Maça Kızı 8 | Devam*

By dpamuk

2.7M 144K 149K

Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir. More

• AÇIKLAMA •
184.Bölüm
185.Bölüm
186.Bölüm
187.Bölüm
188.Bölüm
Kader Rotası*
189.Bölüm
AÇIKLAMA
N'B'A
191.Bölüm
192.Bölüm
193.Bölüm
194.Bölüm
195.Bölüm

190.Bölüm

179K 9.2K 10.4K
By dpamuk

Sevgili Maça Kızı 8 Ailesi,

Geçmiş olsun dilekleriniz için hepinize teşekkür ederim. Hâlâ toparlamaya çalışıyorum ama çok şükür daha iyiyim...🙏🏻✨

Oldukça uzun bir bölümle geldim. Yorumlarda buluşalım, bu gece buradayım.🐣

Sizi çok seviyorum, var olun! 💛

♠️

Yeşim, Ada'yla ilgilenirken biz de aşağıya inmek üzere merdivenlere yönelmiştik. Fakat Bora, süslü salona inmek yerine çalışma odasına doğru ilerleyince, benim adımlarım da onu takip etti. "Kısa bir işim var sevgilim," dedi, çalışma odasının şifresini tuşlarken. Kapı açıldı. Ben ne olduğunu anlayamadan ve bir merhaba bile diyemeden çalışma odasında neden beklediğini dahi bilmediğim Samet'e, "Ne işin var senin burada?" diye sordu. Üslubu, Samet'le konuşmasına uygun olmayacak şekilde üsttenciydi de. "Hayırdır?!"

"Bora Abi..." Samet de ne olduğunu anlayamamış gibi bir ifadeye sahipti. "Ben Gökhan Abi'ye söylemiştim, sana söylemedi mi?"

"Söyledi," dedi Bora. Kaşları havalandı. "Ben de gerek olmadığını söylemiştim, o sana bunu söylemedi mi?!"

"Söyledi abi de... Ben yardım etmek istiyorum," dedi Samet.

"Yardım?" dedi Bora, Samet'i tepeden tırnağa süzerken. "Ne için?"

"Abi," dedi Samet çekinceyle. "Ben de ailemiz için bir şey yapmak istiyorum." Bora'nın kaşlarının havalandığını gördüğünde hızla devam etti: "Yapıyorum da. Birkaç aydır."

Bora'nın yüz ifadesi alaycıydı. "N'apıyorsun mesela?" Samet, bu soru karşısında ne cevap vereceğini düşünürcesine sessiz kalmıştı. "Beline silah koydun diye, adam olduğunu mu sandın lan?!"

"Bora Abi-"

"Kes!" dedi Bora, Samet'in sözünü keserek. "O belindeki silahı masaya koy, sonra da siktirip git buradan!"

"Abi-"

"Ne abi lan ne abi?!" dedi Bora hışımla Samet'e doğru bir adım atarak. "Sen, benim olduğum yerde, ne bugün ne yarın belinde silah taşıyabilirsin! Fransa'ya mı dönüyorsun, kız peşinde mi koşuyorsun, adamakıllı bir işe mi giriyorsun, kendi işini mi kuruyorsun bilemem ama sen de herkes gibi kendi hayatına dönecek, kendi hayatını yaşayacaksın! Silahsız!"

"Sizin hayatınız sikilirken, durup izleyecek miyim?!" diye bağırdı Samet.

"İzleme ağrına gidiyorsa!" diye bağırdı Bora da. "Kafanı çevir!"

"Bu dediğini, sen yapabildin mi de benden istiyorsun?!" diye bağırdı Samet.

Bora, Samet'in yakasına yapışırken, "Ben yapamadığım için senden istiyorum zaten lan!" diye bağırdı. "Bir kişinin daha hayatının ziyan olmasına izin vermeyeceğim! Senin hayatının ziyan olmasına hele, hiç izin vermeyeceğim!" Samet'in gözleri öfke doluydu fakat Bora'nın bütün yüzünü kaplayan öfkenin yanında, bu hiçbir şeydi. "Ben ailemi korurum! Sana gelene kadar... Eğer senden gelen yardıma el uzatacak kadar kendime güvenmiyorsam, zaten ben hiç kimseyim! Benim olduğum yerde, sen kimsin lan?!"

"Siz bütün bunları yaşarken... Ben dönüp de hayatımı yaşamayacağım!" dedi Samet, Bora'nın elleri yakasında değilmiş gibi. "Ben bu kadar vurdumduymaz olmayacağım!"

"Olacaksın!" dedi Bora, Samet'i sarsarken. "Hayatının içine sıçmayacaksın!" Samet, Bora onu itince, iki adım geriye yalpalamış ve dengesini zar zor sağlamıştı. "Eğer bir daha bu eve, bizi ziyaret etmek dışında bir amaçla gelirsen, yemin ederim bu yaşında benden dayak yersin Samet! Yemin ederim!"

Bora, odadan çıkmak üzere hızla arkasını döndüğünde, Samet'in hırstan gözleri dolmuştu. Ona buruk bir gülümsemeyle baktım ve ben de hızlı adımlarla Bora'yı takip ettim. Yaptığı şey Samet'in gururunu incitmiş olabilirdi ama onun hayatını kurtarıyordu. Birlikte süslü salona doğru inerken, Bora'nın sakinleşmek için derin birkaç nefes aldığını fark etmiştim.

Belki de süslü salonun, amacına uygun olarak kullanıldığı nadir an'ların birindeydik. Yirmi bir kişi süslü salondaki yemek masasına oturmuş, belki de tüm gün Bora'yı beklemişlerdi. Bu beklemeye yaraşır bir şekilde de biz süslü salona girer girmez, hazır ola geçercesine ayağa kalkmışlardı. Çınar da aynı diğer insanlar gibi masadaydı ve fakat Aydın, Gökhan, Selim ve neden burada olduğunu anlamadığım Eren, diğer insanlardan farklı olarak, masaya oturmamışlardı. Selim, Bora'ya ayrıldığını sandığım sandalyenin arkasında, ayakta dikilirken; Gökhan ve Aydın da oturma grubuna geçmişlerdi. Süslü salondaki insanlar, görmeye alışık olduğum üzere, iş dünyasının çeşitli isimlerinden oluşuyorlardı ve hepsinin yüzünde, bir diğerinin benzeri olan bir ifade vardı. Bu ifadelerdeki seçilebilir en baskın duygu, hiç şüphesizdi ki korkuydu. Kara'dan korkuyorlardı.

Bora, insanlara üstten bir bakış atıp masanın baş köşesine geçerken, insanlar kakafoni yaratmış olmayı önemsemeden, "Hoş geldin Kara," demişlerdi. Kimse, bakışlarını bir an olsun Bora'dan çekmediği için, burada yokmuşum gibi hissederek oturma grubuna ilerledim. Bora, sandalyesine oturduktan sonra, bir bacağını diğerinin üzerine attı ve rahat bir tavırla arkasına yaslandı. Bakışları, masada oturan herkesin yüzünde dolaşırken, "Evet," dedi, ifadesiz bir şekilde. "Nedir?"

"Bağışla Kara..." İlk konuşan Gürbüz Biçkin'di. "Özür dilerim!" Ayağa kalktı ve Bora'nın oturduğu sandalyeye doğru ilerledi. "Dün akşam da dedim sana, ben sadece korktum. Asla sana, ailene düşman olmadım. Ne haddime. Ama bu da hataydı. Gerekirse ölmeliydim ama Mehmet Şahindağ'ın mekanına asla adım atmamalıydım. Hatamın farkındayım. Affet beni. Büyüklüğünü göster. Elini ayağını öpeyim."

Bora, Gürbüz Biçkin'e elini uzattığında, süslü salondaki herkes, benim gibi donup kalmıştı. Bakışlarım nedendir bilinmez, önce çaprazımda oturan Gökhan'ın bakışlarını buldu. Bora'nın üzerine yapışıp kalan bakışları şaşkınlıkla kısılmıştı ve dudakları da bir parça açıktı. Aydın'ın kaşları havalanmıştı ve her ne kadar çok şaşırdığı belli de olsa, dudaklarının sağ tarafı belli belirsiz yukarıya doğru kıvrılmıştı. Eren'in, aynı bir film izler gibi bakması normaldi ve fakat Selim de Bora'ya aynı Eren gibi bakıyordu. Eren, izlediği filmde karşılaştığı bir ters köşeye şaşıran sıradan bir seyirciyken; Selim, bu filmin benzerlerini defalarca kez izlediği ve hiçbirinde akışın bu şekilde olmadığını gayet iyi bildiği için şu an gördüklerine akıl sır erdiremeyen ve bunu da ifadesine yansıtmaktan çekinmeyen bir seyirciydi.

Aslında Gürbüz Biçkin de Selim'in olduğu kategorideki seyircilerden biri olabilirdi çünkü onun da sırf laf olsun diye, sırf öyle demek adettendir diye, sırf zaten elini de ayağını da öptürmeyecek diye bu cümleyi kurduğu aşikârdı. Haksız sayılmazdı. Ben de daha evvel, -bu cümleyi kurup kurmamalarını da geçip- Bora'nın önünde eğilip elini tutmaya ve öpmeye çalışan insanlarla karşılaşmıştım fakat Bora, hiçbirinin elini öpmesine izin vermemişken, şimdi, Gürbüz Biçkin'e elini, öpmesi için uzatmıştı. Elini öptürmesinin sebebinin ne olduğunu sorgulayacak değildim, çünkü buna gerek olmayacak kadar çok mafya konulu film ve dizi izlemiş, kitap okumuştum. El öptürmek, bu işin doğasında vardı. Patronun, liderin, babanın ya da hangi sıfata sahip olursa olsun büyük olan kişinin kim olduğunun ayırt edici özelliğiydi. Baktığım manzarada, neredeyse Godfather'ın ilk filminin son sahnesini görüyordum.

Gürbüz Biçkin, Bora'nın elini öptükten sonra, masada oturan herkes teker teker kalkmış ve Bora'nın elini öpmeye başlamışlardı. Özür ve af dileyerek, kendilerince açıklamalar yaparak... Kafamın içinde tam olarak oturmayan ve şu anda anlamlandıramadığım tek bir şey vardı: Bu işin doğasında olan hiçbir şey Bora'nın doğasında yokken, neden ve ne zaman oyunu gerçek, klişeleşmiş kurallara uygun oynamaya karar vermişti?

"Asla yapmam dediğim bir şeyi yaptım bugün," dedi Bora, bakışları herkesin üzerinde dolaşırken. "Sizler... Asla yapmayacağınızı söylediğiniz şeyi yaptığınız için. Ailemi yalnız bıraktığınız için. Kiminiz doğrudan Mehmet Şahindağ'a paye verdiğiniz, kiminiz ise çekimser kalmayı seçerek paye vermiş kadar olduğunuz için."

"Senin yokluğunu kimse dolduramazdı ve dolduramadı..." Bu cümleler, masadaki insanlar içinde, Bora'dan özür ve af dilemesine gerek olmayan tek insana, Çınar Akbulut'a aitti ve zaten bir tek o ayağa kalkmamıştı. En azından şu an'a kadar. "Ben, bu masadaki herkesten farklı olduğumu düşünüyorum..." dedi, Bora'ya yaklaşırken. "Senin ailen, benim ailem." Bora, Çınar Akbulut'un gözlerinin içine bakarken, ağır ağır başını salladı. "Bugüne kadar, uzaktan veya yakından, hep ailemin yanında oldum. Bundan sonra da bu, hiç değişmeyecek Kara." Çınar Akbulut, Bora'nın eline uzandığında şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. "Emrin, daima başım üstüne. Ne zaman, ne emredersen."

Masadaki kalan yirmi kişi de aynı şeyi yapmıştı ve fakat Çınar Akbulut onlardan farklıydı. O, sadece Çınar Akbulut değildi; Sergio Morris'ti, Fox'tu, Bora'nın kuzeniydi. Bora'nın, Bora'dan büyük kuzeniydi hatta. Kibirliydi bir kere. Birçok şeydi ve Bora'nın elini öpmemesi için onlarca sebebi vardı, olmalıydı. "Var ol." Ama bütün sebepler yok olmuştu sanki ve Çınar Akbulut, kendi dışında biri gibi davranıyordu. Bora'nın, Çınar'ı durdurmasını beklemiştim ama hiçbir şey yapmadı ve Çınar da tıpkı masadaki diğer insanlar gibi Bora'nın elini öptü.

Gökhan, biyolojik abisinin Bora'nın elini öpmesini henüz sindirememişken, özden daha öz hissettiği abisinin ayaklandığını görünce nefes almaktan dahi çekinir bir tavra bürünmüştü. Aynı benim gibi. Aydın Demir, büyük ve hevesli adımlarla Bora'ya doğru yürüdüğünde, bu an'ı nicedir beklediğini saklama gereği duymadığı açıktı. Fakat Selim, Aydın Demir'den de evvel davranmıştı ve yepyeni bir kurala derhal adapte olmuşçasına Bora'nın elini çoktan öpmüştü. Ardından da aynı şeyi Aydın Demir yaptı. Bunun üzerine, sıra kendisine gelmişçesine Eren de ayağa kalktığında, artık ne düşüneceğimi bilemediğimi hissetmiştim. Eren, süslü salondaki diğer herkes gibi Bora'nın yanına ulaştı ve yapılması gereken bir şeyi yapıyor olmanın doğallığında, Bora'nın elini öptü.

Süslü salondaki bütün gözlerin Gökhan'a çevrildiği onuncu saniyede, masadaki simasını tanıdığım ama ismini bilmediğim yüzlerden biri, "Sen, Kara'nın elini öpmeyecek misin Gökhan?" diye sormuştu. Öpmeyeceği gayet barizdi aslında. Yalnız öpmeyeceği değil, bunu onların neden yaptığını ya da Bora'nın neden buna izin verdiğini tam olarak anlayamadığı da.

Herkes Gökhan'ın bir cevap vermesini bekliyor olsa da cevap hiç gecikmeden bir başkasından gelmişti: "Öpecek tabii ki."

Bu cevabı veren kişi, cevabı vermek haddi olmamasına, söylediği şeyden emin olmamasına ve de zaten söylediği şeye gerek olmadığını düşünmesine rağmen, geleceği görüyormuşçasına kesinkes konuşmuştu. Gökhan, kendisi yerine cevap veren kişiye döndüğünde, bakışlarına tehlikeli bir ifadenin yerleştiğini görebiliyordum çünkü bana bakıyordu. Bana ne oluyordu bilmiyordum. Zaten ben, bana bir şey olsun olmasın, bir şeylere yersizce karışan biriydim. Çınar Akbulut'un bile Bora'nın elini öptüğü bir dünyada, Gökhan'ın da nazlanmaması gerekiyordu. Sonuçta bu bir racondu ve bunun yapılması gerekiyorsa Gökhan'ın da bazı fedakârlıklarda bulunması şarttı.

"Tabii ki," dedi Gökhan, beni taklit edercesine ve samimiyetten oldukça uzak bir ifadeyle. Ayağa kalktığında kasıldığı belliydi. "Nihayetinde..." dedi, gülümsemeye çalışarak. "Kara'nın elini öpmek, bir şereftir."

Gökhan, istemeye istemeye olduğunu benim anladığım fakat başka kimin anlayıp anlamadığını bilemediğim bir şekilde Bora'nın eline uzandığında, Bora ona izin vermedi ve ayağa kalktı. "Gökhan Demir," dedi, masadakilere. "Benim elimi öper. Tabii ki." Bu tabii ki beni taklit edercesine miydi Gökhan'ı taklit edercesine miydi emin olamamıştım. "Ama o, ne bugün ne de yarın, elimi öptürmeyeceğim tek adamdır." Gökhan'ın rahatladığını ve yüz hatlarının gevşediğini anbean görmüştüm. "Çünkü o, başlangıç noktasında bile benimleydi." Ellerini ceplerine sokarken, bakışları masadaki herkesin üzerinde dolaşıyor, kimseyle göz teması kurmaktan kaçınmıyordu. "Sizler emirlerime uymadığınız takdirde zarar görecekken, Gökhan Demir ise size o emirleri bizzat iletecek olan adamdır. Bu hep böyleydi, bundan sonra da böyle olacak."

"Ama sen yokken, kumarhanelerin başında Aydın Demir vardı?" dedi Ümit.

"Evet..." dedi Bora, derin bir nefes verirken. "Referansını Ahmet Karabey vermişti. Pişman da olmadım kumarhaneleri Aydın Demir'e bıraktığıma." Gülümserken bakışları iki saniyeliğine Aydın'ın acı kahve gözlerine değip daha sonra yeniden Ümit'i bulmuştu. "Eğer hayatta kalmayı başarırsan, sana bir gün, kiminle nasıl bir ilişki kurduğumu uzun uzun anlatırım. Belki kafan açılır."

"Hayatta kalmak mı?" diye sordu Ümit kaygıyla. "Elini öptürdüğüne göre... Bizi bağışladığını düşünüyordum Kara."

Bora'nın kaşları havalanırken, boğazından alaylı bir kahkaha dökülmüştü. "O, o kadar kolay değil takdir edersin ki." Bakışları yine masada oturan insanların üzerinde dolaşmaya başladı. "Takdir edersiniz ki..."

"Bizden istediğin nedir?" diye sordu Mesut Saklıkaya.

"Emirlerin, demek istedin sanırım..." dedi Gökhan lafa girerek.

"Evet," dedi Mesut Saklıkaya, hoşnutsuzlukla. "Emirlerin demek istedim."

"İçinizde, eli boş gelen var mı?" diye sordu Bora, meraksız bir tavırla. Yalnızca beş saniye süren sessizlikte, insanlar birbirlerine bakmışlardı. "Ben de öyle tahmin etmiştim..." diye devam etti Bora. Yine sandalyesine oturduğunda, Gökhan da tam arkasında konum almıştı. "Her ne getirdiyseniz, umarım işe yarar şeylerdir. Hepiniz farkındasınız değil mi? Getirdiğiniz şeyler, birbirinizin ipini çekmeye yarayan kozlar olacak. Kimin elinde kimi bitirecek bilgi, belge, dekont artık her ne varsa, göreceğiz. Masanın üzerine bırakın." İnsanlar gergin bir şekilde, ceketlerinin ceplerinden flashbellek çıkardıklarında, Bora başını iki yana sallayarak gülümsemişti. "Topla Selim... Zannediyorum ki herkes adını soyadını yazmıştır." Selim, duvarın önündeki konsolun sağ köşesinden küçük bir kutu çıkarttı ve flashbellekleri kutunun içine koymak üzere, insanların sandalyelerinin arkasından, masanın etrafında dolaşmaya başladı.

Bu sırada Çınar boğazını temizlemiş ve ardından konuşmaya başlamıştı. "Elbette ki yazmışlardır. Herkes hayatta kalmaya çalışır. Ama mesele sadece hayatta kalmak da değil ki... İçeri girmek de bir mesele, bence." Masada oturan insanların gergin bakışları tümden Çınar'a çevrilmişti. "Haksızlık etmek istemediğimiz bazı insanlar var Kara." Çınar ise bakışlarını bir an olsun Bora'nın gözlerinden çekmiyordu. "Yani, en azından Şahindağ'ın mekanına uğramayan... Bize ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışan, bizi arayıp soran, hâlimizi hatrımızı sorgulayan ve bugün buraya, bu salona kabul etmediğimiz...Senden özür dilemesi gerekmeyen, seni hoş geldin demek için bekleyen... O insanlarla, bu masada oturan insanları eşit kılmayacaksın, değil mi?"

"Eşitlik..." dedi Bora, düşünür gibi. Bakışları Gökhan'a çevrildiğinde, Gökhan cebinden chipler çıkarmış ve hepsini seri bir şekilde üst üste dizerek Bora'nın önüne koymuştu. "Dağıt Selim," dedi Bora. Selim, kutuyu Bora'nın önüne koyarken, chipleri aldı ve masada oturan herkese birer tane chip verdi. "Bu chipler maalesef ki eşitliği bozuyor..."

"Nasıl yani?" diye sordu bir adam. Selim'in kendisine verdiği chip'e merakla bakarken, "Ne demek istiyorsun Kara?" diye sormuştu.

"İçeridekiler de gelsin," dedi Bora, kendisine soru soran adamı duymazdan gelerek.

Aydın yerinden kalkıp hızlı adımlarla süslü salondan çıkarken Çınar, Selim'e, "Benim neden chip'im yok?" diye sormuştu.

"Yalnızca yirmi tane chip yaptırdım Çınar," dedi Bora, bir bilgi verir gibi.

Aydın salona önden girerken, arkasından da yedi kişi yürüyordu. Nagihan Akbulut, Zeki Akbulut, Nahit Akasya, Avanak Ayhan, Halil Yücesoy, babam ve Ahmet Karabey arasındaki ilişkiyi bize anlatan Veysel Amca ve daha evvel hiç görmediğim bir adam. "Hoş geldin Kara," dedi Avanak Ayhan. "Seni gördüğüme sevindim."

"Dünya gözüyle gördük bir kere daha seni..." dedi Halil Yücesoy, gülümseyerek. "Ne mutlu."

"Kara, artık el öptürüyor baba!" dedi Gürbüz Biçkin.

Halil Yücesoy'un bakışları, masada oturan damadına çevrilip, ardından yine Bora'yı buldu. Gürbüz Biçkin, kayınpederinin Bora'yı kınayacağını mı düşünmüştü bilinmez, Halil Yücesoy bunu duyar duymaz Bora'ya doğru yaklaştı ve eline uzandı. "Öpeyim," dedi Halil Yücesoy, bu durumu asla yadırgamadan. Daha sonra da onu Nahit Akasya, Avanak Ayhan, Veysel Amca, diğer adam ve Zeki Akbulut takip etti.

Bora, Zeki Akbulut da dahil olmak üzere herkese elini öptürürken, Nagihan Akbulut büyük bir kıvançla onu izlemişti. "Olması gereken her şey, çok geç oluyor..." diye mırıldanırken, üç adım atarak torununa yaklaştı. Bora'nın ifadesiz bakışları Nagihan Akbulut'un gözlerine mühürlenmişti. Nagihan Akbulut gülümsedi ve Bora'nın eline uzandı ve fakat Bora, sadece anneannesinin elini avuçları arasına alarak biraz eğilmiş, elini öpmesine izin vermemişti. Nagihan Akbulut gülümsedi. "Hoş geldin," dedi içtenlikle. Bu öyle bir hoş geldin'di ki, sanki Türkiye'ye değil, bu dünyaya hoş geldin demek istiyordu.

"Eşitlik hakkında konuşuyorduk," dedi Bora, karşısındaki yedi kişiye bir eliyle oturma grubunu gösterirken. "Artık yeni bir sistem kuruyoruz," dedi ayağa kalkarken. "Bunu bir çeşit... Mafyalar birliği gibi düşünebilirsiniz." Mafyalar birliği tanımlaması bana aitti. Bora'nın bunu ilk duyduğunda ne kadar şaşırdığını hatırlayınca, dudaklarımda varla yok arası bir tebessüm belirmişti. "Yirmi kişilik bir birlik olacak. Her aileden tek bir kişinin katıldığı ve herkesin ailesini de temsil ettiği..." Bakışları, masadaki insanlara çevrildi. "Bu chipleri yanınızdan ayırmayacaksınız," dedi, otoriter bir tonlamayla. "Tuvalete bile size verilen bu chip'le gidecek, uyurken bile bu chip'i üzerinizde tutacaksınız. Bu chip sizin bu dünyadaki biletiniz. Chip'i yok olanın, chip'ini kaybedenin vadesi dolmak üzere demektir. Tek bir hatanızda o chip'i sizden alıyor olacağımı da söylemeden geçmeyeyim."

"Benim chip'im yok?" dedi Çınar, kaşlarını çatarak. "Benim neden chip'im yok?!"

"Zannediyorum ki bizim de yok?" dedi Nahit Akasya, meraklı bir tavırla.

"Artık sizin de aranızda hiyerarşi var..." dedi Bora, ellerini ceplerine sokarken. "Eşitlik demiştik ya..." Bakışları oturma grubunda oturan insanlara çevrildi. "Sizi, ailemi yalnız bırakmadığınız için diğerlerinden ayıran şey şu... Bu masada oturan istediğiniz birinin chip'ini alabilirsiniz." Gülümsedi. "Sen de tabii Çınar Akbulut. Soyadını temsil eden kişi sensin."

Bu, Nagihan Akbulut ve Zeki Akbulut'un chip sahibi olmaktan tenzih edildiği ve bir nevi onur konukları olarak burada bulundukları anlamına geliyordu. Bu durumda, masadaki altı kişinin ölüm emri verilecekti. Ve kimlerin öleceğine Bora değil, bizim yokluğumuzda ailesine yardım eden insanlar karar verecekti.

"Öyleyse ilk ben başlayayım," dedi Halil Yücesoy rahatça arkasına yaslanırken. "Gürbüz'ün chip'ini istiyorum! Dünya gözüyle, geberip gittiğini görmeye ihtiyacım var da!"

"Baba!" dedi Gürbüz Biçkin panikle. "İrem'i düşün!"

"İrem, babasız yaşayabilecek kadar büyüdü," dedi Halil Yücesoy, aksi bir tavırla. "Evlenip, çoluk çocuğa karıştı. Ben senin öleceğin günü, kırk senedir bekliyorum, bundan haberin var mı senin?! Kızım, senin elini tuttuğu günden beri yani!" Selim, Gürbüz Biçkin'in önündeki chip'i alıp Halil Yücesoy'a vermişti.

"Benim de bir chip'im olacak mı?" diye sordu Aydın, Bora'ya.

Bora, "Hayır?" dedi. Kaşlarını çattı. "Senin neden chip'in olsun Aydın Demir? Sen bu ailenin bir ferdisin ya hani?!"

"Ben de istiyorum. Adil olmak lazım," dedi Aydın, ısrarcı bir tavırla.

"Belli ki ölmesini istediğin biri var Aydın," dedi Nahit Akasya, merakla.

"Evet," dedi Aydın, Nahit Akasya'ya dönerek.

"İyi," dedi Nahit Akasya. "Her kimse, onun chip'ini verin bana."

"Ümit," dedi Aydın, Selim'e. Kindar ses tonunun kaynağının, daha evvel katıldığımız mafyalar birliği toplantısında, Ümit'in Beyza'ya ettiği laflar olduğuna yemin edebilirdim. "Al chip'ini, ver Nahit Akasya'ya."

Selim, Aydın'ın dediğini yaparken, "Orhan," dedi Veysel Amca. Selim, Orhan denen adamın da chip'ini aldı.

"Mesut," dedi tanımadığım adam.

"Bahri," dedi Avanak Ayhan.

"Haldun," dedi Çınar. Selim'i beklemeden chip'i direkt kendi Haldun denen adamın elinden aldı ve avucunda sıkarken zafer kazanmışçasına gülümsedi.

Chipler, yeni sahiplerini bulduklarında Bora birkaç adım atarak herkesi görebileceği bir yere yürüdü. "Chip'ini kaybedenler..." dedi, üzüntü duyuyormuş gibi. "Umarım hayatta kalabilmek için ekstra bir mücadeleniz olur. Maalesef ki sizin daha çok çalışmanız, önemli kazanımlar gerçekleştirmeniz ve bu kazanımların da işime yaraması gerekiyor. Bi' tik tak başladı sizler için, o tik tak durana kadar, süreyi uzatmak sizin elinizde." Yalnızca ölüm emri verilen insanlar değil masadaki yirmi kişinin tamamını büyük bir endişe kaplamıştı. "Ve buradaki herkes..." dedi Bora, ifadesiz bir tavırla. "Birbirinden sorumlu. Yirmi adet chip var. Eğer bu chip sayısı on beşe düşerse, kalan bütün chipler de anlamını yitirecek. Yani bundan böyle bana ihanet etmemeniz yetmez, içinizden kimsenin ihanet etmemesi için de mücadele vereceksiniz!"

"Ama bu çok ağır!" dedi Avanak Ayhan. Bora'nın bakışları ona çevrildi. "Biz nasıl herkesi zapt edeceğiz ki Kara?"

"Bilmem," dedi Bora, yanağını kaşırken. "Orası da size kalmış artık." Derin bir nefes alıp verdi. "Ayrıca... Hukuki bütün işlerinizle, Eren Erdal ilgilenecek."

Eren'in burada bulunma amacı nihayet benim için bir anlam kazanırken, masadaki adamlardan biri, "Şirketlerimizle alakalı bütün işlerimizi de kontrol altında tutacaksın yani," dedi.

"Evet," dedi Bora, başını sallarken. "Öyle yapacağım." Bakışları herkesin üzerinde dolaşıyordu. "Yakında yeni bir kumarhane açıyorum. Başlangıç Noktası. Ahmet Karabey'in ilk kumarhanesi, içinizde hatırlayanlarınız vardır mutlaka. Aynı yerde, yeniden hayata geçecek Başlangıç Noktası."

"Bu, hayatımızda da ciddi değişiklikler olacağı anlamına mı geliyor?" diye sordu bir adam.

"Evet," dedi Bora, büyük bir özgüvenle. "Sizler bu değişiklikleri zaman içinde öğreniyor olacaksınız." Bakışları, bir talimat verircesine Selim'e çevrildi. "Görüşme bitmiştir." Gözleri gözlerimi bulduğunda, başıyla, hadi dercesine bir işaret yaptı. Ayağa kalktım.

Ben önde, Bora arkamda süslü salondan çıktık ve aşağıya inen merdivenlere ilerledik. Bora, aşağıya iner inmez banyoya girmiş, lavaboya ilerlemiş ve ellerini yıkamaya başlamıştı. Özellikle, insanların öptüğü sağ elini öyle bir sabunluyordu ki, imkânı olsa elini kesip atabilecek kadar bu yaşanan şeyden tiksindiği belliydi. Merdivenlerden gelen adım seslerini duyduğumda, havluyu aldım ve ellerini kurulaması için Bora'ya uzattım. "Biri bana baksın!" diye seslendi Bora, merdivenden gelen her kimse, ona.

Selim, başını banyonun girişinden uzatırken, "Buyur abi," dedi.

Bora, "Süslü salon-" dedi ve derin bir nefes verdi. "Yukarısı," dedi, düzeltir gibi. "Temizlensin. Havalansın. Herkes ayakkabısıyla girdi içeriye."

"Halledecek çocuklar, merak etme abi..." dedi Selim. Bora, elini kuruladığı havluyu kirli sepetine attı. "Nagihan Hanım ve Zeki Akbulut, Ada'yı görmek istiyorlar. Aşağı indirsin mi Yeşim?"

Bora derin bir nefes verdi ve bakışlarını bunu bana danışması gerekirmiş gibi gözlerime çevirdi. Başımı olumlu anlamda salladığımda, Selim'e döndü. "Her ne yapıyorlarsa onu bölmesinler, devam etsinler. Yaptıkları şey bittiğinde, indirsin."

Selim başını salladığında, merdivenden yine ayak sesleri duyulmuştu. Gökhan'ın, "Kes sesini Akbulut!" diye hırladığını duydum. "Senin malca tavrın yüzünden oldu bu! Sana ne oluyor?!" Banyodan çıktık. Nagihan Akbulut ve Zeki Akbulut, pencerenin kenarındaki karşılıklı berjerlere, Çınar ve Eren de L koltuğun birer uçlarına geçerlerken; Aydın ise masada oturuyordu ve hepsi salonun ortasında söylenen Gökhan'ı izliyorlardı. "Herkes zaten senin, o masada oturan kalan yirmi heriften farklı olduğunun farkında değil mi?! Senin gözlerinin içine bakan oldu mu, sana Kara'nın elini öp diyen oldu mu?! Selim'le Aydın'ı da gaza getirdin!"

"Racon," dedi Çınar. Bora, ellerini ceplerine sokup verandaya açılan kapıya ilerlerken, ben Çınar Akbulut'a şaşkınlıkla bakıyordum. Racon derken haklıydı fakat benim garipsediğim, bunu söyleyenin o olmasıydı. "Ben o masada soyadımı temsil ettim sonuçta. Ve benim soyadımın bir ağırlığı var. Yapmam gerekeni yaptım. O masada oturuyorsam, herkesle aynı şeyi yapıyor olmalıydım."

"Ya siktir git, siktirtme bana şimdi soyadını!" dedi Gökhan, ters bir tavırla.

"Gökhan!" dedi Nagihan Hanım, uyarıcı bir tınıyla. "Lütfen soyadımız hakkında düzgün konuş!"

Gökhan, sabır çeker gibi derin bir nefes alırken, yeniden Çınar'a dönmüştü. "Sen, Kara'nın emrine amade falan değilsin amına koyayım, paso yalan sıktın!" Nagihan Akbulut'a baktı. "Küfrü soyadınıza etmediğim için sorun olmaz diye düşünüyorum!"

"Eğer bir birlik varsa, ben de bu birliğin bir parçasıysam, Kara'nın emrine amade olurum," dedi Çınar, kaşlarını kaldırarak. "Eğer Kara bana ve soyadıma saygı duyuyorsa, ben de ona saygı duyarım!"

"Bir şeyi düzeltmek isterim," dedi Aydın, söze girerek. "Beni gaza getiren Çınar falan değil. Ben yapmam gerekeni yaptım, gayet de bundan keyif duyarak."

"Sana ne demeli peki?!" dedi Gökhan, Eren'e. Eren'in kaşları çatılmıştı. "Her gün birinin elini öpüyormuşsun gibi, o ne rahatlıktı öyle?!"

"Bana bulaşmasan Gökhan?" dedi Eren, sıkıntıyla. "Sonuçta Kara'nın avukatı olarak oradaydım. Eğer ben de bunu yapmasaydım, Kara'nın otoritesini sarsmış olurdum. Sen öpmedin işte elini, neyi uzatıyorsun?!"

"Laflara bak amına koyayım!" dedi Gökhan öfkeyle. Bakışları bana çevrildiğinde sıranın bana geldiğini anlamıştım. "En merak ettiğim de sana ne oluyor Naz?!"

"Onu ben de sonradan sordum ya kendime," dedim, Eren'in yanına otururken. "Cevabı ben de bilmiyorum. Gaza geldim o an." Kaşlarımı çatarak hızla devam ettim: "Çınar'ın gazına gelmedim ama. Ben kendi kendimi gaza getirebiliyorum, kimseye ihtiyacım yok."

"Bu kadar gaza geldiysen, sen de öpseydin kocanın elini!" dedi Gökhan, kızgın bir tonlamayla. "El öpmek ne ya?!" dedi, burnundan solurken. "Bunu yapacağını bize nasıl önden söylemezsin Kara?!"

"Buna niye bu kadar takıldın?!" diye sordu Aydın çıkışarak. "Yani ne bu kadar zoruna giden anlamadım?"

"Mafya gibi olduk çünkü!" dedi Gökhan, bundan hiç hazzetmediği belli bir tavırla.

"Anlamadım?" dedi Çınar, kaşları çatılırken. "Mafya gibi mi olduk?"

"Evet!" dedi Gökhan terslenerek. "Nesini anlamıyorsun?!"

"Yani daha evvel hiç mafya gibi değildik de... Kara el öptürünce mi mafya gibi olduk, bunu anlamıyorum." Bakışları Aydın'a çevrildi. "Anlamıyor olmam normal değil mi? Sen anlıyor musun?"

"Gökhan zaten genel olarak anlaşılmaz biri," dedi Aydın, başını iki yana sallayarak. "Geldik gidiyoruz, mafya olduğumuzu kabul etmekte hâlâ zorlanıyor."

"Sen mafya olabilirsin Aydın Demir!" dedi Gökhan nefret dolu bir hırsla. "Nagihan Akbulut da mafya olabilir! Çınar Akbulut da mafya olabilir! Hepiniz mafya olabilirsiniz! Ama ben değilim! İnanmayacaksınız ama Kara da değil aslında! Yani değildi! Böyle salak saçma raconlar kesmezdi!"

"Onlar benim dilimi anlamadılar," dedi Bora, bakışları Gökhan'la buluşurken. "Çünkü kendi bildikleri bir dil var. Benim ısrarla kaçtığım bir dil. Sırf babamın da bildiği, konuştuğu bir dil diye. Ben babama benzemeyeceğim diye kendimce bir dil yaratırken, onların beni anlamadığını unutmuşum." Gökhan'ın gözleri kısıldı. "Ve en doğrusunun, onların bildiği dilden konuşmak olduğunu artık anladım."

"Peki Kara, sadece soruyorum..." dedi Gökhan, derin bir nefes alıp verirken. "Babanın yolundan yönteminden nefret ediyorsun ya hani... Şimdi ondan ne farkın kaldı?!"

"Kendimi Ahmet Karabey'le kıyaslamayı bıraktım," dedi Bora, hafifçe tebessüm ederken. "Eğer bilmedikleri bir dilden konuşursan seni anlamıyorlar. Sadece senden korkuyorlar. Ve sen olmadığında yine kendi bildiklerini okuyorlar... Ama bildikleri dilden konuştuğunda sadece senden korkmuyorlar, seni gerçekten anlıyorlar da. Bak Mehmet Şahindağ'a. Öyle ya da böyle, o da bildikleri dilden konuşuyor yıllardır bu insanlarla. Günün sonunda birçoğunu kendi kumarhanesine sokacak kadar, aynı dili konuşuyor onlarla."

"Kara haklı," dedi Zeki Akbulut içtenlikle. "Elini öptüğün adama duyduğun saygı bir başkadır. Onu koruyup kollamak istersin. Bunun belki onlarca sebebi vardır ama en önemlisi de, sürekli bir başkasının elini öpmek istemeyişindendir." Gökhan'ın küçümseyici bakışları Zeki Akbulut'a çevrilmişti. "Niye, diye soracaksın. El öpmek mi lazım illa, diye soracaksın. Ama lazım evlat. Bu adamların somut şeylere ihtiyaçları var ve el öpmek de bunlardan biri." Zeki Akbulut, Bora'ya baktı. "Chip gibi. Dahiyane bir fikirdi Kara, bravo. Ona baktıkları müddetçe, sana ihanet etmemeleri gerektiğini hatırlayacaklar."

Çınar elindeki chip'e bakarken, "Bunun içinde GPS var, değil mi?" diye sordu.

"Ve dinleyici," dedi Bora.

Çınar'ın yüzü buruştu. "Chip'imi kim emaneten taşımak ister?" Aydın'a baktı. "Aydın? Hevesliydin, al?"

Aydın kaşları çatılırken, "Yok," dedi.

"Babaanne?" dedi Çınar, Nagihan Akbulut'a bakarken. "Senin dinlenmen veya dinlenmemen arasında hiçbir fark yok bence. İster misin?"

Nagihan Hanım gülümsedi. "Teşekkür ederim, çok zarifsin ama istemem."

Çınar, Zeki Akbulut'a baktığında aldığı tek cevap, Zeki Akbulut'un başını iki yana sallamasıydı. "Neyse," dedi Çınar, chip'i cebine koyarken. "Zaten Falcon dinliyor. Evde, sinyal kırıcı bir odam var. Orada tutarım olmadı."

Merdivenlerden önce Ada'nın sesi, sonra da Yeşim'in adım sesleri duyulmuştu. Ada, kendi bilmediğimiz dilinde Yeşim'e bir şeyler anlatırken, görüş hizasına biz girdiğimizde heyecanla, "Ani! Ba!" dedi.

Kollarını babasına doğru uzattığında, Bora onu gülümseyerek kucağına almıştı. "Gel bakalım babacığım..." dedi Bora, Ada'nın saçlarından öperken. "Nasılsın? Neler yaptınız Yeşim Abla'yla?" Ada neler yaptıklarını bir çırpıda babasına anlatmaya başlarken, Yeşim yanımızdan ayrılmıştı. Ada, parmaklarını birleştirip elini salladığında, resim yaptıklarını anlamıştık. "Ne çizdin?" diye sordu Bora, merakla. Ada, her ne çizdiyse bunu da kendi dilinde anlattı. Zaten muhtemelen çizdiği resim de yalnızca kendisinin anlayabileceği, soyut bir sanat olmalıydı. "Sonra bana gösterirsin resmini..." dedi Bora, kızının sanat aşkını desteklercesine.

"Jüjim!" dedi Ada gülümseyerek. İşaret parmağını Gökhan'a doğru çevirdiğinde, Gökhan ona göz kırpmıştı. "Yeo ba!" dedi ardından, Aydın'a. Çınar'a döndü. "Tiki!"

Eren'e baktığında kaşları çatıldı. "Demir'in babası," dedim, açıklar gibi.

"Bebe?" dedi Ada, etrafına bakarken.

"Demir gitti ya babacığım," dedi Bora. Ada'nın kaşları çatıldı. "Hani el salladın sen de ona?"

"İşte Demir'in babası Eren," dedim, ona yine açıklar gibi. "Eren, benim arkadaşım. Senin dayın oluyor."

"Aaağğğğ?" dedi Ada ama ne anladığı muammaydı.

Nagihan Akbulut ve Zeki Akbulut'a baktığı sırada, "Onlar da senin babaannenin, annesi ve amcası oluyorlar," dedim.

"Aaaağğğ!" dedi Ada yine, çok anlamış gibi.

Nagihan Hanım ayağa kalktı ve Bora'ya yaklaştı. "Maşallah," dedi içtenlikle. "Sen ne kadar güzel bir kızsın öyle." Ada, ellerini saçlarının arasından geçirdi. "Keşke ömrü vefa etseydi de seni Betül de görseydi."

"Beti," dedi Ada.

Bora, Ada'nın saçlarını öptüğü sırada, Nagihan Hanım çantasından küçük bir kutu çıkarttı. "Annenin doğumunda babaannesi takmıştı bu bileziği ona..." dedi, kutuyu Bora'ya uzatırken. "Dört yaşına kadar falan taktı herhalde bunu... Çok severdi. Bütün çocukluk resimlerinde bu bilezik vardır, sen de mutlaka görmüşsündür." Bora kutuyu açtı ve bileziğe baktı. "Beyza'nın doğumunda yoktum, o zamanlar öyle kolay görüşemezdik ama Begüm doğduğunda bir aradaydık. O zaman Betül'e vermek istedim bu bileziği. Kabul etmedi. Demedi açık açık ama anladım ben, Beyza'yla Begüm'ü birbirinden ayırmak istemedi. 'Sakla anne bunu benim için... Çocuklarım büyüsün... Evlenip çoluk çocuğa karışsınlar... İlk kızı olan kim olursa, ona hediye edersin...' dedi. Bu bileziği benden değil, annenden bir hediye olarak kabul et Bora. Umarım Ada da çok sever. Babaannesinden yadigâr."

"Ada, bak..." dedi Bora, kutunun içindeki bileziği göstererek.

"Aaağğğğ!" dedi Ada. Bileziği almak istediğinde, Nagihan Hanım bileziği kutudan çıkarttı ve Ada'ya takmak üzere bir hamle yaptı ama Ada derhal kaşlarını çatmıştı. "Ayı! Veğ!" Nagihan Hanım bileziği Ada'ya verdi. "Ani!" dedi Ada. Bana döndü. "Ani! Ge!" Yerimden kalktım ve Ada'nın yanına gittim. Ada, bileziği bana verdi. "Ani!" dedi, işaret parmağıyla bileğini gösterdi. Bileziği Ada'nın bileğine taktım fakat bilezik Ada'ya büyüktü ve kolunu aşağı indirdiği anda bileğinden düşmüştü. "Ani!" dedi Ada, telaşla. "Ani! Ani! Ani! Ani! Ani!"

"Dur kızım dur," dedim, eğilip bileziği yerden alırken. "Sirene bağladın yine." Yeniden işaret parmağıyla bileğini gösterdiğinde, bileziğin büyük olduğunu anlamadığını ve benim takamadığımı düşündüğünü fark etmiştim. "Anneciğim, bu büyük sana..." dedim. Kaşları çatıldı. "Bunu biraz daha büyüdüğünde kullanabilirsin ancak."

"Ayı!" dedi Ada.

"Bozuk bu bozuk. Kırık yani," dedim, anlaması için. "Takılamıyor."

Ada babasına baktı. "Evet babacığım," dedi Bora, beni onaylayarak. "Bunu da yaptıracağım ben."

Ada, babasına kızgın bir tavırla anlamadığımız bir şeyler söylediğinde, sen de yaptıracaksan yaptır, oyalayıp durma beni dediğini düşünmeden edememiştim.

"Babaya bağırılmaz," dedim, Ada'yı kucağıma alırken. Ada, bu kez de bana söylenircesine bir şeyler dediğinde, "Anneye hiç bağırılmaz," diye ekledim.

"Biz gidelim artık," dedi Nagihan Hanım. Zeki Akbulut da ayaklandı. Nagihan Hanım, gözleri beni bulduğunda gülümsedi. "Sağlık ve huzurla büyütün kızınızı..." dedi.

"Teşekkürler, inşallah..." dedim.

"Ben sizi geçireyim," dedi Çınar. Nagihan Hanım, Zeki Akbulut ve Çınar merdivenlerden çıkarken, Selim aşağı inmişti. "Abi," dedi yanımıza geldiğinde.

"Abi!" diye tekrarladı Ada. Güldü ve Gökhan'a bakıp babasını işaret etti. "Ba, abi!"

"...Misafirin var. İstihbarat'tan. Mehmet Bey ve Emre Bey."

"Geliyorum," dedi Bora. "Kızım," dedi içtenlikle. "Bizim biraz işimiz var, tamam mı? Yukarı çıkıyoruz. Ama sonra geleceğim ben, birlikte yemek yiyeceğiz."

"Hığğğ," dedi Ada.

"Jüjim! Mama!" dedi Ada. Zannediyorum ki kendince Gökhan'ı yemeğe davet etmişti.

"Yeriz güzelim!" dedi Gökhan. Yanımıza yaklaştı ve Ada'nın yanağından makas aldı. "Ama şimdi ben de babayla yukarı çıkıyorum."

Bora gözlerimin içine baktığında, usulca gözlerimi yumdum. Selim, Aydın ve Gökhan'la beraber merdivenlere ilerledi. Ada, salonda Eren'le yalnız kaldığımızda ona dönmüş ve kaşlarını çatmıştı. "Bebe, men, aba, vınnn vınnn!" dedi Eren'e fakat yüz ifadesi bir şey anlatır gibi değil, Eren'i tehdit eder gibiydi. "Bebe, fi... Aba, men..."

"Sen sevdin mi Demir'i?" dedi Eren, ayağa kalktığında.

"Ayı!" dedi Ada yekten.

"A-aa?" dedi Eren şaşkınlıkla. "Niye sevmedin benim oğlumu?"

"Yürüyor çünkü," diye mırıldandım.

Eren minik bir kahkaha atarken, "Demir seni çok sevmiş," dedi. Ada'nın yanağını sevdi. "Ben de seni çok sevdim ve halandan aldığım tüyolarla, sana bir hediye getirdim. Arabamda. Bekle, getireyim."

"Ben de sana bir şey vereceğim," dedim Eren'e. Bakışları gözlerimi buldu. "Benimki de yukarıda. Ben de alıp geleyim. Sonra birlikte kahve içelim, eğer vaktin varsa."

Eren gülümseyerek, "Senin için her zaman vaktim var Naz," dediğinde, ben de gülümsemiştim.

♠️

Eren, Ada'ya sapsarı bir bez bebek almıştı. Ada, yanında Yeşim'le, ada tezgahın üzerinde yeni bez bebeğiyle oynarken, biz de Eren'le kış bahçesinde kahve içiyorduk. Ada, elimdeki sigarayı görmesin diye ona arkamı dönmüştüm ama Eren'in bakışları sık sık Ada'ya takılıyordu. Göz ucuyla baktığımda, Ada'nın göz göze geldiklerinde, ona bez bebeğini göstererek gülümsediğini görmüştüm. "Tam senin kızın!" dedi Eren, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra. "Senin gibi, hediyeleri çok seviyor."

"Yeni başladı aslında bu huyu," dedim, kaşlarım çatılırken. "Bu ara resmen kendisine hediye alan insanları kayırıyor. Hoş, çocuk bu kadar insanı ilk defa görüyor. Yani evine girip çıkan, kendisiyle aşırı ilgilenmeye çalışan insanı... Her gün yeni bir akrabayla, eş dostla tanışıyor."

Eren sevinse mi üzülse mi bilemez bir şekilde Ada'ya bakarken, "Kalabalık iyidir demek isterdim ama... Biz bir süredir, o kadar çok kalabalığa maruz kaldık ki. Yalnızlık gibisi yok diye düşünmeye başladım ben bu ara," dedi.

Ben de gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. "Siz de komün hâlinde yaşamışsınız... Dağıldı mı bari sizinki de diğeri gibi?"

"Bizim düzen çok karışık ya," dedi, çenesini hafifçe yukarı kaldırırken. "Nurcan Teyze, Osman Amca ve Esin kendi evlerine geçtiler. Ama aslında Bodrum'a dönmek istiyorlar. Esin'in evlenmesini bekliyorlar. Bu yaz olacaktı ama bu olanlardan ertelediler düğünü. Buradaki evi satılığa çıkartacaklar herhalde daha sonra. Ama Bodrum'da nereye yerleşirler, ne yaparlar bilmiyorum."

"E ben yengeme, onların kendi evlerine geçmesini... Yengeme de bizim eve geçmesini söylemiştim?" dedim, kaşlarımı çatarken.

"Kabul etmediler o zaman," dedi sıkıntıyla. "Yani en nihayetinde evi Bora değil de bir başkası satın alsaydı, yeni ev sahibi bize böyle bir şey diyecek miydi diye düşündüklerinde, sizin ölüm haberleriniz falan, hak yemek istemediler bence. Vesile Hala senin yasal mirasçın sıfatıyla da konuştu, gerekirse evleri takas yapalım, bu Naz'ın isteğiydi dedi ama ikna edemedi."

"Yengem bizim eve geçti mi peki?" diye sordum, merakla.

"Geçti. Geçen yaz, Vesile Hala'yla beraber orada kaldılar. Kışın da beraber döndüler. Bu yaz başında yine gitmişlerdi ama hemen dönmek zorunda kaldılar işte olaylardan sonra. Özcan da geçen yaz oteli işletmeye başlamıştı. İyi bir ekip kurdu. Kışın sık sık gitti geldi. Bazen Canan'la Can yanına gittiler onun. Nazlı Butik Otel, bu felaketlere kadar gayet emin ellerdeydi yani. O da aklında kalmasın."

"Seninkiler ne durumda?" diye sordum, merakla.

"Annemle babamın dönesi yok kendi evlerine. Yani Bodrum'a dönmek istemiyorlar henüz, olanlar onları da bayağı korkuttu. Abimlerdeler hâlâ," dedi. Kahvesinden bir yudum aldı. "Ben geçtim kendi evime ama sürekli beni de çağırıp duracak gibiler yanlarına."

"Melis de seninle, senin evine mi geçti?" diye sordum.

"Kendi evi var," dedi.

Derin bir nefes alıp verdim. "Nasılsın Eren?" diye sordum merakla. "Mutlu musun?"

"Mutsuz değilim," dedi, samimi bir tavırla. "Daha mutlu olduğum günlerim olmuştu ama... Yine de iyiyim." Gülümsedi. "Melis'i kastederek soruyorsan... Birlikte vakit geçirmeyi çok sevdiğim, dertleşebildiğim, konuşabildiğim, beni anlayan, yalnız hissetmememi sağlayan biri. Aşk değil bu ama bence aşktan daha değerli ve hatta daha zor bulunan bir duygu."

"Begüm'e karşı olan hislerin peki?" dedim, sorar gibi.

"Duruyor mu durmuyor mu emin değilim," dedi. Kaşlarım çatıldı. "Düşünmemeye çalışıyorum diyebiliriz. Biz onunla arkadaş olduk. Zor oldu benim bu arkadaşlığa adapte olmam ama Demir, benim hissettiğim şeylerden çok ama çok daha önemli. Oğlumuzu sağlıklı koşullarda büyütebilmek için gerekli olan neyse, bunu sağladık Begüm'le."

"Nasıl bir arkadaşlık yani bu?" diye sordum merakla. "Aranızdaki konu, yalnızca Demir'le mi kısıtlı?"

"Başlangıçta öyleydi," dedi Eren gülerek. "Ama zamanla Begüm sınırlarını genişletti. Şimdi normal, bildiğin arkadaşız işte. Aramızdaki konular kısıtlanmış değil. Sam dışında hemen her şeyi konuşuyoruz. Melis dahil."

"Melis'le ilgili bir şeyler sormaktan çekinmiyor ama senin Bat'le ilgili herhangi bir şey dinlemeyeceğini biliyor?" dedim, sorar gibi.

"Aynen," dedi Eren, başını sallayarak.

"Kıskanıyor musun?" diye sordum.

"Kıskanmıyorum..." dedi doğrudan. Bu soruyu onun da kendine sorduğu ve cevabını çoktan bulduğu açıktı. "Varlığından rahatsız oluyorum. O adam beni kendi aptallıklarımla yüzleştiriyor. Elimdeki en güzel, en değerli şeyi nasıl kırıp döktüğümü hatırlatıyor..."

"Onları yakıştırıyor olmam, seni üzer mi?" diye sordum merakla.

"Onları, abim bile yakıştırıyor bence," dedi, derin bir nefes verirken. "Geçenlerde, annem ve babamla konuşurlarken duydum. Tarabya'ya sık sık geçerdi o da, Çınar'larla Gökhan'larla falan konuşmaya. Artık annemler mi bir şey sordu, bilmiyorum. İyi bir adam, Begüm'ü seviyor, Begüm de onu seviyor belli falan diyordu hakkında. Ne gördü ne duydu, bilmem." Bakışlarım şaşkınlıkla açılırken Eren güldü. "Bu arada inanır mısın bilmem, Begüm'ün annemlerle arası çok iyi. Demir her şeyi değiştirdi, her iki taraf için de. Begüm sık sık Demir'i kendi getiriyor babaannesiyle dedesine. Masal'la falan da düzeldi arası. Benden başka herkes gayet iyi anlayacağın."

"Yine de bu anlattıkların çok güzel şeyler," dedim. Her ne kadar buruk da olsa yüzümde içtenlikle dolu bir gülümseme vardı. "Kimsenin birbirinin yüzüne bakmadığı bir ayrılık hikâyesinden çok çok iyi bütün bunlar. Sadece Demir için katlanılan şeyler de değil belli ki. Demir'i, Esin'in nişanına götürmek istediğin günkü Begüm'ün tavrını düşününce, epey yol katetmişsiniz."

"Öyle," dedi Eren. Bir eliyle elimi tuttu. "Sen anlat... Sen nasılsın?"

"İyiyim," dedim gülümserken. Sigaramı söndürdüm ve dönüp Ada'ya baktım. "Her yeni gün, yepyeni bir macera şeklinde geçiyor işte... Çocuk büyütmek keşif dolu bir yolculukmuş, sen benden daha tecrübelisin." Eren başını sallarken gülümsedi. "Anne olduğumu ilk ne zaman anladım bilmiyorum ama... Ada'nın beni gerçekten tanıdığını ve bir şekilde gözleriyle beni aradığını fark edince, içimi biricik bir duygu kapladı. Sonra fark ettim ki benim yanımda da aynı hisleri babasına karşı besliyor. Arka gözler gibi. Bana da babasına da muhtaç içten içe ve ikimiz de olmak zorundayız. Bu da Bora'yla eşit olduğumuz ve birbirimizi dengelediğimiz bambaşka ve en güzel şey..." Eren'in elini hafifçe sıktım. "Demem o ki... Bir çocuğun ebeveynliğini bölüşmek, çok özel bir şey. Bat ve Begüm'ü yakıştırıyorum. Yarın ayrılabilirler veya yarın, onların da bir çocuğu olabilir. Ama seninle Begüm arasındaki Demir özelinde paylaştığınız o bağ eşsiz. Hayatınız boyunca değişmeyecek olan şey bu. Sırf bu yüzden, kaybettiklerine değil kazandıklarına odaklanmalısın. Hayatınız boyunca Demir'le ilgili ne yaşanırsa, ilk birbirinizi arayacaksınız. Siz de birbirinize bir yerde muhtaçsınız işte."

Eren söylediklerimi düşünürcesine on saniye boyunca sessiz kalırken, derin bir nefes alıp vermişti. Ardından bakışları yeniden gözlerime çevrildi. "Sen bana ne verecektin?" dediğinde, sehpanın üzerindeki bez keseyi ona uzattım. Eren keseyi elimden aldı ve içindeki beş taşı avucuna döktü.

"Bunları 2 Haziran 2018'den itibaren topluyorum," dedim. Gözleri gözlerime çevrildi. "Her sene... Doğduğu gün... Her neredeysem bir taş alacağım. Denizden, yerden, nereden olduğu önemli değil, rastgele bir taş..." Yutkunmaya çalıştı. "Bana ağırlık yapıyor. Bunları benim için sen saklar mısın? Misketleri sakladığın gibi." Başını salladı. "Bir gün, belki bu taşları bir şekilde değerlendiririz. Ne bileyim, bir şekilde, bir şeye dönüştürürüz." Gözleri dolmuştu. "Sözünü tuttun mu?"

"Tuttum," dedi Eren. Gözlerinden akan yaşları sildi. "Her sene 2 Haziran'da ve 25 Ağustos'ta yine üçümüzdük... Peki sen üç kişi olduğumuzu, yani çok kalabalık olduğumuzu hissettin mi?"

"Hissettim," dedim, başımı sallarken. Ben de gözlerimden akan bir damla yaşı silmiştim. "Hayatımız boyunca da en azından yılda iki kez öyle hissedelim, olur mu?" Gülümsemeye çalıştım. "Ne fark ettim biliyor musun?" İçime derin bir nefes çektim. "25 Ağustos 2017'den beri... Hiç kimseyle konuşurken... Anıl'ın deniz gözlerine benzeyen deniz mavisi gözlere sahip arkadaşımla ya da Nurcan Teyze'yle bile konuşurken, seninle konuştuğumda olduğu kadar Anıl'a yakın olamadım hiç. Bunu galiba sana olan bütün öfkem ve bütün kırgınlığım geçtiğinde, seni affedebildiğimde anladım."

"Ben de," dedi Eren doğrudan. "Anıl'ın bir parçası senin içinde sanki ve sen, ona dokunabilmemi sağlıyorsun."

"İşte ben de tam böyle hissediyorum," dedim, başımı sallarken. "O yüzden... İstesen de istemesen de benimle sık sık görüşmek zorundasın."

Eren başını iki yana sallarken gülmüştü. "Sen benim en iyi arkadaşımsın Naz. Ben senin yerine kimseyi koymadım, koyamadım, koyamam da." Gözleri her ne kadar yaşla dolu olsa da göz bebeklerine yerleşen mutluluğu fark ediyordum. "Biz çocuklarımızı birlikte büyüteceğiz. Onlar, her evrende birbirlerinin kardeşi olurlardı, bizim gibi, ben buna eminim ama ne mutlu ki kuzenler. Birbirlerinden hiç ayrılmayacaklar. Birbirlerini çok sevecekler, koruyup kollayacaklar, arkadaş olacaklar." Gözlerinden akan yaşları bir kez daha sildi. "Senin kız, benim oğlana çektireceğe benziyor, senin gibi nazlı çünkü ama olsun."

Güldüm. "Ona bir bebe deyişi var valla, aşağılar gibi, azarlar gibi..." Ellerimi teslim olur gibi kaldırırken, "Ben minik kurbağayı gerçekten çok seviyorum, konunun benimle alakası yok," diye eklemiştim. Eren de güldü. "O kadar asil bir çocuk ki... Gerçekten hayran kaldım, maşallah! Aşırı cool. Muhteşem bir karakter."

"Bazı hareketleri öyle Bora'yı andırıyor ki, hayret ediyorum!" dedi Eren, başını iki yana sallarken. "Çocuk kaç ay gördü ki yani dayısını, nasıl olabilir bu aklım almıyor?!"

"O da bir şey mi?!" dedim gülerken. "Leo dayısını hiç görmemişken bile Bora'yı andırıyordu! Artık nasıl bir gense adamdaki, anlamadım gitti..."

"Ani!" dedi Ada, cama avucuyla vururken. Yeşim onu yere indirmişti ve o da kış bahçesinin camekan kapısına kadar emeklemiş, dizlerinin üzerinde durarak bana bakıyordu. "Men? Ani? Men?"

"Gel, içeri geçelim..." dedim Eren'e. Mutfağa girdiğimde Ada'yı kucağıma aldım. Ada kollarını boynuma sararken, Selim de mutfağa gelmişti. "Yenge," dedi. Bakışlarım gözlerini buldu. "Abim seni bekliyor, yukarıda, küçük odada."

"Anneciğim," dedim yumuşacık bir sesle. "Ben babanın yanına çıkacağım bi'. Sen Yeşim Abla'yla oyun oynamaya devam eder misin?"

"Hııığğğğ!" dedi Ada. Selim'e bebeğini gösterdi. "Abi! Bebe!" Sonra da Eren'i gösterdi.

"Çok güzelmiş Ada!" dedi Selim, gülümseyerek.

Ada da gülümsedi. "Oağ?"

"Noir bahçede. Yeşim Abla'n senin üzerine mont giydirsin, istersen biraz bahçede oynayalım seninle. İster misin?"

"Hııığğğ!" dedi Ada, kollarını Selim'e doğru uzatırken. "Bebe?"

Selim, Ada'yı kucağına alırken, "Tamam bebeğin de gelir tabii," dedi.

"Ben montunu getireyim," dedi Yeşim.

"Ben de çıkayım," dedi Eren, kolundaki saate bakarken. "Konuşuruz yine sonra."

"Tamam," dedim. Eren bana sıkıca sarıldı. "Dikkat et kendine, haberleşiriz."

"Sen de dikkat et," dedi. Ada'nın yanağını hafifçe okşadı. "Bye bye Ada'cığım."

Ada, Eren'e el salladıktan sonra Eren'le birlikte yukarı çıktık. O kapıya ilerlerken ben de süslü salonun önünden geçerek koridorda ilerledim ve koridorun sonundaki odanın önüne geldim. Kapıyı üç kez tıklatıp açtım. Toplantı masasından hallice masanın baş köşesinde Bora, karşısında hiç kimse, iki yanında da Gökhan, Çınar, Aydın ve Emre oturuyorlardı. "Gel Nazlı," dedi Bora. İçeri girdiğimde Gökhan ayağa kalkmış ve oturmam için bana Bora'nın sağ tarafında kalan yerini vermişti. "Mehmet Bey seninle konuşmak istiyor."

"Nasılsınız Nazlı Hanım?" dedi hiç kimse, ben sandalyeye otururken.

"İyiyim, sağ olun..." dedim. Bakışlarımı gözlerine diktim. "Konu nedir?"

"Konu, Emre Bey'in size yaptığı teklif..." dedi hiç kimse. Bakışlarım Emre'ye çevrildiğinde bana mahcup bir şekilde gülümsemişti. Hâlâ Bora'nın bana kızıp Ada'yı benden kaçırdığını mı düşünüyordu acaba? "Bu, bizden habersiz yapılan bir teklifti."

"Evet, biliyorum..." dedim, devam etmesine izin vermeden. Bu konuyu bir daha açmasa da olurdu, benimle çalışmak istemediklerini yüzüme söylemesine gerek var mıydı gerçekten? "Sorun değil," diye ekledim.

"Bu durumu kendi aramızda değerlendirdik," dedi hiç kimse. Sıkıntı dolu bir nefes alıp verdim. "Ve biz de sizinle resmi olarak çalışmak istiyoruz."

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken, "Ne?!" dedim. Kaşlarım havalandı. "Ciddi misiniz siz?"

"Evet," dedi hiç kimse. Bakışları Emre'ye değip yeniden yüzümü buldu. "Emre Bey'in ekibinde olmanızı istiyoruz. Eminim ki bize çok büyük katkılar sağlayacaksınızdır."

"Evet," dedim, başımı sallarken. "Ben de bundan eminim." Emre gülümsedi. "Çok teşekkür ederim. Bu teklif, benim için çok değerli."

"Detayları kendi aramızda konuşmalıyız," dedi Emre. Bakışları hiç kimseyle benim aramda dolaşıyordu. "Sizi İstihbarat'a davet edelim. Çalışma alanımız yalnızca Kara'nın operasyonları olmayacağı için özel ve kapalı bir görüşme yapmalıyız."

Hiç kimse, Emre'yi onaylamadan bakışlarını Bora'ya değdirmişti. "Evet," dedi ardından. "Yarın gelebilirseniz, yarın görüşelim."

"Aslında ben, üzülerek teklifinizi reddetmek zorundayım..." dedim. Emre'nin kaşları çatılırken, hiç kimse de şaşırmıştı. "Ama Kara'nın operasyonları özelinde, size danışmanlık verebilirim." Aydın bıyık altından gülümserken, Gökhan alt dudağını ısırmış, Çınar ise başını iki yana sallamıştı. "Tabii bu Kara için de uygunsa..." dediğimde, Bora'ya baktım. O da en az hiç kimse kadar şaşkındı. "Şimdi şöyle..." dedim, yeniden hiç kimse'ye döndüğümde. "Benim hayatımın Kara'yla paylaştığım kısmı... Yani büyük bir kısmı, yeterince aksiyonlu biliyorsunuz ki... Bir de araya haricinde aksiyon almak istemiyorum. Akademik kariyer olarak teklifinizin bana elbette ki katkıları olacaktır fakat ben akademik alanda, gelebileceğim en iyi yerdeyim zaten. Gizli değil açık açık ve dünyayla paylaşmamda sakınca olmayan akademik kariyeri tercih ederim ayrıca." Hiç kimse, cümlelerimi kafasında tarttığı belli bir şekilde başını aşağı ve yukarı sallarken, bakışlarımı Emre'ye çevirdim. "Ne zaman istersen bana istediğini danışabilirsin ama. Yani seninle iletişimi kesmem. Gizli de tutabilirim bunu. Zaten emin ol, Kara fazlasıyla meraksız biri ve kendisini ilgilendirmeyen hiçbir şeyi sormaz ya da öğrenmek istemez. Anlatsam da bitse de sussa diye dinler, o derece."

"Çok büyük bir fırsatı kaçırdığınızın umarım farkındasınızdır," dedi Emre. Bana kızdığı ve aldığım kararı yargıladığı belliydi. "Yine de bence, bir kez daha düşünün."

"Bence, kendisi için en doğru kararı verdi," dedi Çınar, ben dudaklarımı oynatamadan. "Kara'nın operasyonları dediğimiz şey de bu ülke özelinde yeterince geniş bir skala neticede. Dahası doz aşımı olacak ve Nazlı'yı kalan bütün hayatından soyutlayacaktır. Arzu ettiği akademik kariyeri de engelleyecektir aslında. Çünkü sizinle resmi olarak çalıştığında, Harvard'la kurduğu bağlantının dahi sekteye uğratılması muhtemel. Neyse, Kara'nın operasyonları özelinde var olursa da dolaylı olarak yine sizin için çalışmış olacak."

"Siz ne diyorsunuz Bora Bey?" dedi hiç kimse.

"Nazlı'nın zaten verdiği kararın üzerine benim bir yorumda bulunmam gereksiz olur," dedi Bora, düz bir sesle.

"Peki, sizin operasyonlarınızda çalışmasıyla alakalı ne düşünüyorsunuz?" diye sordu hiç kimse, merakla. "Sonuçta bu, sizin onayınız olmadan gerçekleşemez. Ayrıca, sizin operasyonlarınız her zaman masa başı veya uzaktan, teknik destek içerikli operasyonlar değil. Emre Bey, operasyonların çoğunda sahada da bulunuyor."

"Saha da çok başarılı olduğum başka bir alan," dedim, hiç kimse'ye. Gülümsedim. "Ölmemek konusunda epey başarılıyım. Bunu, Kara'nın karısı olarak bugüne kadar hayatta kalmış olmamdan da anlayabilirsiniz. CIA'den de bilgi alabileceğiniz üzere, sahada batırdığım herhangi bir şey olmadı şimdiye kadar. Bazen beni disiplinsiz buldukları oldu, çünkü ben doğaçlama şeyleri seviyorum. Ama önemli olan sonuçtur diye düşünüyorum."

"Kara'nın sizi sahaya çıkartacağını sanmıyorum," dedi Emre çıkışarak.

"Sen neden benim bir tasmam varmış gibi bir algıya sahipsin, ben o kısmı gerçekten hiç anlamıyorum!" dedim sertçe. "Velev ki dediğin gibi, Kara beni sahaya çıkartmaz... E o zaman senin ekibinde İstihbarat için çalışırsam da çıkartmaması gerekmez mi? Ne yapacaksın, resmi belgemiz var, sahaya çıkmazsa karını hapse atarız mı diyeceksin?! Ayrıca sizin için, seninle beraber sahaya çıktığımda ve Kara'nın operasyonları dışındaki bir konu özelinde bunu yaptığımda, yani Kara yanımda olmadığında, asıl o zaman sahaya çıkmam onun açısından bir soruna dönüşecektir. Bak, ben zaten sürekli sahaya da çıkamam. Zannetmiyorum ki Kara da her gün sahada olsun. Ben biraz canım ne isterse onu yapan biriyim, anlatabiliyor muyum bilmiyorum. Canım o gün sahada olmak isterse olurum, olmak istemezse olmam. Bu kadar basit. Ben varsam daha şanslı olursunuz, yoksam da zaten Kara var, gözüm arkada kalmaz."

"Her neyse," dedi hiç kimse, Emre'ye yandan bir bakış atarken. "Sanırım bunu Nazlı Hanım ve Bora Bey kendi aralarında konuşsalar daha iyi olur."

"Bence de," dedi Bora, net bir ifadeyle. "Eğer başka bir şey yoksa, toplantıyı bitirebiliriz."

Hiç kimse ve Emre ayağa kalkarken, "Görüşmek üzere," diyerek odadan çıktım. Merdivenlere ilerledim ve yatak odamıza çıktım. Giyinme odasına geçtim ve açılmayı bekleyen bavulların birinden laptop'ımı aldım. Yeniden salona indim.

Yeşim, Ada ve Noir'yla salondaydı. "Bebeğine bir ad verelim ister misin peki?" diye sordu Yeşim, Ada'ya. "Hani senin adın Ada... Benim adım Yeşim... Öyle bir ad..."

"Bebe," dedi Ada.

"Tamam, bebek... Ama her bebeğin bir adı vardır."

"Aaağğğğ!" dedi Ada.

"Ne olsun adı?"

"Bebe."

"Sarı bebek olsun bari," dedim gülümserken. Ada'nın bakışları bana çevrildi. "Sarı bebek de bakayım anneciğim."

"Bebe," dedi Ada.

Yeşim'le aynı anda küçük bir kahkaha atmıştık. Koltuğa oturdum ve arkama yaslandım. "Köfte yaptım. Izgarada kızartacağım," dedi Yeşim. Bakışlarım gözlerini buldu. "Yanına da püre ve ızgara sebze düşündüm. Hazırlamaya başlayayım mı?"

"Olur," dedim, derin bir nefes verdikten sonra. "Bize yardımcı lazım. En kötü, aşçı. Ama gerçekten yardımcı biri de lazım. Bu ev çok büyük ve en azından bir düzen kurabilene kadar, birinin bizi çekip çevirmesi gerek."

"Bize kayınvalidem lazım," dedi Yeşim, gülerken.

"İşte senin kayınvalideni Begüm elimizden aldı," dedim somurtarak. "Onu, Begüm'den nasıl çalabiliriz acaba?" Yüzüm düştü. "Öğretmenliğe dönecek misin? Bora, size ormanın içinde bir ev yaptırabileceğimizi söyledi. Yani eğer bizimle kalmak isterseniz ve sen Ada'yla ilgilenmek istersen..."

Yeşim gülümsedi. "Ben Ada'yla ilgilenmeyi her zaman isterim," dedi. Ada hiçbir şey anlamasa da kendisi hakkında çok güzel bir şey duyduğunu hissettiği için olsa gerek Yeşim'e gülümsemişti. "Eğer Bora Abi de sen de bunu isterseniz, seve seve kabul ederim bunu." Gülümsemesi büyüdü. "Selim'in zaten canına minnet bence. Çünkü bizim başka yerde, başka bir evimiz olduğunda, eve uğramayı unuttuğu zamanlarımız olmuştu."

İç çekerken, "Şimdi farklı mı sanki?" diye sordum. "İstanbul daha yorucu. Yani sizin ormanda bir eviniz de olsa, oraya da uğramayı unutacağı zamanları olacaktır."

"İllaki," dedi Yeşim, bunu kabullenmiş bir tavırla. "Ama en azından uyumaya gelir. Çünkü öbür türlü, zaten bir iki saat uyuyacağım, müştemilatta veya misafir odasında yatarım da diyebiliyordu."

Güldüm. "O zaman, madem sen burada olacaksın, sabah gelip akşam giden aşçı ve temizlik görevlileriyle idare edebiliriz gibi. Yani aslında bir çeşit adadaki gibi bir düzenimiz olur. Sadece burada yatıya kalmazlar."

"Olur," dedi Yeşim, başını sallayarak. "Ben birkaç gün idare ederim, merak etme sen. Bavulları falan da hallederim."

"Ben yarın bir mimarla görüşeceğim," dedim. Yeşim, Ada'nın ona uzattığı bebeği aldı ve dikkatini benden çekmeden, bebeği uyutuyormuş gibi koltuğa yatırdı. "Sen de nasıl bir ev istiyorsan, bunu görüşürsün. Biraz sürer, o zamana kadar misafir odasında idare edersiniz değil mi?"

Merdivenlerden adım sesleri duyulurken, "Ederiz, sorun yok," dedi Yeşim.

"Sana teşekkür edemedim," dedi Bora, telefonda konuştuğu kişiye. "Yaptığının çok büyük bir fedakârlık olduğunun farkındayım ama başka birine güvenemezdim Eren."

Ada, "Ba!" dedi, işaret parmağını dudaklarına götürerek. "Bebe eee eee."

"Pardon kızım," dedi Bora ve verandaya ilerledi.

Yeşim ayağa kalkarken, "Ben yemeği hazırlayayım," diye fısıldamıştı.

Uyuyan Sarı Bebek'in saçlarını okşadığımda, Ada merakla bana bakıyordu. Fısıltıyla, "Sen uyurken seni de böyle seviyorum..." dedim.

"Aaağğğğ!" Maşallah, o fısıldama ihtiyacı hissetmiyordu, sanıyordum ki bebek sadece bizim sesimizle uyanabiliyordu.

"Saçlarını okşuyorum. Ellerini okşuyorum. Seni öpüyorum," dedim.

"Şu anda en ihtiyacım olan şey," dedi Bora da fısıldayarak. Yanıma oturdu ve başını koltuğun arkasına dayayıp gözlerini yumdu. "Çok yoruldum."

"Ba!" dedi Ada. Bora derin bir nefes aldı ve başını kaldırıp Ada'ya baktı. "Bebe..."

"Evet bebeğim, dayın almış onu sana... Söyledi bana da," dedi Bora, gülümseyerek. "Hadi sessiz olalım da uyusun o da." Başını yeniden koltuğun arkasına yaslarken, "Lütfen ben de yemek hazır olana kadar kestireyim," dedi.

"Çok uykusuz kaldın bugün..." diye fısıldadım. Saçlarını okşamaya başladığımda, hafifçe gülümsemişti. Fakat bu sırada Ada, babasının dinlenmesine asla izin vermeyecekmişçesine koltuğa tırmandı ve bebeği alıp kucağımdan atlayarak babasıyla aramıza geçti. "Ba!" dedi, Bora'nın göğsüne tutunurken. "Bebe... Eee eee."

"Ama zaten uyuyordu babacığım, niye yeniden uyutayım ki?" diye sordu Bora, gözlerini açmadan.

"Ayı," dedi Ada.

"Uyanmış mı?" diye sordu Bora, hoşnutsuzlukla.

"Hııığğğğ!" dedi Ada. Bebeği babasının kucağına bıraktı. "Bebe, eee eee, nini!"

Bora bebeği alırken iç çekti. Yüzündeki gülümseme samimiyetten uzaktı ama Ada'nın bunu anladığını sanmıyordum. L koltuğun daha kısa olan ucuna geçti ve uzandı. Bebeği de yanına yatırdı. "Şimdi seninle uyuyoruz," dedi, bebeğe. "Kapat sen de gözlerini. Ben de kapatacağım. Yemeğe kadar birlikte uyuyacağız. Bizi kimse rahatsız etmeyecek. Ada sessiz olacak."

"Ani?" dedi Ada, sorar gibi.

"Anne de sessiz olacak."

"Oağ?" dedi Ada, bu kez de.

"Noir da sessiz olacak."

"Bebe?" dedi Ada.

"Bebek zaten uyuduğu için sessiz olacak. Herkes sessiz olacak kızım. Uyuyoruz biz."

"Oağ!" dedi Ada, yavaşça. İşaret parmağını dudağına götürdü. "Ba, eee eee! Bebe eee eee!" Bana döndü. "Ani! Bebe eee eee! Baba eee eee!"

Dudaklarım bir parça açılırken, Bora da dan diye gözlerini açmıştı. "Ne dedin?" diye sordu, Ada'ya bakarken. "Baba mı dedin bebeğim sen?"

"Hııığğğ," dedi Ada, gülümseyerek. "Ba."

"Hayır, baba dedin." Ada babasına gülümseyerek başını salladı. "Desene bir daha."

"Ba!"

"Baba," diye tekrarladı Bora.

"Ba!"

"Tamam, onu iki kez üst üste söyler misin?" dedi Bora.

"Aaağğğğ!" dedi Ada, heyecanla. Çünkü babasının ne dediğini anlamamıştı ama anlamış gibi yapması lazımdı.

"Gel anneciğim," dedim, Ada'yı kucağıma alırken. İçim büyük bir hazla dolmuştu. "Artık seninle sayı saymayı öğrenmemizin zamanı geldi. O kutsal gün, bugündür nihayet! Çünkü baban da iki nedir öğrenmen gerektiğini kabul etti artık." Bora zannediyorum ki bize küsmüştü çünkü Sarı Bebek'i de alarak arkasını döndü. "Sana sayı sayan animasyon ördekleri açayım mı anneciğim?"

"Hayır," diye mırıldandı Bora, son heceyi uzatarak. "Kendin say."

"Saydım ben birkaç kere, ilgilenmiyor. Aaağğğ aaağğğ deyip geçiyor," diye homurdandım.

"Öğrenme zamanı gelmemiş demek ki," dedi Bora. Neyse ki arkası dönüktü ve göz devirdiğimi görmemişti. "Daha baba diyemiyor, ne sayı sayması ya?!"

"Anne de diyemiyor ona bakarsan ama ben buna bu kadar takılmıyorum," dedim, kaşlarımı çatıp.

"Anne, zor. Baba, kolay. Bebe diyen çocuk, nasıl baba diyemez aklım almıyor," dedi Bora, nefesini sıkıntıyla verirken. "Sadece yanlışlıkla veya hızlı hızlı ba diye seslendiğinde baba diyebiliyor ya!"

"Bir," dedim. Gülümsedim. "İki... Üç... Dört... Beş... Altı... Yedi... Sekiz-"

"Aaağğğğ!" dedi Ada, gülümseyerek bana bakıp.

"Al bak," dedim, ben demiştim der gibi. "Diyorum sana! Animasyon ördek şart!"

"Anne de sessiz olacak demiştim kızımıza. Beni mahcup etmesene sevgilim," dedi Bora, varla yok arası çıkan bir sesle.

Ofladım ve kucağımda Ada'yla beraber kalktım. Laptop'ımı da elime aldım ve hızlı adımlarla merdivene ilerledim. "Yukarı çıkıyoruz anneciğim." Noir da peşimize takılmıştı. Umarım Bora ona küstüğümüzü anlar, çok pişman olur ve sayı sayan animasyon ördekleri bize kendi açardı.

♠️

Bora'nın yemekten önceki kestirmesi, on beş dakika bile sürememişti çünkü Ada yukarı çıktığımızda, bebeğini uyandırmak istemişti. Yeniden salona inip, Bora'nın manasızca sarıldığı bez bebeği almaya çalıştığımızda, Bora gözlerini açmıştı. Bora'nın gözlerinin açıldığını gören Ada, babasına, yeniden bebeği uyutmasını söylemişti. Sonra yeniden uyutmasını, yeniden uyutmasını, yeniden uyutmasını... Sarı Bebek uyku nedir bilmeyen, devamlı uyanan, devamlı uyutulan, ama sonra yine uyanan tuhaf bir bebekti galiba.

Daha sonra da yemek hazır olduğu için sofraya oturmuştuk. Gökhan da Ada'ya söz verdiği için gelmişti fakat Ada'nın gözü pek Gökhan görecek gibi değildi. Çünkü sofrada olduğumuz süre boyunca kendi yemeğini Sarı Bebek'e de yedirmeye çalışmıştı ama Ada'nın, oyuncak bir bez bebeğin yemek yemediğini kabul etmekle alakalı sorunları vardı. Bebeğin ağzına götürdüğü her şey yere düşüyordu ve Ada buna çok sinirleniyordu. Onun oyuncak bir bebek olduğunu çeşitli şekillerde anlatmaya çalıştığımız için yemek faslımız uzun sürmüştü.

Yemekten sonra Gökhan gitmişti. Bora, Ada'ya banyo yaptıracağım süre boyunca en azından biraz uyumak istemişti fakat bu da pek mümkün olamamıştı. Çünkü Ada, Sarı Bebek'in de yıkanması gerektiği konusunda ısrarcı tutumlar sergilemişti ve Bora'yla ben, Eren'den nefret etme raddesine gelmiştik. Sarı Bebek'in yıkanmasında bir sakınca yoktu fakat o bez bir bebekti ve Ada, onun hemen kuruyamayacağını anlamak istemiyordu. Bora, bez bebeğe kurutma makinesini yirmi dakika boyunca tutmuştu ve bunu yaparken neredeyse ayakta uyuyacaktı. Bir saat on dört dakikalık uykuyla günü bu kadar gürültülü geçirmek, Bora için çok fazlaydı. Sarı Bebek kurumuyordu ama Ada onu uyutup öyle uyumak istiyordu. En sonunda Bora'ya, bebeği kurutma makinesine atmasını söylediğimde, çamaşır odasına inmek zorunda kalmıştı.

Bu sırada ben de Ada'yı, Gökhan'ın bugün ben uyurken ona aldığı kazakla beraber getirdiği, Tarabya'daki garajda çekilmiş ikisinin fotoğrafının olduğu çerçeveyle oyalamaya çalışmıştım. Çerçeveyi komodinin üzerine koymuş, ona yarın bir mimarla görüşeceğimi anlatmış, odasının nasıl olmasını istediğini falan sormuştum. Ada, İstanbul'a geldiğimiz üç gündür daha seyrek kullandığı emziği ağzında, uyumamaya direnircesine ama boş boş beni dinlerken, hâlâ Sarı Bebek'in kurumasını beklemişti ve bir noktada dayanamamış ve kucağımda sızıp kalmıştı.

Bora'nın neredeyse çamaşır odasında uyuyakaldığını düşündüğümde, Ada'nın monitörünü alarak aşağıya indim. Çamaşır odasına girdiğimde gördüğüm manzara korkunçtu. Bebeğin saçları yolunmuştu, dudaklarındaki ruj bozulmuştu ve hatta bebek küçülmüştü ve neredeyse tanınmayacak hâle gelmişti. Bora, nerede nasıl bir hata yaptığını anlamak istercesine yere oturmuş, bir dizini karnına çekmiş, bir ayağını öne doğru uzatmış ve elindeki bebeğe bakıyor, belki de hayatını sorguluyordu. Beni fark ettiğinde gözlerini gözlerimle buluşturdu ve üzücü bir haber verircesine, "Kurutma makinesine atmamak lazımmış," dedi.

"Ben de fark ettim şu anda onu," dedim. Kaşlarım çatılırken Bora'nın yanına oturdum. "Aslında bunu düşünebilmem gerekirdi ama... Beynim durmuş olmalı."

"Benimki artık hiç yok," dedi, derin bir nefes koyuverirken. Bebeği bana verdi. "Yazık oldu. Aynısından bulamazsak, çekeceğimiz var."

"Buluruz herhalde ya," dedim, elimdeki bebeğe bakarken. "Yani Eren'e söyleriz. Yine alır."

"Uyandığında bunu görmek isteyecek," dedi. Başımı maalesef bunu biliyorum dercesine salladım. "Sence şu an açık oyuncakçı var mıdır?"

Telefonumun ekranından saate baktım. Saat, 22:17'ydi. "Yoktur," dedim. Sarı bebeği yere bırakırken bağdaş kurdum ve Bora'ya döndüm. "Oyuncak mafyası tanıdıkların var mı?"

Bora, bilmem dercesine dudaklarını büzerken, cebinden telefonunu çıkardı. Eren'i arıyordu. "Eren," dedi, beş saniye sonra. "Bu bez bebeği nereden aldın?"

"Oyuncakçıdan?" dedi Eren'in kulağıma ulaşan sesi. "N'oldu ki, bir sorun mu var? Gözlerinde boncuk, taş falan olan bir şey almadım özellikle. İpten dikiş gözlü olan bebeği aldım, hani Allah korusun koparıp yutmasın falan diye. Sorun ne? Çocuklara zararlı olmadığını söylemişlerdi. Begüm de teyit etmişti."

"Eren bir susarsan ben de konuşacağım," dedi Bora, sıkıntı dolu bir nefes verirken.

"Telaşlandım birden," dedi Eren.

"Nereden aldın?" diye sordu Bora, bir kez daha.

"Oyuncakçıdan diyorum ya," dedi Eren.

"Amına koyayım hangisinden, onu soruyorum?!" dedi Bora öfkeyle. "Bu şehirde kaç tane oyuncakçı var haberin var mı senin?!"

"Haa..." dedi Eren hızlıca. "İstinye'den aldım. Dur atayım sana."

Eren'den mesaj geldiğinde, Bora mesajı Selim'e iletti ve devamında da kendi bir mesaj yazdı: "Yarın sabah 10'da, oyuncakçı açılır açılmaz, Ada'ya Eren'in aldığı bez bebekten alsana Selim. Bizdekinin başına çok yanlış şeyler geldi. Yarın bebek bebek diye tutturacak."

"Selim'in bebeği alıp gelmesi 10 buçuk, bilemedin 11. O saate kadar Ada'yı oyalarsak, sorun olmaz..." dedim, kendi kendime düşünür gibi.

"10'da Beyza'nın doktor randevusu var," dedi Bora. Sıkıntılı bir nefes alıp verdi. "Yarın ben de gideceğim. O yüzden sabah evde olmayacağım. Geç yattı, kalkması 9'u bulur gibi. İlk uyandığında evde olmayabilirim. Yani, Ada'yı oyalama işi sana düşüyor sevgilim."

"Hallederim." Bu dediğime benim bile inanmadığım ortadaydı. "Yani elimden geleni yaparım diyelim."

Bora başını omzuma koydu. "Allah yardımcın olsun..." dedi, üzüntülü bir sesle.

"Çamaşır odasında uyumayacaksın değil mi?" diye sordum, gülerek. "Hadi kalk da odamıza gidelim. Seni uyutayım ben... Sonrasında, mimarla görüşme için bazı araştırmalar yapmam gerekiyor."

"Duş almam gerek," dedi, zar zor duyduğum bir sesle.

"Seni yıkamamı mı istiyorsun?" diye sordum, yapay ve abartılı bir şaşkınlıkla.

Boğazından çok güzel bir ezgi döküldü. "Hayır, demem."

"Jakuziye girmek ister misin?" diye sordum.

"I-ıhh," dedi. Yüzünü görmüyordum ama kaşlarının çatıldığına emindim. "Çok ses. Başım ağrıyor zaten."

"Ama küveti doldurmamda sakınca yoktur herhalde?" dedim.

"I-ıhh," dedi.

"Koku ve banyo köpüğü-"

"Hayır, n'olur..." dedi, yalvarır gibi bir tonlamayla. "Çok berbat kokuyorlar Nazlı," diye sızlandı, banyo köpüklerini bana şikayet ediyormuş gibi.

Bora'yı iki elimle birden sararken, "Seni çok seviyorum ya!" dedim, coşkuyla.

Başını omzumdan kaldırdı ve ancak tek gözünü açmayı başararak bana baktı. "Uyanayım diye mi böyle yaptın?" Yüzünde saf ve çocuksu bir eda vardı. İki elimi birden yanaklarına yerleştirdiğimde, diğer gözünü de açmıştı. Yanaklarını parmaklarımın arasında sıkıştıra sıkıştıra ve bağıra bağıra şu an onu sevmek, içime sokmak istiyordum ama Bora bana, ben tanımlamakta zorlandığı bir cisimmişim gibi, tedirgin bir şekilde baktığı için bunu yapamıyordum.

"Sadece içimden geldi," dedim.

"Hani küvete gidiyorduk?" diye sordu, sitem eder gibi. "Bir vaatte bulunuyorsan, yerine getirmelisin."

Yanağından öptükten sonra, "Hadi gidelim," dedim.

Geri çekildiğim sırada bileğimden tuttu ve beni yeniden kendine çekti. Dudakları dudaklarımı buldu ve beni arzuyla öptü. "Şimdi..." dedi, dudakları dudaklarıma çarparken. "Gidebiliriz."

Gülümserken ayağa kalktım. Bir elimi kalkması için ona uzattım. Elimi tuttu ve ayağa kalktıktan sonra da elimi bırakmadı. Ben önde, Bora arkada, ama ellerimiz birbirinden asla ayrılmadan yatak odamıza çıktık. Adımlarımız, duraksamadan banyoya ilerledi. Hırkamın cebinden Ada'nın monitörünü ve telefonumu çıkarıp tezgahın üzerine koydum. Ormanın ışıklarını açıp, banyonun ışıklarını kıstım. Bora, gömleğinin düğmelerini açarken, ben de suyun sıcaklığını ayarlamış ve küveti doldurmaya başlamıştım. Suyun içine en kokusuz olduğuna inandığım vücut şampuanından karıştırdım. Su tamamen dolduğunda, Bora da üzerindekilerden kurtulmuştu. O küvete girerken ben banyodan çıktım.

"Nereye gidiyorsun?!" diye seslendi arkamdan.

"Ben girmeyecektim ki şaka yapmıştım sana!" diye bağırdım.

"Dalga mı geçiyorsun ya?!" diye bağırdığında, minik bir kahkaha attım.

Yatak odamızdan çıktım ve süslü salona indim. Bora'nın en çok içtiği viskilerden biriyle, iki tane de bardak aldım ve yeniden yatak odamıza çıktım. Banyoya girdiğim sırada, Bora gözlerini açıp bana baktı. Yüzündeki ifade oldukça tersti, sanki onu beş çocuğuyla ortada bırakmıştım. "Viski getirdim bize sevgilim?" dedim, gülümseyerek.

"Niye benimle dalga geçiyorsun?" diye sordu, viskiyi falan önemsemeden. Ben de bu sırada bardaklarımıza viski dolduruyordum. "Aşağıya inip geleceğim desene. Niye, ben girmeyecektim falan deyip de beni üzüyorsun?"

Bardakları, balıklarımızın yanına koyması için ona uzatırken, şaşkınlıkla, "Üzüyor muyum?" diye sordum.

"Evet!" dedi, aynı ters ifadesiyle. Bir bardağı balıklarımızın yanına koyarken, kendi bardağındaki viskiyi fondip yaptı. "Şişeyi de verir misin?" Şişeyi uzattım. "Ayrıca yine en sert viskiyi getirmişsin. Kabullenmeye niyetin yok ama sen içemezsin bunu."

Yeniden banyodan çıktım. Balkondaki sigaramızı ve küllüğü alıp, banyoya döndüm. Onları da Bora'ya verdiğimde, "Uykum var diye mi bunca keyif?" diye sordu.

"Ay ne aksisin!" dedim çemkirir gibi. "Yorgunsun diye sana hizmet ediyorum şu anda. Bunun tadını çıkarır mısın?!"

"Ben viski ve sigara değil, seni istiyorum!" diye çıkıştı o da. "Buraya gelir misin artık?! Benim yorgunluğum ancak öyle diner!"

Üzerimdeki hırkayı ve terliklerimi çıkarttım. Sonra yüzücü atletimi, pantolonumu ve iç çamaşırlarımı da. Ayağımdaki çoraplardan da kurtulup küvete girdim. "Geldim kocacığım, sakin ol..." dedim, işveli bir tavırla, yanına geçerken.

Güldü. "Hah şöyle..." dedi. Bir eli saçlarıma ulaştı ve saçlarımı yüzümden çekti. "Şimdi dinlenebilirim."

Elinin ıslak olmasını önemsemeden kendisine bir sigara yaktı ve başını arkasındaki yastığa yaslayıp gözlerini kapattı. Hafifçe doğruldum ve parmaklarımın tersiyle sakallarını okşamaya başladım. "Nasılsın?" diye sordum, kısık bir sesle.

"İyiyim," dedi. Gözlerini açmadan dudaklarımı nasıl buldu bilmiyorum ama sigarayı içime bir duman çekmem için bana uzatmıştı. "Sen de iyisindir umarım."

"İyiyim," dedim, gülümseyerek. Gözlerini açtığında, gülümsediğimi hissetmiş ve bunu kaçırmak istememişti diye düşünmüştüm. Kapkara gözleri, ona Maçahel'i andıran gözlerime değerken gamzeleri huzuruma serilmişti. "Eee?" Yüzüme şakacı bir ifade yerleşmişti. "Özlüyor musun bakalım tuvallerini, boyalarını, sörf tahtanı falan?" Küçük, neşesiz ama samimi bir kahkaha attı. "Al işte döndük. Hadi itiraf et, mafyalar birliği toplantısı sırasında aklından bir ara muhakkak, 'Ben n'apıyorum burada amına koyayım?' diye bir düşünce geçmiştir. Bir an için bile olsa, pişman oldun değil mi döndüğümüze? Ayrıca, mafyalar birliği ile alakalı telif ödemesi isterim!"

"Sor hadi," dedi iç çekerken.

"Ne sormamı istersin?" diye sordum, kastettiğini anlamamışım gibi.

"Bunca prodüksiyon boşuna değil tabii ki sevgilim, farkındayım..." dedi. Sigarayı küllüğe bıraktı. Bir eliyle elimi tuttu ve köpüklü olup olmamasını önemsemeden, nabzımın attığı yerden öptü. "Sor hadi. Ne merak ediyorsan." Parmakları nabzımdan elime kaydı ve elimi avucunun arasına aldı.

Sigarasını yeniden aldığı sırada, "Ne hissettin?" diye sordum. İçine çektiği dumanı üflerken kısılan gözleri balıklarımıza çevrilmişti. "Yani... Elini öptürürken."

"Bazı şeylere anlamlar yüklemeyi bırakmak gerek," dedi, o an'ları yeniden belleğinde oynatıyormuş gibi. "O sırada birçok şey hissettim. Utanç en baskınıydı herhalde..." Üç saniyeliğine alt dudağını ısırırken, gözlerimin içine baktı. "Utandım ama bir yandan da buna mecbur olduğumu düşünerek, bu duyguyu bastırmaya çalıştım." Göğsü sıkıntıyla şişip indi. "Sonra da hissetmeyi bıraktım. Takılı kalırsam, ilerleyemem. Bunu biliyorum. Yani olması gerekiyordu ve oldu, bu kadar basit. Ama Çınar da kalkıp elimi öptüğünde, o basit şey beni yeniden zorladı. O masaya otururken ve bunu yaparken, böyle bir amacım yoktu. Yani onu da Aydın'ı, Selim'i, Eren'i de bu eylemin dışında tutacaktım. Gökhan gibi. Ama onlar kalkıp bunu yaptıklarında hissettiğim utanç, en ağırı oldu..." Omuzları kalkıp inerken, "Ama yapacak bir şey yok..." dedi. Yüzüne kekremsi bir ifade yerleşmişti. "Bazı şeyler için bazı şeylerden ödün vermek gerekir. Ben, bu ellerle cinayet de işledim. El öptürmek, cinayet işlemekten daha iyi değil midir? Eğer ailemi korumak için yapmam gereken buysa, bugüne kadar yaptıklarım içinde belki de en masumu kalıyor." Gözlerimde bir şeyin cevabını aradı ama daha sonra da bulamamış gibi gözlerini kıstı. "Asıl sen ne hissettin, beni öyle gördüğünde?"

"Bu zaten benim, senin kadar büyüteceğim bir şey değil tahmin edersin ki..." dedim, saçlarını okşarken. Sigarasını söndürdü ve viskisinden bir yudum aldı. "Daha evvel Michael Corleone'yi de öyle görmüşlüğüm var."

"Anladım," dedi başını iki yana sallarken.

"Gül diye söylemiştim ama..." dedim, kaşlarımı kaldırırken.

"Kurgusal bir karaktere olan aşkın, beni güldürmüyor," dedi.

"Kurgusal bir karakter olmasaydı, gülerdin yani?" dedim.

"Nazlı!" dedi, son heceyi beni mestedercesine, uyarıcı bir tınıyla uzatarak.

Dudaklarım iki yana kıvrılırken, elimi avucundan çektim. Bakışlarım köprücük kemiğine çevrilirken, işaret parmağım da bakışlarımı takip etmişti. "Babana yazdıkların..." dedim yavaşça. Mektubunu bavulunda bulup, okumamla alakalı ne düşündüğünü bilmiyordum. "Hayatın içinde bulduğun cevaplar yani... Bence öyle doğru bir yerde duruyorsun ki... Seni takdir ediyorum." Bakışlarımı gece kadar karanlık gözlerine çevirdim. "Düzeltmem gereken bir şey var. Benim de hayatın içinde bulduğum bazı cevaplar oldu."

Merakla, "Dinliyorum," dedi.

"Benim istemediğim Kara..." dediğimde yutkundu. "...öfkesinden gözü hiçbir şey görmeyen, tozu dumana katarak kendini dipsiz bir kuyuya sürükleyen, nefretini artık en yakınındakilere yöneltmeye başlamış, Bora'nın önüne geçerek Bora'nın bütün değerlerini alaşağı eden bir Kara'ydı. Özündeki denge yok olmuştu onca yaşanan şeyin içinde. Aklında öldürmek ve ölmekten başka hiçbir şey yoktu. Artık düşünmeyi, düşünerek hareket etmeyi bırakmış gibiydin. Kontrolünü kaybetmiştin. Ve her şey öyle üst üste gelmişti ki... Bana veda edip ölüme gitmenle ve beni aslında sevdiğini öğrenmemle başlayan o süreç... Benim boşu boşuna yaşadığımızı düşündüğüm acılar bir yanda, sen de hayatının son on senesinin nasıl büyük bir yalanla örtülü olduğu gerçeğiyle yüzleşmiştin. İstihbarat bir yandan, Mehmet Şahindağ bir yandan... Her şey öyle karmaşıktı ki ve hormonların beni değiştirmeye başlamasını da atlamamak lazım. Korktum. Çok korktum. Zaten hamile olma fikri yeterince bütün duygularımı baskılıyordu ve Begüm'le Eren'in nişanını ne yapsam da unutamıyordum. Üstelik bu nişandaki bütün hissettiklerimin bir yalan olduğunu ama yaşanan her şeyin gerçek olduğunu, bu gerçeğin de ben hamile kaldığım için olduğunu düşünürsek... Kurtulmak istedim Kara'dan. Senden vazgeçemedim ama Kara'yı arkamızda bırakmak istedim. Belki o zaman sana kurduğum cümleler serttir, canını yakmıştır, sana haksızlık etmiş de olabilirim ama haksız olduğumu düşünmüyorum."

Kapkara gözleri dumanlanırken, "Yoo," dedi, düz bir ifadeyle. "Haklıydın." Zorlukla gülümsediği belliydi. "Düzeltmek istediğin şey ne, anlamadım." Viskisini kafasına dikti ve bitirdi.

"Sonra işte, adada, Mehmet Şahindağ'ın çıktığını ve bütün bu olanları öğrendiğimizde yani... Yine kaldığın yerden devam ediyorsun diye düşündüm," dedim. Elini tuttum. "Bu yüzden direndim, bu yüzden korktum. Ama sen bana bütün bunları geride bıraktığını kanıtladın Bora. Yine ilk gördüğüm, bildiğim, zekâsına hayran kaldığım ve öfkesini de, nefretini de ve hatta bütün duygularını...dizginleyebilen, ifadesizlik maskesiyle kuşanabilen, sağduyulu ve adaletli bir adam olabileceğini kanıtladın."

"Hani örümcek adam da anlatmıştı ya biz ilk OCTO'ya gittiğimizde, babamın üst üste yaptığı hataları..." dedi, derin bir nefes verirken. "Hayatı boyunca stratejik hamlelerle ilerlemiş belki bir şekilde ama sonra zaaflarına yenildi. Sadri denen herifi öldürmesi, kızını kurtarma içgüdüsüyle düşünülmemiş bir eylemdi ve felâketin başlangıcı oldu." Kaşları havalandı. "Her şey üst üste gelince, insan hata yapmaya ve başka birine dönüşmeye daha açık biri hâline geliyor işte. Ben de öyle bir hâldeydim. Sana uçaktayken yazdığım mektupla, evlilik yıldönümümüz arasındaki iki buçuk aylık süreçte gerçekten kendimi kaybettim." Gülümsedi. "Senden bir şans istemiştim," dedi yumuşacık bir sesle. "Eğer benden ayrılmazsan, bebeğimizi dünyaya getirmeye karar verirsen... İçime bir inanç doğacağını söylemiştim. Babam gibi olmadığımın, olmayacağımın inancı, demiştim. Bugünüme senin sayende geldim Nazlı."

"Hani yatta, 'Ben kim olduğumu biliyorum. Ama eğer sen bana inanırsan... Yaşamak için, babam gibi olmadığımı kendime, hayata, sana ve bebeğimize ispatlamaya ihtiyacım var,' da demiştin ya... Babana yazdıklarınla da işte, aslında bunu da ispatlamış oldun," dedim. Gülümsemesi içten ve sıcacıktı. "Aslında mektubu okuduğumda da açıkçası biraz gerilmiştim. Kendi varlığını yaşayacak olmanın ne demek olduğunu anlamamıştım. Ama şimdi anlıyorum. Ve sana güveniyorum. Senin de içinde, Kara'ya olan bakış açımla alakalı bir tereddüt kalsın istemem."

"Seni seviyorum," dedi, gözleri gözlerimi bir kurşun misali delip geçerken. Beni kendine doğru çekti ve dudaklarıma küçük ama sevgi dolu bir öpücük bıraktı. "Varlığına, nefes aldığım her an şükrediyorum Nazlı."

Viskimden bir yudum aldığımda yüzüm buruşmuştu. "İğrenç gerçekten!" dedim, hoşnutsuzlukla.

"E dinlemiyorsun beni," dedi gülerken. "İçme bırak. Mideni mahvedecek." Bardağı elimden aldı ve kendi dudaklarına götürdü.

"Biraz da iş konuşalım," dedim, kocaman ve dolu dolu gülümseyerek. Kendime bir sigara yaktım. "Kara'nın operasyonlarında çalışmamla alakalı, hayranı olduğum sevgili Kara ne düşünüyor?"

Nefesini sesli bir şekilde verirken, "Kafası karışık bu konuyla alakalı..." dedi.

Kaşlarım çatılırken, "Laf olsun diye sormuştum," dedim. Elimden aldığı bardağı yudumlamaya devam ediyordu. "Yani bundan çok mutlu olacağını, bununla gurur duyacağını söylemeni falan bekleyerek?"

"Nazlı," dedi sıkıntıyla. "Zaman zaman sana fikir danışmam başka bir şey... Bunlarda aktif rol alman başka bir şey." Sigaramdan bir duman çektiğim sırada, araştırmacı bakışları yüzümde dolaşıyordu ve bozulduğumun farkındaydı. "Bak, şifreli bir dil kullanmak istediğimizde ya da teknik, yazılımsal konularda-"

"Benim tek yeteneğim bunlar değil," diye mırıldandığımda, cümlesi yarıda kesilmişti. "Sen planlarını kendi kendine kuruyor olabilirsin. Ama akıl akıldan üstündür demişler."

"Saha dediğin şey-"

"Bak şu konuda anlaşalım," dedim, yeniden lafını keserek. "Ben seninle mafyacılık oynamak istemiyorum Bora. Silahlar, kurşunlar, çatışmalar, aksiyon... Benim de artık bayıldığım bir şey değil. Tamam, sen nefret ediyorsun. Ben belki senin kadar bundan nefret etmiyor olabilirim. Seviyorum ben ajancılık oynamayı, ne yapayım?! İçimde var yani. Ama bunu isteme sebebim bu değil. Dahası, bu bir istek değil. Sadece ben, çöpü kocamın atıp gelmesini bekleyecek o kadın değilim. Her zaman bunu yapamam. Bunu senin de anlamış olman gerekiyor."

"Tabii ki bunu biliyorum," dedi, kendine yeniden viski doldururken. "Fakat..." Gözleri gözlerimi bulduğunda, duyacaklarımdan hoşlanmayacağımı anlamıştım. "Sizi korumak için oluşturduğum o kozayı delmek istemiyorum Nazlı. Seninle her şeyi paylaşırım, her şeyi sana anlatırım, seni her şeyden haberdar ederim. Hiçbir şeyin dışında bırakmam seni, sana söz veriyorum. Ama bu kadar içine de almak istemem. Saha dediğin şey ne olursa olsun tehlikeli ve ben seni tehlikeye atmam."

"Sana daha önce de söyledim, ben, hiçbir zaman bütün bu işlerin dışında kalamam çünkü sen içindesin," dedim, kaşlarım havalanırken. "Tehlikeliyse sen de içinde olmamalısın zaten!"

"Her zaman bir tehlike mutlaka vardır," dedi, başını iki yana sallayarak. "Kendimi koruyabilirim. Ama sen de yanımda olduğunda, öncelikle seni korumam gerekir ve bu, var olan durumun tehlikesini arttırır."

"Ben kendimi koruyabilirim," dedim, itiraz dolu bir tavırla. "Hani oksijen maskesini önce kendimize takıyorduk?!"

"Nazlı yapma," dedi, kabul etmez bir tonlamayla. "Benim kastettiğim şeyin senin kendini koruyamayacağın olmadığını biliyorsun. Ne bekliyorsun benden, seni gözetmememi mi? Sen de beni gözeteceksin, bilmiyor muyum?"

"Öyleyse gayet de eşitiz ve ben herhangi bir sorun göremiyorum?" Bora, kendisine meydan okuduğumun farkındaydı ve bundan nefret ediyordu. "Sürekli bir çatışmadan başka bir çatışmaya koşmayacağını düşünüyorum ayrıca? Çünkü eğer öyleyse, zaten bu başlı başına majör bir problemdir ve bunu ayrıca konuşmamız gerekir."

"Elbette öyle bir şey olmayacak," dedi sıkıntılı bir nefes verirken. Küllüğe bıraktığım ve kendi kendine biten sigaramı söndürdü. "Zaten esas istediğim, o orospu çocuğu geberip gittikten sonra sağlam bir düzenek oluşturmak ve yapabildiğim ölçütte her şeyin gerisinde kalmak. Kumarhanelerle Gökhan ilgilenecek. Her an, her toplantıya katılmayı bile düşünmüyorum. Sürekli bu insanlarla yan yana gelip el öptürmeyeceğim yani. Ulaşılmaz olmak iyidir. Var olduğunu, yerini yurdunu bilirler ama sana devamlı yaklaşamazlar. Ancak sen istediğinde. Benim de tam olarak istediğim bu. İstihbarat'ın işlerini de yapabildiğim kadar uzaktan, arka plandan hallediyor olacağım. Holdinge gideceğim mesela yarın. Kendi hayatıma döneceğim yani. Eve her gece geç gelen, sürekli bir işi olan bir adam olmayacağım. Bu önceliğim ve temel şartım. İstihbarat da bunu biliyor."

"Çok güzel," dedim, gülümseyerek. Başımı aşağı ve yukarı salladım. "O zaman, seninle çalışmam konusunda hiçbir sıkıntı zaten yok."

"Var," dediğinde, bezgin bir nefes vermiştim. "Sevgilim bak, seni kırmak istemiyorum. Ama bugün, hiç kimse'ye kurduğun cümleler bile, senin Kara'yla çalışabilecek biri olmadığını destekler nitelikteydi." Gözlerim merakla kısıldığında, "Doğaçlama ve disiplinsizlikle alakalı söylediklerin," diye ekledi.

"Kibarlaştırmana gerek yok!" dedim, gözlerim fal taşı gibi açılırken. "Kara benimle çalışmaz yani?!"

"O herifin evine gittiğinde de konuştuğumuzun dışında davrandın Nazlı. Ya da bugün toplantıda yaptığın? Lafa atladın ve Gökhan'ın tabii ki elimi öpeceğini söyledin. Neye sebep olacağını bilmeden. Belki ben seneler evvel bir racon kestim ve bu konuyla alakalı bambaşka bir söylemde bulundum, nereden biliyorsun? Bilmiyorsun. Sen hep kafana göre davranıyorsun," dedi, kendini savunur gibi. "Ayrıca... Bak nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum, bunu egosantrik bir yerden alabilir ve hatta kibirli bir söylem olarak bulabilirsin ama... Ne OCTO ne CIA ne İstihbarat... Hiçbirinin izlediği yol umurumda değil. Benim kendi yolum, bambaşka. Aldığın ajan eğitimi, benim adamlarımın eğitiminin yanında ne kadar muhteşem kalır tartışılır. Tecrübelerine saygı duyuyorum fakat buna gözüm kapalı güvenmemi bekleme benden çünkü aldığın nefes, kendi nefesimle eş değer."

"Başarılı olacağıma inanmıyorsun," dedim, bir tespitte bulunur gibi. "Çünkü belki de aslında, hiçbir zaman bu konuda ne kadar iyi olduğumu görmedin."

"Hayır gördüm," dedi, samimi olduğunu sandığım bir ifadeyle. "Üzerime atlayarak hayatımı kurtardığında da Natalya Agapova olarak karşıma geçtiğinde de. Birçok an sayabilirim böyle. İyi olduğunu gördüm. Ama yetmez. En iyisi olmadığın müddetçe yetmez. Benimle çalışan insanlar, psikolojik ve fiziksel öyle testlerden geçiyorlar ki en iyisini ancak öyle bulabiliyorum."

"Üzülerek söylüyorum ki, Selim'den de Aydın'dan da Gökhan'dan da daha iyiyim Bora..." dediğimde, yüzünde bana inanmadığı belli bir ifade vardı. "Ve senin beni hem fiziken hem de psikolojik olarak zayıf biri olarak görmenin, kalbimi kırdığını senden saklamayacağım."

"Bak çarpıtıyorsun," diye kızdı. "Güçlüsün. Sana adadayken de dedim bunu, değil mi? Ruhsal olarak benden daha güçlü olduğunu?" Derin bir nefes verdi. "Belki Selim'den, Aydın'dan ve Gökhan'dan da psikolojik açıdan daha güçlüsündür, önemli olan bu değil. Fizyoloji gereği zaten, kadın ve erkek fizyolojisinden bahsediyorum, onlardan daha güçlü olabilmen, mantıken mümkün değil. Mutlaka fiziksel olarak daha güçlü olduğun erkekler vardır elbette ama onlardan daha güçlü olman mümkün değil. Ve onlar, fiziksel olarak en güçlü adamlar zaten değiller. En güvendiklerim olmaları, en güçlü oldukları anlamına gelmez. Forsları onları her zaman daha güçlü biri hâline getiriyor, o başka."

"Kimsenin gücünü küçümsemiyorum ve onların güçsüz olduklarını da söylemiyorum. Sadece, onlardan daha iyi olduğumu söylüyorum, hepsi bu!" dedim, ters bir tavırla. "Ama sana bunu ispatlayabileceğimi sanmıyorum." Derin bir nefes alıp verdim. "Neyse... Sen kaybedersin. Bil ki, o ördüğün kozada kalmayacağım. O kozayı delip çıkacağım. Buna tahammül edemediğin yerde, ya da sınırlarını geçtiğimi düşündüğün yerde bana söylersin. O gün geldiğinde, yine konuşuruz."

Küvetten çıktım ve üzerimden sular damlaya damlaya duşakabine ilerledim. Duşakabine gireceğim sırada Bora, "Geçen yılbaşında... Konuştuklarımızı hatırlıyor musun Nazlı?" diye sormuştu fakat ona verdiğim tek cevap, duşakabinin kapısını kapatmak oldu.

♠️

Ada'nın ağlama sesi kulağıma dolarken gözlerim aralandı. Bora da zar zor açtığı gözleriyle bana bakıp neler olduğunu algılamaya çalışmıştı. Geceydi. Saat dördü on yedi geçiyordu. Uyuyalı henüz yarım saat ya olmuştu ya da olmamıştı. Ben en azından öğleden sonra 4'e 9 kalaya kadar, kesintisiz sekiz saat otuz sekiz dakika uyumuştum ama Bora, bir saat on dört dakikalık uykuyla, yirmi saat elli iki dakika boyunca ayakta kalmıştı ve üzerine de şu an, yani uyuyalı yarım saat ya olmuş ya da olmamışken Ada'nın ağlaması, onun açısından korkunç bir şakadan farksız olsa gerekti.

Duştan çıktıktan sonra laptop'ımı da alıp Bora'nın çalışma odasına inmiştim. Çeşitli internet sitelerinde bebek odasıyla alakalı daha evvel kaydettiğim fikirler vardı ve bunları evimize uyarlayıp, Ada'nın bir yaş hâliyle şekillendirmem gerekiyordu. Çalışma odasına, benim arkamdan da Bora'nın gelmesi beklemediğim bir şeydi ve ben üçlü koltuğa oturup bacaklarımı da uzattığım için olsa gerek, onun masasına oturması gerekmişti. Uykusuzluk çekerken bunu yapması çok mu şarttı bilmiyordum ama Selim'in insanlardan topladığı kutunun içindeki flashbellekleri teker teker laptop'ına takarak incelemeye başlamıştı.

Aramızda geçen tek konuşma, kendisine kahve alacağı iki seferde, bana da isteyip istemediğimi sormasından ve benim de başımı iki yana sallamamdan ibaretti. Ama ben odadan çıkıp, kendime bir sandviç hazırlayıp, bir de çay koyarak odaya geriye geldikten sonra, o da bana kahve isteyip istemediğimi sormayı bırakmış ve üzerine iki fincan daha kahve içmişti. Ben artık gözlerim görmeyecek kadar çok yorulduğumda ve saatin üç buçuk olduğunu fark ettiğimde, toparladığım her şeyi Bora'ya mail atmıştım. Sonuçta o Ada'nın babasıydı ve incelemesi gerekirdi. Daha sonra da laptop'ımı kapatmış ve çalışma odasından çıkmadan evvel nezaketen, "Ben yatacağım. İyi geceler," demiştim ama o bana cevap vermemişti.

Bora, dişlerimi fırçalayıp da yatağa girdiğim esnada odaya gelmişti. O da doğrudan banyoya girmişti. Tişörtünü çıkartıp yatağa girdiğinde de "İyi geceler," demişti. Olsun olsun yarım saat önce.

Buna rağmen, "Ben bakarım," dedi ve güçlükle de olsa yataktan kalkıp odadan çıktı. Aslında onun değil benim bakmam gerekirdi çünkü günü on iki saat bile yaşamadan kapatan bendim ve Bora'ya nazaran daha az uykusuzluk çekiyor olmam lazımdı. Ben de çok yorulmuştum, benim de uykum vardı ama Bora kadar olamazdı. Çok geçmeden monitörden gelen sesini duymuştum. "Babacığım... Geldim." Ada, nedenini henüz bilmediğim bir şekilde ağlamaya devam ederken Bora, "Buradayım babacığım... Niye ağlıyorsun?" diye sordu. Fakat Bora konuştukça Ada'nın boğazından çıkan sesler daha isyankar hâle bürünüyordu. "Hişt!" dedi Bora yavaşça. "Sakin ol kızım, ne olduğunu söylemezsen seni anlayamam ki..." Eğer bebeğini istiyorsa, ne yapacaktık? "Süt ısıtayım mı sana? Süt içmek ister misin?"

"Ayı!" Ada, avazı çıktığı kadar bağırdığında gözlerimi açamasam da yataktan kalktım. Işığı açmadan yürümeye çalıştığım için -aslında hâlâ uyuduğum için de olabilirdi- kapıya çarpmıştım. Alnımı ovalarken kapıyı açtım ve odadan çıktım. Koridorda hızlı adımlarla yürürken, Ada'nın çığlık kıyamet bağırtısına gitgide daha çok yaklaşıyordum.

"N'oluyor?" diye sordum odaya girdiğimde. Ada'nın gözleri gözlerimi bulduğunda babasının kucağında çırpındı. "Gel, anneciğim..." dedim, ona yaklaşırken.

Ada'yı kucağıma alırken Bora hiçbir şey anlamadığını belli edercesine bir mimik yapmıştı. "Çamaşır odasında bıraktığımız şey için ağlamıyor galiba..." dedi. Bebek kelimesini kullanarak, Ada'nın dikkatini oraya çekmek istemiyordu. "Onu söylerdi yoksa direkt."

"Dünyanın en güzel zeytini," dedim, yumuşacık bir sesle. "N'oldu sana?" Ada, ne olduğunu söylemek yerine sadece ağlıyordu.

"Altı temiz," dedi Bora, yanıma otururken. "Karnının acıktığını da sanmıyorum. Kâbus gördü herhalde."

"Anneciğim kâbus mu gördün?" diye sordum. Ada daha çok bağırınca, Noir da havlamıştı. Bora, dirseğini dizinin üzerine koydu, kafasını eline yasladı. Ada, Noir'ya kendi dilinde bağırırken, Noir da altta kalmıyor ve Ada'ya havlıyordu. Noir'nın havlaması Ada'yı sinirlendiriyor, Ada'nın sinirlenmesi de Noir'yı delirtiyordu.

"Noir!" dedi Bora, uyarıcı bir tonlamayla. Elini kafasından çekip başını kaldırmaya bile tenezzül etmemişti fakat Noir yine de susmuştu. Ama Ada susmamıştı. Bora'nın aynı ses tonuyla Ada'yı da uyarmasına ihtiyacımız vardı aslında ama kendisi böyle bir şeye yeltenmiyorsa, onu ben yönlendiremezdim.

"Anneciğim," dedim yumuşacık bir sesle. "Lütfen derdini söyler misin? Bir yerin mi ağrıyor? Bir yerin mi acıyor? Ha? Söyle bebeğim derdini."

"Nazlı!" dedi Bora, ah der gibi ve evi barkı yanmışçasına bir ifadeyle bana baktı.

"Bebe?" dedi Ada, etrafına bakarak ağlarken. "Bebe?"

Nefesimi hızla içime çekerken, boğazımdan endişe dolu bir ses çıkmıştı. "Özür dilerim," dedim, mahcup bir tavırla. "Alışkanlıktan."

"Ani! Bebe! Ba! Bebe! Veğ! Ba bebe veğ! Ani bebe veğ!"

"Bebek yarın gelecek," dediğimde Ada benden bıkmış olmalı ki beni ittirdi ve babasına gitmek istedi.

Bora, derin bir nefes alıp Ada'yı kucağına aldı. "Evet," dedi, bezgin bir tonlamayla. "Yeni bir döngüye başladık sanırım."

Gerçekten de Bora'nın dediği gibiydi. Ada, babasının kucağında dört dakika kırk saniye kadar kalıp benim kucağıma gelmek istemişti. Benim kucağımda ise iki dakika on dört saniye kadar kalıp, yeniden babasının kucağına geçmişti. Bir dakika otuz yedi saniye sonra yeniden benim kucağıma gelmek istemiş, üç dakika dört saniye sonra da benim kucağımdan yere inmek istemişti. Bütün bu zamanlarda çığlık çığlığa ağlıyor olması beynimi yine durma noktasına getirmişti. Emekleyerek çalışma masasına doğru ilerlemiş ve bir dakika altı saniye boyunca da orada ağlamıştı. Daha sonra yine emekleyerek yatağa doğru gelmişti ve babasına kızar gibi, onu neden kucağına almadığını sorar gibi bağırarak ağlamaya başlamıştı. Bora, Ada'yı kucağına alarak bu kez ayağa kalkmış ve odanın içinde volta atmaya başlamıştı ama Ada, ikinci dakika dördüncü saniyede bana seslenerek, bu kez de benim kucağıma geçmişti. Onu kucağımda hoplatıp zıplatmanın fayda etmediğini anladığım için yataktan kalkmaya gerek duymamıştım.

Ta ki Ada, bebe dışında, anlayabildiğimiz tek bir kelimeyi daha zikredene kadar: "Jüjim!"

Bora gözleri kısılırken, "O nereden çıktı ya şimdi?" diye sordu. Derken bakışları komodinin üzerindeki çerçeveyi ancak fark etmiş gibi oraya çevrildi. "Bunu buraya kim koydu?"

"Ben," dedim, zorlukla yutkunarak.

"Jüjim!" dedi Ada yine.

"Gökhan'ı mı istiyorsun?" diye sordu Bora, tereddütle.

"Ayı!" diye bağırdı Ada, ağlamaya devam ederken. "Jüjim!"

"Anneciğim..." dedim yavaşça. "Güzelim mi gelsin?"

"Jüjim..." dedi Ada, başını sallarken. "Jüjim ge!"

Bora fal taşı gibi açılan gözleriyle Ada'ya bakıyordu. "Pes!" dedi, inanamaz gibi. "Şu saatte, uğraştığımız şeye bak gerçekten! Niye koyuyorsun Nazlı çerçeveyi çocuğun görüş alanına?"

"Ne yapayım?" dedim, kendimi savunmak ister gibi. "Bebeğin kurumasını beklerken, oyalansın diye..."

"Bebe!" dedi Ada bu kez de ağlarken. "Jüjim ge!" dedi sonra da.

"Bebek sabahtan önce gelemez ama Gökhan gelebilir," dedim Bora'ya.

"Saçmalama Nazlı. Saatin farkında mısın?" dedi Bora, başını iki yana sallarken. "Düne kadar Gökhan yoktu değil mi? Hem her ağladığı şeyi elde edemeyeceğini öğrenmesi-"

Ada öyle bir çığlık attı ki, Bora desibeli yüksek sesten hoşlanmayan hassas kulakları buna katlanamadığı için olsa gerek, yüzünü buruşturmak zorunda kalmıştı. "Ara Gökhan'ı. Boş ver şimdi öğrenmeyiversin hiçbir şey. Susacak gibi değil," dedim. Bora, benim gözlerime de aynı Ada'ya baktığı gibi teessüfle bakmıştı. "Bak sen haklısın," dedim, onunla uzlaşmaya çalışır gibi. "Düne kadar Gökhan yoktu, evet... Ama bunu ağlamaktan katılmak üzere olan kızına da anlatmak ister misin?!"

Bora sıkıntı dolu bir nefes verip odadan çıktığında, ben de kucağımda ağlamaya devam eden Ada'yla peşinden ilerledim. Yatak odamıza girdiğimizde, Bora kulağında telefonla Gökhan'ı arıyordu ama belli ki telefon açılmıyordu.

"Jüjim!"

"Anneciğim... Eğer böyle ağlarsan-" Ada'nın çığlığıyla susmak zorunda kaldım ve derin, çok derin bir nefes alıp verdim. "Ada!" dedim, hafif kızgın bir tavırla. "Eğer yüksek sesten hoşlanmıyorsan, senin de böyle bağırmaman gerekir!"

Ada beni ittirdi ve babasının kucağına geçmek istedi. Bora kulağında telefon, kucağında Ada, odanın içinde volta atarken, benimle tanıştığı güne lanet ediyor olabilirdi. "Açmıyor," dedi, sıkıntıyla gözlerime bakarak. "Babacığım..." dedi, daha yumuşacık bir sesle. "Gökhan da sabah gelecek."

Ada babasının kucağından inmek istedi ve ağlamasına asla ara vermeden, giyinme odasının kapısının önüne kadar emekledi. Kapıya avuç içiyle vurup, "Jüjim!" dedi. "Jüjim ge. Bebe gidi. Jüjim gidi. Jüjim ge."

"Gidi?" dedim Bora'ya, sorar gibi.

"Gitti?" dedi Bora da, bir tahminde bulunur gibi.

"Ge jüjim," dedi Ada, burnunu çekerken ve kapıya vurmaya devam ederken. "Ge." Ada öyle üzgün, öyle kırgın, öyle kötü görünüyordu ki... Resmen acı çekiyordu. "Ge jüjim. Gidi ayı!"

"Hay ben böyle işin," diye mırıldandı Bora, zar zor duyabildiğim bir sesle. Yorgun bir nefes koyuverdi ve Ada'nın yanına yaklaşıp, onu kucağına aldı. Kapıyı açtı, giyinme odasının ışığını açtı. "Burada kimse yok," dedi, Ada'ya da göstererek. "Sen gitmek ister misin Gökhan'a?"

"Ayı! Jüjim..."

"Güzelim, evet!" dedi Bora, sahte bir gülümsemeyle. "Sen gitmek ister misin? Seni götüreyim mi güzelim'e?"

"Ani?" dedi Ada.

"Ne yârdan ne serden..." dedi Bora, mırıltıyla. "Anne de gelecek, evet..." dedi ardından, yumuşacık çıkmasına uğraştığı bir sesle. "Ben de geleceğim. Sen sormadan söyleyeyim Noir gelmeyecek. Gidelim mi?"

"Nini!" dedi Ada. Hâlâ gözlerinden yaşlar akıyordu ama neyse ki sesinin desibeli biraz olsun düşmüştü. "Ba! Nini!" Bileğini gösterdi. "Cici!"

"Ha bir de süsleneceksin?!" dedi Bora, duyduğuna da gördüğüne de inanamadığı belli bir tavırla. "Çok güzel Ada ya! Harikasın kızım!"

Ada, babasının güzel bir şey söylediğini düşündüğü için gözlerinde yaşlar olmasına rağmen sonunda gülümsemişti.

♠️

Pijamalarımın üzerine paltomu giydim ve hızlıca Ada'ya içine ne koyup ne koymadığımı çok da bilmediğim bir çanta hazırladım. Bu sırada Bora ise üzerine tişörtünü bile giyememişti ve sabrının son sınırlarında olduğunu sadece benim anladığım bir ifadeyle, Ada'nın çorabının tekini arıyordu. Çünkü Ada, elbette ki iğrenç sarı çoraba dönüşecek çoraplarını giyecekti ve ben, o çorapları, Ada uyuduktan sonra kirliye atmıştım. Tekini bulmuştuk, teki ise muhtemelen karadeliğe çekilmişti çünkü yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Ben bir tur aramıştım, Bora ikinci tura dönüyordu.

"Ada..." dedi Bora, en sonunda. "Eğer başka çorap giymezsen, gidemiyoruz maalesef." Ada buna da üzüldü ve yine ağlamaya başladı. "Ada, kesinlikle bu sen değilsin..." dedi Bora ve bu gecenin belki de en kederli nefesini verdi. "Gerçekten çok yoruldum."

"Tamam şimdi bir çorap giyip çıkacağız! Güzelim bizi bekliyor!" dedim, neşeli çıkması için uğraştığım bir sesle. "Ada, güzelim'e gidiyor."

Elime gelen rastgele bir çorabı Bora'ya verdiğimde, Ada'ya giydirdi. Giydiği çorabın, civcivli bileziğiyle alakası neydi bilmiyordum ama babasına sinirli bir şekilde bileğini işaret etti. "Çıkartayım mı?" diye sordu Bora. Ada başını sallayınca da bileziği çıkarttı ve eşofmanının cebine koydu. "Ayakkabıları versene Nazlı."

"Sen giyin sevgilim," dedim, Ada'nın ayakkabılarını elime alırken. "Kalanı ben hallederim." Bora, üzerinde sadece siyah bir eşofman altı olduğunu ancak idrak etmişti. "Spor ayakkabılarımı da indirir misin aşağıya?" Ağır ağır başını salladı ve yataktan kalkıp odadan çıktı. "Babanın çok uykusu vardı," dedim Ada'ya, bilgi verir gibi. Ayakkabısının tekini giydirdim. "Çok yanlış bir gecede krize girdin. Yolda uslu bir çocuk ol, olur mu?" Ayakkabısının diğer tekini de giydirdikten sonra, montunu elime aldım. "Hadi bakalım, gidiyoruz..." dedim, çantasını omzuma asarken.

"Jüjim!" dedi Ada.

Biz merdivenlerden inerken, Bora da odadan çıkmıştı. Hızlı adımlarla bize yetişti ve omzumdan çantayı alıp, kendi omzuna astı. Kapının önünde, Bora'nın uzattığı beyaz spor ayakkabılarımı giyerken, Ada'yı da kucağına almıştı. Daha sonra Ada'yı ben tuttum ve Bora da spor ayakkabılarını giydi. Ada'ya montunu giydirdim. Evden çıktık. Arabaya ilerledik. Ada'yı otokoltuğuna yerleştirdiğim sırada, Bora direksiyona geçmiş ve arabayı çalıştırmıştı. Ön koltuğa oturduğumda, kemerimi bağlamamı bile beklemeden gaza bastı.

Ada, "Jüjim?" dedi, yine.

"Evet anneciğim," dedim, ona dönerek. "Güzelim'e gidiyoruz."

"Nini!" dedi Ada.

"Kusura bakma kızım," dedi Bora, dikiz aynasından Ada'ya bakarken. "Şehir içi hız kuralları var da."

Ada kıpkırmızı olmuş gözleriyle etrafını izlerken, karanlıktan hiç hoşlanmadığını belli edercesine kaşlarını çatmıştı. Tavan lambasını yaktım. Ada'nın biraz olsun rahatladığını fark edince yeniden önüme döndüm. "Jüjim?" dedi Ada, yine yine yine.

"Yedi dakika sonra oradayız," dedi Bora. Dikiz aynasından sürekli olarak Ada'yı kontrol ediyordu. "Artık gerçekten büyümen lazım. Sayıları öğrenme zamanın geldi. Hatta saatleri de. Böylece sabahın beşinde bunu yapmaman gerektiğini de anlarsın. Bugüne kadar seni çizimi berbat, sesi ucuz korku filmlerini andıran, kalitesiz animasyon ördeklerden korumak için her şeyi yaptım ama maalesef ki annen haklıymış. En azından onu izleyip ağladığında, haklı bulurum seni ve mantıklı bir şey için ağlıyor olursun."

"Aaağğğ!" dedi Ada, babasına.

Bora siniri bozulmuş gibi bir kahkaha attığında Ada da gülmüştü. "Jüjim!" dedi, kahkahalarının arasında.

Bora inkâr edecek bile olsa yüzü gevşemişti ve Ada'nın nihayet kahkaha atmasının onu yumuşattığı belliydi. Elini tuttuğumda bakışları bir anlığına bana çevrildi. "Sana daha önce, dünyanın en sabırlı babası olduğunu söylemiş miydim?"

"Bir ara... Gerçekten avazım çıktığı kadar bağırsam, ne olur diye düşündüm," dedi, bana katılmadığını söylercesine. Bakışları yolla benim aramda gidip gelirken, o da parmaklarıma karşılık vererek elimi tuttu.

"Sonuçta bağırmadın," dedim, önemli olanın bu olduğunun altını çizer gibi.

"Sen de bağırmadın. O zaman sen de dünyanın en sabırlı annesi oluyorsun," dedi.

"Evet ama ona kıyamayan sensin, bu yüzden bu arabadayız," dedim.

Gülümsedi. "Gökhan'ı aramamı söyleyen de ilk sendin sonuçta," dedi.

"Uykusuzluktan ölmene rağmen, yataktan ilk kalkan sendin..." dedim.

"Tamam, ikimiz de birbirimizden harikayız," dedi.

"Birlikte harikayız," dedim. Bakışları gözlerime takıldı. "Tek tek değil. Birlikte. Eğer birlikte olmazsak, ortada harika diye bir şey kalmaz. Çünkü eşitlik bozulur."

Bora bakışlarını yola çevirdiğinde, ima ettiğim şeyi gayet iyi anlamıştı. Ada'nın dakikada üç kez "Jüjim," diye tekrarlamasıyla dört dakika, kırk bir saniye daha ilerledik ve en sonunda Bora arabayı, genişçe bir bahçesi olan evin önünde durdurdu.

Arkamızda bize eskortluk eden arabadan adamlar henüz inmeden, Gökhan'ın evinin önünde bekleyen iki adamdan biri kapılarımızı açmıştı. "Bora Abi?" dedi, onun kapısını açan adam. "Bir sorun mu var?"

"Yok," dedi Bora, Ada'nın kapısını açarken. "Bagajda çanta var, alın onu."

Bora, Ada'yı kucağına aldı. "Geldik babacığım," dedi, yumuşacık bir sesle. Adamdan aldığı çantayı yeniden omzuna astı. "Gökhan yalnız mı?"

"Evet abi," dedi adam.

"Anahtarla açın kapıyı. Duymuyor telefonunu," dedi Bora. Adamlardan biri siyah, küçük, ferforje kapıyı açtığında bahçeye girdik. Aynı adam, beyaz çelik kapıyı da anahtarla açtı. İçeri girdiğimizde sensörlü ışık direkt yanmış ve kulağı uğuldatan bir alarm evin içinde çalmaya başlamıştı. Ada, gözleri fal taşı gibi açılırken korkup babasının omzuna sıkı sıkı tutunarak ağlamaya başlarken; Bora, "Yok bir şey kızım," dedi. "Sadece güvenlik için." Kapının girişindeki alarma parmak izini girerek, 2606 olan şifreyi kendi koymuş gibi tuşladı ve alarmı devre dışı bıraktı. Ada, bir şey olmadığını elbette ki anlamamıştı ve öyle çok korkmuştu ki susacağa benzemiyordu.

"Bora?" dedi Gökhan, uyku dolu bir sesle, gözlerini ovuştururken.

"Bak şimdi kızım..." dedi Bora, Ada'ya. Kapıyı kapattı ve yeniden açtı. Yine alarm çalmaya başlamıştı ve Ada ağlamayı bırakıp şaşkın gözlerle bana baktı. Bora alarmı yine susturdu. "Bak, ben yapıyorum o sesi. Bora yeniden kapıyı kapatıp kapıyı açtığında, Ada çıkan sesten rahatsız olsa da gülmüştü. "Gördün mü? Korkulacak hiçbir şey yok."

"Nini!" dedi Ada, babasına, bir daha yap der gibi.

"Aaağğğ!" dedi Bora, Gökhan'ı yeni fark etmiş gibi. "Bak burada kim varmış!"

Ada, Gökhan'ı fark ettiğinde, "Jüjim!" diye haykırdı ve kollarını Gökhan'a doğru uzattı.

Bora, Ada'yı Gökhan'ın kucağına tutuşturarak ayakkabılarını ayaklarıyla çıkarttı ve elimi tuttu. "İyi eğlenceler size," dedi. Ben de hızlıca ayakkabılarımı çıkartırken, omzundaki çantayı yere bıraktı. "Bizi asla rahatsız etmeyin." Beni adeta çekiştirerek merdivenlere yürümeye başladı.

"Dur dur!" dedim, telaşla durarak. Ada, ağlamayı bırakmış ve gülümseyerek Gökhan'a bakıyordu. "Sen bebek altı değiştirmeyi falan biliyor musun Gökhan?"

"Yürü sevgilim," dedi Bora, Gökhan'ın bana bir cevap vermesine izin vermeden. "Doktor o."

Karanlığın içinde merdivenleri çıkıyorduk, Bora ışık yakmaya bile tenezzül etmeden, evin içini ezbere biliyormuşçasına bir yere doğru gidiyor ve beni de peşinden sürüklüyordu. En sonunda bir odaya girdik. Bora yatağa doğru ilerledi ve gece lambasını yaktı. Paltosunu çıkarttığında, çıplak üstüne doğrudan paltosunu giydiğini görünce şaşkınlıktan gözlerim açılmıştı. Çoraplarını çıkarttı. Sonra da cebinden telefonunu çıkartıp 8:30'a alarm kurdu. Ben de paltomu ve çoraplarımı çıkarttım, telefonumu komodinin üzerine bıraktım ve ardından yatağa girdim.

Bora gece lambasını kapattı ve bana sokuldu. Beni göğsüne çektiğinde, "İyi geceler sevgilim," demişti. İçime denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusunu çekerek, kolumu karnına sardım. Ada'nın bu krizi hiç de fena olmamış olabilirdi çünkü sayesinde yine, birbirimize sımsıkı sarılarak uyuyabiliyorduk. "İyi geceler sevgilim," dedim mutlu bir sesle.

♠️

Bora, Kara'nın benimle çalışmayacağını söyleyerek beni ezdiği için miydi bilmiyordum ama beynimin içinde geriye ittiğim ne varsa gün yüzüne çıkmıştı. Berbat bir gece geçirmiş ve doğru düzgün uyuyamamıştım. Bora'nın aksine. Bunda daha evvel hiç gelmediğim bir evde olmamızın da muhtemelen payı vardı ve yabancı olduğunu düşündüğüm her sesi beynim tetikte beklemişti. Dışarıdan gelen rüzgar sesinden, pencerenin baktığı yönden geçen arabanın egzozuna kadar her şeyi duymuştum. Bora'nın yatağın içinde dönmesi bile beni uyandırmıştı ki bu başıma en son gelecek şey olabilirdi. Hatta alarmını belki de ondan evvel duymuştum. Yataktan kalktığını, odadan çıktığını, odaya geri geldiğini, giyindiğini, mesaj yazdığını, her şeyi.

Gözlerimi açmamıştım. Aslında uyumaya da ara vermemiştim ama sesleri algıladığım için beynim uyanıktı, zaten bir türlü uykumu alamama sebebim de buydu. Bu seslerin hiçbiri herhangi bir tehdit içermediği için kendimi uyanmaya zorlama gereği duymamıştım. Bora'nın beni öptüğünü de hissetmiştim ama karşılık vermeye mecalim yoktu. Zaten uyumama sebebim de dolaylı olarak onun yüzündendi. Ada'nın ağladığını da duymuştum, ardından uzaktan gelen Gökhan'ın sesiyle ağlamasının kesildiğini de. Muhtemelen o sırada yeni uyanmıştı. Bana ihtiyaçları olsa beni kaldırırlardı diye düşünerek uyumaya devam etmiştim. Beynimi, artık ajan olmadığım, kapıda bir sürü adamın olduğu, deli gibi öten bir alarmla bu evin korunduğu konusunda ikna etmeye çalışsam da başarılı olamamıştım. Gökhan'ın bu katta attığı adımların sesinden, iki kez çalan zile; odaların kapı seslerinden, Ada'nın arada bir desibeli yükselen ve çok yakından gelen gülüş seslerine kadar hepsini duymuştum.

Bu kadar tetikte uyuyorken, Gökhan odamın kapısını açtığı gibi benim de gözlerimi açmam normaldi. "Selim bebeği bulamamış," demişti, kucağında, "Ani!" diye bağıran Ada'yla birlikte. "Biz gidip alacağız. Nişantaşı'ndan."

Ada'yı hasar tespiti yaparcasına baştan aşağı süzüp gülümsemiş ve "Anneciğim! Günaydın!" demiştim. Her şey yolunda görünüyordu. Ardından da Gökhan'a, "Saat kaç?" diye sormuştum.

"12 buçuğa geliyor," dediğinde, yeniden gözlerimi kapatmıştım.

"Ada, kahvaltı, öğle yemeği falan."

Gökhan, cümlelere dökülemeyen direktiflerimi havada kapmış olacaktı ki, "Hallettik biz, merak etme. Yeşim geldi zaten burada. O da bizimle geliyor Nişantaşı'na. Sana kıyafet de getirdi. Çanta burada," demişti ve odadan çıkmışlardı.

Tam derin bir uykunun kollarına kendimi bırakmışken dışarıdan geçen bir araba kornaya basmıştı. Tam uyumayı başaracakken parkeler çıt etmişti. Tam dalacakken Bora, "Mimarla görüşmeyi yarına erteledim evde olmadığın için. Haberin olsun sevgilim," diye mesaj attı. Tam uykuya çekilirken Yeşim'in bana kıyafet getirdiği çantanın sapı yere düşmüştü. Tam bu kez uyuyorum diye düşünürken Eren, "Buldunuz mu bebeği?" diye mesaj atmıştı. Sürekli uyuyor ve sürekli uyanıyordum, aynı kurutma makinesinde başına yanlış şeyler gelen Sarı Bebek gibi. Ve maalesefti ki, beni sürekli uyutan bir Bora da yanımda yoktu.

Aslında esasen içimdeki bir ses beni uyumaktan alıkoyuyor, eski alışkanlıklarımı hatırlamamı istiyor, herkesten iyi olduğumu Kara'ya ispatlamam için beni tahrik ediyordu. Bu sesin sahibini tanıyordum: Nina Adams'tı. Uykunun en tatlı yerinde bile tatsız bir ruh hâline bürünmeme sebep oluyordu. Uykuyla uyanıklık arasında, saçma sapan rüyalar görmüştüm. Birinde, Tarantula'nın yaptığı matematik sınavında Bay Ortiz'le yarışmıştım. Birinde, Taylor ve ben CIA binasından içeri girerken, OCTO'nun asil üyeleri dışarı çıkıyordu ve bana, kendileriyle gelmemi söyledikleri için Taylor, OCTO'yu öğreniyordu. Birinde yakışıklı dövüş dersi hocam Harry, Kilyos'taki evimizin bahçesine geliyor ve Özgür'le dövüşüyorlardı. Bu düşüncelerin hepsi Nina Adams'ın bilincinin altıyla mı yoksa dışıyla mı ilgiliydi bilmiyordum ama doğrudan ona aitti. Hele birinde, karanlık bir odadaydım ve eğer o odadan çıkmayı başarırsam alkolle ödüllendirileceğim söylenmişti ve ben bir damla alkol için canhıraş bir mücadele vermiştim. Odadan çıkmıştım ama bana verdikleri alkol, dün gece içtiğim tadı iğrenç olan viskiydi ve moralim bozulduğu için odaya geri girmiştim. Böyle saçma sapan rüyalar. Belki de kâbuslar demeliydim.

Bir kez daha uykuya dalacakken yine mesaj geldi. Bu sefer üç tane, üst üste. Bıkmıştım. Gerçekten bıkmıştım. Nefesimi sesli bir şekilde verirken, "Yeter!" diye söylendim. Oflayıp puflarken komodinin üzerindeki telefonuma uzanmaya çalıştım. Telefon yere düştüğünde ise okkalı bir küfür savurarak ama asla yataktan kalkmaya yeltenmeden eğildim ve elimle telefonumu aradım. Telefonu nihayet bulduğumda ilk saati fark etmiştim. Bana, Bora beni saniyeler önce öpmüş, Gökhan saniyeler evvel Ada'yla beraber evden çıkmış, Eren saniyeler evvel mesaj göndermiş gibi gelse de saat ikiyi yirmi geçiyordu.

Mesajı açtım.

Tanımadığım bir numaradandı.

Bir fotoğraf, iki ses kaydı.

Ada'nın fotoğrafı.

Ses kayıtlarının birinde, Ada çığlık çığlığa ağlıyordu.

Diğerinde ise kulaklarım Mehmet Şahindağ'ın sesiyle dolup taşıyordu.

"Ada çok korktu Nazlı Hanım. Sanırım karanlık ona göre değil. Siz gelmeden durmayacak gibi. Sokağın sonunda sizi bekleyen minibüse binin. Hiç kimseye haber vermemeniz gerek, tabii kızınızın yaşamasını istiyorsanız. Sizi bekliyoruz."

Continue Reading

You'll Also Like

3.8K 251 6
Hermione, savaşın yeni yeni başladığı, ufak çatışmaların orada burada patlak vermeye başladığı zamanlarda Harry'nin zoruyla Venedik'te bir otele, bir...
2.1M 101K 35
Arkeolog olan Ayliz hayatının en büyük hedefini gerçekleştirmek üzere başına neler geleceğini bilmeden Mısır ülkesinde bir piramidin içine girer. He...
39.6K 338 23
Kitap öneri ve istek Sizler için watpat basılı kitapların pdflerini buldum ve yardımcı olacağım
8.9M 413 2
Ailesini şüpheli bir yangında kaybeden Arya, kimliği gizlenerek yetimhanede büyümek zorunda kalır. Vasisi olan aile avukatının izniyle küçüklüğünden...