GÖLGELERİN KAÇIŞI

By Galaksidensize

655K 29.4K 47.6K

Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Al... More

~Tanıtım~
~Giriş~
1.Cehennemin Kıyısından.
2.Deniz mi,gökyüzü mü?
3.Cevapsız sorular.
5.Geçmişin izinden.
6.Yaralar ve izleri.
7.Sen ve ben.
8.Kirli öpücükler.✨
9.Kardeş bilekliği.
10.İzin ver.
11.Öpersen iyileşir.
12.Gerçeklerin gölgesinde.
13.Öldürmedin mi?
14.Sözlerim sarhoş.
15.Mavi araba.
16.Beklerim.✨

4.Boğulmak mı,ölmek mi?

32.6K 1.6K 1.6K
By Galaksidensize

[DİKKAT❗️Kitapta başka kurgulardan bahsedenler (üstü kapalı ve ya açık şekilde fark etmez,) engellenecektir.]

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın <3

Keyifli okumalar dilerim✨


~Boğulmak mı,ölmek mi?~

Hayatımı bir yapboz olarak tarif etsem, dün gece yaşanan olaylara kadar üç parçadan oluşduğunu söylerdim.

Birincisi, kendimi tanıdığım günden 14 yaşıma kadar olan parça.

İçinde acı, hüzün ve hayal kırıklıkları bulundursa da, onların yani büyükannemle büyükbabamın yanımda olduğu özel bir parça.

Fakat bu parçayı isimlendirsem, vereceğim isim 'Mavi Gül' den başka bir şey olamazdı. Çünkü ilk gördüğüm an hayran kaldığım, en sevdiğim çiçek yapdığım mavi gül, benim 14 yaşıma kadar ki hayatımı;elde edilemez hayallerimi simgeliyordu.

Her insan gibi, benim de yaşamımın bazı dönemlerinde hayallerim vardı, hatta fazlasıyla. Ancak ne kadar elde edilemez olduklarının da farkındaydım.

İlginç gelebilir, ama ben çocukken en çok polis olmak istiyordum. Suçluları yakalamak, her gün güzel uniformamı giyinerek hakkını vermek ve en önemlisi birilerine güven kaynağı olup korumak istiyordum.

Çünkü güven benim için her zaman bir kelimenin ötesinde derin anlam taşımıştı.

Bu isteğimi ilk büyükannem ve büyükbabamla paylaştığımda, o kadar sert tepki almıştım ki bir daha konusunu dahi açmamıştım.

Çünkü onları çok seviyor ve üzmek istemiyordum.Eğer benim hayallerim sevdiklerimi üzerse, vazgeçilmesi gereken öylesine bir düşünceye dönüşürdü.

Aslında böyle olmamalıydı,hayallerimiz varsa ve gerçekleştirmek sadece bizim elimizdeyse, birilerini mutlu etmek için ya da onların fikirlerine daha fazla kulak vererek vazgeçmemeliydik.

Çünkü yaşadığımız hayat bizimdi ve geride bırakılmış şanslar hiçbir zaman dönmüyordu.Geç de olsa anlamışdım fakat benim polislik hayalim, sonradan akıl hastanesinde yattığım için zaten elde edilemez olmuştu.

Başka bir elde edilemez hayalim ise, ortaokul dönemlerinde platonik aşkım olan çocuktu.

O yaşlarda çoğu zaman yalnız dolaştığım için pek arkadaş çevrem yoktu, ama aynı sıra arkasında oturduğumuz, ilk başta sadece şakalarına güldüğüm,ardındansa aşık olduğumu düşündüğüm Murat isminde bir çocuk vardı. Hatta aynı sıra arkasında oturmamıza bile ben sebep olmuştum.

Büyü yaparak.

Hayır, tabii ki büyü yaparak sebep olmamıştım ama ona benzer bir olay yaşanmıştı.

Sınıfta sıralarla ilgili bazen fazla kavgalar olurdu. Öğretmen, bu tür kavgaları sonlandırmak için kura çekerek sıra arkadaşımızı ve oturacağımız sıra sayısını seçmemizi söylemişti. Böylece sınıfta bir kura çekme oyunu düzenlendi, ardından çocuklardan bazıları kutuya atılmış, kura çekmeyen çocukların isimleri yazılı kağıtlardan birini çekiyor ve birlikte oturacakları kişileri belirliyorlardı.

Aşık olduğum çocuk kağıt çekerken, ismimin yazılmasını o kadar çok istemiştim ki, gerçekten de çektiği kağıtta benim ismim çıkmıştı ve o günden sonra aynı sıra arkasında oturmuştuk.

Birlikte oturduğumuz zamanlarda ara sıra ona bakar, hayaller kurardım. Hayallerim de benim gibi çocukça olurdu tabii ki.

Mesela ben hiç salıncakta sallanmadım, kocaman bir bahçemiz vardı ama ağaçlardan birinin dalına salıncak yapabilecek, yakınımda olan babam yoktu. Büyükbabamsa çok yaşlı olmasa da ellileri geçtiği için hiçbir zaman ondan böyle bir şey istemedim.

Parka giderdik fakat inadımdan mı yoksa ilk salıncakta sallandığım anın özel olmasını istediğim için mi bilmiyorum ama birisinin beni sallamayacağını bildiğim için yanına bile yaklaşmazdım.

Aynı zamanda ben hiçbir zaman kaydıraktan da kaymadım. Bunun sebebi, küçükken beni tutacak birileri olmadığı için korkmamdı. Öylece uzaktan izlerdim kayan çocukları. Büyüdüğümdeyse istemedim.

Ya da mesela hiç pamuk şeker yemedim, doğum günümü bile bir kez olsun kutlamadım hayatımın 'Mavi Gül' adlandırdığım parçasında.

Ve ben o çocukla hayallerimin gerçekleşme hayalini kurdum. Mesela bir keresinde bana gülümsediğinde birlikte pamuk şeker yediğimizin hayalini kurmuştum. Bir keresindeyse herkes doğum günüyle ilgili konuşurken benden doğum günümün ne zaman olduğunu sormuştu ve ben ilk kez onunla birlikte kutladığımı hayal etmiştim.

Bunun bile elde edilemez olduğunu ise sınıftaki kızların benim Murat'a karşı olan hislerimi fark edip ona söylediklerinden sonra anlamıştım.

Ardından herkes öğrenmiş, alayları birbirine karışmış, ben yine yalnız başıma kalmıştım. Ama alışık olduğum ve aldırmadığım için dokunan alaylar değil, Murat'ın söylediği bir cümle olmuştu.

Başıma silah da dayasalar seni sevmem demişdi alayla.

Hem de herkesin içinde ve benim gözlerimin içine bakarak söylemişti.

Sadece buruk bir şekilde tebessüm ederek karşılık vermiş, tek kelime dahi etmemiştim. Ve anlamıştım, sadece Murat değil, onunla kurduğum için benim tüm hayallerim elde edilemezdi. Zaten sonradan anladığım başka bir gerçek de aslında onu değil, onunla ilgili kurduğum hayalleri sevmemdi.

Hayatımın ikinci parçasıysa 14 yaşından 16 yaşıma kadar olan kısmıydı ve önemsizdi.

Akıl hastanesinde her gün sıradan, bir o kadar da sıradan olmayan bir şekilde geçerdi. Gündüzleri hemşirelerin gözetimi altında ilaçlar içer, arada izinli zamanlarda bahçeye çıkar, yemek vakitlerimizde yemeklerimizi yerdik.

Ama geceleri... geceleri en ağır kabuslardan bile beter olurdu.

Ben en çok geceleri kriz geçirirdim.

İlk zamanlar odamda benimle beraber iki kız daha vardı ve garip davranışları sebebiyle korkar, krizlerin zihnimi ele geçirmesine izin verirdim.

Sonrasında ise neden bilmiyorum ama ben özel bir odaya alındım ve bir süre krizsiz, sakin şekilde günlerimi geçirdim, fakat daha büyük sorunlar yaşanmaya başladı.

Bizim kaldığımız binadaki hastalar düzelme ihtimalleri en düşük olanlardı, şöyle ki uykumuz bile normal değildi.

Bazılarımız her zaman uyurken bazılarımız günlerce uyumaz, en acısıysa bunu hissetmezlerdi. Doktorlar da çare olarak her gece bize iğne yaparlardı, ardından ışıkları kapatır ve dışarı çıkmamamız için kapıları kilitlerlerdi.

İşte benim en ağır krizlerim bu zamanlarda başlardı, çünkü karanlıktan korkardım. Üstelik yapılan iğneler başımı o kadar fazla döndürürdü ki kalkıp bir yerlere vurarak yardım da isteyemezdim. Öylece yerimde çırpınır, çırpınır uyurdum. Daha doğrusu bayılmakla uyumak arasında bir şey olurdu.

Akıl hastanesi dönemimle ilgili daha fazla şey hatırlamıyordum, çünkü zaten başım bir şeyleri zihnimde tutacak kadar yerinde değildi.

Hayatımın üçüncü parçasıysa, akıl hastanesinden çıktıktan sonraki; yani 16 yaşımdan dün geceye kadar olan kısmıydı.

Yeni hayata, yeni evimde tek başına yaşamaya alışmam çok zor olmamıştı, çünkü ben zaten en büyük korkum yalnızlık olmasına rağmen her zaman yalnızdım.

Hayatımın bu parçası ise hayallerimin benim için bir öneminin kalmadığı kısımdı. Şöyle ki, zaten raporum var diye polis olamayacaktım, ama artık hayalim de değildi.

Yine salıncakta sallanmadım, yine kaydıraktan kaymadım, yine pamuk şeker yemedim; fakat umrumda da olmadı.

Çünkü artık önemi yoktu.

Eğer bir şeylere hevesiniz kalmıyorsa, onlar önünüze altın tepside bile sunulsa geri çevirirdiniz.

Yani çoktan hasta olduğu için ölmüş birisinin iyileşmesine yardımcı olacak ilacın bulunması ne kadar önemliyse, hayallerimin gerçekleşmesi de benim için o kadar önem taşıyordu.

Doğum günüm Cansu ve Berk'le tanıştıktan sonra kutlanılmaya başladı, ama onlar hep bunu benden gizli,bir yerlere götürmek bahanesiyle yaparlardı. Çünkü biliyorlardı, artık doğum günümü sevmiyordum.

Sonraları birkaç sevgi itirafı bile aldım ama nazik bir şekilde reddettim.Bana hiçbir zaman uğramasa da aşktan da soğumuştum ya da belki de uğrarsa soğurum diye korktuğum için kimseyle duygusal bir bağ kurmadım.

Şimdiyse hayatımın parçalanmış yapbozuna bir parça daha eklenmişti. Hissediyordum, dün gece dönüm noktasıydı ve evet, nasıl olacağını bilmesem de, ben o parçadaydım.

Dakikalardır öylece oturmuş, önümdeki sandviç tabağını izliyordum. Yapılması gereken tüm prosedürleri tamamlamıştık, hatta iki saat sonra İtalya'ya kalkacak olan uçak için bilet bile almış,zamanın dolmasını bekliyorduk. Polat, defalarca aç olmadığımı söylesem de aldırmamış, beni bekleyeceğiz bahanesiyle hava limanının lokantasına getirmişti.

Sanki yemek düşünecek haldeymişim gibi.

Yemeyecektim ancak bir şeyler aldığında itiraz etmeye ya da inatlaşmaya halim olmadığı için sakin kalmıştım.

Masaların birinde sessiz sessiz oturuyorduk. Benim önümde küçük bir sandviç tabağıyla meyve suyu varken o kendisi için bir şey almamıştı.

Reis ise bizimle gelmeyecekti nedenini ben de bilmiyordum, fakat anladığım kadarıyla o bize burada kalarak yardım edecekti ve zaten beni ilgilendiren kiminle değil, nereye gideceğimdi.

Ayça'nın adresinin olduğu çanta yanımızdaydı. Ayça ise annemlerin söylediğine göre İtalya'da olmalıydı. Polat, İtalya'ya neden gideceğimizi söylememişti, fakat sebebinin Ayça olduğunu düşünüyordum ve şimdi için istediğim tek şey bir an önce oraya varıp kardeşime kavuşmaktı.

Çevremizdeki insanlar konuşuyor, gülüyor; bazıları uçağı kaçırdığı için hayıflanıyordu. Ancak benim gözlerim tabağımda olsa da dikkatim, çarpazımda oturan beş-altı yaşlarında küçük kız çocuğu ve annesindeydi.

Küçük kız, önündeki yemekle öylesine oynarken aynen benim gibi iştahsız görünüyordu.Benim sebebim belliydi, fakat onunkini de anlamam çok uzun sürmemişti.

"Çok korkar mıyım?" diye sordu küçük kız tedirginlikle. "Ya da midem bulanır mı?"

Duyduğum kelimelerden dudaklarım buruklukla kıvrılırken elimi kaldırıp tabağımın yanındaki meyve suyuyla oynamaya başladım. Benim hiçbir zaman soramadığım, fakat çoğu zaman duyduğum,her çocuğun annesine sorduğu normal sorulardandı söyledikleri.

O zaman neden her duyduğumda değil de şimdi bu denli buruk hissetmiştim?

Neden yüzümdeki tebessüm bile mutluluktan uzaktı?

Ardından"Korktuğunda yanında olacağım." diye yanıt veren annesinin sesini duyuyordum.Korkmayacaksın demiyordu, korktuğunda yanında olacağım diyordu kızına. Bu cümlenin ne kadar derin ve anlamlı olduğunu ancak benim gibi yaşı artsa da içindeki çocuk büyümeyen insanlar anlardı.

"Miden bulanır mı, bilmiyorum, ama orada bize yardımcı olacak ablalar, abiler var. Olur da miden bulanırsa ilaç alırız, tamam mı?" diye devam ediyordu küçük kızın annesi. Ardından öpücük sesleri ve tatlı gülücükler ulaşıyordu kulaklarıma.

Belli ki küçük kız uçağa ilk defa binecekti, ve neredeyse yirmi yaşım olsa da ben de uçağa ilk kez binecektim. Boğulmak ve yalnızlık en büyük korkularımdı, fakat yükseklik korkumun da olduğunu biliyordum.

Yüzümdeki buruk tebessüm bile solarken, çok korkar mıyım diye düşündüm ben de, aynen kız çocuğu gibi. Ya da midem bulanır mı?

Belki de korkardım, ama ne annem ne de babam yanımda olmayacaktı. Midem de bulanabilirdi, fakat gerekirse ilacı kimsenin yardımı olmadan, kendim alabilecek yaşdaydım.

Büyük olmak istemedim o an, ben de kız çocuğu gibi küçücük olmak istedim. Midem bulanırsa benim için de ilacı birileri alsın istedim,belkide bencillikdi,belkide duygusallık ya da nasıl adlandırırsanız ama o an bunu gerçekden de istedim fakat düşündüm de küçük olarak uçağa ilk kez binmiş olsam da bir şey değişmeyecekti.

Korksam annem yanındayım demezdi mesela ya da midem bulansa 'geçer' der geçiştirirdi. Gerçi, benimle uçağa binmeye vakti de olmazdı.

"Yesen."

Polat'ın sesiyle düşüncelerimden hızla uzaklaşırken başımı sandviç tabağından kaldırıp yüzüne baktım. Aynı masada oturuyorduk ve karşımdaydı.Bir eli masanın üzerindeyken hiç görmediğim maskeli yüzü, yüzümün hizasında, dikkatle bana bakıyordu.

Elimdeki, az önce içtiğim meyve suyunu tekrar tabağın yanına bırakırken arkama yaslanıp omuz silktim.

"Aç değilim."

Aslında aç olup olmadığımdan emin değildim, fakat kendimde bir şeyler yemek gücünü bulacağımı sanmıyordum.

Bir eli masadan indiği sırada o da aynen benim gibi arkasına yaslandı, ardından kollarını önünde birleştiğinde gözlerinin bir şey düşünüyormuş gibi kısıldığını fark ettim.

Bakışları sandviç tabağımın üzerinde oyalanırken "hmm" diye mırıldandı düz bir şekilde ardından "Bir soruyu daha cevaplamam karşılığında yer misin peki?" diye devam etti.

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken, acaba doğru mu duydum diye kendimi sorgulamaya başladım. İlk yolda, sonra hava limanında bilet alırken hiç susmamış, sorular sormuştum; fakat tek kelime dahi etmemişti. Şimdi ise bir şeyler yemem karşılığında bir sorumu cevaplayacağını mı söylüyordu?

Bu biraz şey...Garipti.

Bir yüzüne, bir sandviçe bakarken teklifini gözden geçirdiğim sırada düşündüm. Aslında biraz acıkmış olabilirdim; iki bakımdan da kazançlı olduğum bir teklifi geri çeviremezdim, değil mi?

Ama yinede emin olmak için "Ciddi misin?" diye sordum, kaşlarım çatılırken. Öylesine söylemiş de olabilirdi.

Başını salladı. "Evet." Yüzüne tekrar baktığımda devam etti. "Sen yemeğini bitireceksin, ben de bir sorunu cevaplayacağım."

Gözlerimi kıstım.

Bak ya, şimdi anlaşıldı ne yapmaya çalıştığı. Ben yemeğimi bitireceğim, o da bir sorumu cevaplayacakmış.

Oradan bakınca salak gibi mi görünüyorum beyefendi?!

Bunu içimden söyledim tabii ki de.

Yerimde doğrulduğum sırada sandalyemi biraz öne doğru çekerek ellerimi tabağımın iki yanına yerleştirdim.

Gözlerim şüpheyle bir kez daha kısılırken yüzüne baktığımda, "Yemek yedikten sonra sorumu cevaplayacağına nasıl emin olabilirim?" diye sordum.

Kaşları çatıldı.

"İlk sorumu cevapla, sonra yiyeceğim."

Ben kimseye en ufak konularda bile kolay kolay güvenmezdim.

Çocukluğum, gençliğim, dünüm, evet, en önemlisi de dünüm, bir daha kimseye güvenmemem gerektiğini öğretmişti.

Güvenmeyecektim de.

Göğsünde birleştirdiği kollarını açarken, aynen benim gibi öne doğru eğilerek ellerini masanın üstüne yerleştirdi. Gözleri beni taklit ediyormuş gibi şüpheyle kısıldığında, "Peki, ben soruyu cevapladıktan sonra yemek yiyeceğine nasıl emin olabilirim?" diye mırıldandı.

Evet, o da bana güvenmeyecekti.

Tek kaşımı kaldırdım, aynısını yaptı.

Gözlerim kontrolsüz bir şekilde bir kez daha göz bebeklerinde dolaşmaya başladığında neden böyle bir döngünün içine düştüğümü sorguladım.

Ne zaman normal kahverengi harelerim tonunu anlayamadığım mavi hareleriyle buluşsa, dalıp gidecekmişim gibi geliyordu ve o garip tanıdıklık duygusu bana uğramaktan vazgeçmiyordu.

İkimiz de ellerimizi masanın üzerine yerleştirmiş, meydan okuyormuş gibi öne doğru eğilmiştik. Bir an aramızdaki mesafenin farkına vardığımda hızla geri çekilerek gözlerimi kaçırdım.

Maskesi olmasa, nefesini yüzümde hissedebilecek kadar yakındık.

O ise öylece masada kalmaya devam etti. Ardından gözlerini kapatıp nefesini sesli bir şekilde bıraktığı sırada tekrar arkasına yaslandı.

Birkaç saniye sessizlik oldu. O birkaç saniye boyunca, zihnim gözlerimle yüzüne bakmamak için savaş verirken, "tamam" diye mırıldandığını duydum.

Başımı kaldırdım ve gözlerine bakmamaya özen göstererek bakışlarımı yüzüne yönlendirdim.

"Sen yemek yemeye başladığın sırada sorunu sor. Ben de cevaplarken yemeye devam et, anlaştık mı?"

Mantıklıydı; cevap vermezse dururdum.

Başımı salladım. "Anlaştık."

Başlamam için çenesiyle tabağı işaret etti.

Ve o an, dakikalardır izlememe rağmen gözlerim sandviçe kaydığında midemin bulandığını hissettim. Sebebini çok iyi biliyordum. Ben ne zaman acıksam, midem bulanırdı, ve bir şeyler yemediğim sürece bu böyle devam ederdi.

Elimi uzattım ve sandviçi aldığım sırada ne sormam gerektiğini düşündüm.

O adamla ilgili önemli sorularım vardı: Kimdi? Neden peşimizdeydi? Bundan sonra ne olacaktı?

Fakat o an, neden bilmiyorum, tüm sorularımı es geçerek başka bir soru için dudaklarımı araladım: Aslında gereksiz bir soru için.

"Onu öldürmesen de kurtulabilir miydim?" diye sordum, sandviçe öylece bakarken. Belki de içimi rahatlatmak istiyordum, belki de kabullenemiyordum, bana ihanetini değil benim yüzümden birilerinin ölmesini bilmiyorum, fakat o an için sorum buydu.

Bir cevap vermedi. Ben de sandviçten ilk ısırığımı almadım.

Sustu, sustum. Bakışlarım masadan gözlerine tırmandığında derinlerde saklı olan, fakat kimde görsem tanıyacağım o duyguyla yüzleştim: Pişmanlıkla.

Onu öldürdüğü için mi pişmandı yoksa başka bir sebepden mi bilmiyorum, ama susması dile getirmek istemediğinin ispatıydı.

Yoksa o da, ben de birini belki de birilerini öldürdüğünü çok iyi biliyorduk, ancak söyleyemiyordu. 'Onu öldürdüm' kelimesini kullanmıyordu.

Bir şey söylemeyeceğini düşünerek sandviçi tabağa bırakacaktım ki sorusuyla durdum: "Onun için üzülüyor musun?"

Öylece yüzüme baktı.

Üzülüyor muydum? Belki de ama bu kendime haksızlık olmaz mıydı?

Okları kendimden uzaklaştırmak için "Bu sorumun cevabı değil" diye çıkıştım.

Duruşu değişmedi. "Onun için üzülüyor musun?" diye sordu bir kez daha.

"Hayır." dedim ama öyle bir hayır demiştim ki evet desem bu kadar üzüldüğümü belli edemezdim.

Kaşları çatıldı.

"Üzülmemelisin."dedi çenesini kaldırırken "Değmez."sesi sertti, fakat bana karşı değil de, onunla ilgili konuştuğumuz için olduğunun farkındaydım.

Başımı sandviçe çevirirken sarılı olduğu kağıtla oynamaya başladığımda, "Sadece." diye mırıldandım. "Yıllardır benimleyken bunu nasıl anlamadığımı sorguluyorum."

Gözlerimi masadan kaldırıp yüzüne baktığımda, bakışlarını arkamdaki yere doğru çevirdiğini gördüm. O an kaşları çatılınca neye baktığını merak ettim, fakat "Kendini sorgulaman gerekmez, iyi rol yapıyor olması senin suçun değil." diye yanıtladığında dikkatimi kurduğu cümleye vermek zorunda kaldım.

Abiliğin rolü olur muydu?

Tamam, şoförlüğün, korumalığın rolü olurdu, ama şefkatin,merhametin en önemlisiyse sevginin olur muydu rolü?

Olmuştu.

Alayla gülümsedim. "Sizin gibi mi?"

Bakışları hızla bana döndüğünde kaşları daha fazla çatıldı.

Evet, bu iyi davranışlarının rol olduğunu düşünüyordum. Kimse kimseye öylesine yardım etmezdi.

Bir kaç saniye sustuktan sonra"Bunu sana düşündüren nedir?"diye sorduğunda hiç tereddüt etmeden aklımdan geçenleri dilime döktüm.

"İyi davranışınıza bir anlam veremiyorum."

Gözleri bu kez soran bakışlarla kısıldı. "O zaman bizimle sorun çıkarmadan gelmeyi neden kabul ettin?"

Cevabını bildiği bir soruyu neden soruyordu ki?

Gözlerimi devirdiğimde yanaklarımı şişirerek bıkkın bir nefes verdim. "Başka yolum varmış gibi konuşuyorsun."

Onlarla gelmemin en önemli sebeplerinden biri buydu; başka yolumun olmaması. Diğer sebepse annemle babam onu tanıyordu, ve onlar da aynen benim şimdi düşündüğümü dile getirerek başka yolumuzun olmadığını söylemişlerdi.

"Yemeğini ye."diye mırıldandı. Yüzüne bakdım. "Sorumu cevapla."

Eli maskesine giderken gözlerinin kısıldığını gördüm. "Başka soru sor."dedi. ve ilk sorumu cevaplamayacağını anladım.

Düşünmeden "Neden bana yardım ediyorsunuz?" diye sordum bu kez. Eli maskesinden indiğinde duruşunu dikleştirerek çenesini kaldırdı. "Soruyu değiştir."

Elimdeki sandviçi tabağa bırakarak, ve bu sorumun da cevapsız kalacağından emin bir şekilde, "O adam neden peşimizde?"diye sordum.

Tek kaşı kalktı. "Soruyu değiştir."Elim saçlarıma giderken "of " diye sitem edercesine sesimi çıkardığımda bakışları arkamda bir yerdeydi. "Oyunu kurallarına göre oynamıyorsunuz, Polat Bey."

Gülümsediğini, gözlerinin kısılmasından anladım ve gülümsememek için dudaklarımı bir birine bastırdım. "Siz de sandviçinizden bir ısırık bile almadınız küçük hanım."dedi, sesindeki gülümsemeyle.

Saçımı arkaya atarak gözlerimi devirdiğimde konuşmaya devam etti. "Tamam, oyunu değişiyorum; her ısırık bir soru ama benim de soruları değiştirme hakkım var."

Nefesimi bıkkın bir şekilde verdim. Ne olurdu ki direk cevap verseydi, belki de cevapları canımı acıtacaktı, ama böyle bilinmezlikten de nefret ediyordum. "Tamam."dedim ve aklıma gelen ilk soruyu sordum.

"O adam çok mu güçlü, yani şu an bile tehlikede miyiz?"En azından bunu cevaplayabilirdi, değil mi? Tabii onunla ilgili isminden fazlasını biliyorsa.

Gözleri sorumla aniden düzgün bir şekil aldığında bir kez daha bakışlarındaki kini gördüm. "Güçlüdür."dedi, arkamda bir yere bakmaya devam ederken.

Önümdeki sandviçi elime tekrardan alarak bir ısırık aldım. Sorumu cevaplamıştı ve ben sözlerime sadık kalmayı severdim. Ağzımdaki parçayı çiğnemeye devam ederken "Peki o güçlüyken nasıl elimizi kolumuzu sallaya sallaya ülkeyi terk edeceğiz?"diye sordum bu defa.

Şimdiki sorum biraz gecikmiş olabilirdi, çünkü artık havalimanındaydık ve biletlerimizi almış, birkaç saat sonra kalkacak uçağı bekliyorduk.

"Onun gücü varsa, bizim de gerekli yerlerde adamlarımız var." dedi, kendinden emin bir şekilde.

Sandviçten bir ısırık daha almazdan önce tabağımın yanındaki meyve suyundan da bir yudum içtim. "Nesiniz siz, çete falan mı?" diye sordum alayla.

Yüzündeki ciddi ifade bir an olsun silinmedi, ve bakışları hala arkamda bir yerdeydi. "Hayır, ben sadece küçük bir restoran sahibiyim, esas işim bu yani."

Elbette inanmamıştım. Kimse 'Ben çete lideriyim ya da ben katilim'demezdi zaten.Hem böyle birinin kendi halinde restoran sahibi olacağını sanmıyordum.

Eğer öyleyse

Umarım öldürdüğü kişilerin etinden yemekler yapıp insanlara yedirmiyordur.

"Sadece yardımcı olacak arkadaşlar var diyelim. Hem ülkeyi kendi pasaportlarımızla terk etmiyoruz, yani isimlerimiz kayıtlara düşmeyecek."

Evet, onu bilmiyordum. Benim sahte pasaportum annemlerin verdiği çantanın içinden çıkmıştı. Ve annemlerin nasıl sahte pasaport çıkarabildiği de benim için her şey gibi bir muammaydı.

"Ülkeden illegal yolla çıkacağız yani." dedim, umursamazca ve sandviçimden bir ısırık daha alarak meyve suyumu yudumladım.

Gözleri kısıldı, bakışları arkamdaki yerden bana kaydığında "Evet" dedi, ciddiyetsiz bir şekilde "ama biraz daha yüksek sesle söylersen çıkamayacağız."

Gözlerimi devirerek sandviçimin son parçasını da ağzıma attığımda meyve suyum neredeyse bitmişti.

Masanın üzerindeki peçeteyi alarak ağzımı sildim, ardından yüzüne baktığımda "Adaletsiz oyundu." diye mırıldandım. "Ben yemeğimi tam bitirirken sen sadece iki sorumu cevapladın."

"Üç"

Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken "Ha?"diye bir fısıltı çıkdı dudaklarımın arasından.

Elleri sandalyenin kenarlarına tutunurken  hafif doğruldu."Üç sorunu cevapladım ve sonuncuyu da soru gibi sayarsak dört aslında."

Bir an dalgamı geçiyor diye düşündüm fakat ciddi bakışları sebebiyle bu düşüncemden vazgeçtim.

"Başka oyunlarda ödeşiriz." diyerek yavaşça ayağa kalktığında neden kalktığını anlamaya çalışarak yüzüne baktım.

Bir anda sandalyesini itekleyerek yanıma gelip, eli hızla ama acıtmadan kolumu kavradığında "Ne yapıyorsun?" diye sordum endişeyle, fakat çoktan ayağa kalkmıştım.

Hiç beklemediğim anda gülümseyerek kulağıma doğru eğildi. "Korkma, bir yere gidip geleceğiz, tamam mı?" diye fısıldadı yavaşça.

Nefesi maskesine rağmen tenime dokunduğunda ürperdiğimizi hissettim, fakat belli etmemeye çalışarak başımı tamam anlamında salladım.

Geri çekildi, gözlerini adeta güven vermek ister gibi bir kez kırpıştırdıktan sonra yürümeye ve beni de arkasıyca götürmeye başlarken "Nereye gidiyoruz?"diye sordum dayanamayarak.

Başını iki yana salladı. "Bilmiyorum,"şaşkınlıkla gözlerim açılırken bana dönmeden ve adımlarını bir an bile durdurmadan konuşmaya devam etti.

"Sadece bana güven ve arkana bakma."

İçimi garip bir korku sararken hava limanının lokantasının kapısından çıkarak köşeyi döndük. Çok hızlı adımlar atmıyordu, fakat başıma bela olan topuklu ayakkabılarım sebebiyle yürümekte zorlanıyordum.

Birkaç adım daha attıktan sonra bir kez daha sağa döndüğünde önümüze uzun bir koridor çıktı. Burası arkada bıraktığımız yere nazaran daha sakindi ve ilerledikçe daha da sakinleşiyordu.

Arkaya bakmamak için kendimle olağanüstü bir çaba verdiğim sırada görünürde hiç kimsenin olmadığı kadınlar tuvaletinin önünden geçtik ve ben yürümeye devam edeceğimizi sanarken ani olarak erkekler tuvaletinin kapısını açarak beni içeri geçirdi, ardından kendisi de girdi ve kapıyı kapattığında şaşkınlıkla yüzüne baktım fakat o beni kenara çekip bir bir kabinlerin kapısını çalmaya başladı. Ben ise ağzım açık bir şekilde ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyordum.

Sonunda dayanamayarak ellerimi iki yana açıp "Neden geldik buraya?"dedim endişeyle.

Son kabinin kapısını da çaldıktan sonra açtı. İçeride ikimizden başka kimse yoktu. "İhtiyacın var diye düşündüm"dedi düşünceli bir şekilde. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandığında "Erkekler tuvaletine mi?"diye sordum bu kez.

Cevap vermedi fakat birkaç saniye sonra "İnan şu an için bunun hiçbir önemi yok."diye yanıtladığında tekrar elimi kavrayarak az önce kapısını açtığı son kabine doğru götürdü. "Ne yapıyorsun?"diye sordum ama faydasızdı ve o an gözlerim bir kez daha mavi gözlerine maruz kaldığında gördüğüm görüntü korkmama sebep olmuştu.

Gözlerinde yoğun bir şekilde endişe vardı. "Buraya gir ve ben çık diyene kadar çıkma, tamam mı?"diye mırıldandı sakin bir şekilde.

Ama sakin değildi, anlıyordum. Korkmamam için böyle davranıyordu.

Başımı hayır anlamında iki yana salladığımda giriş kapısının kolunun aşağı inmesiyle bakışlarım oraya kaydı, fakat daha gelen kişinin kim olduğunu anlayamadan beni kabine saldı ve kapıyı sertçe kapattı.

Korkuyla arkaya gittiğimde yere çökerek ellerimi kendime sardım. Bir şeyler oluyordu. Hem de çok kötü şeyler. Bizim için gelmişlerdi, değil mi? Az önce masadayken de o yüzden arkamda bir yere bakıyordu.Bu davranışının başka açıklaması olamazdı.

Önce kapının kapanma sesini, sonra da kilitin sesini duydum. Ardından birkaç adım sesi geldi. Bir kişi değildi. Dışarıyı göremiyordum, fakat adım seslerinden en az üç kişi olduklarını anlamıştım.

Adım sesleri durduğunda, adeta nefesimi tutarak dışarıyı dinliyordum. Vücudumun korkudan titremesini ise hiçbir şekilde engelleyemiyordum.

"Kız nerede?"dedi birisi sertçe, ve o an gerçekten de benim için geldiklerini anladım.

"Bilmiyorum."dedi Polat onlardan daha sert bir şekilde, fakat sakinliğini de korumaya çalıştığını hissedebiliyordum.

"Öyle mi?"diye mırıldandı başka bir ses alayla. "O zaman az önce buraya getirdiğin kimdi?"

Birkaç adım sesi daha duydum. Ardından önceki ses, "Kızı ver ve bizi uğraştırma."dedi, kelimelerin üstüne bastıra bastıra.

Artık gözlerimden birkaç damla yaş akmaya başladığında, bu sefer gerçekten de sonumun olduğunu anladım.

Beni onlara verecekti çünkü başka yolu yoktu. Onlar en az üç kişiyken tek başına hiçbir şey yapamazdı, elinde silah da yoktu ve tek kurtuluşu benden vazgeçmekken neden kendini riske atardı ki?

Belki de kimseye zorluk çıkarmadan kendim teslim olmalıydım.

Olacakları anlayarak korkuyla ve yenilmişçesine ayağa kalkıyordum ki, onun erkeksi sesi kulaklarıma ulaştığında durdum. "Alabilirseniz alın."dedi alayla.

Bu ne demekti? Beni yenebilirseniz kız sizin mi demekti? Deli herif en az üç kişiyle başa çıkabileceğini mi sanıyordu?

Birkaç sert adım sesi daha duyduğumda, korkuyla arkaya gidip klozetin kapağının üzerine oturdum.

Önce sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki fırtına öncesi sessizliği anımsatıyordu, ve böyle olduğunu birkaç saniye sonra çok iyi anladım.

Bir vurma sesi duydum ilk ardından birisinin bir yere çarpma sesi. Sonrasında ise ard arda gelen sesler birbirine karışmışken olanları algılayamıyordum.

Kavga mı ediyorlardı?

Birisinin küfür sesini duyduğumda korkuyla irkildim, ardından birisi "Seni öldüreceğim."diye öyle bir bağırdı ki gözlerimden yaşlar akerken ellerimle sesim çıkmasın diye ağzımı kapatmak zorunda kaldım.

Nefes sesleri,küfürler birbirine karışmışken, tüm sesleri bastıran bir kırılma sesi geldi. Öyle bir kırılma ki tuvaletin aynasının paramparça olduğunu anladım.

Bağırtılar birbirine karışmışken ben o bağırtıların arasında tek bir sesi arıyordum;Onun sesini, ama yoktu.

Neden yoktu? Hayır yenilmemişti çünkü yenilse ben burada öylece oturuyor olmazdım. Sadece sesini çıkarmıyordu.

Ardından bir kırılma sesi ise tam benim saklandığım kabinin yanından geldiğinde, ellerimi ağzımdan çekip kulaklarımı kapatarak tiz bir çığlık attım.

Anladığım kadarıyla diğer kabinin kapısı kırılmıştı ve kırılmasına sebep adamlardan birinin oraya sertçe çarpmasıydı. Şöyle ki, bir kolu kabinleri birbirinden ayıran aralığın altından benim saklandığım kabine doğru uzanmıştı ve takım elbiseli kolu kanlar içindeydi.

Ve o an, o adamın yanımdaki kabine sertçe çarpmasından sonra bir ses geldi, onun sesi. "Kahretsin."diye bağırdı ardından "Ayarımı..."dedi sertce ve ben küfür edeceğini sanarken sustu.

Birkaç dakika daha tekme, yumruk, kırılma sesleri geldikten sonra tüm sesler durduğunda içimdeki korku daha da büyüdü.

Onlarla kavga etmişti, onlarla savaşmıştı, belki de birkaçını öldürmüştü. Ama ya onlardan biri onu öldürmüşse? Ya benim yüzümden ölmüşse ya da yaralanmışsa ki böyle bir kavgadan hasarsız çıkacağını sanmıyordum.

İçimde hissettiğim korku ve hüzün karışımı kalbimi acıtırken kapımın kolu aşağı indi ve ben arkaya doğru biraz daha sindim. Tam o an kapının açılmasıyla, onu gördüm, Polat'ı.

Bakışlarım ellerine, maskeli yüzüne, ardından gözlerine kaydığında "İyi misin?" diye sordu endişeyle.

Üstü başı yıpranmış görünüyordu, fakat yara almamış gibiydi. Sadece ellerinin tersinde kızarıklıklar vardı.Maskesi hala yüzündeydi saçları ise fazlasıyla dağınıktı en az üç kişiyle tek baş etmeye çalıştığı bir savaştan çıkmıştı ve bana nasıl olduğunu mu soruyordu?

"Sen iyi misin asıl?" diye sordum kaşlarım kalkarken. Ayağının tersiyle diğer kabinden benim saklandığım kabine doğru düşmüş eli itekleyerek "Pislik" diye mırıldandı. Ardından bir eliyle kolumu tutarak ayağa kaldırdı.

"İyisin değil mi, bir yerine bir şey oldu mu?" Gözlerim şaşkınlıkla açılırken başımı hızla iki yana salladım. "Korktun mu peki?" diye sordu mavi gözleri üzerimde dolaşırken. Başımı bir kez daha hayır anlamında salladım. Aslında korkmuştum evet, ama bunu dile getirmemin bir anlamı yoktu.

"Tamam" dedi sakince, "Şimdi dışarı çıkacağız ama gördüğün görüntüden korkmayacaksın, tamam mı?"

Başımı bu sefer tamam anlamında salladım. Sağ elinin tersini alnıma yerleştirdiği sırada, "Rengin bembeyaz olmuş" diye mırıldandı. "Buz gibisin de."

Elini çekerken, hala bakışlarını inceliyordum. Bu neydi? Rol müydü? Böyle rol olmazdı ki? Neydi o zaman?

"Gözlerini mi kapatsak." dedi bu kez.

Sonunda dayanamayıp "Sen" diye sesimi yükseltdim. "Sen deli misin, adamlarla kavga ettin ve şu an mesele benim korkmam mı?"

Yüzüme öylece birkaç saniye baktıktan sonra başını peki anlamında salladı. Elimi bırakmadan kabinden çıkardı ve...

Bir elimle ağzımı kapatırken gözlerim şaşkınlıkla açıldı.Gördüğüm görüntü gerçekten de korkacağımdan endişelenecek kadar vahimdi, çünkü korkmuştum.

Düşündüğüm gibi üç değil de beş kişiydiler. İkisi dışa çıkış kapısının önünde kanlar içinde yatarken, birisi lavabonun, evet lavabonun üzerindeydi ve o da kanlar içindeydi. Birisi tuvalette sırayla dizilmiş beş kabinin ikincisinin önünde, birisi ise benim saklandığım kabinin yanındaki, yani dördüncü kabinin içinde yatıyordu ve evet, kolunu gördüğüm kişi oydu. Hepsi gayet ciddi giyinmiş takım elbiseli adamlardı, fakat şu an bir ölüden farkları yoktu, çünkü hiçbiri kıpırdamıyordu bile.

"Bakma,"

Sesini duyduğumda gözlerimi adamların üzerinden çekerek ona yönlendirdim. O an elinin elimde olduğunu fark ettiğimde hızla geri çekilerek bir adım arkaya attım.

O adamlara... O adamlara bunu yapan bana neler yapmazdı ki? Yapar mıydı? Hayır neden yapsın ki... Galiba korkmuştum ve saçmalıyordum.

"Bakma," diye mırıldandı bir kez daha. "Bakma bana öyle."

"Nasıl bakıyorum?" diye sordum gözlerimi nerede dolaşdıracağımı bilmeden, oysa bu sorunun sırası değildi, şu an.. şu an hiçbir şeyin sırası değildi.

Bakışlarını kaçırdı. "Benden korkmuş gibi." Çünkü korkmuştum, hem de fazlasıyla.

Sertçe yutkunduğumda gözlerim bir kez daha adamların üstüne kaydı. "Hepsi," dedim zar zor, ardından bir kez daha yutkundum. "Hepsi öldü mü?"

Adamlara doğru birkaç adım atıp elini birinin nabzına koydu. "Bu hala yaşıyor." Ardından diğerine baktı. Gözlerini kapattıp acılı bir nefes verdiğinde, "Ölmüş." diyerek ayağa kalktı.

Ölmüştü, ölmüştü ve ben bir ölüyle aynı yerdeyken neden bu kadar sakindim. Yoksa bu da mı bir krizdi. Değil miydi?

Algılayamıyordum.

Ve aslında hayır, ben böyle durumlarda bazen de hissizleşiyordum.

Cebinden telefonu çıkardıktan sonra birkaç tuşa bastı ve lavabonun üzerine yerleştirdi. Telefon da aramalar giderken kapının önünde yatan iki kişiden birini çekiştirerek yukarı, benim olduğum yere getirdiğinde korkuyla geri çekildim.

"Alo" diye tanıdık bir ses duyduğumda, Polat diğer kişiyi de aynı şekilde çekiştirilmeye başladı.

"Evet, dinliyorum. Şimdi kaç kişiyi öldürdün?" Konuşan Reis'ten başkası değildi. Polat onu aramıştı.

Diğer kişiyi de aynı şekilde ilk adamın yanına bıraktığında doğrularak maskesini düzeltti.

"Bilmiyorum, şimdilik bir, diğerleri yaşıyor da olabilirler." Karşıdan bir püskürtme sesi geldi, ardından Reis birkaç kez öksürdü. Galiba bir şeyler içiyordu. "Lan," dedi korkuyla, ardından bir kez daha öksürdü. "Ben şaka yapmıştım, sayını bilmeyecek kadar adam mı öldürdün?"

Polat, adamlardan lavabonun önündekini alarak diğerlerinin yanına sürüklediği sırada, "Reis" diye sesini yükseltti. "Şakanın sırası değil, temizlemen gerek," dedi. Adamı diğerlerinin yanına bıraktıktan sonra elini nabzına koydu.

Başını kaldırıp bana baktığında, "Yaşıyor," diye mırıldandı. Sanki beni teselli ediyormuş gibi ya da 'Bak, bunu öldürmedim, benden korkma,' der gibi bakıyordu. Başımı olumlu anlamda salladığımda ayağa kalkarak diğer kişiye yöneldi. "İyice temizlikçi oldum siktiğim işinde." dedi Reis telefonundan küfür ederek.

Polat, adamlardan dördüncüsünü çekiştirirken bir kez daha "Reis" diye sesini yükseltti. "O da burada," diye devam etti, beni kast ederek.

"İyi." dedi Reis alayla. "Haltlarını gördü mü?" Ardından gazın sesini duydum, galiba buraya geliyordu. Polat dördüncü kişinin nabzını kontrol ederken yüzüne bakdım. Üst kısmı hafif uzun olan saçları alnına dökülmüştü. Kazağının kollarını yarıya kadar çekmiş, elleri kan içinde olmuştu. "Yaşıyor ama nabzı çok zayıf." dedi bir kez daha yüzüme bakarak.

"Bir şey olmaz ya öldürdüğün beşinci kişi olur en fazlası." Reis alayla konuşsa da sesinden gerginliği hissediliyordu.

Dört kişi mi öldürmüştü? Biri oydu, diğeri şu an yerde yatan kişiydi. Peki diğer ikisi kimdi?

"Reis, kapat telefonu" diye çıkıştı Polat benim saklandığım kabinin yanındaki kabinin içine doğru savrulmuş adamı çekiştirirken.

"Neden sen kapatmıyorsun?"
dedi Reis. "Ellerin kanlı mı?"

Polat adamı çekiştirken aniden bırakıp birkaç saniye durdu. Ellerine baktı, kan içindeydi. Ardından bakışları yerde yatan adamlara, sonrasında bana kaydı.

Öylece onu izliyordum. Bakdı, öyle bir bakdı ki o an anladım canı acıyordu. Evet, öldürmüştü, evet çok korkunç görünüyordu ama pişmandı. Belki de kendine yakışdıramıyordu, bilmiyorum. Fakat gözlerinde gördüğüm o acının ve çaresizliğin tarifi yoktu.

Gözlerindeki acı kalbime o kadar dokundu ki birkaç adım atıp lavabonun önündeki telefonu elime aldım. Ardından "Gelmen gerek, Reis." diye mırıldandım ve telefonu kapattım.

Tekrardan yüzüne bakdığımda. "Teşekkür ederim." dedi acıyla ve "Özür dilerim." diye devam etti.

Bir şey demedim, tepki de vermedim, çünkü söyleyecek sözüm ya da verebileceğim bir tepkim yoktu. Ama anlamıştım, şimdi elleri kan içinde de olsa da aslında o bir kızın yemek yemesi için cevap bulamayacağı sorulara razı gelen adamdı.

Eğilerek kabine çarpmış adamı tekrar çekiştirdiğinde kabinin kapısı kırılarak yere düştü, yarısı zaten adam çarptığında parçalanmıştı. Adamı kabinden çıkardığında küçük bir çığlık atarak irkildim.

Boğazı kesilmişti.

"Kahretsin." diye bağırdı Polat, bir kez daha irkildim. "Bakma, yalvarırım bakma artık miden bulanacak, bakma." diye sesini yükselttiğinde bana mı söylüyordu, yoksa kendine mi anlayamadım, fakat muhtemelen bana söylüyordu.

Yere eğilerek ellerimle kulaklarımı kapattım. Ardından gözlerimi. Doğru söylüyordu, bakmamalıydım, bakdıkça değil de az önceki görüntü sebebiyle midem bulanmıştı aslında ama yine de bakmamalıydı.

Her yer kan kokuyordu,üstüm başım,ellerim,saçlarım,ruhum...Hayır ruhum kan kokmamalıydı ama dökülmesine sorumluyken nasıl kokmaya bilirdi ki.

Midem bulandı, o kadar çok bulandı ki aniden ayağa kalkarak lavabonun önüne kusmaya başladım. Az önce yediğim sandviç adeta zehir olmuştu.

Bir yandan hıçkırıklarıma engel olamazken bir yandan da kusuyordum. Polat kustuğumu fark ettiğinde son kişiyi de diğerlerinin yanına bırakarak benim yanıma geldi. Hıçkırıklarım öğürmelerime karışmışken "Kahretsin" diye çıkıştı, "Kahretsin, kahretsin, kahretsin" dedi tekrar tekrar.

Musluğu açarken bir eli kusmak gelmesin diye saçlarımı toplamak istedi fakat elindeki kan saçlarıma bulaştığında hızla geri çekildi.

"Bulaştırdım" dedi korkuyla. Gözlerimdeki yaşlar akmaya devam ederken yüzüne bakdım. "Elimdeki kanı sana da bulaştırdım." diyerek geri geri gitti ellerine bakarken. "Özür dilerim." başını iki yana salladı. "Çok özür dilerim, temizleyeceğim şimdi."

Hızla diğer musluklardan birini açarken elini suyun altına tuttu, akan su ellerindeki kanla birleşdiğinde bir kez daha öğürerek hıçkırmaya başladım.

Midemde bir şey yokdu ama öğürdükçe kötü olan her şeyi çıkarmak istiyordum. Tüm yaşananlar gitsin, bitsin istiyordum. Onunla hiç tanışmamak istiyordum, ama hayır, bunu istemeye hakkım yokdu; beni kurtarmak için kirletilmişdi, ben de kirletilmişmiydim. Saçlarıma kan gelmişdi, peki ruhuma... ruhumu da kirletmişmiydi elleri. Hayır, elleri kirli değildi ki,birinin ellerinden önce kalbi kirlenmeliydi ama o kalbi kirliymiş gibi bakmıyordu.

Ellerini hızla yıkadıktan sonra musluğu kapatarak bana doğru ilerledi. Hıçkırıklarım önümde akan su sesiyle karışmışken ellerini bir kez daha ıslatıp saçlarıma bulaşmış kanı temizledi, sonra bir kez daha ıslattı ve bir eliyle saçlarımı toplarken diğer, ıslak olan elini yüzüme sürdü.

Ellerim lavaboya zar zor tutunmuşken "Lütfen" diye fısıldadım göz yaşlarımın arasından. "Lütfen çıkar şunu."

Üzerimde hala yolda aldığı palto vardı ve artık beni boğuyordu. Boğmamalıydı. Ben... boğulmaktan korkardım.

Neyi, neden diye sorgulamadan paltonun fermuarını aşağı indirdikten sonra üzerimden çıkarıp kenara fırlattı.

Aldığım hızlı nefeslerden göğsüm inip kalkarken tekrardan lavabonun kenarına tutunmaya çalışdım.

Sakindim, tamam sakin değildim ama olacaktım. En azından artık boğulmuyordum.

"Özür dilerim." dedi ıslak elini bir kez daha yüzüme sürerken. "Gözlerini kapatmalıydım."

Özür diliyordu, neyin özrünü diliyordu?

Özür dilemesi gereken biri varsa o da bendim. Başımıza gelen tüm olaylar benim yüzümden olmuşdu. Gerçi neden benim yüzümden olmuşdu onu da bilmiyordum, ama sebepkar ve özür dilemesi gereken kişi o değildi. Bunu çok iyi biliyordum.

Başımı zar zor kaldırıp önümdeki yarısı parçalanmış fakat küçük bir kısmı hala duvarda olan ayna parçasına baktım. Ve o an aslında benimle alakası olmayan yansımamı gördüğümde bir kez daha irkildim. Saçlarımın üst kısmı hafif ıslaktı, ve Polat ne kadar temizlemeye çalışsa da üzerindeki kan az da olsa duruyordu.

Yüzüm de ıslaktı ama dudaklarımdaki morluk ve simamdaki beyazlık ıslaklığını arka plana atıyordu.

Dudaklarım neden mordu? Yaralanmış mıydı? Hayır, öyle bir şey hatırlamıyordum. Hem yaralansa patlar kanlı olurdu ama mordu.

Ve anladım, korktuğum için mordu dudaklarım.

Ben hissiz bakan gözlerime dalıp giderken, "Gitmeliyiz." dedi Polat. "Hemen, birileri gelmeden çıkmalıyız buradan."

Cevap vermek için dudaklarımı aralayamadım, fakat gözlerimi kapatarak onaylar anlamda başımı salladım.

Ardından her şey birkaç dakika içinde oldu. Eli belimi sıkıca sararken sadece beni yürütmesine izin verdim. Birkaç adım attıktan sonra tuvaletin kilidini açarak beni oradan çıkardı ve eli belimden ayrılmadan diğer tuvaletlerden birinin üzerinden aldığı 'Arızalı' tabelasını çıktığımız tuvaletin önüne yerleştirdi. Gözümün karardığını hissettiğimde az önce geldiğimiz yönden geri dönmeye başladık.

"İyi misin?" diye sordu birkaç kez, sadece başımı evet anlamında salladım. Yalandı. İyi değildim, belimdeki eli uzaklaştığı an kendimi yere bırakacak bir haldeydim, gözlerim kararıyordu, karalmadığına kendimi inandırmak için kapatıyordum birkaç saniye sonra açıyordum ve yine karanlık olduğunu fark ettiğimde tekrar kapatıyordum.

Öylece gözüm kapalı, sadece onun beni götürdüğü yere doğru birkaç dakika yürüdüm. Etrafta insanlar konuşuyor, gülüyor, sesleri birbirine karışıyordu fakat onlar bile artık kulaklarıma uğultuyla ulaşmaya başlamıştı.

Kendime geldiğimi, daha iyi hissettiğimi ise tüm sesler benden uzaklaştığında ve sert rüzgar vüduma adeta bir tokat gibi çarpdığında fark ettim. Artık gözlerimi açtığımda karanlık değildi. Dışarıdaydık, havalimanından çıkmıştık ve onun endişe dolu gözleri üzerimde dolaşıyordu. Eli belimden ayrılıp kollarımı tuttuğunda ve başını yüzü yüzümün hizasında durana kadar eğdiğinde "iyi misin?" diye sordu bir kez daha.

Çıkmıştık, dışarıdaydık. O anki farkındalığımla üstüne baktım, kollarımı kavrayan ellerine, kendi ellerime ardından etrafımıza. Lokantada yanımızda çanta vardı, ama şimdi... şimdi yoktu.

"Çanta nerede?" diye sordum korkuyla, kaşlarını çatarak yüzüme baktı. "Ayça'nın adresinin olduğu çanta nerede?" dedim bu kez bağırarak.

Başını yukarı kaldırıp gözlerini kapattı ve birkaç nefes aldıktan sonra açıp tekrar bana baktığında, "Unuttuk." dedi.

Unuttuk, unuttu, unuttum.

O tamam da ben nasıl unuttum,çantanın yerinde kardeşim olsaydı unutur muydum?

Zaten çanta demek kardeşimin yeri demekti, nasıl unutabilirdim?

Çanta demek benim ülkeden kaçış biletim demekti, çünkü sahte pasaportum dahil önemli olan her şey içindeydi; kendimi nasıl unuturdum?

Ben yüzüne öylece şaşkınlıkla ve üzüntüyle bakarken, "Tamam." dedi başını sallayarak. "Sen burada dur, ben alıp geleceğim."

Sadece onayladım. Ellerimi bırakıp havalimanına doğru birkaç adım atmıştı ki durdu ve dönüp tekrar yanıma geldi.

"Aptalca bir fikirdi, seni yalnız bırakamam." Kolumdan tutup tekrardan arkasıyla yürütmeye başladı. "Birlikte alıp geleceğiz."

Bir şey söylemeden adımlarına eşlik ederek arkasıyla yürümeye başladım. Midem hala bulanıyordu, ama serin rüzgarın tenime çarpması şok etkisi yaratarak üşüsem de daha iyi hissetmeme sebep oluyordu.

Üstümde kandan ve çamurdan kirlenmiş beyaz elbise vardı. İnsanlar bakıyor, bazıları şaşırıyordu, fakat bunun benim için ne kadar önemsiz olduğunu kimse bilmiyordu.

Birkaç adım daha atıp tekrar havalimanının önüne geldiğimizde Polat'ın sert adımları durdu ve ben de durdum.

Bakışları içeriyi tararken, "Neden durduk?" diye sordum ve aynen onun gibi içeriye baktım.

"Lanet olsun," diye bir fısıltı çıktı dudaklarından. Ardından hızla arkaya dönüp az önce durduğumuz yöne doğru yürümeye başladı.

Adımlarını takip ederken, "Neden döndük?" diye sordum bu kez daha yüksek bir sesle.

Bakışları önümüzdeki yoldan ayrılmazken, "Başka bir grup daha var içeride." dedi ve sesindeki endişeyi hissettim.

Topuklarıma rağmen hızlı yürümeye çalışırken, "Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Çanta ne olacak, Ayça'nın adresi orada."

"Mesele adres değil"dedi düz bir şekilde "onu zaten biliyorum,çantada başka şeyler de vardı."

Ben yüzüne şaşkınlıkla bakarken bir şey demeden telefonu çıkarıp birkaç tuşa bastıktan sonra kulağına götürdü.

Biz havalimanından uzaklaştıkça insan sayısı azalıyor, daha az dikkat çekiyorduk ya da belki de daha çok ortaya çıkıyorduk, bunu zaman gösterecekti.

"Alo," dedi karşıdaki kişi endişeyle. "Nerdesin Reis?" diye sesini yükseltti Polat, onun konuşmasını beklemeden.

O an, Polat eliyle bir motorcuya beklemesi için işaret verdiğinde bakışlarım oraya kaydı.30-35 yaşlı bir adam elinde kaskı motorunun yanında duruyordu.

"Az kaldı, havalimanına varıyorum,nereyi temizlemem gerek?"diye sordu Reis.Telefon hoparlörde olmasa da duyabiliyordum.

"Havalimanının birinci katındaki erkekler tuvaletini,önünde 'Arızalı'yazıyor."dedi Polat.

Motorcunun yanına vardığımızda sesi hoparlöre vererek mesaj yerine girdi ve adama "Numaranı yazar mısın?" diye sorduğunda gözlerim şaşkınlıkla açıldı.

Adam da aynen benim gibi gözleri açık bir şekilde Polata bakarken "Sen iyice kafayı mı yedin, numaramdan arıyorsun ya?" dedi Reisin sesi.

"Sana demedim," diye çıkıştı Polat telefonu daha da adama doğru uzatarak. "Numaranızı yazın lütfen," dedi bu kez rica edercesine.

Adam ağzı bir karış açıkken telefonu alıp bir şeyler yazdı.

Polat telefonu tekrar eline aldığında hoparlörden ayırıp kulağına götürdü ve "Reis sana şimdi gönderdiğim numarayı ararsın." dedi ciddiyetle.

"Lan ne numarası?" diye endişeyle soran Reisin sesini duyduğumda, adamın artık korkmaya başladığını kaskını daha sıkıca kavrayıp bana 'neler oluyor' bakışı attığında anladım.

Belki korkmaması için bir şeyler söylerdim, fakat ben de ne olduğunu anlamıyordum ve galiba en az adam kadar korkuyordum.

"Abi," dedi Polat Reisi cevapsız bırakarak ve adama bakarken. "Motorunu verir misin?"

Adam ben ve telefondaki Reis aynı anda "Ne?" diye sorduğumuzda, Polat dişlerini sıktı.

"Abicim uzatma, acelemiz var, motorunu ver lütfen."

"Delimisin kardeşim?" diye çıkıştı adam sonunda dayanamayarak.Haklıydı.

Polat adamı bir şey söylemeden "Reis," dedi telefon kulağındayken, bir eli ise hala bileyimdeydi ve gözlerimin içine bakıyordu. "Çantayı unuttuk, muhtemelen onlardadır, bir şeyler yap, ona ulaşmamalı, hatta adamların bile içine bakmamaları gerek."

Reisin sinirle bıraktığı nefes sesini ben bile duyarken Polat gözlerini kapattı ve tekrar açtığında "Abi," dedi Reis. Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. "Çilli halletsin mi o meseleyi."

Polat gözlerini devirdiğinde benim bakışlarım motorun yanındaki adama kaydı. Dikkatle bizi izliyordu. Ben yerinde olsam çoktan kaçıp gitmiştim.

"Reis," dedi Polat. "Sen hallet."

"Abi, yeter artık, yetişemiyorum, anla, sinirden kendimi vurucam, halletsin işte."

Ben yüzüne öylece bakarken bakışlarını kaçırıp ilk havalimanına taraf ardından motorcu adama baktı.

"Peki," dedi bakışları adamın üzerinde dolaşırken. "Zaten senin halletmen gereken bir iş daha varmış gibi görünüyor."

Reis telefondan küfürler savururken Polat telefonu kapatıp cebine koydu.

Çevremizde fazla olmasa da insanlar vardı ve birçoğunun şaşkın bakışlarının üzerimizde dolaştığına emindim.

"Vermiyor musun motorunu?" diye sordu Polat adamdan gözlerini ayırmadan.

"Hayır," dedi adam çekingen bir tavırla.

Polat Başını peki anlamında salladığında ben daha ne olduğunu anlamadan elimi bırakıp adamın boynuna dokundu ve adam bir anda yere düşecekken kendini önüne verip yavaş yavaş yere düşmesini sağladı.

Gördüğüm görüntü karşısında tiz bir çığlık attığımda etraftaki insanlar adamın bayıldığını görüp bir anda üzerimize gelmeye başladılar.

Polatsa adamı bıraktıktan sonra düşen kaskı yerden alıp başıma geçirdi ve kendi motora yerleştikten sonra "Hadi bin," diye emir verdiğinde ne yapacağımı anlamadan emrini yerine getirip hızla arkasına geçtim.

Bir anda adamlar bayılan ve belki de ölen motorcuyla ilgilenmeyi bırakıp bizim üstümüze gelmeye başladıklarında hızla motoru devreye salladı. Ben bir çığlık daha attığımızda ani olarak harekete geçen motor sebebiyle düşecek gibi oldum fakat bir eliyle bileyimden kavrayıp beline sardı. Diğer eli ise motordaydı.

"Belime sarıl," dedi yüksek bir sesle. Muhtemelen yaşadığım şoktan olmalı ki kıpırdayamadım. "Hadi, belime sarılman için ölmüyorum ama biraz daha tek elinle tutarsan senin öleceğin kesin."

Sesinin tonuyla kendime geldikden sonra cevap vermeden iki elimle de beline tutunduğumda motoru daha hızla kullanmaya başladı ve bayılan motorcuyla adamlardan uzaklaştık.

Rüzgardan mı, yoksa korkudan mı bilmiyorum, ama vücudum titrerken motor hızlandıkça ellerim beline daha sıkı sarıldı. Ancak bu, ona kızgın olmadığım anlamına gelmiyordu; sadece düşmemek için tutunmuştum.

Arabaların arasından hızla geçerken, "Onu öldürdün." dedim sinirle. "Suçsuzdu ve sen motor için onu öldürdün."

Tuvaletteki kişiler için sinirlenmemiştim, çünkü Polat bir şey yapmasa onlar beni hatta belki de onu bile öldürürlerdi, ama motorcunun bir suçu yoktu.

"Hayır." dedi hızla. "Tabii ki öldürmedim, sadece bayıldı."

Verdiği cevapla rahat bir nefes aldığımda gözlerimi kapattım. Bunu düşünmüştüm, fakat ölme ihtimalini dile getirmiştim. Muhtemelen Reis de beni böyle bayıltmıştı. Ama bu, onu suçsuz yapmazdı.

Gözlerimi tekrar açtığımda, "Olsun..." dedim kaşlarım çatık bir şekilde. "Motorunu çaldın."

Nefesindeki gülümsemeyi arkasında olmama rağmen hissettiğimde biraz daha şaşırdım, sanki az önce olanlar hiç yaşanmamış gibi davranması normal insan olmadığının ispatıydı.

"İlla beni suçlu çıkaracaksın yani." dedi alayla.

"Değil misin?"

Aniden arabalarla dolu olan yoldan daha sakin bir yola sapdığında kollarım gevşedi. Fakat bir eli, elimin üzerini örterken daha sıkı sarılmamı istermiş gibi çekiştirdiğinde ürperdiğimi hissettim. Sebep soğuk hava değildi.

"Suçluyum." dedi sesindeki garip tınıyla. "Ama adamın motorunu çaldığım için değil."

Kaşlarım daha fazla çatılırken, "Neden suçlusun o zaman?" diye mırıldandım.

"Boş ver." dedi. "O da bende kalsın."

Zaten ne onda kalmamıştı ki, her şeyden habersiz olan bendim.

"Hem motoru çalmış sayılmam, Reis de adamın numarası var halledecektir."

Söyledikleriyle daha fazla şaşırdığımda neden adamdan numarasını istediğini ve Reise gönderdiğini anladım.

"Sen." dedim şaşkınlıkla, fakat daha kelimenin devamını getiremeden ilerlediğimiz yolun sağına bitişik bir yoldan çıkan araba hızla önümüzü kesmeye çalıştığında beline daha sıkı sarılarak çığlık attım.

"Lanet olsun." diye sesini yükselttiğinde sarsıldık, sarsıldığımızda bir an kaza yapacağımızı sandım. Ama Polat tekrar kontrolü ele aldığında arabanın önünden geçerek ilerlemeye devam ettik, ve benim gözlerim arabaya kaydığında onları gördüm; siyah takım elbiseli adamları.

Yüzleri başkaydı, saç renkleri, duruşları fakat bakışlarından anlamıştım, peşimizdeki adamlardan bir grupuydu.

"Onlar." dedim korkuyla.

"Bakma." diye uyardı. "Arkana bakma."

Arkama bakmamam bir şeyi değiştirmeyecekti.

"Bizi öldürecekler." dedim, bu kez korku dolu sesime göz yaşlarım da eşlik ederken.

"Hayır." dedi. "Tek amaçları canlı olarak ele geçirmek ve ben yaşadığım sürece bu mümkün olmayacak."

Tam o an, cümlesini bitirir bitirmez söylediklerine aykırıymış gibi bir silah sesi yükseldiğinde çığlık atarak gözlerimi kapattım. Sessiz gözyaşlarım, hıçkırıklı haykırışlara dönüşmüştü.

İlerlediğimiz yol ıssızdı, şöyle ki artık asfalt bile değildi. Arabalar yoktu, evler yoktu, sadece ağaçlar, biz ve arkamızdaki araba vardı.

Hayatımın bazı dönemlerinde yaşamdan nefret etmiştim, ölmek istemiştim. Ecelim geldiğinde bundan korkmayacağımı sanmıştım, fakat hayır, şimdi anlıyordum ben... Ben ölmekten çok korkuyordum,belki boğulmaktan ya da yalnızlıktan korktuğum kadar korkmuyordum, ama evet ben ölmekten de korkuyordum.

Arkamızda içi eli silahlı adamlarla dolu bir araba varken hızla ilerliyorduk ve onların silahından çıkan tek bir kurşun bana isabet ederek öldürebilirdi.

"Korkuyorum." dedim hıçkırıklarımın arasından. "Polat, ben ölmekten çok korkuyorum."

Gözyaşlarım yanaklarımdan çeneme doğru akarken sırtına damlıyordu. Gözlerim kapalıydı ve sadece ecelimi bekliyormuşum gibi hissediyordum artık.

"Ölmeyeceksin." dedi dişlerinin arasından. "Buna izin vermem."

Belki de başka zaman başka bir durumda söylediğine inanabilirdim, fakat şimdi durum farklıydı ve gözlerimi açtığımda bunun mümkün olmadığıyla bir kez daha yüzleştim.

Son sürat devam ederken arkama değil de önüme, gittiğimiz yola baktım. Daha doğrusu bakamadım çünkü yol filan yoktu. Bildiğimiz düz bir uçurum vardı karşımızda ve biz oraya doğru ilerliyorduk.

"Dur." diye bağırdım aniden. "Dur, ne yapıyorsun, onlar yetişmeden sen öldüreceksin bizi."

Durmadı, devam etti ve ben bu defa gerçekten de sonum olduğuna eminken aniden frene bastı ve tam da uçurumun bir adım uzaklığında durduk.

"Deli." diye çıkıştım nefes nefese. "Benim raporum var ama sen tam bir delisin."

Cevap vermedi, bakışlarım önümüzdeki uçurumdayken yutkundum. Tamam durmuştuk ama bu defa da arkadakiler bize yetişeceklerdi.

Motordan hızla indiğinde ellerim belinden uzaklaştı, ama o bana doğru dönerek ilk kaskımı çıkardı, ardından belimden kavrayıp beni de motordan indirdi.

Arkaya baktım, araba yaklaşık üç yüz metre kadar uzaklığımızdaydı.

Polat'ın "Daha asıl deliliğimi görmedin." diye kulağıma ulaşan sesini duyduğumda bu kez korku dolu bakışlarım ona yöneldi.

Bana değil de uçurumdan aşağıya bakıyordu.

"Ne?" dedim tedirginlikle ve başımı öne doğru uzatarak onun gibi aşağıya baktım.

Denizdi.

Uçurumun aşağısı denizdi.

Deniz demek boğulmak demekti, boğulmak ise benim için cehennemden bile beterdi.

"Ne?" dedim bir kez daha. "Düşündüğümü düşünmüyorsun, değil mi?"

Arkaya baktı, ben de onunla birlikte baktım. Araba yüz metre kadar uzaklığımızdaydı. Önümüze baktı, uçurumdu ve en korkunç olanıysa denizdi.

Bana baktı.

"Hayır." dedim kekeleyerek. "Hayır, deniz olmaz." Başımı iki yana salladım. "Boğulmak olmaz."

Bana doğru bir adım attığında arkaya gittim. Elini uzattı.

"Boğulmak mı, ölmek mi?"

Başımı daha hızlı iki yana sallayarak motora tutundum.

"Ölmek." dedim hıçkırarak.

Çünkü boğulmak olmazdı, her şey olurdu cehennem olurdu, ateş olurdu, yanmak da olurdu ama boğulmak olmazdı. Dayanamazdım.

Arkamızdaki arabanın fren sesiyle bakışlarım oraya kaydı. Gelmişlerdi. İkimizi de öldüreceklerdi. Her şey bitmişti. Kaçış yoktu, burası sondu artık.

Çaresizlikle gözyaşlarımı akıtırken ellerimle ağzımı kapattıp hıçkırmaya başladım. Adamlar arabadan indi, yine beş kişiydiler. Silahlarını bize doğrulttular ve o an ben daha ne olduğunu anlamadan Polat bir kolumdan tutarak beni kendine çekti ve sırtım göğsüne sertçe çarparken ikimizi de uçuruma doğru çevirdi.

"Üzgünüm." diye fısıldadı maskesi sağ kulağıma sürtünürken.

"Kaderin uzun zamandır benim kontrolüm altında."

~Bölüm sonu~

Yıldıza basmayı ve yorum yapmayı unutmayın <3

İg; ozgurruhlargezegeni
kitap ig; golgelerinkacisioffical

Daima gülümsemek ve gülümsetmek dileğimle, yıldızlı geceler, gülücüklü günler, bir sonraki bölümde görüşmek üzere 💕

Continue Reading

You'll Also Like

YUVA By _twclr

Teen Fiction

668K 33.4K 49
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
864K 28.4K 56
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
78.9K 8.9K 36
Two teenagers, whose lives will be ruined by the bullies and friends at school -- ⚠︎kitapta agir siddet, yaralama, zorbalik vb taciz gibi icerikler v...
6.2K 1K 7
Saat gece yarısını çoktan geçmişti, şiddetli bir yağmur vardı Olimpos Krallığı'nda. Uzun zamandır beklenilen yağmur sonunda yağmıştı, halk sokakları...