almıştın dört tane tişört birden. Selim getirmişti eve. En güzeliydi onların. Lacivert olan var ya, ona."

"Öyle mi?" Ne tepki vereceğini bilemez ve hayatta böyle bir ihtimale karşı hiçbir hazırlığı yokmuş gibi sakalını kaşırken üç saniye boyunca sessiz kalmış ve sadece gözlerimin içine bakmıştı. "Peki tişörtümü nereden bulmuş, bir şey dedi mi sana?"

"Demedi ama ben biliyorum. Benim üstümdeydi." Kaşlarımı çatmıştım. "İnsan bir tişörte bu kadar para verip de turşusunu kuracak kadar gardıropta bekletmez ki canım! Çocuk da ne bilsin, pahalı ne ucuz ne, kustu işte! Kızma hiç ona! Üstünde görmediği için demek ki senin olduğunu düşünmemiş bile ne yapsın!"

"Az küsüz!" dedim omuz silkerek. "O da yani Ada'nın ilk yeni yılı diye. Yani ona ayıp olsun istemediğim için. Yoksa çok küserdim."

"Gerçekten üzüldün mü?" diye sordu, meraklı bir ifadeyle.

"Hayır," dedim, gözlerimi kocaman açarak. "Sadece sinir oldum."

"Kırk uçurmayı bu kadar önemseyeceğin aklımın ucundan geçmezdi. Hiç konuşmadık da," dedi sıkıntıyla.

"Eksik mi kalsın bizim kızımız, kırkının çıkmasından?" dedim kaşlarımı çatarken. "Ya büyüyünce benim kırkımı nasıl çıkardınız diye sorarsa? Ne diyeceğiz o zaman ona? Biz böyle hurafelere inanmıyoruz mu diyeceğiz?" Başımı iki yana salladım. "Geleceği hiç düşünmüyorsun, hiç!"

"E evet böyle diyeceğiz ama sevgilim," dedi. Ada'ya baktı ve gülümsedi. "Sen hurafelere inanan bir kızımız olsa zaten bundan hoşlanmazsın ki."

Kaşlarım daha da çatıldı, haklı olabilir miydi? Derin bir nefes aldım, sonra da yavaşça verdim. "Ne var heves ettiysem?" dedim. Bakışlarımı Ada'nın yarı kapalı gözlerine çevirdim. "Ada, gündaşlarından eksik mi kalsın? Onun gündaşlarının anneleri neler neler yapmışlar da her yerde afişe etmişler. YouTube bunlarla dolu, haberin var mı senin?"

"Gündaş..." dedi gözlerini kısarken. "Aynı gün doğan mı demek?"

"Her şeyi biliyorsun da bunu mu bilmiyorsun?" diye sordum, kısık bir sesle. "Öyle demek, evet."

"Özür dilerim, hevesini kırdıysam..." dedi yumuşacık bir sesle. Başparmağıyla elimi belli belirsiz okşuyordu. "Söz veriyorum, diş buğdayı töreninde, seremonisinde veya partisinde her neyse artık, daha dikkatli davranacağım."

"Ona da mı inanmıyorsun?" diye sordum, yorgun bir nefes verirken. "Ben de artık neye inanıyorum neye inanmıyorum bilmiyorum gerçekten. Çok fazla özel gün kutlaması var! Hepsine nasıl yetişeceğimizi gerçekten bilmiyorum. Her şeyi kutluyorlar ya her şeyi! Biz de Ada'nın hiçbir şeyini eksik etmemeliyiz. Yaşıtlarından geri kalmamalı asla. Bütün özel gün ve özel an'larında fotoğraflarını çekmeliyiz. İleride hepsine bakacak çünkü."

"Yani Türk adetlerini yerine getirmiş yaşıtları olmayabilir," dediğinde duraksadım, bunda da haklıydı. Ada'nın belki de hiç Türk arkadaşı olmayacaktı ki, biz Türkiye'ye dönmeyecektik ki. "Ha ama kendi adetlerinden eksik kalmasın gibi bir düşüncedeysen, o ayrı. Yine de bütün bunların hangileri harbiden bizim adetlerimiz, hangileri ise sadece şov maksadıyla yapılıyor ayrıştırmak gerek." Haklı olduğunu bilmesine gerek yoktu. İnsanlar utanmasalar çocuğumun ilk uçağa bindiği an diye kutlama yapacaklardı ve benim çocuğum muhtemelen tüm gündaşlarından daha evvel uçağa binmiş olabilirdi. Eğer uçakta doğan bir gündaşı yoksa tabii. "Eee? Yılbaşı konseptine geçmeyelim mi? Ağacı kurdum. Beraber süsleriz diye konuşmuştuk. İnsek mi aşağı yavaştan? Ancak süsleriz, sonra da yemeğe geçeriz?"

Elimi elinden çektim ve Ada'yı tutması için ona uzattım. "Konsept monsept yok," dedim. Ayağa kalktım ve Ada'nın şifonyerini açıp, ona ne giydireceğimi düşünmeye başladım.

"Nasıl konsept monsept yok ya?" dedi Bora, Ada'nın, etrafı izleyebileceği şekilde, sırtını göğsüne yaslarken. "Yılbaşından âlâ konsept mi olur?"

"Konsept yapamadık senin yüzünden!" dedim, aksi bir tavırla. Kaşlarını çattı. "Bu ilk yılbaşında takım takım giyinmemiz gerekiyordu. Öyle fotoğraf çektirmemiz gerekiyordu! Ama aynı renk giymekten bahsetmiyorum, aynı desenli şeyleri giymemiz gerekiyordu. Anne, baba ve çocuk olarak." Başımı onu esefle kınadığımı belli etmekten kaçınmayarak iki yana salladım. "Ama yok! Gelmiyor paşamıza öyle şeyler! Couple couple şeyleri bile sevmiyorsun ki sen, anne baba çocuk şeylerini sevesin! Ya senin-" Ben sesimin yükselmemesi için derin bir nefes alırken, onun gözleri kısılmıştı. "Ya senin... Ben bazen senin ne giydiğine bakıp, seninle aynı renk bir şey giymeye çalıştığımda bile bakışların değişiyor. Böyle ne gerek vardı ki şimdi buna der gibi oluyorsun. Gösterdim ben sana on gün önce değil mi? Çok güzel pijamalar gösterdim internetten değil mi? Sadece baktın... Baktın böyle, bu ne daha neler der gibi. Alalım mı, alsam giyer misin bile diye soramadım o bakışlarını gördüğümde. O yüzden, yani senin yüzünden, şimdi ne giyeceğimize karar vermem gerek. Çünkü ben kızımla takım giyineceğim. Sonra ağaç süsleyeceğiz. Ki onda da sen bunu teklif ettiğin için seni reddetmek istemedim, yoksa ben ağaç süslemekten nefret ederim."

"Ben de," dedi.

"O zaman niye süslüyoruz?" dedim, ters bir tavırla. "Süslesin biri, onca adam var aşağıda. Ada'nın fotoğrafını çekelim ağacın altında yeter. Noel şapkası aldım Ada'ya. Konseptimize uygun tek yaptığım şey bu. Kırkına kafa yormaktan, yılbaşına o kadar da odaklanamadım. Onu kafasına geçirip fotoğraf çekmemiz lazım. Beraber ağaç süslemeyi, Ada'nın aklı erip de ne yaptığımızı fark edene kadar erteleyebiliriz. 2025'e girene kadar falan!"

"Erteleyemeyiz," dedi iç çekerken. "Yılbaşı ağacını beraber süslememiz gerek. Senin ve benim."

"Niye?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Anısı var da ondan," dedi. Kaşlarım çatıldı. "İnsan bazen nefret ettiği şeyleri yapabilir."

"Evet. Ama sen nefret ettiğin şeyleri yapan biri değilsin ki?" dedim, alayla gülerken. "Aynı pijamaları giymek istemedin bizimle mesela."

Derin bir nefes alıp verdi. "Kızım," dedi Ada'nın başından öperken. "İlk yılbaşı hediyeni ister misin?" Ada'nın, şu an hiç kullanmadığımız gardırobuna ilerledi ve kapağını açtı. İçinden büyükçe bir kutu çıkarttı ve kutuyu, Ada'nın altını değiştirdiğimiz yere koydu. Kutunun kapağını açtı. Siyah, kısa kollu bir zıbını çıkarıp kenara koydu. "Bak babacığım..." dedi. Ardından kutudan, siyah ağırlıklı, ince bordo ve yeşil ekose çizgileri olan, kalın askılı şort tulumu çıkardı. "Nasıl?" diye sordu, tulumu Ada'ya gösterir gibi tutarken. "Beğendin mi?" Kutudan, siyah, ince askılı atleti aldı ve onu da Ada'nın kıyafetlerinin yanına koydu. "Evet..." dedi yavaşça. Aynı şekilde siyah ağırlıklı, ince bordo ve yeşil ekose çizgileri olan bir pijamayı da gördüğümde dudaklarım şaşkınlıkla açılmıştı. "Bu da annenin..." Ada'nın yine başından öptü. Benimkisi ve Ada'nınkisiyle birebir takım olan bir diğer pijamayı da gördüğümde yutkunmaya çalışmıştım. "Bak bu da benim! Ama ben üzerime bir şey giymesem olur mu babacığım? Var ama siyah tişörtüm benim de. Çok gerekliyse giyerim."

"Bora?" Sesim, hayrete düşmüşüm gibi çıkmıştı. Bana döndüğünde önce onunla, sonra da Ada'yla göz göze gelmiştim. "Sen ciddi misin?" diye sordum.

"Benim pijama giydiğimi kaç kez gördün?" diye sordu. Kaşlarım çatıldı. "Pijama giymeyi sevmiyorum, takım olmasını geçtim... Ha takım giyinmenin de mantığını gerçekten anlamam bu arada, yalan ya da yanlış bir bilgi değil bu. Ama gerekliyse giyerim, ne olacak? Fakat senin sandığının aksine, bu ne daha neler falan der gibi bakmadım senin gösterdiklerine. Çirkindi, kabul et. Ayrıca polardı ve biz yaz mevsimindeyiz. Gerekli olduğunu gerçekten düşünmemiştim, sadece sen bunu arzu ediyorsun diye aldım. Bir de benimle aynı renk giyindiğinde sana ne gerek vardı ki şimdi buna der gibi falan baktığımı asla kabul etmiyorum. Benimle aynı renk giyinmeye çalıştığını bile anlamamış olabilirim hatta şu zamana kadar. Ben couple couple dediğin şeyi, buradan almıyormuşum demek ki." Sol elini havaya kaldırıp yüzüğünü gösterdi. "Benim için couple olmanın önem verdiğim tek simgesi bu ve sen alyansını hâlâ takmadın."

"Takacaktım..." dedim, suç içlemiş yaramaz bir çocuk edasıyla. "Ada'nın emzirme vakti geldiği için takamadım. Tam saçımı kuruttum, alyansımı köpüklü sudan alacaktım ki... Saçımı da sen saçımı kurutmam konusunda çok hassassın diye kuruttum bu arada. Yoksa saçımı kurutmayıp alyansımı alırdım küvetten." Yalan söylediğimin farkındaydı ama bunu umursamadan gülümsedim. "Gidip alayım hemen. Sonra da pijamalarımızı giyelim, akşam oldu sonuçta. Ve inip yılbaşı ağacımızı süsleyelim madem!"

Başını hafifçe eğip göz ucuyla Ada'ya baktı. Gözlerinin hepten kapandığını görünce birkaç adımla yatağına ulaştı ve Ada'yı yatağına yatırdı. Ardından adımları bana doğru yaklaştı. Şortunun cebinden alyansımı çıkardı, sol elime uzandı ve alyansımı parmağıma taktı. Dudakları yüzüğümle parmağıma değerken, "Barıştık mı?" diye sordu.

"Küs müydük ki sevgilim?" dedim, kollarımı boynuna dolarken. Denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusu ciğerlerime nüfuz ederken, elleri belimi bulmuştu. Kolyesi göğsüme değiyordu ama gün içinde ona sarılırken bunu hissetmeye çoktan alışmıştım. "Çok teşekkür ederim. Kırk uçurmamız biraz şey oldu ama önemli değil. Ada'nın ebeveynleri olarak ilk özel gün deneyimimizdi sonuçta. Sana hiç bahsetmemek de benim hatam olabilir aslında. Ben de aslında tam olarak dün gece karar vermiş olabilirim buna. Emzirmeye kalktığımda söylemeyi unuttum, aklım başımda uyandığımda da sen evde yoktun."

"Şakayık isterken, kızımızın kırkını uçuracağız diyemezdin çünkü..." dedi, dudakları saçlarımın arasındayken.

"Diyebilirdim. Neden demedim bilmiyorum," dedim kısık bir sesle. "Diyorum ya ilk deneyimimizdi ikimizin de. Eminim ki bundan sonra daha tecrübeli davranacağız. Doğum gününü falan şimdiden konuşalım hatta. Ne giyecek, nasıl süsleyeceğiz, pastası nasıl ola-"

"Sevgilim, dur..." dedi, kolları benden ayrılırken. Parmak uçlarımla gamzesine dokundum. "Diş buğdayı daha evvel..."

Gözlerimi kısarken, kuşkulu bir ifadeyle, "Bu diş buğdayı konusunda, benimle dalga geçiyor olma ihtimalin var mı?" diye sordum.

"Aşk olsun Nazlı... Ben seninle dalga geçer miyim hiç?" dedi.

"Evet," dedim, başımı sallayarak. "O yüzden emin olamıyorum zaten. Şimdi heveslenirim, sonra bir şey çıkarsa..."

"Heveslerine saygı duyacağım," dedi. Burnuma bir öpücük kondurdu. "Saçma bulup bulmamayı asla önemsemeyeceğim." Dudakları yanağıma ulaştı ve oradan bir yol çizerek şakağıma doğru ilerledi. "Mantıklı olup olmadığıyla ilgilenmeyeceğim. Sorgulamayacağım. Neye heves ediyorsan, o çok mühimdir, bundan sonra sadece böyle düşüneceğim." Gözleri gözlerimle buluştuğunda, bir eliyle yanağımı kavramıştı. "Ama ben bazı gerekli şeyleri senin kadar iyi bilemeyebilirim. Gerekli olan ne ise, onu bana önceden söylemelisin. Bana bir pijama gösterip geçmemelisin, üçümüzün de aynı pijamayı giymesi gerektiğini söylemelisin. Anlaştık mı?"

"Tamam..." dedim. Ellerimi belimde sabitledi. "Ama sen de bana sakın neden gerekli diye sorma tamam mı? Bu konuda da anlaşalım. Çünkü ben de bazen bazı şeylerin neden gerekli olduğunu anlamıyorum." Kendini tutamayıp güldü. "Yani anlayamayabilirim," diye düzelttim. Boğazımı temizledim, gülmesin diye. Özür diler gibi bir mimik yaptı ve derin bir nefes alarak gülmeyi bıraktı. "Sonuçta ben bir anne olarak, başka annelere özenebilirim. Bunu anlayışla karşılamalısın."

"Anlaştık," dedi. Bir elimi bıraktı ama diğer elim hâlâ avucundaydı. "Gel bakalım şimdi..." derken, beni de peşinden önce kıyafetlerimizin olduğu yere, sonra da giyinme odamıza sürüklemişti. Şortunu çıkarttı ve pijamasını giydi. Ben de bornozumu çıkarttım. Önce siyah askılı atleti giydim, ardından pijamamı. Kumaşı öyle tiril tirildi ki, çok beğenmiştim. Benimkinin gömlek şeklinde üstü de vardı ama hava çok sıcaktı, onu şimdi giymek istememiştim. Boy aynasının karşısına geçtiğimde, Bora biraz geride, vücudunun bir kısmı arkamda bir kısmı ise yanımda kalacak şekilde durdu. Ben bize bakıyordum ama o bana. "Sevdin mi?" diye sordu, nefesi kulağımı yalarken.

"Çok..." dedim.

"Gel," dedi ve yeniden elime uzandı. Birlikte terasa çıktığımızda boğazımdan bir kıkırtı dökülmesine engel olamamıştım. "Plânımızda bir değişiklik yok değil mi?" diye sordu, merakla. "Süt sağdın gün içinde?"

"Evet," dedim, çok önemli bir şey yapmışım gibi. "Ama kendimi şarap içmeye şartlandırmıştım. Şampanya hesapta yoktu."

Güldü. "Bu müesseseden..." dedi. Elimi bıraktı ve biraz ilerideki sehpanın üzerine hazırladığı iki kadehi bana uzattı. Şampanyayı salladı salladı salladı ve patlattı. Nedenini bilmesem de kahkaha atmıştım. Kadehlerimizi doldurdu ve şampanyayı bırakıp, kendi kadehini eline aldı. "Anneliğinin ve babalığımın kırkıncı günü kutlu olsun sevgilim," dedi, kadehini kadehime çarparken. "Kırkıncı senemize!"

"Bence iyi iş çıkarıyoruz!" dedim, şampanyamdan bir yudum alırken. Gözlerimi kapattım ve tadını iliklerime kadar hissetmeye çalıştım. "18 Ağustos'tan... 31 Aralık'a..." Gözlerimi açtığımda kapkara gözlerinin içine kadar gülümsüyordu. "Hayır hayır. En son ne zaman şarap içtiğimi hesaplamayacağım. Yapmayacağım bunu." Şampanyamdan bir yudum daha aldım. "Ya sence de çok uzun süredir hamile değil miydim Bora?! Doğurdum bak. Artık aynı bedeni paylaşmıyoruz. Ama hâlâ özgürlüğüm kısıtlanıyor. Sence emmeyi ne zaman bırakır?" Hızla başımı iki yana salladım. "Emdiği kadar emsin! Asla kötü bir şey demek istemedim! Sütümün kesilmesini falan istemiyorum asla!" Gözlerimin dolmaması için derin bir nefes aldım. "Niye isteyeyim bunu ya?! Manyak mıyım ben?!"

"Hişt!" dedi, bir eliyle elime uzanırken. Şampanya kadehini sehpanın üzerine bıraktı. "Bak aylar sonra ilk defa bu gece bir keyif yapacaksın... Bunu zehir etme kendine..." dedi, otoriter bir tonlamayla. "Şu anda alkol alman seni kötü ya da düşüncesiz bir anne yapmıyor. Alkol istemek de seni kötü ya da düşüncesiz bir anne yapmıyor, yok öyle bir şey. Sen kendinin farkında mısın? Muhteşem bir anne oldun!" Başımı onu onaylarcasına salladım. "Sütünü sağdın. On iki saat emzirmeyeceksin ama kendi sütünü biberonla vereceksin. Daha evvel denedik de bunu, itiraz etmedi. Bu gecenin keyfini süreceksin, sonra yine süt sağacaksın ve sütün temizlenecek... Bu kadar." Cebinden Djarrum Cherry çıkardığında gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. "Nikotin, sütte sadece üç saat gibi bir süre kalıyor Nazlı ve sen, bu sütü sağacaksın," dedi, panik olma der gibi. "Abartmadığın sürece bir şey olmaz... Lütfen... Bu gecenin... Tadını çıkart... Lütfen..." Vişneli sigaramı elime aldığımda önce kokusunu içime çekmiştim. Bora, cebinden çıkarttığı ona hediye ettiğim çakmakla sigaramı yakarken ne hissedeceğimi şaşırmış durumdaydım. Hem ağlayasım vardı hem de saatlerce gülesim. Aylar olmuştu. Asla ne kadar olduğunu saymayacaktım ama aylar olmuştu. Çok olmuştu. "Ya bir daha bırakamazsam?!" dedim korkuyla.

"Sen?" dedi Bora, inanamaz gibi. "Ada'nın zekâ gelişimini etkileyecek bir şey yapacaksın? Hayatta inanmam!"

"Evet," dedim başımı sallarken. "Sayısal zekâ, evet!" Sigaramdan bir dumanı içime çektim. "Matematik! Evet!"

Bora, dudaklarını dudaklarımla birleştirdi ve beni usul usul öptü. "Ben de özlemişim..." dedi, yeniden göz göze geldiğimizde. "Vişnenin dudaklarındaki bu tadını." Sigaramdan bir nefes daha çektim, şampanyamdan bir yudum içtim. "Güzel bir gece olsun..." dedi göz kırparak. "Bu gece, en güzel yılbaşımız olsun. Ve gelecek yılbaşları, bundan da güzel olsun sevgilim."

♠️

Uyuyan Ada'yı da alıp salona inmiş, onu ağacın yanına koyduğumuz ana kucağına yatırmıştık. Bora, çam ağacını verandaya açılan kapının hemen önüne kurdurmuştu. En son ne zaman ağaç süslediğimi hatırlamıyordum ve fakat her ne kadar Bodrum'da da büyüsem, hayatımın hiçbir döneminde yılbaşı ağacı süslerken havanın bu kadar sıcak olmadığını biliyordum. Güney Yarım Küre'de yeni yıla girecek olmak benim için garip bir deneyimdi. Bora, süslerin olduğu büyükçe kutuyu açtığında şaşkınlığımı gizleyememiştim. Rakamlar... N, B ve A harfleri... Güneş, maça, chip, vişne, şakayık, dümen, üzerinde Nazlı yazan ahşap bir tekne ve Noel Baba şeklinde süsler... Artı, eksi, çarpma, bölme işaretleri ve pi sayısı şeklinde süsler...

"Geçen sene sadece A harfi yoktu," dediğinde ise şaşkınlığım daha da büyümüştü. Küçük bir zarfın içinden, polaroid baskı yaptırdığı iki adet fotoğrafı ve iki küçük mandalı da çıkardığında, "Bir de bunlar tabii..." diye eklemişti. Evlendiğimiz gün Ada'ya verdiğimiz poz ile Ada doğduktan sonra çektirdiğimiz, üç kişilik ailemizin ilk karesi.

Birbirimizden üç yıl, bir ay, bir gün ayrı olduğumuz zamanın birinde, yılbaşına az bir zaman kala, trafiğe takılmıştı. Önünden geçtiği evlerden birinde, yılbaşı ağacı süsleyen bir çift görmüş ve o çifte bakakalmıştı. Onların birbirlerine yaptıkları şeye öyle gıpta etmişti ki bunu benimle mutlaka yapmak istemişti. Beni bulmak için kafasında adeta nedenler maddeliyordu ve beraber yılbaşı ağacı süslemek de bu nedenlerden sadece biriydi. Hem bunun imkânsız olduğunu düşünüyor, hem de yine de belki diye kafasının içindeki bir ihtimale tutanarak bizi, ama en çok beni anlatan objelerden süsler yaptırıyordu. Karşısına nerede bir yılbaşı süsü çıksa alıyordu da. Özellikle bordo tonlarında olanlarını. Yeşil ve siyah bulduğunda da kaçırmıyordu. Yılbaşının tematik renginin yeşil, siyah ve koyu kırmızı, ki o tam tonu olmasa da bordo demeyi tercih ederdi, renklerinden oluşmasını ayrıca seviyordu zaten. Beni bulacağından emindi, bulmak zorundaydı ama birlikte yılbaşı ağacı süslemek fikri, mahkûmu olduğu hayat için biraz fazla romantikti. Geçen sene de işte, belki gelirim diye, beklerken ne yapacağını bilemediği ve canı sıkıldığı için, canı zaten inanılmaz sıkkın olduğu ve onu sevmediğimi düşünerek nefesi kursağına dizilirken yılbaşı ağacı süslemişti. Beni, o zamana dek hiç anlamadıysa da o yılbaşı arifesinde çok iyi anlamıştı. Yani, sevdiğin kişinin seni sevmediğini düşünmenin ne demek olduğunu. Öyle demişti.

Bütün bunları anlatırken, bir yandan da ağacı süslüyordu ve aralarda es verip, "Bunu nereye asayım?" diye sorarak, fikrimi alıyordu. Bir yandan bahsettiği geçmişten ötürü buruktu, farkındaydım, ama öte yandan da içinde duru bir heyecan vardı. Bu ağacı benimle beraber süsleme işi onun için öyle önemliydi ki, her sene, ne olursa olsun her sene, birlikte yılbaşı ağacı süsleme işini bir geleneğe çevireceğime içimden yemin etmiştim. Baş harflerimizi ağacın en güzel yerine yerleştirirken, "Yakıştı mı buraya?" diye sorduğunda, bakışlarında gördüğüm saf ve çocuksu ifadeyi tanıdığımı düşünmüştüm. Aile olma özlemi. Kendimden tanıyordum. Aslında Bora'ya sarılıp hüngür hüngür ağlamak isterdim ama bunun ne ona ne de bana bir faydası vardı. O yüzden ben de ağaca asmadığı süsleri elime alarak, bu dünyada en sevdiğim şey bir yılbaşı ağacı süslemekmiş gibi davrandım. Bu bir rol değildi, gerçekten de artık yılbaşı ağacı süslemeyi seviyordum. Dünyada en sevdiğim şey değildi belki ama yine de çok seviyordum.

Yılbaşı ağacını süslediğimizde iki adet fotoğrafı da mandalla ağacın iki ayrı dalına tutturmuştuk, birlikte.

Cebimden çıkardığım telefonla, ağacın önünde selfie çektiğimde, bana arkadan sarılmış ve eğilerek, çenesini omzuma yerleştirmişti. Pijamalarımızı kadraja sığdırmayı başaramadığım için tripod kullanmamız gerekmişti. Pozların bazılarına Ada'yı ve Noir'yı da sığdırmıştık. Bu pozları yıllar sonra bakalım veya an'ı ölümsüzleştirelim diye vermemiştik. Ada'ya da vermemiştik. Bu pozlar geleceğe değil, geçmişimizeydi.

Geçmişimizdeki herhangi bir an'a dönmek ve Nazlı'ya, "2022'ye girerken, dünyanın en mutlu insanı olacaksın. Senin, babası Bora olan bir kızın oldu. Ada," demek isterdim.

♠️

"Peki böyle geçmişinden... En unutamadığın yılbaşı anın ne peki? İyi veya kötü?" diye sordum, merakla.

Bora'yla birlikte yılbaşı soframıza kurulmuştuk. Benim ısrarla masanın başköşesine geçmemi istemiş, kendi de solumda kalan sandalyeye oturmuştu. Ada'nın ana kucağı ise Bora'nın sandalyesinin karşısındaydı ve Ada ara ara gözlerini açıyor, tuhaf sesler çıkarıyor, gülücükler saçıyor sonra yeniden uyuyordu. Bir kez de ağlayarak uyanmıştı ve bu bezimin değişmesi gerek demekti. Bora benim kalkmama izin vermemiş ve kendi halletmişti. Ayrıca yemekleri servis etmeleri için bile olsa evde kimsenin olmasını istememişti ve servisle de doğrudan kendi ilgileniyordu. Bu gece, benim için, gerçekten de keyif gecesi oluyordu. Yemeğimi ağır ağır yiyor, şarabımı ağır ağır içiyor ve dibine kadar her şeyin tadını çıkarıyordum.

"Yılbaşına aşırı büyük anlamlar yüklemem aslında," dedi, salatasından bir çatal alırken. "O yüzden, öyle unutamadığım bir anım yok. Ama tabii düşününce, herkes kadar, iyi geçen ya da kötü geçen yılbaşlarım vardır." Kaşları havalandı. "31 Aralık'ı özel kabul etmeyince, o gün yaşadıkların da ayrıca unutulmaz şeyler olmuyordur belki."

"Aşırı büyük anlamlar yüklediğin günler var mı acaba sevgilim?" dedim, şakacı bir alayla.

Güldü ve şarabından bir yudum aldı. "Olmaz mı sevgilim?" dedi, alaylı tavrıma aldırmadan. "Bana geldiğin gün. Evlendiğimiz gün. Doğduğun gün. Kızımızın doğum günü."

"Kronolojik saydın," dedim, gözlerimi kısarken. "En önemlisi hangisi peki bu günlerin?"

"Doğduğun gün," dedi. Gülümsedim. "Sen doğmasaydın, kalan diğer günler hiç yaşanamazdı çünkü."

"Ada büyüyünce, ona da bunu söyleyecek cesaretin var mı peki?" diye sordum merakla.

Bakışları Ada'ya çevrildi. "Anlar o beni," dedi, bundan emin bir şekilde. Kapkara gözlerinin içine kırk gündür her gördüğümde içimin gittiği, daha evvel rastlamadığım türden bir içtenlikle dolu ifadesi yerleşmişti. Sanki Ada'ya bakarken, onun da içi gidiyormuş gibi. "Bu bir ayrımcılık değil çünkü. Gerçek." Gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda yüzünde hin bir ifade vardı. "Sen doğmasaydın, o da doğamazdı."

"Bazen böyle kendimi bir döngüye girmiş gibi hissediyorum," dedim, göz ucuyla Ada'ya bakıp. "Emiyor, gaz çıkarıyor, tuvaletini yapıyor, uyuyor, emiyor, gaz çıkarıyor, tuvaletini yapıyor uyuyor. Keza ben de uyanıyorum, emziriyorum, gazını çıkarıyorum, bezini değiştiriyorum... Bitmek bilmez bir döngü gibi. Hem bütün günler birbirinin aynısı gibi hem de her gün yepyeni bir gün gibi. Ama bugünler de geçecek değil mi? Seneye mesela... Bu sofrada otururken... 1 yaşına çoktan basmış olacak, düşünsene."

"Geçecek tabii..." dedi, elimi tutarken. "Hani geçen hafta, gaz sancısı yaşadığı bir gece vardı ya... Asla uyumadı, susmadı..." Başımı salladım. "Biraz önce gibi geliyor bana. Ama üzerinden çoktan bir hafta geçti. Kaldı ki doğumu bile biraz önce gibi." Dudakları buruk bir şekilde iki yana kıvrılmıştı. "Nasıl ki ilk kutladığımız yılbaşı da biraz önce gibi ezberimizde... Kaldı ki ben 2022'yi göreceğime bile inanmıyordum." Derin bir nefes alıp verirken hafifçe elimi okşamıştı. "Ama üstünden bir koca sene geçti bile sevgilim. O yüzden evet, 1 yaşına basmış kızımızla yılbaşı kutlarken de şimdiden itibaren zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamayacağız."

"Sence önce anne mi der, yoksa baba mı?" diye sordum heyecanla. "Hadi gel iddiaya girelim."

Bana teessüfle bakarken elini elimden çekmişti. "Kızım üzerinden herhangi bir iddiaya girmem." Kaşlarını çattı. "Ayrıca ben iddia sevmem."

Omuz silktim. "Baba der bence. Fonetik olarak daha kolay. İki tane ba diyorsun, bitiyor. Anne zor." Gülümsedim. "Eğer ilk baba derse, istediğim bir şeyi yapacaksın. Girdik iddiaya."

"Sevgilim sen zorba mısın?" diye sordu gülerken. "Sevmiyorum diyorum iddia, girmiyorum, girmem."

"Üff!" dedim kızgın bir tavırla. "Hani heveslerime saygı duyacaktın?!"

"Abartma ama..." dedi. Bakışlarına şakayla karışık da olsa uyarıcı bir ifade yerleşmişti. "Çekme benim sözlerimi öyle istediğin her yere."

Ada boğazından birtakım sesler çıkarınca, "Al işte bak, uyandırdın kızımızı..." dedim.

Bora başını iki yana sallarken, "Kızım!" dedi yumuşacık bir sesle. "Sen de bu yılbaşını kaçırmak istemiyorsun değil mi? Ama bünyen bir rahat bırakmıyor seni."

"Daha süt içmene on bir dakika, on yedi saniye var anneciğim," dedim Ada'ya. "Altı dakika üç saniye sonra kalkıp sütünü hazırlayacağım." Sofradaki bordo şakayık buketine gözlerini dikmiş, ayaklarını ve ellerini sallamaya başlamıştı. Bu gece, her uyandığında yaptığı gibi. "Yedin bitirdin gözlerinle çiçeğimi," dedim, gülerken. "Büyüdüğünde sana da alacak baban çiçek. Bir büyü de. Büyümene daha çok var. On sekiz yaşına geldiğinde alır."

"Ona çiçek almamı niye on sekiz sene beklesin?" dedi Bora, şaşkınlıkla gülümserken. "Daha önce alırım ben kızıma." Ada babasına karşılık verirken bile gözlerini çiçeğimden çekmemişti. "Bak bak, bakışlara bak."

"Noel şapkasıyla fotoğrafını çekelim mi artık?" diye sordum, Bora'ya dönüp. "Unutacağız ve o da uyuyacak diye korkuyorum."

"Olur," dedi. Sevinçle ayağa kalkarken ellerimi birbirine çarpmıştım. Sehpanın üzerine bıraktığım noel şapkasını aldım ve Ada'nın başına taktım. Gözüme öyle komik görünmüştü ki kocaman bir kahkaha attım. "Gülmesene Nazlı çocuğa," dedi Bora, uyarıcı bir tınıyla. "Hem çocuğu şekilden şekle sokuyorsun, hem de gülüyorsun."

"Sevimliliğine gülüyorum," desem de Bora bunu yememişti. Önce Ada'nın fotoğrafını çekti, sonra da kucağımda Ada'yla benim. O da yanımıza geldi, selfie de çekildik. Yılbaşı ağacının önüne Bora'nın adamlarından, Selim'den ve Yeşim'den gelen hediyeleri yerleştirmiştik. Hediyelerin arasına Ada'yı yatırdık ve noel şapkasıyla orada da fotoğrafını çektik. Noel şapkasıyla gözlerini kapatarak fotoğraf çekmeye çalıştığımda Ada bundan pek hoşlanmamıştı ve Bora, da bana kızar gibi, "Yapmasana Nazlı..." demişti ama aldırmamıştım.

Ada'nın sütünü hazırlamadan dişlerimi fırçalamıştım. Genellikle sabahları giydiğim sabahlığı üzerime geçirdim, en iyi onun kokusunu biliyordu. Koltuğa uzandım, yanıma Ada'yı yatırdım ve üzerinde Nazlı Alaca Karabey x Second Mom yazan biberonundan yavaşça sütünü içirdim. Bu an'ın sanki göğsümü emiyormuş gibi olmasına özen göstermiştim. Ben Ada'nın karnını doyururken, Bora da verandadan içeri giren Noir'yla ayak ucumuza oturmuştu. Daha sonra Ada'nın gazını çıkarttım. Noir'yı hazır yakalamışken de yeniden Ada'ya noel şapkasını taktım ve onunla da bir karesini alabilmeyi başardım. Ada'yı, Bora'nın kucağına verdim ve koltuğun ortasına oturmasını istedim. Noir'yla da Bora'nın birer yanına geçip tripodla çekebildiğim kadar çok fotoğraf çektim. Birinde Bora'yı öptüm, birinde Ada'yı, birinde Noir'nın patisine uzandım. Birinde Noir patisini Ada'nın karnına koydu, ki bu sık sık yaptığı bir şeydi. Ada yeniden uykuya dalana kadar ve benim fotoğraf çekme hevesim bitene kadar Bora sakince durmuştu. Gerçekten de sadece durmuştu, hemen hemen bütün fotoğraflarda. "Niye sen de poz vermiyorsun?" diye sorduğumda ise, "Ne yapabilirim ki başka kucağımda çocuk varken?" diye, soruma soruyla karşılık vermişti.

Ada uyuduğunda, bu artık gece uykusu olacağı için, salonun ışıklarını hafifçe azalttık ve Ada'nın ana kucağını yemek masasının ve koltukların biraz uzağında kalacak bir yere koyduk. Telsizi de yanına bıraktık. Balıklarımıza akşam yemlerini verdik. Kadehlerimizi de alarak verandaya çıktık. İkinci sigaramızı yavaşça içerken, şezlongta yan yana oturmuştuk. Aslında normal bir zamanda olsa Bora kim bilir kaçıncı sigarasını içerdi ama bu akşam, bir an olsun yanımdan ayrılmadığı için, bana benim dilimden eşlik ediyordu.

"Yılbaşında okyanusa girmeye ne dersin?" diye sordum, bacağımla bacağını hafifçe dürterken.

Dumanı üflerken gülümsedi. "Marifet, kışın kuzeydeydi hani?"

"Bazen de işte yazın güneyde?" dedim.

"Kapanışı yapalım okyanusta..." dedi, başını hafifçe eğerken. "Şimdi pijamamla gayet iyiyim."

Minik bir kahkaha attım. "Sevdin bakıyorum da!"

"Cık," dedi, sigarasını söndürürken. "Hiç sevmedim." Gülümserken tümden yüzünü bana dönmüştü. "Çıkaracağım an'ı sabırsızlıkla bekliyorum hatta. Diyorum ki... Yeni yıla girelim... Ondan sonra pijamalarımızı çıkarıp okyanusa girelim... Hazır pijamalarımızı çıkarmışken, öylece devam eder zaten gece. Ne dersin?"

"Hmmm," dedim düşünür gibi. "Bu bayağı bir ahlaksız teklif oldu sanki ha?"

"Aaa?" dedi bana inanamaz gibi. "Hiç yakıştıramadım, bunu da nereden çıkardın? Ben temiz aile babasıyım artık."

Kocaman bir kahkaha attığım sırada beni kendine doğru çekince, kolları arasına uzanmak zorunda kaldım. Bitmek üzere olan sigaramı elimden aldı ve söndürdü. Gözleri gözlerime mühürlenirken, bir eli saçlarımın arasında dolaşıyordu.

"Ne kadar uzun zaman sonra kendin gibisin, haberin var mı?" dedi. Bir an için yutkunamadım. "Bu doğallığını çok özledim... Kendini kasma artık. Serbest bırak," dedi. İçime derin bir nefes çekmeye çalıştım. "Anlıyorum seni. Kafan çok dolu. Kafanın içinde onlarca, belki de yüzlerce düşünce var. Uykusuz kalıyorsun. Adamakıllı dinlenemiyorsun. Hep bir telaş içindesin, hep bir zaman hesap kitabı... Gerçekten anlıyorum. Ama senin özün bu. Ve bu öz'ü kaybetmemen için elimden ne geliyorsa yapacağım."

"Başka zamanlarda kendim gibi değil miyim artık?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Gevşedin ikinci kadeh şarapla beraber," dedi gülümserken. "Ama başka zamanlarda sıkı sıkıya bir ipi tutmaya çalışıyor gibisin. Sana kırk gün verdim, artık yeter. Kahkahalarını özledim. Eğlenmeni de beni eğlendirmeni de. Hani o noel şapkasıyla Ada'yı saçma sapan bir şekle sokuşun var ya... İşte o sensin. O senin bebeğin, onunla eğlen. Kuralları siktir et. Kimin ne yaptığını da. Gereklilikleri de. Gerekliyse yine yaparız ama eğlenerek. Telaşla değil. Panikle değil. Çabucak değil, tadını çıkararak."

"Ada'yı şekilden şekle soktum diye kızıyordun ama?" dedim, kaşlarımı kaldırırken.

"Ben yine kızarım ama sen bildiğini oku," dedi. Dudakları dudaklarımı buldu ve dudaklarıma, küçücük ama tutku dolu bir öpücük kondurdu. "Benim tanıdığım Nazlı, o küvete Ada'yı sokar, evet. Çünkü benim tanıdığım Nazlı, I said yes fotoğrafından da hoşlanan biri." Kaşlarımı çattım. "Ama benim tanıdığım Nazlı, o küveti hazırlarken bununla dalga geçer. Hatta ben dalga geçmemesini söylerim ona ama o omuz silker ve yine bildiğini okur."

"Dediklerini anlıyorum..." dedim, düşünceli bir ifadeyle. "Haklısın da..." Bir elimi omzuna koydum. "Ama yarın sabah uyandığımda hemen o senin bildiğin kendim olamam. Biraz zamana ihtiyacım var. Sonrasında eğer yine çizgiyi kaçırırsam ve kendim değilmişim gibi davranırsam bana söyle, tamam mı?" Başını usul usul tamam dercesine salladı. "Ama dalga geçmeden. Çünkü sen benimle dalga geçersen üzülürüm."

"Tamam," dedi. Omzundaki elime uzandı ve elimin üzerine minicik bir öpücük kondurdu. Ardından doğrulmama yardımcı oldu ve ayağa kalktı. "Bekle burada..." dedi. Gülümsedi. "Hemen geliyorum." Başımı salladığımda salona girmiş ve çok geçmeden gözden kaybolmuştu.

Verandanın en ucuna ilerledim ve okyanusu izlemeye başladım. İçim yazla dolup taşarken karşılamak üzere olduğumuz yıla kollarımı açmıştım. Tam bir yıl önce 2021, 2020'den farklı olacağını asla düşünmediğim bir yılken, hayatımın en farklı yılı olup çıkmıştı. Aynısını 2022'den de bekliyor değildim, hatta aksine, hayatımın aynı şimdiki gibi kalmasını istiyordum. Bora'yla ve Ada'yla birlikte huzur içinde bir yıl geçirmeyi. Ve bu beklentim gelecek bütün yıllara karşı aynıydı.

"Nazlı..."

Bora'ya döndüm. Elinde bir kutu vardı. Dudaklarım iki yana kıvrılırken, "Yılbaşı hediyem mi?!" diye sordum.

Onun dudakları ise bilmem dercesine büzülmüştü. "Doğum hediyen de olabilir."

"Aaa!" dedim heyecanla. "Bana doğum hediyesi mi aldın?!"

"Yaptırdım," dedi. Kutuyu elinden aldım ve açtım. "Dünya üzerinde sadece sende olan bir şey olmasını istedim." Dudaklarım şaşkınlıkla açılırken, kutunun içinden çıkan ve kaç karat olduğunu ya da kaç milyon dolar olduğunu asla bilemediğim gerdanlığa bakıyordum. "Maalesef, bundan başka bir özelliği yok bu gerdanlığın." Bu, bugüne kadar gördüğüm en güzel gerdanlık olabilirdi! "Ben, herhangi bir mücevher mağazasından, parası olan herhangi birinin, herhangi birine satın alabileceği özel olmayan takılara hediye gözüyle bakabilen biri değilim." Acaba pijamam üzerimdeyken bu gerdanlığı takmamı görgüsüzlük olarak görür müydü? "Ama Vegas'ta... O gerdanlığı gördüğünde, hoşuna gitmişti... Ve ne bileyim, annemden kalan takıları falan da beğendiğinin farkındayım. Daha önce de... Eskiden yani... O mücevherleri alırken nasıl beğendiğini görüyordum. Her ne kadar akabinde tanımadığın birilerine hediye etsen de... Yani sana kendim de böyle bir şey hediye etmek istedim. Bir anlam katamasam da... Sadece kendimce bir şeyler tarif edip, tasarımcıya güvenmem gerekiyordu çünkü dediğim gibi, sana böyle bir şey hediye etmek istedim. Hatıra kalsın diye. Seviyorsun yani mücevheri diye."

"Evet, takayım mı?" diye sordum. Gözleri kısılırken hafifçe gülümsedi. "Yani ne zaman takayım? Yani bunu takabileceğim konseptte bir şey ne zaman yaparız? Yarın yapalım mı?"

"Beğendin mi?" diye sordu.

"Deli misin sen, bayıldım!" dedim, gerdanlığa bakarken. "Çok teşekkür ederim."

"Sana ara sıra böyle şeyler hediye edersem..." dediğinde, gözlerimiz birleşmişti. "Bu seni rahatsız etmez değil mi?" Kaşlarım şaşkınlıkla çatılırken, neyden bahsettiğini anlamamıştım. "Yani ben kendi düşüncemden dolayı sana böyle şeyler yaptıramıyordum işte ama eğer rahatsız olmazsan..."

"Olmam," dedim, başımı iki yana sallarken. "Çünkü çok güzel. Ben... Senin bana yaptırdığın, dövmenin aynısı olan kolyeyi de çok seviyorum, sakın yanlış anlama, ama bu çok güzel!"

Rahatlamışçasına derin bir nefes aldı. "Ne zaman istersen tak sevgilim. İstersen şimdi tak, umurumda değil." Gülümsemesi büyüdü. "Beğenmene çok sevindim. Özel, düşünülmüş ve anlamı olmayan bir şey olduğunu düşüneceksin diye ödüm kopmuştu!"

Gerdanlığımın kutusunu kapattım ve iki adımla Bora'ya yaklaşıp, "Çok teşekkür ederim..." dedim. Dudaklarından öptüm. "Ada'ya gururla göstereceğim büyüdüğünde. Baban, sen doğduğunda, bana bunu yaptırdı diye. Çok teşekkür ederim."

"Düğün haberimiz, o saçma sapan gerdanlıkla basına çıktığında... Bunu kendim akıl edemediğim için mahcup hissetmiştim," dedi, elleri belime yerleşirken. "Benim harbiden mücevher alma refleksim yok. Aklıma bile gelmiyor." Kaşları havalandı. "Cimri olduğum için değil."

Gülerken, "Anladım onu," dedim. Gözlerimi kocaman açtım. "O gün... Basında... Hamile olduğuma dair yalan haber de yapılmıştı bak. Nereden nereye... Şimdi bana doğum hediyesi olarak, o gerdanlıktan kat be kat güzel bir gerdanlık hediye ettin."

İçine derin bir nefes çekti. "Hayatımızda o orospu çocuğu olmasaydı... Her şey çok daha başka, çok daha güzel olabilirdi..."

Dudaklarımı dudaklarıyla birleştirip, devam etmesine engel oldum. "Bırak. Bir kibrit çöpünün yerini bile değiştirmeyi düşünme..." dedim. Bir elini belimden çekti ve yanağımı sevdi. "Sen dememiş miydin, o zaman her şeyin de değişeceğini. Şu an'ımızın asla değişmemesi için, geçmişimize de razıyım." Alnını alnıma yasladı. "Her şey geride kaldı sevgilim... O yok artık. Bundan sonra da olmayacak. Bizim bundan sonraki hayatımızda, geçmişimizin esamesi okunmayacak. Biz bundan sonra, sadece üçümüzüz. Bunu çok sevdim. Üçümüz olmayı. Sakinliği. Sükûneti. Şu anki huzurumuzu... Öyle yorulmuşum ki kavgadan, gürültüden, kaostan ve keşmekeşten... Şimdi böyle, öyle güzel ki... Şimdi bakıyorum da eskiye... Yani... Onca mücadele, onca savaş, onca aksiyon... Ne gerek varmış gibi hissetmiyorum asla ama... Çok zormuş, nasıl dayanmışım diye soruyorum kendime. Çok şükür geride kaldı. Çok şükür."

"Söz veriyorum, bu hissettiğin şeyin hep aynı kalmasını sağlayacağım," dedi, başparmağı alt dudağımda gezerken. "Ne yaşarsak yaşayalım, şu an'da hissettiğin huzurun bozulmaması için ne gerekiyorsa yapacağım. Seni ve Ada'yı karşılaşabileceğimiz her kötü şeyden uzakta tutacağım ve daima koruyacağım.  Söz veriyorum."

"Kötü hiçbir şey olmayacak ki..." dedim gülümserken. "Artık olamaz."

Elinden tuttum ve birlikte salona yürüdük, öncelikle 2022 olmak üzere, geleceğimize yürür gibi.

"Uzanalım mı beraber?" diye sorduğumda, başını hay hay der gibi salladı. O koltuğa uzanırken, ben de ana kucağına yürüdüm ve Ada'yı yavaşça kucağıma aldım. "Gel bakalım uykuyu açlığa tercih eden güzel..." dedim, tatlı bir tavırla. "Seni dünyanın en yakışıklı prensinin göğsüne yatıracağım şimdi. Ama baştan anlaşalım, kendisi benim prensim olur, ona göre." Bora'nın boğazından dökülen melodi içime yayılırken, Ada'yı onun göğsüne dikkatlice yatırmıştım. "İlk kez yeni bir yıla gireceğin için sana torpil geçiyorum ve bu mükemmel ötesi kaslı göğsü seninle paylaşıyorum." Ben de Bora'nın yanına uzandım ve Ada'dan yer bulduğum ölçütte, ben de göğsüne başımı yasladım. Bora'nın bir eli Ada'nın sırtındayken, bir eli de benim omzumdaydı. "Zaten o göğsün bana ait olduğu, dövmeden de belli, sen de bunu anlarsın diye düşünüyorum. Üzülme ama... Senin de işaret parmağın var artık. Onunla yetinirsin." Bora, saçlarımın arasından öperken, işaret parmağı nabzıma yerleşmişti. "Yani işaret parmağını arada seninle paylaşabileceğimi söylemek istedim. Yoksa o da benim."

"Nazlı..." dedi, son heceyi uzatmak suretiyle, tutkunu olduğum uyarıcı ses tonuyla. "Kışkırtma bak kızımızı, sonra ağlamaya başlarsa gecemiz mahvolur."

"Tamam tamam," dedim gülerek. Başımı göğsünden kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. "Sadece benimsin ama değil mi?"

"Sen sadece benimsin, ben sadece seninim..." dedi tok bir sesle. "Ada ise bizim. Biz de sadece Ada'ya aidiz. Ama biz olarak. Tekil hâlde."

"On," dedim.

"Dokuz," dedi.

"Sekiz," dedim.

"Yedi," dedi.

"Altı," dedim.

"Beş," dedi.

"Dört," dedim.

"Üç," dedi.

"İki," dedim.

"Bir," dedi.

Dudaklarından öperken, elimi Ada'nın sırtındaki elinin üzerine koymuştum. "Sıfır," dedim, nefesim dudaklarına çarparken.

"2021'e haksızlık etmek istemem ama daha önce, hiçbir yılı, 2021'i bile, böylesine mutlu karşılamamıştım," dedi.

"Ben de," dedim.

"Seni seviyorum," dedi.

"Seni seviyorum," dedim.

Continue Reading

You'll Also Like

3M 160K 40
Heja güzelliği ve cesaretiyle Amed'e nam salmış kadın. Ağir yakışıklılığı ve bastığı yeri titreyișiyle Amed'in saygı duyulan ağası... Kadın çok sevd...
3.9K 1.5K 20
Evreni Avcunun İçine Alanlar listesinde yer almaktadır🍁 Ruhu bedeninden ayrılan Umay başıboş bir hayalete dönüşür ve görünenin ardındaki görünmeze s...
39.6K 338 23
Kitap öneri ve istek Sizler için watpat basılı kitapların pdflerini buldum ve yardımcı olacağım
2.1M 101K 35
Arkeolog olan Ayliz hayatının en büyük hedefini gerçekleştirmek üzere başına neler geleceğini bilmeden Mısır ülkesinde bir piramidin içine girer. He...