GECENİN HİKAYESİ

By thekabal

1.9M 65.6K 99.4K

Sıradan bir günün akşamında, geçmeye çalıştığı köprüden nehre düşmek üzereyken ölüm tarafından kulağına fısıl... More

AYLEMA|GİRİŞ
1. BÖLÜM
2. BÖLÜM
3. BÖLÜM
4. BÖLÜM
5. BÖLÜM
6. BÖLÜM
7. BÖLÜM
8. BÖLÜM
9. BÖLÜM
10. BÖLÜM
11. BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
AŞEKA|GİRİŞ
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM: ilk part
17. BÖLÜM: ikinci part
18. BÖLÜM
19. BÖLÜM
20. BÖLÜM
21. BÖLÜM
22. BÖLÜM:
23. BÖLÜM
24. BÖLÜM
DORA|GİRİŞ
25. BÖLÜM
26. BÖLÜM
27. BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30. BÖLÜM
31. BÖLÜM
32. BÖLÜM
33. BÖLÜM
AMELYA: 1. BÖLÜM
AMELYA: 2 - 3 ve 4. BÖLÜM
AMELYA: 5. BÖLÜM
AMELYA: 6. BÖLÜM
AMELYA: 7 ve 8. BÖLÜM
AMELYA: 9 ve 10. BÖLÜM
AMELYA: 11 ve 12. BÖLÜM
AMELYA: 13. ve 14. BÖLÜM
AMELYA: 15. ve 16. BÖLÜM
AMELYA 17 ve 18. BÖLÜM:
AMELYA 19 ve 20. BÖLÜM:
AMELYA 21 ve 22. BÖLÜM:
AMELYA 23'ten 26'ya
AMELYA 27. ve 28. BÖLÜM:
AMELYA 29, 30, 31, 32. BÖLÜM:
AMELYA 33. BÖLÜM:
GİRİŞ
SOKAK LAMBASININ ALTINDA, BİR BANKIN ÜZERİNDE

AMELYA: FİNAL

7.9K 492 410
By thekabal




YAZ GECESİ

Sıcaktı. Kavurucu, bunaltıcı derecede sıcak. Sesleri duyuyordum. Gülüşmeler. Birbirine seslenenler. Müzik sesi. Dalga sesi. Nasıl yapıldığını hatırlayamadım ama gözlerimi açmam gerektiğini düşündüm. Karanlık çöktü. Hayır, üzerime bir gölge düşmüş olmalıydı. Zorlanıyordum. Varla yok arasındaydım. Yavaş yavaş parmaklarımı hissetmeye başladım. Sırtımın altındaki rahatsız edici sertliği. Yüzüme yapışan saçları. Boğazımın kuruluğu birden yakıcı bir his yarattı. Damağım. Çatlamış dudaklarım. Bir yansımanın hissiyle kirpiklerimin hareketlendiğini hissettim.

Gözlerimi açtım.

Güneş.

Gökyüzü.

Mavi.

Her yerdeydi.

Günışığı her yerdeydi. Çıplak kollarıma dokunan şey güneşten yayılan sıcaklık hissiydi.

"Birisi burada sızmış," dediğini işittim.

Ses.

Kelimeler.

"Tek başına mı?"

Başka bir ses.

Konuşuyorlar.

İnsan. İnsan sesi.

"Hey," dedi. "İyi misin?"

Yanındaki birileri gülüştü.

"Neredeyim?" Kendi sesimi duyduğumda sarsıldım. Anlamlandırmaya çalıştım. Aynı anda her şeyi anlamlandırmaya çalıştım. Yavaşça doğruldum. Her şey çok yavaştı. Her şey çok sakindi. Her şey çok farklıydı. Kafamın içi bomboştu. Ne ağırlık vardı ne baskı ne korkutucu sesler ne de sessizlik vardı.

Berrak bir su gibi temizdi.

"Plajdayız," dedi kız. Kız. Genç bir kız.

"Neredeyiz?" Kaşlarımı çattım.

Her şeyi yeni öğreniyormuş gibi, ilk kez konuşuyormuş gibi.

"Birisi çok içmiş galiba," diye güldü diğerleri. "Antalya'dayız. Şu anda plajdasın. Birisini aramamamızı ister misin?"

Sözleri birkaç kez kendi içimde tekrarladım ama yine de bir şey anlamadım. Başımı çevirip önce onlara baktım. Üç kişiydiler. İki kız bir oğlan. Yirmi yaşından büyük görünmüyorlardı. Kızlarda mayo, oğlanda sadece bir şort vardı. Gözlerim etrafta dolaştı. Çok kalabalıktı. Onlarca insan vardı. Avucumun altında kum taneleri vardı.

"Hasta mısın?" diye sordu kızlardan biri endişeyle. Diğeri daha da öne çıktı. "Saldırıya mı uğradın, neyin var?"

Çocuk da yaklaştı. "Bir sorun var gibi görünüyor," dedi.

Saldırıya mı uğradım? Tahmin bile edemezsiniz.

Neredeyim ben... Burası neresi... Daha da önemlisi buraya nasıl geldim?

"Hayır," dedim toparlamaya çalışarak. "Hayır, iyiyim. Teşekkürler." Ellerimden destek alarak ayağa kalktım. Kız uzanıp yardım edecek gibi oldu ama hareketinin aniliği geri çekilmeme sebep oldu. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmiş olacak mahcup şekilde geriye çekildi.

"Birini aramamızı ister misin?" diye sordu çocuk. "Polisi de arayabiliriz."

Birini mi? Daha çok kaşlarımı çattım. Kimi arayabilirdim ki? Gözlerim yeniden etrafımda dolandı. Yavaş yavaş döndüm. Koca bir şehir görünce daha çok irkildim.

Orada mıydım?

Herkesin geldiği yerde miydim?

Mümkün müydü?

Kafama bir kurşun sıkmıştım, her şeyin mümkün olduğu bir yerde.

"Ben..." Ne söyleyeceğimi bilemedim.

"Bak," dedi kızlardan biri yeniden. "Korkmuş görünüyorsun. Sana yardım edelim. Sakin ol, olur mu? Burada güvendesin."

Ona baktım.

Güvendesin.

"İsmin ne?" diye sordu. "İsmini hatırlıyor musun?"

İsmim.

İsmim Maya, ben kaybettim.

"Maya," diye mırıldandım.

"Maya mı?"

Başımı salladım.

"Soyadın ne?"

"Hatırlamıyorum," diye yalan söyledim. Neden yaptığımı bilmiyordum refleksle söylemiştim. Belki de hızlı düşünüyordum.

"İletişim kurmak istediğin biri var mı Maya?" Çocuk telefonunu çıkarıp bana doğru uzattı.

"Ben bilmiyorum," dedim. "Hatırlamıyorum." Başka nasıl açıklayabileceğimi bilmiyordum. Ne yapacağımı da bilmiyordum. Burası kocaman bir şehirdi. Burası çok kalabalıktı. Ama nasıl oluyorsa ben yine yalnızdım. Kimi arayacaktım. Bu kocaman şehirde birilerini nasıl bulacaktım.

"Bence polise gitmeliyiz," dedi kızlardan biri. "Kaybolmuş olabilir. Ailesi endişelenmiştir. Belki de kaza geçirdin." Sorar şekilde bana bakıyordu.

Ailem yok. Çok uzun zamandır benim için endişelenecek kimse yok.

"Biraz otur," dedi diğer kız. "Gel buraya." Plastik, beyaz uzun bir şezlongu işaret etti. Dediğini yapıp ihtiyaçla oraya oturdum. Ellerime baktım. Üzerimde hala bordo tişörtle kot pantolonum vardı. İyi görünüyordum. Kafama bir kurşun sıkmıştım, iyi olmamalıydım. Ölmüş müydüm? Başka bir dünyada mıydım?

"İşte, biraz su iç." Bana doğru uzatılan şişeye baktım. Çekinerek şişeyi aldım, kapağını açtım, dudaklarıma yasladım. Tadı bir an farklı gelmişti. En son hatırladığım şey içtiğim her şeyin çamurlu su gibi hissettirdiği ve alkolün damağımı nasıl kor gibi yaktığıydı. Ama bu güzeldi. Su çok güzeldi. Neredeyse bitirene kadar içtim.

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım.

Buraya nasıl gelmiştim... Burada ne yapacaktım...

"Aç mısın?" diye sordu kız. "Bir şeyler yemek ister misin?"

"Hayır, hayır teşekkür ederim."

"Çok şaşkın görünüyorsun," dedi çocuk. "Burayı ilk kez görüyor gibisin."

"Bir şey hatırlamıyorum sadece," dedim yeniden.

Anlatsam inanamazsınız.

"Tamam," dedi. "Soluklanıp düşün biraz. Sonra polise gideriz parmak izine falan bakarlar illa ki bulurlar birilerini."

Başımı salladım.

Düşün biraz... Düşüneyim ama hangi birini. Gerçekten çıkmış mıydım? Kurtulmuş muydum? Öyleyse ne yapacaktım?

Fetih.

Fetih burada mıydı? Etrafıma baktım. Burada bir yerde miydi. Nasıl bulacaktım. Bu kadar büyük bir şehirde onu nasıl bulacaktım. Doruk. Pars. Birileri.

Buraya bir kez daha geldiğimi hatırladım hayal meyal. Her şey bitmemişken. Herkes gitmemişken. Zihnimin içinde. İsis'in zihninin hapsinde. Annemi ve Doruk'u gördüğümde. Annem. Burada yaşıyordu. Burada yaşıyor olmalıydı. Onları bir evin önünde gördüğümü hatırladım. Evi hatırlamak için kendimi zorladım. Eve dair bir ipucu aradım. Beni tanıdığım birine götürecek bir iz aradım.

"Fulden giyim mağazasını biliyor musunuz?" diye sordum. "Nerede olduğunu biliyor musunuz?"

"Orada mı çalışıyorsun?"

"Sadece tanıdığım birini bulabilirim."

"Hiç duymadım," dedi kızlardan biri.

"Konuma bakalım," dedi diğeri telefonuna sarılarak. Üçü de kızın hızlıca telefona tuşladığı şeyleri takip ediyordu. "Heh," dedi bakan kız. "Yarım saat görünüyor. Oraya gitmek ister misin?"

"Nasıl gideceğimi tarif ederseniz giderim," dedim.

"Olmaz öyle şey," diye gülümsedi kız. "Biz seni arabayla bırakırız, değil mi Emir?"

"Bırakırız bırakırız," dedi çocuk. "Hadi toplayın çantaları."

"Affedersiniz," dedim. "Gerçekten yük olmak istemem."

"Hiç dert değil," dedi sevecen bir şekilde kız. "Kızlar birbirini kollamalı. Hem ne olacak çok yakın bir yer."

İçten gülümseme, nazik bir ses tonu, her şey yolundaymış gibi bakan gözler.

"Teşekkür ederim."

Plajdan çıkmak bile uzun sürdü. O kadar kalabalık o kadar büyüktü ki. Caddeye vardığımızda daha büyük bir şok beni bekliyordu. Arabanın arka koltuğunda inanamayarak çılgınlığı seyretmeye koyuldum. Gökyüzüne kadar uzanan dev binalar, her yerde binalar vardı. Yollarda ne kadar çok araba vardı. İnsanlar her yerdeydi. Her yerden farklı bir ses geliyordu. Tek tük ağaçlar vardı. Duvarların üzerinde bir sürü afiş vardı. Farklı farklı ilanlar. Ama bir tanesi vardı. Yol boyunca devam ediyordu. Yan yana yapıştırılmış bir sürü afiş.

"Bir saniye," diye seslendim aniden gereğinden yüksek bir sesle. "Lütfen bir saniye durabilir miyiz?"

Araba uygun bir yer bulduğunda anca durdu ama afişler kaybolmadı, afişler yol boyunca uzanmaya devam ediyordu. Kapıyı açıp arabadan indim. İnsanların arasından soluk soluğa duvara kadar koştum. Parmağımı uzatıp afişin üzerine dokundum.

Yargıcı Bar.

Elimi ağzıma bastırdım. Aynı neon renkli yazı tabelasının fotoğrafı vardı. Adresi vardı. Bütün yolda, her yerdeydi.

"Maya," diye seslendi arkamdan yetişen Gizem. "Ne oldu?"

"Burayı biliyor musunuz?" diye sordum panik dolu bir heyecanla.

"Evet," diye omuz silkti. "Adresi yazıyor zaten."

"Oraya gidebilir miyiz?" diye sordum.

Fazla istekli belki de şuursuz halim onu düşündürdü. Biraz önce onlara hiçbir şey hatırlamadığımı söylemiştim. Aklından ne geçiyordu tahmin edebiliyordum. Haklıydı, delirmiş olabilirdim. Delirmiş olabilirdim ve yine hayal görüyor olabilirdim. Belki de ölmeyi bile becerememiştim. Belki de hala orada kısılıydım, belki yine zihnim bana korkunç, bu defa çok daha korkunç bir oyun oynuyordu. Belki sadece rüya görüyordum.

Ellerimi inkar edercesine yüzüme bastırdım.

Hissedebiliyordum.

Her şeyi hissedebiliyordum. 

"Arabaya dönelim," dedi. "Orada uzun süre duramaz." Farları yanıp sönen arabayı doğru yürümeye koyulunca hızla peşinden yürüdüm.

"Emir, Yargıcı Bar'ı biliyor musun?" diye sordu Gizem.

"Evet, güzel mekan."

"Oraya gitmek istiyor."

"Neden?" diye sordu Emir dikiz aynasından.

"Sadece gidelim lütfen." Öne doğru eğilip ihtiyaçla fısıldadım. 

"Yargıcı Bar'da ne?" dedi ön taraftan diğer kız. İsmini hatırlayamamıştım. "Herkes oradan bahsedip duruyor."

"Açıldığından beri her yerde afişleri var," dedi Gizem. "İyi reklamı dönüyor."

"Dört yıldır," dedi Emir ön taraftan rahatsız olmuş gibi. "Adamların bütün parayı o afişlere vermesi lazım. Herkes duydu zaten yine de kaldırmıyor."

"İyi reklam," dedi Gizem.

"Dört yıl mı?" diye sordum korkuyla.

"Evet. Dört yıl önce açıldı buraya."

Dört yıl...

Çok uzun bir zaman.

Sandığımdan, tahmin ettiğimden, hesaplamaya çalıştığımdan, korktuğumdan çok daha uzun bir zaman. Ne düşüneceğimi bilmeyerek koltuğa yaslandım. Çok uzun bir zaman. Her şey için çok uzun bir zaman. Onunla o kadar vakit geçirmemiştim bile. Onlarla o kadar zamanım olmamıştı. Birlikte olduğumuzdan çok daha uzun bir zaman boyunca ayrı kalmıştık. Dört yılda çok şey olur. Dört yılda o kadar çok şey olur ki çok şey unutulur. Dört yılda insan mahvolur. Dört yılda insan vazgeçer. Dört yılda insan pes eder.

"İşte geldik ama burada da duramayız. Buraya neden gelmek istedin?" Emir koltuğunda bana bakabileceği şekilde geriye döndü. Gözlerim onunla bahsettiği yer arasında gidip geldi. Şimdi oraya koşmak ilk andaki kadar kolay gelmiyordu. Ama tanımadığım bu insanlarla ne yapacağımı da başka ne söylemem gerektiğini de bilmiyordum.

"Burada çalışan birini tanıyorum," dedim. "Bıraktığınız için teşekkürler. Kalmanıza gerek yok."

"Emin misin?" diye sordu Gizem. "Bekleyebiliriz. Sorun olmaz."

"Eminim," dedim kararlı bir şekilde. "Çok teşekkür ederim. Gerçekten çok teşekkür ederim."

"Bir sorun olursa instagramdan yaz bana. Kullanıcı adım ezgi nokta ciran."

Instagram mı?

"Teşekkür ederim," dedim yeniden hepsine tek tek. Kararsız kalmış bakışları altında elimden geldiği kadar güvence vermeye çalışarak arabadan indim. Caddenin karşısına, işaret ettikleri yere geçtim. Ara sokakta birbirine benzer mekanların en sonundaki yerdi. Diğerlerinden daha büyük görünüyordu. Ama orasıydı. Her şey farklıydı ama tabela aynısıydı. Neon renkli ışıklı tabela.

Rüya olamazdı. Zihnimin uydurması olamazdı. Gerçekti. Buradaydım. Ve dört yıl geçmişti. Aramızdan dört uzun yıl geçmişti. Kaç ay, kaç hafta, kaç gün, kaç saat ediyordu.

Bir karış mesafeden daha çoktu.

Binlerce karıştı.

Derin bir nefes aldım. Kapıya yaklaştım ama kapalıydı. Yargıcı Bar'ın kapısı hep açık olurdu.

"Akşam açılır orası," dedi karşı taraftaki kafeden birisi. "Bu saatlerde kapalı."

"İçeride kimse yok mudur?" diye sordum.

"Bu saatlerde olmaz," dedi.

"Sahibini tanıyor musunuz?" diye sordum. Ama o sırada kapısı açıldı. İçeriden bir kız çıkarken neredeyse burun buruna geldik.

"Akşam açıyoruz," dedi doğrudan, neredeyse hiç yüzüme bakmadan. Kapıyı açık bıraktığı için içeriden gelen sesleri duyuyordum.

"Fetih," dedim hızla. "Fetih burada mı?"

Sıkılmış gibi gözlerini devirdi.

"Değil," dedi. "Olsa da çıkmaz."

Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.

"Onu tanıyor musun?"

Yine sıkılmış gibi. "Akşam açıyoruz, rezervasyon yaptırmayı unutmayın," dedi yapmacık bir şekilde gülüp.

"Hayır," dedim. "Hayır. Ben onu arıyorum. Ona ulaşmam lazım."

"Sadece bugün onun için gelen üçüncü kızsın," dedi. "Sosyal medya kullanmıyor. Telefon numarasını veremem."

"Sadece onu arayıp burada olduğumu söyler misin?" dedim. "Lütfen. Başka bir şey istemiyorum."

"Bak tatlım," dedi sakince. "İyi bir kıza benziyorsun ama adam hoşlanmıyor böyle şeylerden."

"Beni tanıyor!" dedim. "Beni tanıyor. Lütfen sadece ara. Sadece ara başka bir şey istemiyorum."

"Arayamam," dedi. "Kızıyor. Böyle şeylerden hoşlanmaz."

"Bir mesaj yaz, Maya diye biri geldi de. En azından bu kadarını yap."

"Bir sürü kişi geliyor."

"Tamam..." Derin bir nefes aldım. "Ona bir kızın geldiğini ve Kumral diye birini sorduğunu söyle."

"Nasıl bir şey planlıyorsun bilmiyorum ama-" derken arkasından başka bir kadın çıktı. "Birisi Kumral mı dedi?" diye sordu. Tüm saçları ince örgülerle örülmüş yaşı daha büyük duran biriydi.

"Bu kız," dedi diğeri baygın baygın.

"Sen Maya mısın?" diye sordu örgülü saçlı.

"Evet," dedim. "Evet."

"Sen çık," dedi öbür kıza. "Burayı ben hallederim."

"Tanıyor muyuz?" diye sordu iki saattir beni kıvrandıran.

"Geç kalacaksın," diye azarladı onu. Yeni geleni sevmiştim. Diğer kız rahatsız şekilde oradan ayrıldı.

Cep telefonunu çıkardı, hızlıca bir şeyler tuşlayıp kulağına yasladı. Çok uzun gelen birkaç saniye bekledi.

"Buraya gelmen lazım," dedi. "Hayır, gelmen lazım." Gözlerini benden ayırmıyordu. "Birisi geldi," dedi. "Kumral diye birini arıyor, isminin Maya olduğunu söylüyor."

Durdu.

"Kocaman gözleri var. Şimdi neden beğenmediğini anlıyorum. Olay gözleri değilmiş, olay bakışlarıymış. Yeryüzüne benziyor."

Telefonu gülümseyerek bana doğru uzattı. Alırken parmaklarım titriyordu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim sulandı. Sonunda kulağıma yaklaştırdım.

Yitip giden bir sürü ömür gibi geldi.

"Fetih," diye fısıldadım.

Uzun bir süre ses gelmedi.

"Orada kal," dedi. "Orada kal."

"Buradayım," dedim. "Gidecek hiçbir yer kalmadı."

"Sakın telefonu kapatma."

"Kapatmam."

Hızlı hızlı nefes alışını, arabanın motor sesini, telefonun diğer ucundan bile rahatlıkla duyulan akan trafiği duyabiliyordum. Telefondan bir ses gelince ekranı görebilmek için önüme çektim. Ekran birden karardı.

"Tam zamanında," dedi kadın telefonu elimden alıp. "Şarjı bitti. Delirecek. İçeride beklemek ister misin? On dakikaya kadar burada olur."

"Burada bekleyebilir miyim?" diye sordum sessiz ve çekingen bir şekilde.

"Sen sandığım Maya isen, istediğin her şeyi yapabilirsin." Gülümseyerek içeriye gitti.

Bana düşünecek bir sürü şey bırakmıştı şimdiden. Bu insanlar kimdi? Neyden bahsediyordu? Beni nasıl biliyordu? Dört yıl geçmişti. Dört yılda neler yaşanmıştı? Dört yılda neler yaşamıştı? Hala beni bekliyor muydu? Hala beni seviyor muydu? Burada nasıl bir hayat yaşamıştı?

İstemsizce korku ve endişe hissetmeye başladım. Ben bile aynı kişi değildim. Ben onu son kez gördüğüm yerdeki kız değildim. Ben bir hiçliğin içinde bile çok değişmiştim. Ben kendimi öldürecek kadar ileriye gitmiştim. O bir hayatın içindeydi. Buradaydı. Gerçek bir hayatın ortasındaydı. Onun için değişmek daha kolaydı.

YAZ RÜZGARLARI

Bir araba hızla sokağa daldı. Kırmızı renkte. Ani bir frenle sokağın başında durdu. Arabadan çıkarken hareketlerinde tutarsızlık vardı. Oradaydı. Buradaydı. Karşımdaydı. Gözlerimiz birbirinin ağına takıldı. Gördüğüne inanamıyor gibi baktı. Bekledim. Ne yapacağımı bilemedim. Yaklaştıkça yaklaştı. Bir aynaya bakmaktan farksızdı. Onda da aynı çekimserlik vardı. Onda da aynı korkular vardı. Sonra tam karşıma dikildi. Sonra karamel rengi gözleri üzerimde gezindi. Omzumdan sarkan örgüde. Üzerimdeki bordo tişörtü fark ettiğinde dudaklarını birbirine bastırdı. Parmakları bir rüyanın içinde çok istediği bir şeye uzanan bir çocuk gibi benim parmaklarıma uzandı. İkimizin de aynı anının içine kilitlendiğimizi fark ettim. Bu defa parmak izlerimiz birbirine değdi. Ona dokunamadığım o günden beri, otuz altı ay sonra ilk kez birine dokundum.

Derin bir nefes aldı. 

Başını kaldırdı, gözlerini parmak uçlarımızdan benim gözlerime çevirdi.

"Maya..."

Söyleyecek bir şey aradım. Söyleyebilecek bir şey aradım. Ağlayamıyordum bile. Zaten artık ağlayamazdım. Ağlamayacaktım.

Beni kendine doğru çekip kemiklerimi ağrıtacak kadar sıkı sarıldı.

"Hiç vazgeçmedim," dedi. "Yemin ederim aramaktan hiç vazgeçmedim."

Sıcaktı. Hatırladığım gibi soğuk değildi. Sıcaklığı yabancıydı.

Kokusu tanıdıktı.

Bir şey söyleyemedim. Bir şeyler yabancıydı. Bilinmezlik korkusu vardı. Hakkında hiçbir şey bilmiyormuşum gibi hissettim. Sanki onu hiç tanımıyordum.

İpuçları vardı ama aslı yoktu.

"Özür dilerim," dedi. "Her şey için özür dilerim güzelim."

Gözlerimi kapattım.

Artık soğuk değildi kolları.

"Durmadım..." dedi. "Bir yolunu aramadığım tek bir anım bile geçmedi. Aradım. Aklımı kaçırdım. Mahvoldum. Ama hiç durmadım. Duramazdım. Sensiz duramazdım."

Boğazımın ağrıdığını fark ettim. Yutkunamadığımı.

"Geri dönmek için çok uğraştım. Geri dönmek için çok uğraştım. Sana dönmek için uğraştım. Burada devam etmedim. Öyle sanma. Sadece bir kapı arayıp durdum. Vazgeçmedim."

Aradığını biliyorum. Bulamadığını biliyorum. Ben orada bekliyordum. Ben önünde bekliyordum. Ben önünde ölüyordum. Bir kapı yoktu.

"Sarıl bana," dedi. "Yalvarırım sarıl bana."

Kollarımın hala iki yanımda sallandığını o an fark ettim. Nasıl duraksadığımı. Sanki yeni uyanmıştım. Sanki şimdi açmıştım gözlerimi. Şimdi çekmiştim o tetiği.

Tetiği çekmiştim.

Tetiği çeken bensem ölen kimdi?

"Sana doğru koşuyordum, sana engel olmak için koşuyordum. Sana tutunursam seninle kalırım sanıyordum. Her şey yok olsa da seninle kalırım sanıyordum. Sana uzandım. Bir anda yok oldun. Bir anda yok oldum. Uyandığımda tek başımaydım. Uyandığımda sen yoktun. Hayatım boyunca daha çaresiz hissettiğim bir an yoktu." Kırık bir şekilde anlatmaya devam etti.

Bizim ilk gözlerimiz gördü birbirini. İlk gözlerimi sevdi. İlk gözlerimiz sarıldı. Gözlerimiz tutundu birbirine. O yüzden gözlerine bakmaya korktum.

"Önce Pars'ı buldum. Sonra Doruk'u buldum. Annenin kapısına dayandım. Kendi annemin kapısına dayandım. Kliniklerini bastım. Her yeri yerle bir ettim. Yerle bir oldum. Bir çaresini bulurum dedim. Bir yolunu bulurum dedim. Her şeyi denedim. Denemeye devam ettim. Denemeye devam ederdim. Asla bırakmazdım. Seni bulana kadar devam ederdim. Ölene kadar devam ederdim."

Gözlerimin içine baktı. Karamel rengi gözler oradaydı ama bildiğim gibi değildi. Yalvarışlarla doluydu. Yakarışlarla. Pişmanlıkla. Özlemle. Sevgiyle doluydu. 

"Senden asla vazgeçmezdim ma petite."

Kollarımı boynuna sardım. Burnumu boynuna yasladım. Başını omzuma yasladı. Daha sıkı sardı. Ne bir karış boşluk kaldı. Ne bir parmak izi. Ne yıllar. Hepsi tek bir dokunuşla kapandı.

"Biliyorum," diye zorlukla fısıldadım. "Biliyorum."

"Maya..." Gözyaşı enseme dokundu. "Maya. Buradasın. Gerçekten buradasın."

Başımı salladım.

Ellerini üzerimden ayırmadı, omuzlarımı sıkı sıkı tutmaya devam ederek geri çekildi. Gözlerini bile silmek için uzanmadı.

"İyi misin?" diye sordu. "Nasıl?" Sözü yarım kaldı. Yeniden kendine çekti. Yeniden sarıldı. Benim için burada olmak mı daha imkansızdı, onun için karşısında olmam mı daha imkansız. Hala böyle hissetmek miydi imkansız. Bir çekim hiç mi bitmezdi.

"Affet beni," dedi. "Son kez affet beni. Son kez affet. Bir daha seni asla bırakmayacağım."

"Çok korktum." Dudaklarım sesimle birlikte, itirafımla birlikte titredi. "Çok korktum."

"Biliyorum. Biliyorum güzelim. Çok üzgünüm." Başımı göğsüne bastırıp saçlarımın üzerini öptü. "Çok üzgünüm. Bir daha asla yalnız bırakmayacağım seni." Yeniden öptü. "Asla gözümün önünden ayırmayacağım. Asla elini bırakmayacağım. Masumiyetini ziyan ettirmeyeceğim bir daha. Bir daha olmaz. Asla."

Ona kavuşma ümidiyle yıllarca bir hiçliğin ortasında direnmiştim, pes ettiğimde ona kavuşmuştum. Anlamıyordum. Anlamıyordum ama anlamak da istemiyordum artık.

"İçeri geçmek ister misiniz?" Kapının eşiğinde duyduğum sesle doğrulacak gibi oldum ama gerçekten bırakmadı beni. Örgülü saçlı kız gülümseyerek seyrediyordu.

"Maya," dedi Fetih elimi avucunun içine hapsederek. "Bu Pelin. Muhteşem bir dövme sanatçısı."

Kıza bakıp gülümsemeye çalıştım.

"Memnun oldum."

"Muhteşem bir dövme sanatçısı mı?" Kız başını iki yana salladı. "Yüzlerce dövme yaptım, beğendiremediğim tek dövme bu beyefendiye oldu."

"Yeni dövme mi yaptırdın?"

"Gel," dedi beni kolunun altına çekip alnımı öptü. "İçeriye girelim."

Pelin kapının önünden çekildi. İçerisi yabancı değildi. Neredeyse ama neredeyse aynı şekilde döşenmişti. Merdivenlerden inerken bunu bilerek yaptığına emin oldum.

"Bir şey isterseniz seslenin," dedi Pelin merdivenlerin başından.

Kapıdan içeriye, ofisine girdik. Artık gözüm bir şey görmüyordu. Artık etrafımda ne olup bittiğini görmek istemiyordum. Sadece karşıma bakmak istiyordum. Önüme bakmak. Ona bakmak.

Beni koltuklardan birine oturttu, elimi hiç bırakmadan önümde eğildi. Karamel rengi gözleri suçlulukla kıvranıyordu.

"Afişleri benim için mi astırıyordun?" diye gülümsedim.

"Gördün mü?"

"Onlarla buldum seni."

"Her ihtimali düşünmeye çalıştım," dedi. Elbette çalışmıştı. Daha fazla güldüm. "Belki, diye düşündüm. Bir yolunu bulursun ve gelirsin diye düşündüm. Küçük bir ihtimaldi ama ihtimaldi."

Küçük bir ihtimaldi ama aslında intihardı.

"Nasıl geldin?"

"Geldim işte." Omuz silktim. Bundan bahsetmek istemiyordum. Hiçbir şeyden bahsetmek istemiyordum. Bir daha oraya düşüncelerimde bile dönmek istemiyordum. Bir daha dönmek, bir daha öldürülmek istemiyordum.

Kendi kurşunumla.

"Geldin," dedi başını dizlerime yaslayıp.

"Sıcaksın," diye fısıldadım küçük bir cesaretle boynuna dokunup.

"Değişen tek şey bu," dedi parmaklarımı dudaklarına götürdü. "Diğer her şey aynı. Söz veriyorum."

"Pek sanmıyorum," diyerek yine güldüm. "Ama sorun değil."

Dışarıda art arda gelen bir patırtı olunca sorgulayarak baktım. Mutsuz şekilde yeniden elimin üzerinden öptü.

"Geldiler," dedi. "Onları aramamalıydım." Ayağa kalktı ama elimi bırakmadı. "Şimdi seni paylaşmak zorunda kalacağım."

"Kim?"

Kapı açıldı.

İçgüdüsel bir refleksle yerimden kalktım.

"Doruk."

Aynı hüzünlü gökyüzü bakışları. İşte o hiç yabancı değildi. Orada her şey bıraktığım gibiydi. Bana yine aynı şekilde bakıyordu. Pişmandı. Keşkelerle doluydu. Yetişememek vardı. Yarım kalmışlık vardı. Bildiğim Doruk Ilgaz'dı. Farkın ne olduğunu anlamamı sağladı. Ona karşı bir beklentimin olmadığını görmemi sağladı. Onunla ilgili hayal kırıklığım kalmadığını hatırlattı.

Bana sarıldığında karşılık vermek çok kolaydı. Ne yaptığının önemi yoktu. Bunca zaman nerede olduğunun önemi yoktu.

"Biliyordum," dedi. Fetih hala elimi bırakmıyordu. Bu yüzden ona tek kolumla sarılabildim. "Seni yeniden göreceğimi biliyordum ufaklık."

Fetih beni kendine doğru çekti.

Doruk ona ters ters baktı.

"Bana da yer var mı orada?" diye sordu hala kapı eşiğinde olan Pars. Hatırladığım alaycılık yoktu. Yüzünde bir sırıtış yoktu. Gözlerinde sadece acı vardı.

Kalbimde korkunç bir özlem onu görünce kendini belli etti. Pars'ın gülümsemediğini gördüğünde gözlerim doldu.

Başımı salladım, elimi ona doğru uzattım.

"Mahvettin bizi," dedi sıkıca sarılıp. "Mahvettin bizi be kızım."

Fetih beni yeniden kendine çekti. Arkamdan kollarını etrafıma sardı.

"Tamam," dedi. "Gördünüz. Gidin."

Pars onu dikkate almadı. Doruk ona ters ters bakmaya devam etti. Bana döndü, kaşları çatık, yüzünde yüzlerce soru işareti vardı.

"İyi misin?" diye sordu. Değişmeyen başka bir şey, Doruk Ilgaz bana hala iyi olup olmadığımı soruyor. Olmadığımı bilmesine rağmen. İkimizi de kandırmamı istiyor. En çok da kendime. İyi olduğumu söylersem iyi olurum.

Orada dikilmek birden garip hissettirdi. Kenara çekilerek oturmak için hareketlendim. Elimi bırakmadı. Yanıma oturdu. Elimi iki avucunun içine aldı.

"Hiçbir şey sormayın olur mu?" Kendimi sıkarak gülümsedim. "Sadece buradayım işte."

Sadece başıma geldi.

Doruk uzun uzun gözlerimin içine baktı. Görmesinden korktum. Anlamasından korktum. O kurşun hala kafamın içindeydi sanki. Gözlerimde kurşunun resmini görecekti. Ama artık bunu istemiyordum. Daha fazla korkmak, endişelenmek ya da düşünmek istemiyordum. Sadece arasında olduğum kolları yeniden keşfetmek istiyordum. Bu acıyı daha fazla çekmek istemiyordum.

"Yorgun olmalısın," dedi Fetih. "Bir şeyler yemek ister misin?"

Yemek yemeyi bırakmıştım. Zaten yiyecek pek bir şey de kalmamıştı.

"Daha sonra." Hafifçe gülümsedim. "Burası güzel olmuş."

Hepsi sessizce beni izliyordu. Gözlerimi onlardan kaçırmak, gözlerimi onların üzerine dikmek istiyordum. Gerçekliği idrak edemiyordum. Hayal miydi? Yine hayal mi görüyordum? Fetih elimi sıktı. Sıcaktı. Hayal olsa elimi sıkamazdı. Hayal olsa sıcak olmazdı.

"Maya," diye diretti Doruk. "Bence konuşmamız lazım." Yanlış giden bir şeyler olduğunun farkındaydı. Üçü de farkındaydı. Nasıl olmazlardı ki? Her şey yanlış gitmişti. Doğru olan hiçbir şey yoktu.

"Konuşalım," dedim. "Anlatın bana. Neler yaptınız? Nerede yaşıyorsunuz? Sadece siz mi varsınız?" Fetih'e döndüm. "Kimler çıkabildi?"

Çünkü bir tek ben kalmıştım. Çünkü bir tek ben çıkamamıştım.

"Araştırma kliniği olanları örtbas etmek istedi elbette," diye Fetih yanıtladı. "Çıkan herkes de hemfikir oldu. Kimse bu işe bulaşmak istemedi. Kimse-" Duraksadı. Parmakları saçlarımı alnımın kenarına doğru çekiştirdi.   

"Kimse arkasına bakmak istemedi mi?" diye cümleyi tamamlayıp yine gülümseyen ben oldum. "Onları suçlayamam."

"Araştırmaya yasak getirildi," diye devam etti Doruk. "Yatırımcılar geri çekildi. Mağdurlara epey yüklü tazminat ödemeleriyle olan bitenden kurtuldular."

"Yeni dünya düzeni," diye ekledi Pars. "Bazı şeyler değişse de bazı şeyler asla değişmiyor. Güçlü olan yine kazanıyor."

"İyiymiş," diye mırıldandım ilgisiz bir şekilde. Onlarla ilgilenmiyordum. Olanlarla ilgilenmiyordum. O kadar beklentim yoktu ki bunun hakkında düşünmemiştim bile. Başlarına gelebilecek hiçbir şey yaşadığım herhangi bir şeyin telafisi olamazdı. O yüzden oradan çıkan herkesle ben de aynı fikirdeydim. Buna bulaşmak istemedim.

Arkama bakmak istemedim.

"Bir rezidans kiraladılar," dedi Fetih muhtemelen konuyu değiştirmek için. "Orada kalıyoruz. Çoğu gitti ama kalanlar aynı binada yaşıyor."

"Kimler var?"

"Annem, babam ve Meyra yok," dedi Doruk.

Kaşlarımı çatarak ona baktım. Ve bir an sonra ne demek istediğini anladım.

Gerçek değillerdi.

"Üzgünüm," diye fısıldadım.

"Timur ve Ayla burada," dedi. Tanıdığım isimlerden bahsediyordu sadece. "Akademinin çoğu yok ama. Sadece yedi kişi."

"Riva burada," diye güldü Pars. Onun gülüşünü görmek beni her zaman keyiflendiriyordu bu yüzden karşılık verdim.

"Burada da kraliçelik mi yapıyor?"

"Yatırıcılardan birinin kızıymış," diye açıkladı Fetih. "Desteğin çoğunu o sağladı. İlk zamanlar biz pek kendimizde değildik."

"Genelde onlara saldırmakla meşguldük," diye detaylandırdı Pars. "Tehdit ediyorduk."

"Tan burada," diye devam etti Fetih. Bu beni bir anlığına düşündürmüştü. Hala başkaları için üzülebildiğimi fark ettiğime şaşırdım. Armoni gerçek bile değildi ve Tan buradaydı.

"İyi mi?" diye sordum sadece sormuş olmak için.

"O kelimeyi uzun zamandır hiçbirimiz kullanmadık," dedi Doruk. "Kullanamadık." Sonra başını yere eğip kararsızca yine bana baktı. "Annen..."

"Benim annem yok, Doruk." Başımı salladım. "Ailem yok. Kimse de umurumda değil, öylesine soruyorum işte." Fetih'e döndüm. "Şimdi biraz dinlenebilirim."

Duymak istemiyorum. Dinlemek istemiyorum. O kitabın başına dönmek istemiyorum. O kitabın her yerden toplanmasını ve yakılıp yok edilmesini istiyorum.

"Gel," dedi anladığını belli edercesine ayağa kalkıp.

"Maya," dedi Doruk da ayağa kalkıp.

"Doruk," diye onu uyardı Fetih önüme doğru çıkıp.

Belki de bazı şeyler asla değişmezdi.

"Konuşmak mı istiyorsun," dedim sakince. "Konuşuruz istediğin zaman ama bazı şeyleri konuşmamıza gerek yok. Çok uzun zaman geçti Doruk. Hiçbir şeyin önemi kalmadı. Kızgın değilim. Kırgın değilim. Endişelendiğini biliyorum. Ama bunca şeyden sonra benden kimseyi teselli etmemi beklemeyin. Sadece bırakın, becerebilirsem yaşayayım."

Gözleri hiç değişmiyordu. Bakışları hiç değişmiyordu. Ama baktığı gözler değişmişti. Ben artık aynı gözlerle bile farklı bakıyordum. Bunu görüyordu ve Doruk Ilgaz yine hiç durmadan ona koşan küçük kızı arıyordu.

Küçük kızı kimse bulamamıştı.

Belki de sıktığım kurşun sadece o küçük kızı ıskalamamıştı.

"Tamam güzelim," dedi beni şaşırtarak Fetih'in yanından diğer tarafıma geçti. "Tamam. Haklısın. Buradasın. Önemli olan tek şey bu. Ne istersen ben de buradayım, tamam mı?" Saçımın üzerine dudaklarını bastırdı ve hemen geri çekilmedi.

"Teşekkürler," dedim bu faslı bitirmek için. Onun yanından Pars'a doğru eğildim. "Seninle takılmak için sabırsızlanıyorum," diye güldüm. "Yerime başkasını bulmadıysan."

"Hala emrine amadeyim." Benim gibi gülmedi ama en azından doğruyu söylüyordu.

Fetih beni kapıya doğru yönlendirdi. Elimi bırakmadan diğer elini belime doladı. Merdivenlerden çıkarken ürperdim. Bir dokunuş. Temas. Bir insan eli. Çok uzun zaman olmuştu. Sadece çok uzun zaman olmuştu.

Bir ses yok, bir nefes yok.

Benim için arabanın kapısını açtı. Elimi bırakırken yüzünü astı. Emniyet kemerimi bağlayıp sürücü koltuğuna geçti. Kendi kemerini bağladı. Arabayı çalıştırdı. Yeniden elimi tuttu. Kırmızı bir araba. Yine kırmızı. Hiçbir şey söylemeden baş parmağıyla kontrol etmek ister gibi avuç içimi okşamayı sürdürdü. Geçip giderken yolları seyretmeme izin veriyordu. Sık sık dönüp beni kontrol ediyordu. Ben de bu koca şehri kontrol ediyordum. Geçtiğimiz her yolda mutlaka o afişlerden yan yana sıralarca diziliydi.

Belki alışabilirim diye düşündüm. Sonra elbette alışabilirim diye düşündüm. Ben hiçliğe alışmıştım. Kötü olan her şeye alışmıştım. İyi ve güzel şeylere de alışabilirdim. Sadece biraz zamana ihtiyacım vardı. Sadece bir dolabın içinde kilitli geçirdiğim dört yılı unutmaya ihtiyacım vardı.

Otoparkta indiğimizde kapımı açıp yeniden elimi tuttu. Asansöre binip yirmi yedinci kata çıktık. Uzun bir koridorun sonunda bir kapının önünde durduk. Anahtarla kapıyı açtı. İçeriye girmem için eliyle işaret etti.

"Burada tek başına mı yaşıyorsun?" diye sordum.

"Başta tek başıma yaşıyordum ama sonra Pars başıma ekşidi."

"Neden?"

Derin bir nefes aldı.

"Delice şeyler yapmama engel olmak için."

Anladığımı belli edercesine başımı salladım. Bir yere yaslanıp etrafı incelememe izin verdi. Ev neredeyse boştu. Detaylara sahip değildi. Sadece temel ihtiyaçlar vardı. Ve bu bir anlığına içimi rahatlattı. Duvarlar bomboştu. Ortadaki sehpanın üzerinde sadece bir fincan vardı. Duvarlarda bir resim görsem, masanın üzerinde bir vazo, vazonun içinde bir çiçek görsem bu bana kötü hissettirecekti. Belki de bencilceydi. Belki bencillikti ama bensiz bir hayatı olmadığını görmek içimdeki şeytanları en azından bastırmıştı. O da o kadar yaşamamış gibi hissettirmişti.

"Gezmek ister misin?" diye sordu.

"Olur." En azından bir şey yapmış olurduk. En azından ne yapacağımı bilmeyerek orada durmazdım. Derin bir nefes aldım.

"Gel, mutfaktan başlayalım."

Mutfak ve salon birleşikti. İkisini ayıran şık bir ada tezgah ve üç tane yüksek taburesi vardı. Mutfak dolaplarından birini açtı.

"Burada sevdiğin kahvelerden var," dedi. "Birkaç tane de bitki çayı. Onları sevmediğini biliyorum ama kafein yüklenmesini azaltmamız gerekiyor diye düşündüm."

Dolabın içine bakarken şaşırdım.

"Burada da senin sevdiğin bardaklardan var. Hep büyük fincanları daha çok sevdin çünkü onlara daha kolay sarılabiliyorsun." Kırmızı ve mavi renkte avucuma sığmayacak kadar büyük fincanlar orada, beyaz olanların yanında duruyordu. Başka özel bir şey yoktu. Başka özellikle seçilen bir şey yoktu.

Gri büyük buzdolabını açtı. Nerdeyse boştu. Ama bir kenarında dizili yan yana dört tane şişe duruyordu.

"Buzlu çay," diye mırıldandım.

"Çok fazla çeşidi vardı," dedi. "Ben de hepsini aldım." Dolabı kapattı, elimi tutup beni oradan çıkardı. Salona en yakında olan, koridorun başındaki kapıyı açtı. Açık hala çalışan bir bilgisayar vardı, kenarda bir dizüstü bilgisayar vardı. Ortada büyük bir masa vardı, masanın üzerinde birçok kağıt yayılmış duruyordu. Üst üste onlarca dosya yığını vardı.

"Gündüzleri Yankı ve İklim ile birlikte klinikte oluyorum." Sonra kaşlarını çatıp düzeltti. "Ana merkezde değil, Yankı kendisine yeni bir yer açtı. Orada bu zamana kadar yapılmış her şeyi inceledim. Her deneyi, yapılan her işlemi, her sonucu. İsis'e neler yaptıklarını, nasıl yaptıklarını. Beyninde neyi uyardıklarını. O kapıyı açan şeyin ne olduğunu anlamak için her gün çalışıyordum. Geceleri ise burada bu gördüğün makaleleri okuyorum. Onları bulmak epey zor, istemesem de bu yüzden annemin, Yargıcı olmanın inisiyatifini kullanmak zorunda kaldım."

"Senin için zor olmuş olmalı..." diye mırıldandım masanın üzerinden kağıtlara göze atarken. Sesim yine güçsüzleşmişti. Kağıtlardan bir şey anlamak zordu. Çoğu yabancı dildeydi. Beynin birden farklı görseli vardı, her noktasında bir ok işareti çıkarılmış bir şeyler not alınmıştı. Gözlerimi kaçırdım. Buna bakmak istemiyordum. 

"Duş almak ister misin?" diye sordu gülümseyerek. "Bu seni hep rahatlatıyordu."

"Olur."

"Gel." Bu defa başıyla işaret etti. Antreyi geçip koridorun sonundaki odanın kapısını açtı. Aynı şekilde basitçe döşenmiş bir yatak odasıydı. İçinde bir tane daha muhtemelen banyoya açılan bir kapı vardı. Gözlerim odayı tararken diğer duvarda bir kapı daha olduğunu gördüm.

"Bu benim mi?" diye sordu üzerimdeki tişörtün yakasına dokunup.

Başımı salladım.

"Benim için bir kez daha alışveriş yapman gerekecek sanırım." Bunu neredeyse eğlenerek söylemeyi başarmıştım.

"Yaptım," dedi. "Benim bir dolabım olduğu sürece her zaman senin kıyafetlerin de olacak. Sadece senin için olacak."

Rahatsızlığımın, yabancılığımın, yabaniliğimin, uzaklığımın farkındaydı. Korkularımın, çekincelerimin farkındaydı. Ve o sıcacık gözleriyle bana bakıp daha yeni buluşmamıza rağmen bana her şeyi anlatmak bana her şeyi kanıtlamak istiyordu. Daha bir saat bile olmamıştı ama dört yılı unutturmak için karşımda çırpınıyordu.

"Ve ben yine de seninkileri giymeye devam edeceğim."

"Ve sen yine de benimkileri giymeye devam edeceksin."

"Teşekkür ederim." Yavaş yavaş dudaklarımı kımıldattım. Yavaş yavaş nefes almaya koyuldum. Yapmamıştı. Bensiz devam etmemişti. Hayatta kalmıştı ama devam etmemişti. Benim olmadığım bir yaşam kurmamıştı, benim olmadığım bir yaşama da beni dahil etmişti.

Ağlamayacağıma yemin etmiştim ama bu an gözlerimi dolduruyordu. Kendi içimde paramparça olmuştum. Nasıl olmayacaktım, ben kafama bir kurşun sıkmıştım. Şimdi bütün bunlar, her şey sanki dağılmış beynimin içinde dolaşıyordu. Parçalar bir daha asla tamamen bütünleşmeyecekti. Onları yan yana getirsem de hep arada çatlaklar olacaktı. Çatlaklara ne olduğunu biliyordum her zaman sızıntı yapardı. Sızıntı yapar ve genişlemeye devam ederdi. Sonra yeniden parçalanır, yeniden dağılır bu defa un ufak olurdu.

"Edemezsin," dedi. "Etme." Saçımın örgüsüyle oynamaya başladı. "Ben sana teşekkür ederim ve her gün de edeceğim." Alnımdan öptü. "Duş almak istiyor musun?"

Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım.

"İyi," dedi. "İsteseydin seninle içeriye gelmek için seni ikna etmeye çalışmam gerekecekti." Güldü. Bunun yerine beni bir saniyeliğine kucağına aldı, yatağa yatırdı. Diğer tarafa dolanıp aramızda küçük bir mesafe, kontrollü bir mesafe bırakacak şekilde o da uzandı. Beni ilk kez Milır'a götürdüğü zamandaki gibi.

"Tedirginsin," diye mırıldandı. "Ürkeksin." Çok uzak duramadı. Parmakları yine elimin üzerinde gezinmeye başladı. "Söz veriyorum bitecek." Çenemi ona bakacağım şekilde nazikçe kaldırdı. "Söz veriyorum seni bu dünyadaki en güzel gülümseyen kız yapana kadar durmayacağım. Söz veriyorum seni bu dünyadaki en mutlu kız yapacağım. Söz veriyorum bu dünyayı senin ayaklarına sereceğim. Söz veriyorum her saniyenin intikamını alacağım."

Elini tuttum.

"Sadece bana sarılsan olur mu?" diye fısıldadım. Daha cümlemi bitirmeden beni kendisine çekti. Başımı yine göğsüne yasladım. Kollarını etrafıma doladı.

"Nasıl emredersen," dedi gülümseyerek. "Ağzından çıkan her kelime bir emir olacak benim için."

"Fetih Yargıcı artık emir mi alıyor?"

"Her zaman, sadece senden."

Bileğini okşadım. Bileğinin üzerindeki çıkıntı parmaklarıma takıldı. Bir yara izi olduğunu düşünerek kaşlarımı çattım. Bakabilmek için eğildim. Uzun kollu tişörtünü sıyırdım. Dudaklarım hafifçe aralandı. Daha iyi görebilmek için bileğini göz hizama kadar yukarıya kaldırmama izin verdi. Bileğinin iç kısmında bir cümle yazıyordu. Hemen altında basitçe çizilmiş bir çift siyah göz vardı. İnce, çok ince işlenmiş, daha da ince düşünülmüş bir dövme.

"Yanımdasın, Kumral" yazıyordu.

"Bunu o kız mı yaptı?" Neden Kumral dediğimde bunun bir anlam ifade ettiğini şimdi anlamıştım. Gözlerden bahsederken ne demek istediğini de.

"Yanımdasın güzelim." Belli belirsiz gülümsedi ama gamzesi yeniden bana merhaba dedi. Uzanıp dudaklarımı uzun bir süre oraya bastırdığımda rahatlayarak nefesini verdi. Kolları etrafıma dolandı. Orada öylece gözlerini kapatıp durdu.

Pantolonumun arka cebindeki o mektup ağırlık yaptı. Benden vazgeçmeyeceğini biliyordum. Ona her zaman inanmıştım. Zaten en büyük mesele de buydu. Ona o kadar çok inanmıştım ki beni böylesine inandırdığı için kırılmıştım. Benden vazgeçmeyeceğini biliyordum sadece bunun mümkün olabileceğini bilmiyordum. Yeniden onunla olmanın, bunun hala bu kadar iyi hissettirmesinin.

Bütün her şeyden sonra inanmak daha kolay gelir diye düşünüyordum ama öyle olmuyordu. Kölelere verilen en büyük cezanın efendileri tarafından azat edilmek olduğunu okumuştum bir romandan. Ben de o daha karanlık gecelerin kölesi olmuştum, kafama sıktığım kurşun karanlıktan azat etmişti beni ama bileklerimde hala zincir izleri duruyordu. Hiç geçmeyecekmiş gibi duruyordu.

"Geçecek," dedi düşüncelerimi duymuş gibi. Sessiz kalışıma bir teselliydi aslında sadece. Ama artık ona inanmak da o kadar kolay değildi.

Kızmıyorum, gökyüzüne tırmanamayacağını biliyorum. Ama gökyüzünden aşağı bırakabilirdin kendini, benim yaptığım gibi. Sadece atlamış olurdun işte. Düşmüş olurdun oradan. Bir kapıdan çıkıp devam edememiştim ki. Atlamıştım ben. Beynime sıktığım bir kurşunla. Yalnızlığın kölesi olmuştum, efendim beni azat etmişti ama bileğimdeki zincirin kilidini açmamıştı. Bileğimdeki zinciri koparmış ve git demişti. Zincir hala oradaydı. Kopan parçası hala efendimin elindeydi. Kopmuş da olsa o parçayı çekse ben yine ayaklarının altına düşecektim. Kopsa bile ben hala köleydim.

Odanın kapısı açıktı bu yüzden salondan gelen çelik kapının açılıp kapanma sesini kolayca duymuştuk. Fetih'in homurdanmasını da duyunca gülümsedim. Adım sesleri geldi ama ikimiz de hareket etmedik.

"Kapat gözlerini," dedi. "Uyuyor numarası yaparsak gider."

Kıkırdadım.

Pars eşikte göründü. Hiç durmadan yatağa yanaştı. Beni kolumdan tutup çekiştirmeye başladı. "Yeter," dedi. "Hadi benimle takıl biraz."

Doğrulmak için hareketlendiğimde Fetih izin vermeden daha çok kendine çekti.

"Git işine," dedi. "Sinirimi bozma benim."

"Sen benim sinirimi bozma. Tapuladın mı kızı?"

"Tapuladım."

"Saçmalamayın," diye güldüm.

"Çık dışarı," dedi Fetih. "Saygılı ol biraz."

"Çıkmam." Pars diğer tarafımdan yatağa uzanıp koluma sarıldı. "Seni çok özledim güzellik. Sana bir sürü şey anlatacağım. Bu gerzek ağıt yakıp duruyor içinden, hala çok sıkıcı merak etme dört yıl onun sıkıcılığına çok şey kattı ama hiçbir şey almadı."

Dört yıl.

"Kes sesini. Git şuradan," dedi Fetih.

"Seninle gideceğimiz her yeri planladım," diye anlatmaya devam etti Pars. "Birkaç yer keşfettim ama asla eğlenmedim. Tamam ara sıra biraz eğlendim ama eğlenmesem bana kızardın, değil mi?"

"Evet," dedim. "İyi yapmışsın."

"Bir koy var," dedi. "Seni en çok oraya götürmek istiyorum. Mağaraların içinden yüzebiliyorsun. Kalabalık da olmuyor."

Mağaralar... Buz sarkıtları.

"Ben kendi paramla bir tekne aldım. Kızlar bayılıyor böyle şeylere."

"Hala kimseye aşık olamadın mı?" diye sordum.

"Hepsine aşık oldum."

"Kalk şuradan," dedi Fetih.

"Maya da kalkar o zaman."

"Tamam," dedim bunun gerçekten uzayacağını fark ederek. Delirmiş olmalılardı. "Kahve içelim ve siz de biraz büyüyün. Onca zamandan sonra."

"Zaman durdu orada Maya," dedi Fetih. "Şimdi yeniden akmaya başladı."

"Durmadı," dedim kendimi sıkarak. Benim için bile. "Öyleymiş gibi davranarak bunu çözemeyiz. Belki sadece arayı kapatmayı deneyebiliriz tamam mı?"

"Artık senden daha zeki," diye ona sırıttı Pars, sonra bana dönüp çenesiyle Fetih'i işaret etti. "Bunun kafa o kadar çalışmıyor artık."

Fetih ona ters ters baktı. "Git kahve yap," dedi.

"Açım ben," diye karşılık verdi Pars. "Yemek söyleyeceğim."

Gözlerimi açarak ona baktım.

Doğru ya artık herkes normaldi.

Benim kafamın içindeki şeytanlar da ölmüştü ama alnımda koparılmış boynuzların yarası varmış gibi hissediyordum.

"İşte bu dinlemek istediğim bir şey." Pars'ın koluna girdim. "Gerçekten acıkabiliyor musunuz?"

"Ben hep açım," dedi. "O gudubet yerden kurtulmamız iyi oldu. Şimdi sen de geldin her şey tamam. Artık suratı asık insanlar ve ağlayan yüzler görmek istemiyorum. Eğlenecek çok şey var. Burada öyle güzel yemekler var ki hem de bir telefonla ayağına geliyor. Söyle, canın ne istiyor hemen sipariş vereceğim."

"Bilmem ki," dedim. "Ne var?"

"Kahve yap bize," dedi Pars Fetih'e doğru. "Yemek seçeceğiz. Benimki sütlü olsun."

"Benimki de lütfen," diye mırıldandım dikkatini üzerime çekmek için çünkü Pars'ı öldürmek üzereymiş gibi görünüyordu. Pars her zaman yaptığı gibi onu umursamıyordu. Beni koltuğa sürüklediğinde Fetih tıpış tıpış kahve yapmaya koyulmuştu ve bu gerçekten beni eğlenceli bir andı.

"Bak," dedi Pars yanıma sokulup telefonun ekranından bir şeyler açarak. "Böyle uygulamalar var, ne istersen seçebiliyorsun. Şuranın pizzası çok güzel ama harika bir hamburgerci de var."

"Pis pis şeyler gösterme kıza," dedi Fetih mutfaktan. "Düzgün bir şey yesin."

"Gördün mü?" diye fısıldadı Pars. "Dünyanın en sıkıcı insanı. Ona tahammül edemiyorum. İğrenç şeyler yiyor. Sebze falan."

Kıkırdadım. Pars dönüp bana baktı. Gerçekten baktı. Bir an ben de kendime baktım.

"Şu sesi duymayı ne kadar özlediğimi biliyorsun değil mi?" diye sordu. "Neyse," dedi hemen. "Bu gerzekler gibi seni hüzünlendirip durmayacağım. Acılı kanat söyleyelim mi?"

"Çok mu acı?"

"Yarış yaparız. En çok yiyen ödül kazanır."

"Ödül ne?"

"Yarın nereye gideceğimize kazanan kişi karar verir."

"Zaten ne yapacağımıza Maya karar verecek," dedi Fetih kahve fincanlarını önümüze bırakıp. "Yarışmış."

"Aynen," dedi Pars. "Böyle yapın kız malak gibi dolaşsın ortalıkta. Ne demiştin, ona yaralı bir kuş gibi bir şey bir şey. Öyle yapıyorsun. Sen de ondan iyi durumda değilsin. Karar verecek durumda hiç değilsin. Maya'nın normalliğe, gündelik yaşamın içine karışmaya ihtiyacı var. Onun gözünün içine bakarak onu hayata adapte edemezsin."

"Yavaş yavaş," dedi uyarıcı bir şekilde Fetih.

"Hiçte değil," diye karşı çıktı Pars. "Dört yıldır bir deliğin içinde tek başınaydı, bununla yüzleşin. Yavaşlığa değil hıza ihtiyacı var."

Fetih bana baktı.

"Pars haklı," dedim dudağımı ısırarak.

Bizimle aynı fikirde olmadığı ortadaydı ama sadece dudaklarını birbirine bastırıp kafasını salladı.

"Acılı kanat söylüyor muyuz?" dedi Pars.

"Söylüyoruz," dedim kahve fincanını elime alıp. Telefonu biraz daha kurcalayıp "Yirmi dakikaya gelir," dedi. Telefonu sehpanın üzerine bırakıp cebinden sigara paketini çıkardı. Bir tanesini dudağına kıstırıp paketi bana doğru uzattı.

"İstemiyorum," diye mırıldandım. Karşılıklı bakışıp bana döndüler.

"Sen de mi bıraktın," dedi. "Harika."

Bu defa ben sorgular şekilde onlara baktım.

"Fetihçiğim de içmiyor artık," dedi. "Buraya geldiğimizden beri içmiyor."

Sebebini anlamam uzun sürmedi. Çok kısa sürdü. Fetih'in de kendi önündeki kahveyi alıp içmesi kadar basitti. Klinikteydik, odada onların gerçek olup olmadığıyla ilgili sonuçları bekliyorduk. Ondan bir sigara istemiştim. Bana bir sigara bir dans demişti. Ben sigarayı istememiştim. Ondan istediğim son şey bir sigaraydı ama bana vermemişti. Ben günün birinde sigaralar tükendiği için içmeyi bırakmıştım. Bir daha başlamak istemiyordum. O ondan istediğim son şeyi bana vermediği için içmeyi bırakmıştı.

"Yeniden insan olmak nasıl?" diye dağıttım konuyu. Bir süre böyle olacaktı. Bir süre sadece birbirimize kilitlenip yokluğumuzda olanları bastırmaya çalışacaktık. Bir süre konuyu dağıtmaya çalışacaktık. Sonra bu da bitecekti. Sonra geçecekti.

"O alışmasın en kolay kısmıydı," diye yüzünü eğdi Pars. "Ne olduğunu anlamaya çalışırken fark etmedik bile." Sigarayı içine çekti. Sonra parmaklarının arasına bakıp "Ben de bırakıyorum," dedi. Bana gülümsedi. "Hem artık sebebim kalmadı."

Sigarayı söndürdü, uzanıp ona sarıldım.

Acılı kanat yarışını o kazandı. Yarın için çoktan planı yaptığını söyledi. Banyoya gittiğimde orada da beni tanıdık birkaç şey karşıladı. Kırmızı renk bir diş fırçası paketindeydi. Dolapta bir sürü siyah lastik toka vardı. Böğürtlenli duş jeli vardı. Bana aitmiş gibi duran bir sürü şey vardı.

Günün kalanını salonda geçirdik. Pars bana yeni cep telefonumu verdi. O da hazırdı. Beni bekleyen bir sürü şey vardı. Saatler geçtikçe, saatlerin geçtiğini gördükçe biraz daha rahatladım ama hala uyumak, hala tek başıma bir yerde durmak çok zordu. Pars esnemeye başlayınca bu beni gülümsetti. Uyuyabildiği için mutlu oldum. Her zaman uyuyabilmeyi istiyordu.

"Sabah görüşürüz," dedi daha çok bizi yalnız bırakmak için. Eğilip elimin üzerinden öptü. "Kapıya dayanırım uyanmazsan."

"Tamam," dedim.

"Kapıyı kafanda kırarım dayanırsan," dedi Fetih. Pars koridorun başında kalan kapıdan içeriye girdi.

"Ne yapmak istersin?" diye sordu bana bakıp.

"Sen ne yapmak istersin?"

Karşıdaki tekli koltukta oturuyordu, ayağa kalkıp yanıma geldi. Televizyon kumandası eline alıp bir film başlattı. Kolunu omzumun üzerinden dolayıp beni kendine çekti. Rahatlayarak iyice ona yaslandım. Uyumak istemiyordum. Gözlerimi kapatırsam yok olacaklarından korkuyordum. Gözlerimi kapatırsam yok olacağımdan korkuyordum.

"Bir işin mi var?" diye sordum telefonuna bakıp. Sürekli titriyordu o da sürekli bakıp suratını asıyordu.

"Yok," dedi.

"Kim o?"

"Doruk."

"Ne diyor?"

"Boş boş konuşuyor."

"Bakabilir miyim?"

"Boş ver. Yarın kapıya dayanır. Aslında seni kaçırmam gerekiyor."

"Ver telefonu..." dedim kelimeyi uzatarak. İsteksizce elime bıraktı. Üst üste gelen mesajları tek tek okumaya koyuldum.

"Nasıl?"

"Neler olduğundan bahsetti mi?"

"Bırak önce ben konuşayım."

"Sen onu daha önce hayal kırıklığına uğratmadın, baş edemezsin."

"Kendini yalnız hissediyor."

"Beni daha uzun zamandır tanıyor."

"Bana kolayca bağırabilir ama sana bağıramaz bırak bana döksün içini."

"Yankı'ya bir şey söyledin mi? Sakın karşısına çıkmaya kalkışmasın. Doktorlar peşine düşecektir."

"Bu gece benimle kalsın."

"Sana diyorum açsana lan telefonunu."

Telefon hala elimde titriyordu. Doruk Ilgaz bir telefonun ucunda cebelleşiyordu. Benim gözümün önüdeki sahneler böyle değildi. Benim bildiklerim böyle değildi. Ben Doruk'un ne isterse onu yaptığı bir dünyada yaşamıştım. Ben Doruk'un benimle konuşmak için kimseden izin almadığı bir dünyada büyümüştüm.

"Niye hiçbirine cevap vermedin?" diye sordum merakla.

"Meşgulüm," diye mırıldandı.

"Ne cevap yazalım?"

"Hiçbir şey."

"Bence bir şey söylemeliyiz."

"Ne söylemek istiyorsun?"

"Selam, mavi. Film seyrediyoruz. Yarın sabah kahvaltıda görüşürüz olur mu?" Yazıp gönderdim. Bir saniye sonra cevap geldi.

"Maya, iyi misin?"

"Evet, sabah görüşürüz. İyi geceler."

"İyi geceler."

"İşte bitti." Telefonu ona doğru uzattım, alıp kenara fırlattı.

"Hala senin üzerinde bir hakimiyeti olduğunu sanıyor," dedi dişlerinin arasından. "Hala her şeyin kendisiyle ilgili olduğunu sanıyor."

"Aslında yanlış bir şey söylememiş," dedim filmi seyretmeye daldım.

"Aslında ona üzülüyorum."

"Neden?"

"Hala sana neden ölürken Dila'nın ismini vermediğini açıklamak istiyor. Neden annenin yanında onu gördüğünü, neden o kızın doğum gününe katılacağını açıklamak istiyor. Neden öldüğünü açıklamak istiyor. Bunların umurunda olduğunu düşünüyor."

"Umurumdadır belki." Sadece takılıyordum.

"Tabii," diye mırıldandı. "Bir peri masalında bunlar umurunda olurdu."

"Bir hap olsa, hepimiz her şeyi unutsak. Tek derdim Dila olduğu günlere dönsem."

"Üzerinde çalışmamı ister misin?"

Kıkırdadım. "Bunun için de bir formül bulacağına eminim."

"Basit bir insanım ben," dedi. "Artık formüllere ihtiyacım yok." Parmakları kolumun üzerinde yukarı aşağı doğru kaymaya başladı.

"Artık yaşlanacak mısın yani, bu yakışıklı yüzde kırışıklıklar mı olacak?"

"Yine yakışıklı olurum ben."

"Olursun muhtemelen." Başımı onun başına yasladım. "Fetih Yargıcı olmamak nasıl bir his?" Ne demek istediğimi anlayacaktı. Yeşil Yol'da o elinin altında bir sürü adam çalıştıran biriydi. Güçlü biriydi. Eli kolu her yere uzanan biriydi. Çoğunun korktuğu biriydi.

"Fetih Yargıcı olmak bitmedi," dedi rahatsız olmuş şekilde. "Hatta Yargıcı olmak burada daha önemli bir durummuş."

Durum.

"Öyle mi?" diye sordum öğrenme merakıyla ona döndüm.

"Epey zenginler," diye burun kıvırdı.

"Bu kötü bir şey mi?"

Güldü. "Para sadece kötülüğün olduğu yerde çoktur Maya, iyi insanların elinde olsa onları dağıtırlardı."

"Sen de paran olmasını seversin."

"Ben de iyi biri sayılmam."

"İyi birisin sen." Parmaklarımı saçlarının arasında dolaştırdım.

"Babamla tanıştım biliyor musun?"

"Ne?"

Kafasını salladı. Nasıl olduysa şimdi o benim göğsümde yatıyordu, başı önce omzuma sonra kucağıma düştü. Hiç yadırgamadı yerini.

"Silah sanayisinde bir devrim yapmış, savaşlardan para kazanıyor. Bu araştırmaya da bu yüzden bu kadar para yatırmışlar."

"Nasıl biri?" diye sordum.

"Bana sarıldı." Sesi kısılmıştı, elini dizlerimin arasına sıkıştırdı. "Beni kurtarmak için uğraştığını söyledi. Onunla çalışmamı istedi. Beni tanımak istedi."

"Sen ne hissettin?"

"Beni nasıl kurtarmaya çalıştığını öğrenmek istedim, elinde ne varsa görmek istedim. Seni çıkarmak için belki işe yarar bir şey bulurum diye düşündüm. Hepsini verdi ama pek işe yaramadı."

"Ondan hoşlanmadın mı?"

"Bu işte parmağı olan herkesten nefret ediyorum." Dizlerime sıkıştırdığı elini biraz daha sıktı. "Onu tanımak istemiyorum."

"Belki bir şansı hak ediyordur."

"Hiçbiri hiçbir şey hak etmiyor."

"Annenle neler oldu?"

"Araştırmayı sürdürmek istedi, babamın da dahil olduğu kurul reddetti. Her şey sandığımızdan daha derine uzanıyor. Birçok ülke bu işin içinde, emir en tepeden geldi."

"Başkanlardan falan mı?"

Güldü ama sitemkâr bir gülücüktü.

"Başkanlar sadece televizyonu süslüyor," dedi. "Babamla görüşmek için randevu istiyorlar. Bu dünya da kirli. İnsanlar her yeri ele geçirmiş."

"Belki uzaya gitmenin bir yolunu buluruz," diye espri yaptım.

"Onlar da işi içinde," dedi. "Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi de araştırmayı finanse edenlerden."

"Şaşırmıyorum artık."

"Yıldızları görmek ister misin?" diye sordu. "Burada onlardan çok var."

"İsterim."

Doğruldu, elimi tuttu.

"Hadi biraz dolaşalım," dedi.

Sadece cüzdanını ve arabanın anahtarını aldı. Telefonunu orada bırakmıştı, hatırlattığımda boş ver dedi. Otoparka inip arabaya bindik. Gece çökmüştü ama insanlar geceyi de alt etmişti. Her yerde ışıklar yanıyordu. Yeryüzü yıldızlardan daha aydınlıktı. Bunun doğaya aykırı olduğunu düşündüm. Belki de doğa bize tüm bunları ona yapılanların bedelini ödetmek için yaşatmıştı.

Arabayla uzun bir yoldan yukarıya çıktık. Beni deniz kenarına götüreceğini düşünmüştüm ama bir antik kente geldik. Harabelerin içine. Belki de yalnızlığım dinsin diye.

Arabanın bagajından bir battaniye çıkardı, etrafıma sardı, beni kendine yasladı.

"Tek başıma kaldığım tek yer burasıydı," dedi. "Buraya gelip yıldızlara baktım. Orada bir yerdesin sandım. Oraya çıkabileceğim bir merdiven aradım."

Ama gökyüzüne tırmanamazsın.

"Çok güzel," diye fısıldadım.

"Şimdi çok güzel." Eğilip usulca boynumdan öptü, dudaklarının yumuşak dokunuşu gözlerimi kapatmak isteyecek kadar sakinleşmeme neden oldu.

"Bırak..." Battaniyeyi omuzlarımdan arkaya doğru attım. Üzerimden düştü. Ilık bir rüzgar vardı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Rüzgarın tenimin üzerindeki kıvranışı bir orkestra ezgisi gibiydi. Hiçbir şey hissetmediğim onca zamanın sonunda.

"Bu sesler ne?" diye sordum.

"Ateş böcekleri."

Dudaklarım kıvrıldı. Doğanın kendisinde bir büyü vardı. Önüme bakıp bu muhteşem manzaraya karşı ayakta durdum. Birbirine göre oyulmuş taşlar, birbirinin kolunun altına saklanmışlardı sanki. Toprak onları elinden tutuyor gibi destekliyordu. Ağaçların kökleri onları sarıyordu. Taşlar o ağaçların diplerine bir dayanak oluyordu. Yapraklar rüzgara eşlik ediyordu. Gökyüzü yıldızlara sahne olmuştu ve bu gece ne muhteşem bir dolunay vardı. Şehrin ışıkları bile buradan baktığımızda dolunayın parıltısına yaklaşamamıştı. Kuşlar kanat çırpıyordu. Uzaktaydık belki ama engin denizin sonsuzluğa uzanışı bile burada ayaklarımın altındaydı. Hepsi başka bir resim sahnesiydi ama aslında hepsi bir bütündü.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu.

Ona doğru döndüm, tam karşısında durdum. Geldiğimden beri ilk kez gülümseyerek gözlerinin içine baktım. Hala ben sessizleştiğimde o karamel gözler bir sürü soru işaretiyle doluyordu. Ne düşündüğümü hep bilmek istiyordu. İşaret parmağımla yüzüne düşen kumral tutamlardan birini alnından kenara çektim. İlk kez gerçekten ona baktım. Korkmadan. Kaybolacak diye sakınmadan. Bana öyle bakacak mı bir daha diye çekinmeden.

Daha çok gülümsedim. Büyümüştü sanki ama aynıydı. Kaşlarının arasındaki o kaygı dolu çizgi aynıydı. Dünyada olup biten her şeyi bilmek istiyorum gözleri aynıydı. Çok sevdiğim saç tutamları aynıydı. Ten rengi değişmişti. Ne o kadar solgun ne de o kadar beyazdı artık. Buğday rengindeydi. Güneş ona yakışmıştı. Elbette yakışmıştı. Yüzünü ellerimin arasına aldım. Teninin sıcaklığı avuç içlerimi sarıp sarmaladı. Baş parmaklarımla elmacık kemiklerini okşadım. Parmaklarımdan bir tanesi çenesine indi. Alt dudağına dokundu. Parmak uçlarımda yükselip orayı öptüm.

"Seninle tanışmadan önce yaşıyor muydum ben?" diye mırıldandım. "Çünkü bu..." Yeniden öptüm. "Yaşamak gibi hissettiriyor."

Ellerini belime yerleştirdi.

"Benim güzel kızım, sığınsana ölü doğduğun topraklara." Yavaşça, incitmekten korkar gibi ama uzun uzun öptü beni. Bu tanıdıktı. Ona sığınmak gerçekti. Ayaklarımı yerden kesmesi. Sadece onun çekim alanında ortaya çıkan bu elektrik akımı. Ellerimi sürekli onun üzerinde tutma isteği.

Kollarımı sıkı sıkı boynuna doladım.

"Benim kayıp ruhumun sığınağı sen değilmişsin," diye itiraf ettim. "Benim ruhum sensin."

"Sığınak sensin," dedi karşılık olarak.

"Seni çok özledim. O kadar çok özledim ki!"

"Biliyorum güzelim. Biliyorum bebeğim. Biliyorum sevgilim."

"Çok korktum."

"Ben de, ben de çok korktum." Başını çevirip yine içimi kıyacak şekilde boynumu öptü. "Bitti," diye fısıldadı boynuma doğru. "Bu defa söz veriyorum bitti."

"Gerçek değil mi?" derken sesim titredi. "Bu gerçek."

"Gerçek. Bu dünyadaki tek gerçek şey."

"Uyumaya korkuyorum."

"Uyumayız bizde."

"Uyumayalım."

"Gözümü bile kırpmam."

"Kimseyi görmek istemiyorum. Kimseyi. Beni tanıyan kim olduğumu bilen kimsenin karşıma çıkmasını istemiyorum. Ya beni alırlarsa, ya beni yine bir odaya kapatırlarsa?"

"Geldiğini kimse bilmiyor," dedi. "Kimse öğrenmeyecek. Öğrenseler de kimse karşına çıkmayacak. Sen istemediğin sürece senin olduğun hiçbir yerde olmayacaklar."

"Kimsenin beni tanımadığı bir yere gitsek," dedim. "Onların hiç olmadığı bir yere?"

"İstersen şimdi arabayı dünyanın öbür ucuna sürebiliriz," diye söz verdi. "İstediğin zaman, istediğin yere gidebiliriz."

"Ama burada bir hayat kurmuşsun, bar ne olacak?"

"Burada bir hayat kurmadım. Burada kalmamızın tek sebebi oradan çıkan herkesin burada uyanmasıydı. Klinik burada olduğu için böyle olduğunu zannediyoruz. Sadece arıyordum, aradığım için buradaydım. Elimde sadece burası vardı. Barı sadece sana söz verdiğim için açtım. Çıkarsan soracak bir yer olsun aklına gelecek bir isim olsun diye. Benim senin olmadığın bir hayatım yok. Benim hayatım sensin Maya. Aklım sensin. Ruhum sensin. Kalbim sensin. Bu vazgeçebileceğim, öylece devam edebileceğim bir şey değildi. Asla olmazdı."

"İnsanlar alışır," diye fısıldadım. "Unutur. Buna hakkın vardı."

"Ben bu varoluştaki tüm hakkımı sende kullandım. Bu dünyadan başka bir alacağım yok. Unuttun mu, ben seni çaldım bu dünyadan."

"Doğa intikamını alır derler," diye mırıldandım. "Küçük bir kasaba alıkoydu beni. Bu da dünyanın intikamıydı belki."

"Ama geri aldım seni. Dünya bile bunun karşısında çaresizdi."

"Geri aldın."

"Bana anlatacak mısın?" diye sordu. "Neler olduğunu?"

"Konuşmak istemiyorum. Düşünmek, hatırlamak istemiyorum. Bırak burada olduğumuza inanayım artık."

"Tamam." Derin bir iç çekti.  

Çok eski bir taşın üzerine oturduk. Bütün gece yıldızları seyredip konuştuk. Neler biriktirdiğini anlattı. Nereleri görmemiz gerektiğini. Pars'ın benimle yapmak istedikleri listesini ondan çaldığını söylediğinde neredeyse kahkaha attım. Neredeyse. Sonra gün doğumuna baktım. Güneş doğuyordu. Onca zaman sonra güneşin doğumuna şahitlik ettim. Ve mümkün dedim. Ne güzel, ne yüce bir manzara. Durup kimsenin bakmaya zamanı yoktu. Güneş tepede böyle doğarken herkes koşturuyordu. Nasıl bir şeye şahitlik etmeyi kaçırdıklarının farkında değillerdi. Neyin önemli olduğunun farkında değillerdi. Güneşin bile sadece onlar için doğduğuna inanıyorlardı. Güneş doğuyordu ve bu inanılmazlığın hiç kimse farkında değildi.

HOŞÇAKAL AŞKIM; HOŞÇA KAL ARKADAŞIM

Pars'ı uyandırmamak için oldukça sessiz hareket edip doğrudan odaya girdik. Yatak ikimiz içinde oldukça çekinici görünüyordu ama uyuyacak kadar ileri gidemezdim. Dayanabildiğim noktaya kadar dayanmaya karar verdim.

"Duş almak istiyorum," diye mırıldandım bir anda. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum ve söyleyeceğim şeye ne tepki vereceğini de bilmiyordum. Çünkü tek başıma kalmak istemiyordum ama sanırım onunla banyoda çıplak olmayı da istemiyordum.

"Sen banyoya gir, kapıyı açık bırak, ben de burada durup sana gün içinde neler yapabileceğimizi anlatayım olur mu?"

"Pars yanılıyormuş," diye güldüm. "Hala çok zekisin sen."

"Şüphen mi vardı?"

"Anlaştık." Dudaklarımı ısırdım, sanırım rahat hissetmem için dizüstü bilgisayarını alıp yatağın üzerine uzandı. Ekranı açıp bir şeyleri kurcalamaya başladığında benimle ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu ama öyle olmadığını biliyordum. Dizimi yatağın üzerine bastırıp eğildim, uzanarak yanağından öptüm. Tam üç kez aynısını tekrar ettim.

"Beyefendilik sınırlarımı zorluyorsun," dedi gözlerini ekrandan ayırmadan. "Seni omzuma atıp suyun altına sokmamı istiyorsan dürüst olabilirsin."

"Belki daha sonra." Geri çekilirken güldüm.

"Not ettim," dedi eğlenceli bir tonla. Eliyle odanın diğer ucundaki kapıyı gösterdi. "Kıyafetler orada."

"Kıyafetlerin odası mı var?"

"Evet. Aşağıda spor salonu da var."

"Spor mu yapıyorsun?" Bahsettiği kapıyı açtım, bir sürü raf ve askılık vardı ama içi pek dolu sayılmazdı. Kapaklı dolapları ve çekmeceleri kurcalayarak giyinmek için bir şeyleri kollarımın arasına aldım.

"Sinirimi bir yerden çıkarmam gerekiyordu. Ayrıca insan bedeninin ne kadar zayıf olduğunu unutmuşum. Zayıflıktan hoşlanmam."

"Evet," dedim gözlerimi devirerek. "Vurduğun şeylerin kırılmaması hoşuna gitmemiştir."

"Kırılıyor," dedi. "Pars anlatır sana. Ne zaman bir şey yapsam bunları Maya'ya söyleyeceğim, hepsini söyleyeceğim diye tutturuyordu."

Bunu çok kolayca hayal ettim ve bu beni tahmin ettiğimden daha çok güldürdü. Elimde kıyafetlerle söylediği gibi kapıyı açık bırakarak banyoya girdim.

"O zibidinin seni bu kadar güldürmesi nasıl mümkün oluyor?" diye seslendi.

Suyu açıp ısınması için biraz bekledim.

"O zibidi birden kapıyı açıp içeri girmez değil mi?" Çünkü Fetih'in asla o yataktan kalkmayacağına emindim ama Pars banyo kapısını açık görürse içeriye dalardı.

"Bu saatte uyanmaz ama ben yine de kilitleyeyim." Sonra bu kelimeyi seçtiği için muhtemelen gerildi. "Ya da boş ver, mesaj atarım."

"Telefonun içeride," diye eğlenerek seslendim suyun altından.

"Bilgisayardan atabilirim. Teknolojiyi hiçbir zaman sevmedin ama epey faydalı."

"Kalsın," diye homurdandım. Her şey başıma insanların ellerinde olanla yetinmeyip hep daha hızlısını, daha kestirmesini ama mutlaka bir şeylerin dahasını istedikleri için gelmişti.

Saçlarımın durulandığına emin olduktan sonra suyun altından çıktım.

"Biliyorsun seni o ikisinden kaçırabilirim, buna hakkım var. Sadece ikimiz gidip biraz daha dolaşabiliriz. Ya da istediğin gibi direkt gidebiliriz."

"Bunu isteyen sensin," diye güldüm havluyla kurulanırken. "Ev çok düzenli, bu düzenden sen mi sorumlusun?"

"Eve başka kimse girmiyor," dedi. "Sormak istediğin buysa." Sesinden eğlendiğini anlayabiliyordum.

"Ukala."

"Gidiyor muyuz?" diye tekrar etti.

Kot şortu bacaklarımdan geçirdim, üzerime Fetih'in hardal sarısı tişörtünü giyindim. Eski pantolonumu yeniden elime aldım. Dün tuvalete gittiğim bir sırada mektupları arka cebimden alıp yan cebime sıkıştırmıştım. Çünkü arka cebimde bulabilirdi. Yeniden şortun yan cebine sıkıştırıp tişörtü üzerine indirdim. Bu mektuplardan kurtulmalıydım. Burada yazan her şeyden kurtulmalıydım.

"Sana diyorum..." diye seslendi yeniden. Üzerimden çıkanları kirli sepetine atıp küçük bir havluyla saçlarımı kurularken içeriye girdim. Yatağın kenarına oturup ona güldüm.

"Bugün değil," dedim. "Ama bir gün."

Bileğimden yakalayıp beni yatağa çekti, havluyu tutan kolum yanıma düştü. Bana yukarıdan bakarken gözlerini kısmıştı. "Bugün gidelim." Çenemi öpüp burnunu yine boynuma gömdü. Çok derin bir nefes aldı, kokumu ezberlemek ister gibi. Belki de hatırlamak. Belki de sadece hissetmek için.

"Olmaz..." dedim.

"Seni onlarla paylaşmak istemiyorum."

"Paylaşmıyorsun zaten."

"Niye paylaşayım ki zaten?"

"Onlar arkadaşım," dedim gülümseyerek.

"Sevgili arkadaştan büyüktür."

"Bu sadece ikimiz için geçerli."

Dudakları boynumu gıdıklamaya başladı.

"Bence biraz burada saklanabiliriz."

"Saklanamayız," diye güldüm. "Doruk birazdan burada olur."

"Saat çok erken."

"Görürsün."

Dirseğinin üzerinde doğrulup ciddi bir ifadeyle baktı bana. "Gözümün görebildiği her an karşımda olmanı istiyorum," dedi. "Ama onunla zaman geçirmeye ihtiyacın varsa bunun üstesinden gelebilirim."

"Şaka yapıyorsun," diye güldüm. "Sen ve Doruk Ilgaz konusunda anlayışlı olmak mı? Şimdi endişelendim işte."

"Ciddiyim," dedi. "Bana aşık olduğunu biliyorum ama onunla bir ömür geçirdin. Kalanını benimle geçireceksin ve bir gün baktığımızda onunla geçirdiğinden çok daha uzun bir zamanı paylaşmış olacağız."

Bu düşüncenin gerçekliği birden benim de beynimin içinden geçti ve kurşundan daha öldürücüydü. Doruk'un Doruk olmadığı bir anı hayal edemiyordum. Şu anda hiçbir şeyi fark edecek ya da inanabilecek durumda değildim ama hiçbir anda ne en iyi halimde ne en kötü halimde Doruk'un Doruk olmadığı bir anı düşünmemiştim. O hep Doruk'tu. Hayatımın en önemli parçası. Ama bir gün büyüyecektim, daha çok büyüyecektim, saçlarım daha uzayacaktı ve Doruk Ilgaz sadece geçmişim olacaktı. Doruk Ilgaz sadece geçmişte kalacaktı. Doruk Ilgaz hayatımın küçük bir dönemine eşlik etmiş çocukluk arkadaşım olacaktı. Olması gerektiği gibi. Bir gün uyanacağım ve onun yokluğunun çokluğu onunla geçirdiğim günlerden uzun olacak. Bir gün artık onun olmadığını kabullenmem gerekecekti.

"Bu yüzden," diye devam etti Fetih ne zaman akmaya başladığını fark etmediğim gözyaşlarımı silerken. "Onunla vakit geçirmeye ihtiyacın varsa geçirebilirsin."

"Birinin yokluğunun o kişinin maddesel varlığı ile hiçbir ilgisi yok biliyor musun?" diye mırıldandım içgüdüsel olarak. "Doruk çok uzun zamandır benim hayatımda değil sadece bunu öğrenmeyi de reddediyorum. Hep yaptığım gibi bundan da kaçıyorum. Çünkü korkuyorum. Her zaman hayatımda o kadar büyük bir yerin işgalcisiydi ki onu oradan çıkarırsam kalan boşluk ödümü koparıyor. O boşlukla ne yapacağımı bilmiyorum. O boşluğun beni yutmasından korkuyorum. Şımarıklık benimki. Korkaklık. Artık kullanmadığın, eskimiş bir kazağı yıllarca dolapta saklamak benimki. Sadece çok üzgünken çıkarıp giydiğin bir kazak. O kazağı sakladığım sürece o kazağa sarılıp ağlamak isteyeceğim. O kazağı sakladığım sürece ağlayacağım günler olduğuna inanıp o günleri beklemeyi sürdüreceğim. O kazağı sakladığım sürece yeni kıyafetlere yerim olmayacak. Daha çok sevdiğim kazakların yerini işgal etmiş olacağım. Sığamadıkları için dökülecek onlar da. Aradığımı hiç bulamayacağım o dolabın içinde. Bir kazak sadece kazaktır. Ondan hem tişört hem pantolon hem elbise olmasını beklemek büyük haksızlık. Üzerine olmadığı için çekiştirip durmak da öyle. Güneşin altında o kazağı giyip yaktığı için şikayet etmek de öyle. Dikip durmak yerine sökülmesine izin vermeliyim. Artık kazak olmamasına izin vermeliyim."

"Bunun için erkendir belki güzelim," dedi. "Çok şey yaşadın."

"Geç bile kaldım," diye gülümsemeye çalıştım gözyaşlarımın arasından. Üzüntüden değil sadece, öylesine ağlıyordum. Dökmem gereken yaşları döküyordum. Her şeyin yasını bitireli çok zaman geçmişti. Şimdi sadece geç kaldığım bir vedayı onurlandırıyordum.

Uzanıp elimin üzerinden öptü. "Maya," dedi dikkatimi üzerine çekebilmek için. "Bunun için vaktin olmasını istiyorum. Hayatını aklında hiçbir şey kalmadan yaşayabilmeni istiyorum." Duraksadı, yüzünde daha önce görmediğim bir gariplik vardı. "Onunla hiç şansın olmadı. Doğru yerde ve doğru zamanda değil. Belki de bunu denemelisin. Onunla kendine bir şans vermelisin."

"Benden kurtulmaya mı çalıyorsun?"

Güldü.

"Seni bir ömür boyu beklerim. Sadece bütün bunların sonunda içinden geldiği gibi yaşayabilmeni istiyorum. Ben burada durduğum için burada durmanı değil. Sadece nasıl olacağınızı görmek için bile bu şansı kullanabilirsin. Kullanmalısın da. Olmayacağına karar verirsen ben yine burada olurum. Sana kızmam. Sana kırılmam. Sen dünyadaki bütün ihtimalleri görmeyi hak ediyorsun. Aklında bir soru işareti, kalbinde bir keşke, içinde bir boşlukla yine bir şeylere alışmak zorunda değilsin. Hayatını sana biçilen bir rolü oynayarak geçirmek zorunda kaldın. Sen yaşamadın ki sen sürüklendin. Zorlandın. Hepimiz bir yandan bir şeyler için zorladık seni. Şimdi buradasın ve sadece istediğin gibi yaşamanı istiyorum."

"Bu konuşmanın benzerini seninle son günümde klinikte bir odada yapmıştık ve nasıl bittiğini dün yaşanmış gibi hatırlıyorum."

Yeniden güldü.

"Bu öyle bir konuşma değil," diye güvence verdi. "Bunu çaresizlikten yapmıyorum. Bunu yarın ne olacağı belli olmadığı için kafamda bir dolu endişeyle yapmıyorum. Çok ciddiyim. Ve bunu gerçekten düşünmeni istiyorum. Kimseye karşı sorumluluk hissetmeden içinden geleni yapmanı, içinden geleni yaşamanı istiyorum."

"Teşekkür ederim." Yüzünü okşadım. "Seni sevdiğim için beni hiç pişman etmedin. Hiç seni sevmemiş olmayı istemedim. Ama nefes alabilirsin, bu üzerinde düşünmem gereken bir şey değil." Uzanıp dudaklarından öptüm. "O hayatımın başlangıcıydı ama seninle sona ermesini istiyorum. Çok uzun zamandır."

"Bundan emin misin?"

"Oldukça eminim."

Kırık bir kalple birini seversen o sevgi de yaralı olur. Doruk'la bize bundan olmuştu. Şimdi biliyordum, ne Fetih ne Dila ne başka birileri... Aramızda olan tek şey bu kırıklıktı. Onunla benim aramda yorgun bir şey vardı, yorgun bir şey başlamıştı, tembel bir aşk, tekinsiz bir sadakat, huzursuzluk veren bir güven duygusu. Çorak toprakları andırıyorduk.

"İyi," dedi başını rahatlamış şekilde yastığa bırakıp.

Kıkırdadım.

Evin içini bir melodi doldurduğunda yüzünü astı.

"Geldi," diye göz devirdi.

"İstersen sen uyu biraz," diye öneride bulundum. "Bütün gece uyumadın. Ben de onunla takılırım ve sizi de birbirinize laf sokmaktan kurtarmış olurum."

"Sen saçlarını kurut," diye doğruldu. "Ve o tişörtü değiştir. Sonra gel."

"Tişörtün nesi var?" diye kaşlarımı çattım.

"Benim tişörtlerimi giymekte ısrar edeceksen kilo al ya da ben küçük bedenlerini de alıp seni kandırmak zorunda kalacağım."

Dönüp üzerime baktım. Hım... V şeklindeki yakası göbeğime kadar uzanıyordu. Haklıydı, bana oldukça bol gelmişti. Düz yakalılardan biriyle muhtemelen daha çok rahat ederdim.

"Beni çekiştirip durmasaydın bu kadar açılmazdı." Omuzlarından tutup tişörtü yukarıya doğru çektiğimde sorun kalmamıştı.

"Tercihen seni çekiştirip duracağım için değiştir diyorum ya güzelim." Kapıyı kapatmadı, aralık bıraktı ve çıkarken suratında muzip bir sırıtış vardı.

"Terbiyesiz..." diye mırıldandım.

Gülüp yeniden dolaba doğru yürüdüm. Saçlarımdan akan sular tişörtün sırtını mahvetmişti zaten değiştirsem iyi olacaktı. Haki renk bisiklet yaka bir tişörtle üzerimdekini değiştirdim. Banyoya dönüp bir tarak buldum ama kurutma makinesini bir türlü bulamadım. Nerede olduğunu sormak için çıktığımda koridordan gelen mırıltılar beni olduğum yere çiviledi. 

"Çok zayıf," dedi acı çekiyormuş gibi Fetih. "Küçük. Küçücük. Bu kadar hüznü nasıl taşıyacak? Çok uzamışlar. Saçları çok uzamış. Gözleri çok yorulmuş. Kirpikleri bile aşağı düşmüş. Bakışları solmuş. Omuzları çökmüş."

Saçları çok uzamış...

"Toparlayacak," dedi Doruk. Sesindeki bir şey benim bile inanmama neden oldu. Bana her zaman koşulsuz bir güveni, sorguya yer bırakmayan bir inancı vardı. Ben gerçekten çok küçükken bile Doruk benim çok güçlü olduğuma inanırdı. O inandığı için ben de öyle olduğumu sanmıştım. Belki haklıydı belki de ikimiz de sadece öyle zannediyorduk.

"Bir ışık vardı etrafında, yıldızlar onu izlerdi. Ne olursa olsun bir ışık vardı etrafında. Bakışlarında şimşekler saklıydı. Onda gördüğüm o ışık sönmüş." Bana belli etmediği şeyleri Doruk'a dökülürken nasıl rahatladığını hissedebiliyordum. Zaten onu sevdiğimi de Doruk söylediğinde fark etmiştim. "Eksilmiş gibi," diye tamamladı cümlesini Fetih.

Eksilmiş...

Kimileri bir ruhun ederinin yirmi bir gram olduğunu söylüyordu. O kasabadan çıktıktan sonra yirmi bir gram eksilmiştim.

"Maya ile ilgili şey budur." Doruk'un gülümsemesini görmesem de duyuyordum. "Çaresiz hissetmeyi kes," diye terslendi Fetih'e. "Maya ile ilgili şey budur. Yaralarına merhem olamazsın. O kendi kendini iyileştirir."

Koridorun diğer tarafından bir kapı açıldı, Pars ile göz göze geldim. Tam ağzını açtığında parmaklarımı dudağıma bastırarak susturdum onu. Gözlerini kısıp benimle birlikte dinlemeye koyuldu. Bir süre içeriden ses gelmeyince Pars kapısını açıp başıyla içeriyi işaret etti. Dudaklarımı birbirine bastırıp peşinden gittim.

"Ne arıyorsun orada?" diye sordu gülerek.

"Sadece kurutma makinesinin yerini soracaktım."

"Sonra biraz dinlemeye mi karar verdin?"

"Sadece bölmek istemedim."

"Bak sen..." Dolanının çekmecelerinden birini açıp elime kurutma makinesini tutuşturdu. "Bu işini görür."

"İyi," dedim.

"Maya," diye seslendi ben kapıya yöneldiğimde. "İnsanları konuşurken dinleme, senin duymayacağın şekilde konuşuyorlarsa duymaman gereken şeyler konuşuyorlardır."

"Bunu sen mi söylüyorsun!" diye gözlerimi açtım. "Hadi ama."

"Ciddiyim bebek," dedi. "O ikisi senin yüzüne bakarken bile acı çekiyor. Bırak senin olmadığın yerde akıtsınlar zehirlerini. Sen yeterince kötü şeye şahit oldun, hepsini sırtlanmayı bırak artık."

"İyi," dedim. "Gidip saçlarımı kurutacağım."

"Kahvaltıda görüşürüz. Kurt gibi açım."

Kapıyı arkamdan kapattığımda koridorun başında Doruk göründü. Yaramazlık yaparken yakalanmış gibi elimde makineyle birkaç adım attım.

"Selam," dedim. "Nasılsın?"

"Konuşalım mı biraz?" diye sordu.

"Saçlarımı kurutup geliyorum."

Elimdeki makineye baktı. Saçlarıma baktı. Gülümsedi. İşte kalbimizdeki çorak toprakların öylece ölüp gitmemesini ikinci sebebi olan şey. Bu gülümseme. Ve o mavi gözler. O topraklarda yıllardır ikimizi öldürmeyen şey bunlardı.

"Ver bana," dedi yaklaşıp elini uzatarak. Dudaklarımı birbirine bastırıp makineyi eline bıraktım. Yolu göstermek için önden yürüdüm ama zaten bildiğine emindim. Hepsi çok uzun süredir buradaydı.

Ben daha yeni gelmiştim.

İkimizin üzerine kapıyı kapatınca kaşlarımı kaldırdım.

"Bu biraz sorun olabilir," dedim.

"Muhtemelen olur," diye güldü. "Ama büyük ödülü o kazandı bu kadar sıkıntıyla baş etmek zorunda." Göz ucuyla bile yatağa bakmadan banyoya yürüdü. Derin bir nefes alarak ben de peşinden yürüdüm. Ne yapacağını biliyordum. Ne yapacağımızı biliyordum.

"Gel bakalım," dedi fişi prize taktıktan sonra lavabonun kenarında duran tarağı eline aldı. Aynayla arasında kalacak şekilde durdum.

"Veda ediyorsun," dedim aynadan gözlerine bakarak.

Mavilerini saçlarımın üzerinden ayırmadan gülümsedi.

"O kadar çok veda ettik ki birbirimize buna artık başka bir isim bulmamız gerekebilir."

"Son kez," dedim. "Son kez ediyorsun."

"Şşş," dedi saçlarımı özenle taramaya başlayıp. "Sorun yok."

Tarakla işini bitirmek için acele etmedi. Gözlerini bir saniye olsun ayırmadı. Tarağı sırtımdan aşağı indirirken kaşlarını çatacak gibi oldu ama direndi.

"Saçlarını kurutmayı hiç sevmedin," diye güldü makineyi eline alıp.

"Çünkü senin kurutmanı seviyordum."

Makineyi çalıştırdı. Uzun bir süre bir eli saçlarımın üzerinde tutamları kuruturken mavileri çalkalandı. Her bir saç telimle tek tek vedalaştı. Gözyaşlarım yeniden akmaya başladı. Makine susmasın diye saçlarımı yeniden ıslatmak istedim ama sustu, onu kenara bıraktı. Tekrar taramaya koyuldu, o da bitti, onu da kenara bıraktı.

"Buraya kadar mıydı?" diye mırıldandım.

"Buraya kadar güzelim. Artık iyi olacaksın."

"Ama sen olmayacaksın."

"Sorun değil. Olmama gerek yok." Hüzünlü bir gülümseme.

"Sen olmaması halini bilmiyorum ki. Yapamazmışım gibi geliyor. Bir gece çıkıp yine seni ararsam." Ona doğru döndüm, şimdi yine onu ilk kez gördüğüm zamandaki gibi küçüktüm.

"Ben zaten yoktum, ben yokken yaptığın şeylere bak. Kendini buraya sen getirdin. Başkasına ihtiyacın yok."

"Ama aklım bunu almıyor. Ne olursa olsun ya gözlerim seni görmek isterse, ben değil ama kulaklarım seni duymak isterse?"

"Gökyüzüne bak."

"Niye bu kadar canım yanıyor?" Ben sana küserim, kızarım ama gönül koymam ki.

"Korkuyorsun. Sorun değil. Sorun değil. Ağlama." Ama uzanıp dokunmadı yaşlara. Zaten hiç uzanıp silmedi o yaşları. Nasıl silmem gerektiğini öğretti.

"Bana kızgın mısın?" diye sordum. Seni sevmeye devam edemediğim için.

"Asla. Sana asla kızgın olmam. Hiçbir şey senin suçun değildi. Benim için üzülme. Daha fazla değil."

"Kalbim kırılıyor ama şimdi bile sen iyileştir istiyorum."

"Bu sadece bir alışkanlık. Süreklilik. Ben hiçbir şey yapmadım. Hepsini sen yaptın. Artık gözlerini açabilirsin. Bana veda edebilirsin. Gitmeme izin verebilirsin. Kapıyı kapatabilirsin sorun yok."

"İyi olacak mısın?"

"Olacağım."

"Rastgele değildi biliyorsun değil mi? Öylesine değildi. Bir hastalık değildi. Ben seni seçtim. Sevmek için seçtiğim kişi sendin." Senin gözlerini seçtim.

"Biliyorum. Sorun yok. Hiçbirinde sorun yok."

"Yapabileceğimi sanmıyorum. Kaç kez olduğu önemli değil daha kolay olmuyor. Sana veda edemem. Sensizlikle baş edemem."

"Çoktan ettin bile. Ben uzun zamandır yokum. Gökyüzü var. Sen varsın. Kolay olmasına gerek yok. Düşünme. Yavaşça bırak. Düşünmeyi bıraktığında acı dağılacak."

"Ya çocukluğum özlerse seni."

"Gökyüzüne bak."

Başımı salladım.

"Ben senin zihnindeyim artık, kapı kapı dolaşmana gerek yok. Kalbinde sıcak bir yerdeyim, sen daha da güçlüsün. Şimdi kapat gözlerini. Seni sevmesine izin ver. Onu sevmek için kendine izin ver." Onun sözünü dinlemek hep çok kolaydı. Bir askerin saygıyla komutanını dinlediği gibi. Bir kölenin efendisine boyun eğdiği gibi.

"Bu hatıra bende hep kalacak ama değil mi? Seni unutmak zorunda değilim değil mi?" Gözlerimi ondan çekemedim. "Kalbim çok kırık şimdi."

"Gökyüzü ölü yıldızlarla dolu ama ışıkları o kadar yoğun ki hala parlamaya devam ediyorlar," diye fısıldadı. "Sen de parlamaya devam edeceksin. Bir gün gökyüzüne bakar gibi bir yansımada kendinle göz göze geldiğinde, kendini yaşayanlardan ayırt edemeyeceksin." Gözlerimin içine baktı dikkatle. "Bırak ışık girsin içeriye, yaldızlar dolsun kalbine."

Arka cebinden bir kalem çıkarıp parmaklarımın arasına bıraktı. Hiçbir özelliği olmayan dümdüz basit bir kalem. Parmaklarımı o kalemin etrafına sardı.

"Özel bir kaleme ihtiyacın yok," dedi. "Hiçbir zaman olmadı. Yaz, hiç durmadan yaz. Anlatman gereken çok şey biriktirdin. Senin kafanın içinde dünyalar var. O dünyalarda tek başına yok olmana gerek yok. O dünyaları anlat, o dünyalara insanları davet et."

"Kimse gelmezse..."

"Gelecekler. Harika olacaksın. Bir kitap yaz, bir insanı sevmekten daha kolay olacak senin için. Bir insana güvenmekten daha kolay. Bir kitabı da bir insanı sevdiğin kadar çok sevebilirsin. Söz veriyorum bir kitapla da kendini güvende hissedebilirsin. Bir kitapla arkadaş olabilirsin, bir kitap seni hiç sevilmediğin kadar sevebilir. Söz veriyorum."

"Nasıl?" diye fısıldadım. Sadece nasıl. "Sadece sen," dedim sonra. "Bir insan için sadece sen olmanın ne demek olduğunu biliyor musun?"

"Sadece devam et," diye gülümsedi. "Hiç durma. Sen yazdıkça çoğalacak, birileri okudukça azalacak. Dağıt onları, hepsini bir başına taşımak zorunda değilsin. Dünya senin için. Dünya senin uğruna. Sen parla, herkesin gözünü kamaştırana kadar parla."

"Niye gidiyorsun?"

"Gitmek için dönmeni bekliyordum. Döndün." Gülümsedi. "Çok uzun zaman önce gittiğimi biliyorsun."

Biliyorum.

"Birinin varlığının da yokluğunun da bir yerde olup olmamasıyla ilgisi olmadığını biliyorsun."

Biliyorum.

"Nereye gideceksin?" diye sordum.

"Dünyayı dolaşırım."

"Belki başka bir kasabada karşılaşırız."

"Hayır," dedi. "Bu defa başka bir kasaba yok. Artık beni aramak yok. Geriye bakmak yok. Kapıların önünde beklemek yok. Bir yarayı sevdiysen bir iz değil bir hatıra olmasına izin vermelisin. Sadece gökyüzüne bakarsan yeryüzüne haksızlık edersin. Seni tanımak çok güzeldi, hayatının bir kısmına eşlik etmek çok güzeldi. Ama duvarların önünde ağlamayacak kadar büyüdün, sen artık beni izlemeyeceksin ben de gördüğüm her duvarın dibinde seni bulmaktan korkmayacağım. O duvarların üzerinde senin cümlelerini arayacak gözlerim."

"Korkuyorum," diye itiraf ettim. "Seni unutmaktan korkuyorum. Seni unutmanın kim bilir kaç yalnızlık dolu olacağından."

"Küçükken bir oyun oynuyorduk hatırlıyor musun," dedi. "Yalnız hissedersen diye bir şiir yazmıştık."

"Aptalca bir şiirdi."

"Hatırlıyor musun?"

Başımı salladım.

"Bir sürü yıldız var, bir sürü yıldız var. Ben bir taneyim ama bir sürü yıldız var. Korkarsam benim için yolu aydınlatırlar. Bir sürü yıldız var. Tek başıma kalmam, gökyüzünden bana bakarlar. Bir sürü yıldız var, ben bir taneyim ama yıldızlar kalabalıklar. Bir sürü yıldız var. Yalnız kalırsam gökyüzünden bana bakarlar."

"Bir sürü yıldız var," dedi.

"Yalnız," dedim. "Kendimi yalnız hissedersem-"

"Hissetmeyeceksin ama ben yine de gökyüzünden fotoğrafını çekiyor olacağım. Bütün güzel anlarında. Bir ay gibi gülümsemelerinin peşinde olacağım. Her dolunayda bana bir hikaye anlat, bana bir an bırak. Bütün kötü hatıraları gökyüzüne bırak, dağılsınlar." Sıkıca sarıldı. "Şimdi kapat gözlerini."

Kapattım. Saçlarımın üzerinden öptü, geriye çekildi.

"Güzel şeyler düşün," dedi. "Hiçbiri geçmişe ait olmasın. Güzel şeyler düşün, şimdi yapabileceğin şeyler. Yarın gidebileceğin yerler. Güzel şeyler düşün."

Başak tarlaları. Gündoğumu. Deniz kıyısı.

Gözlerimi açtığımda gitmişti. İçeriye gidip orada mı diye bakmadım. Bu defa arkasından koşmadım. Banyodan çıkıp yatağa uzandım. Gözlerimi kapattım. Güzel şeyler düşünerek uyuyakaldım.

Bir sürü yıldız var.  

YAZ NOTALARI

Hayal meyal Fetih'in yanıma iliştiğini, kulağıma bir süreliğine bir yere gitmesi gerektiğini, uyumaya devam etmemi ve Pars'ın burada olduğunu söylediğini hatırlıyordum.

Çığlık atarak uyandığımda kabusun sancısı çok tazeydi. Pars uyandırmıştı, korkuyla yüzüme bakmış ama söylediği tek şey bu kadar uyumanın yeterli olduğu olmuştu. Beni bir yere götürmek istediğini söylediğinde hala titriyordum ama başımı sallamayı başarmıştım. Hava hala aydınlıkken beni bu deniz kıyısına getirmişti.

"Burada pek kimse olmuyor," dedi. "Kafayı dinlemek istediğimde kaçıyorum."

Dün gece Fetih'in de beni götürdüğü antik kentte benzer bir cümle kurduğunu hatırladım. Ben yokken onların da tek başına kalmak için aslında çabaladığını anladım.

"Çok güzelmiş," diye mırıldandım. Denizden uzakta dalgaları seyrederken kumsalda oturuyorduk. İkimiz için de yine acılı tavuk kanatları ve bu defa iki tane de soğuk bira almıştı. Fetih'in nerede olduğunu sormadım çünkü Doruk'un gidişi ile bir ilgisi olduğuna emindim.

"O ikisi ne zaman arkadaş oldular?" diye güldüm.

"İlk yılın sonuydu sanırım," dedi Pars. "Ya da ikinci yılın, ne bileyim arada bir yerde işte. Bizimki bir yol bulmayınca deliye döndü. Gerçekten deliye döndü. Başka bir Yıkıcı yapacağını ve oraya döneceğini söyledi."

Bu düşünceyle o kadar irkildim ki elimdeki şişe kumun üzerine düştü. Pars güldü.

"Doruk engel oldu," dedi. "Hiçbirimizi dinlemedi ama onu dinledi. Bunu yaparsa senin ondan nefret edeceğini hatta iğreneceğini söyledi. Senin başına gelen bir şeyin, hepimizin başına gelen şeyi bir başkasına yapmanı ne olursa olsun istemeyeceğini söyledi. Fetih'i bu durdurdu."

"Hayır," dedim. "Bunu istemezdim. Ne olursa olsun."

"Başka bir zaman bunu kendisine yapmak istedi," dedi. "Kendi kafasına bir bomba koymak istedi. Yine Doruk engel oldu. Seni kaybetmek konusundaki tecrübesi ilk kez bir işe yaradı sanırım."

"Onunla ilgili böyle konuşma," diye mırıldandım.

"Ondan nefret etmiyorum artık," diye güldü. "Onu anlıyorum, seni anlıyorum. Sizi anlıyorum. Ama onunla olmanı istemezdim. Fetih'le iyisiniz siz."

"Biliyorum."

"Berbattı Maya..." Omzunu omzuma yasladı. "Yeniden dönen sadece sen değilsin, o da döndü. Bitik haldeydi. Bir noktada alışır sandım ama alışmadı. Daha önce hiç yaşamayı reddeden birini görmemiştim. Sen bile içine battığın o çukurda hep yaşama tutunurdun. Kendisine bir şey yapacağından endişe etmeye başlamıştım."

Başımı omzuna yasladım, söyleyebileceğim bir şey yoktu.

"Nasıl çıktın?" diye sordu. "Bizim bulamadığımız ne buldun?"

"Bu konuda konuşmayacağımız konusunda anlaşmıştık."

"Neden kaçınıyorsun?"

"Önüme bakmak istiyorum."

"Gerçekten annenle yüzleşmeyecek misin? Ben üzerine atlamanı bekliyordum."

"Hayır." Yüzümü buruşturdum. "Görmek de dinlemek de istemiyorum."

"Ben yakasına yapıştım," diye güldü şişeyi kafasına dikip. "O kıza da bir ton yalan dolan sıkmış. Havin mi ne. Tanıştım kendisiyle, nefret ettim. Hiçbir halttan haberi yok kelebek gibi dolanıyor ortalıkta."

"Bence taraflı yorum yapıyorsun."

"Öyleyse de öyle ne yapalım ne o öyle dünya çok güzel bir yer yaşasın hepimiz sarılalım tavırları."

Kıkırdadım.

"Acıktım ben, bir şeyler yiyelim mi?"

"Kızım bu kanatları yiyelim diye aldık."

"O kanatlar cehennem sosuna batırılmış." Yüzümü ekşittim. "Doğru düzgün bir şey yemek istiyorum."

"İyi be tamam." Şişeyi bitirene kadar kafasına dikti, kanat paketini ve biralardan kalanları çöp kutusuna atıp kumsaldan çıktık. Güneş batmıştı ama her taraf yine aydınlıktı.

"Ne kadar kalabalık değil mi?" diye mırıldandım.

"Adım atsan birine çarpıyorsun," dedi. "Arada eğlenceli ama her gün çekilmiyor."

"Bir dakika..." dedim bir şey duyup. Bir melodi yakalarıma yapıştı sanki. O sokakta, o müziğin çaldığı bir yerde beni bir şeyin beklediğini hissettim. Çok güzel bir şeyin. Sıcacık bir hissin. "Bu müzik sesi nereden geliyor?"

"Yok artık," dedi Pars müzik sesinin geldiği yeri anladığında.

"Ne?"

"Sizin kafanızda anten falan mı var?"

"Ne diyorsun yahu?"

"Yürü," dedi. "Götüreyim seni."

"Bilmece gibi konuşuyorsun."

"Fetih'in takıldığı tek yer burası," dedi. "Genelde hava almaya diye çıkıp sızana kadar burada içiyor sonra da gelip onu almam için beni arıyorlar."

"Fetih Yargıcı sızıyor mu?"

"Artık duygularımızın yanı sıra insani zayıflıklara da sahibiz."

Çok tatlı bir mekana geldik. Ahşap masaları ve oturakları olan, her yerinden asma yaprakları geçen, denizin kıyısında köhne ama çok güzel bir yerdi. Pars'ın işaret ettiği köşedeki nispeten tenhada kalan iki kişilik masaya oturduk. Ahaşap masalar ve sandalyeler deniz yeşiline boyalıydı. İskelenin aşağısında kıyıya yakın renkli kayıklar vardı. Masaların üzerinde küçük vazolar ve kır çiçekleri vardı. Bahçenin ortasında, tepeden bir sürü renkli ip geçiyor hepsinin ucundan birkaç ampul sallanıyordu.

"Hoş geldin Pars," dedi orta yaşlı bir adam masaya yanaşıp. "Fetih yok mu?"

"Bugün özel biriyle geldim," dedi. "Ben sızacağım o beni toplayacak."

"Özel biri he?" Adam dönüp beni başıyla selamladı. "Siz de hoş geldiniz."

"Çok güzel burası," diye karşılık verdim.

"Kız arkadaşım," dedi Pars uzanıp elimi tutarak. Gülmemek için kendimi zor tuttum. "Çok aşığız birbirimize."

"Zevzek," dedim eline vurup. Ama adam muhtemelen bunu utandığım için yaptığımı düşündü.

"Sen bize donat abi masayı," dedi Pars. "Sevgilim çok aç onu doyurmak çok zor."

Masanın altından bacağına bir tekme savurdum. İnleyerek eğilip bacağını tuttu.

"Mezeleri gönderiyorum önden," dedi.

"Eyvallah," dedi Pars.

Adam gidince "Bir gün bu yüzden öleceksin bak," dedim. "Seni ben bile alamayacağım elinden."

"Fetih olmasa anlattıklarım gerçek olurdu," diye göz kırptı.

"Sana aşık olacak kıza acıyorum."

"Onlardan çok var," diye sırıttı.

"Anlat," dedim. "Burada yaşamaktan mutlu musun?"

"Fena değil, bundan sonra anlayacağız aslında mutlu olup olmadığımızı. Sen gelene kadar sadece idare ediyorduk."

"Mutlu olalım o zaman," dedim. "Sen de mutlu ol. Nasıl oluyorsan ol. Bir yolunu bulalım hep birlikte olur mu? Bulmak zorundayız."

"Bulacağız da bebek," dedi. "Mutlu olmaktan kolay ne var? Asıl zor olan bizim gibi mutsuzluğun ortasında da hayatta ve yan yana kalmaktı. Şimdi kolay kısmı kaldı geriye."

"Bazen neredeyse bir bilge gibi konuşuyorsun."

"Ne sandın."

"Telefonunu verir misin," diye elimi uzattım. "Fetih'i aramak istiyorum."

"Şurada baş başa vakit geçiriyoruz."

"Sadece merak ettim, yemeğe başlamadan önce sesini duymak istiyorum."

"Ben duydum aynı sesi."

"Pars..."

"İyi, tamam." Telefonu cebinden çıkarıp elime verdi.

"Pars burada bir sürü çağrı ve mesaj var."

"Varsa ne olmuş?"

"Bunların yarısı bir sürü farklı kızdan ve birçoğu da Fetih'ten."

"Eh," dedi. "Baş başa vakit geçiriyoruz ben öyle telefona bakacak saygısız bir adam değilim."

"Ne istiyorsun şu adamdan bir anlasam," dedim. "Merak etmiştir."

"İntikam alıyorum," dedi ciddi bir ifadeyle. "Telefonumu açmadığı günlerin ve bil diye söylüyorum hiç açmadı. Sokak sokak aradığım zamanlar oldu. Günlerce haber alamadığım oldu. Öldü mü kaldı mı bilmediğim zamanlar oldu. Seni sadece o kaybetmemişti." 

"Üzgünüm," dedim. "Pars seni çok seviyorum, çok. Ama o beni her zaman bulacağına söz vermişti. O beni buna inandırmıştı. O son anda elimi tutamamıştı. O sadece kaybetmedi bunun için sadece kendisini suçladı."

"Biliyorum," dedi. "Tamam, ara hadi iyice delirmesin."

Numarasını çevirip telefonu kulağıma yasladım.

"Pars sikeceğim ama seni sonunda."

"Hey," dedim. "Sakin, benim."

"Maya?"

"Pars olmamak güzelmiş." Gözlerimi kocaman açtım.

"Affedersin," dedi. "Neredesiniz, iyi misin?"

"Evet, dolaşmaya çıktık. Çok tatlı bir yere getirdi Pars beni yemek yemek için."

"Neresi?"

"İşin bitti mi?" diye sordum.

"İki saat önce bitti, neden telefonunu yanına almadın?"

"Aklıma gelmedi, özür dilerim. Bir saniye." Pars'a döndüm. "İsmi ne buranın?"

Omuz silkti.

"Sürekli sızıp kaldığın bir yermiş, seni hep buradan topluyormuş."

"Tamam," dedi. "Geliyorum."

"Gerçekten sızıyor muydun?"

"Dilini koparacağım onun."

"Zamanını daha verimli geçirebilirsin."

"Vaatler vaatler."

Kıkırdadım.

"Gel hadi, kapatıyorum."

"Tamam, birazdan görüşürüz."

Telefonu kapatıp Pars'a uzattım.

"En sevdiğim arkadaşım olduğun için önden uyarıyorum bence o gelmeden kaç."

"Gerçekten mi?"

Başımı salladım.

"Ne yapacak bana?" Biraz gerilmiş görünüyordu ama yeterince anladığından emin değildim.

"Bir şey yapmayacak ama kızgın ve bence kırgın ve bence haklı. İki saat önce gelmiş."

"Tamam bu defa biraz ayarı kaçırmış olabilirim."

"Bunu bugün yapmasaydın ayarı kaçırmış olmazdın," diye açıkladım yumuşak bir şekilde. "Ama daha yeni geldim bırak da önce endişe ataklarından kurtulalım sonra istediğini yaparsın."

"Kızdın mı bana?"

"Kızmadım ama en azından bir süre bu konuda oyun oynamazsan sevinirim. Çok uzun bir süre hiçbirinize ulaşamadım, siz de bana ulaşamadınız."

"Düşüncesizlik ettim," dedi bu defa gerçekten mahcup olmuş şekilde.

"Sorun değil," diye gülümsedim. "Kötü bir amaçla yapmadığını bildiğim için uyarıyorum zaten, aksi bir şey düşünsem daha farklı şeyler yapardım."

"Hala insanların zihnine girebiliyor musun?" Kaşlarını çatarak masanın üzerinden bana doğru eğildi.

"Hayır," dedim irkilerek. "O şey artık yok. Kafamda kötü anılar ve birkaç güzel an dışında bir şey olmadığını bilmek güzel." Kollarımı savunma içgüdüsüyle kendi etrafıma doladım. O kurşunu sıkıp burada gözlerimi açtığımdan beri ne bir baskı vardı ne de kasvet. İlk kez kafamın içinde bu kadar yalın ve durgundum. Kafamın içine yığılmış enkazdan kurtulmuştum. Ve nasıl hissettirdiğini hatırlamak dahi istemiyordum.

"Aman," dedi Pars. Gözleri bir yere takıldı. "Fetih geliyor," dedi. "Ben kaçayım. Sen onu sakinleştir tamam mı dalaşmayalım şimdi." Masadan apar topar kalktı. "Evde görüşürüz sonra."

"Otur," dedim. "Bir şey olmaz, saçmalama."

"Yok," dedi. "Çekemem şimdi onu. Siz baş başa takılın."

"Pars, delirme otur şuraya."

"Randevum var bebek," diye sırıttı.

"Yalan söyleme."

"Yemin ederim var, seni de götürecektim tanıştırmaya ama belli ki bugün o gün değil." Eğilip yanağımdan öptü. "Hadi görüşürüz."

"Yarın tanıştır!" diye seslendim arkasından ama diğer tarafa doğru hızlı adımlarla yürüyüp toz oldu. Kapı tarafına baktım, Fetih gerçekten gelmişti, bizi karşılayan adamla sohbet ediyordu. Ah, şimdi anlaşıldı. Adama kafasını sallayıp bana doğru yürümeye koyuldu.

Karşımdaki sandalyeyi tepesinden tutup yanıma bıraktı, bana doğru bacaklarını açarak oturup sandalyemi kendine doğru çekti.

"Nerede o?" diye sordu.

"Kaçtı."

"Orkun neden sizin sevgili olduğunuzu düşünüyor?"

"Orkun kim?"

"Biraz önce konuştuğum adam, buranın sahibi."

"Hım," dedim. "Bizi yalnız gördü ya yanlış anlamıştır."

"Maya." Kaşlarını kaldırdı.

"Tamam," dedim. Eğilip yanağından öptüm. "Ben de kızdım. Gerçekten. Yaptığının yanlış olduğunu anlayıp kaçtı. Bir daha yapmayacak."

Bir şey söylemek için hareketlendi ama sonra vazgeçti. Eğilip bana sarıldı. "Seni özledim," dedi. "Uyanmadan dönmeyi planlıyordum, üzgünüm."

"Çok uyumadım zaten." Gülümseyerek geri çekildim ama ellerini tuttum. "İşlerini hallettin mi?"

Başını salladı.

"Burası çok güzelmiş." Gözlerim etrafta gezindi ve deniz kokusunu derin derin içime çektim. "Aslında deniz kıyısında bir yerdeydik, sonra ben acıktım dedim. Pars yine o cehennem soslu tavuk kanatlarından almıştı."

"Cehennem soslu mu?"

"Çok acı..."

"Eee," dedi gülümseyerek.

"Sonra oradan kalktık. Yolda yürürken ben bir müzik sesi duydum, nereden geliyor diye sorduğumda Pars şok oldu. Kafanızda anten mi var sizin diye sordu." Güldüm. "Sonra da burasının takıldığın tek yer olduğunu söyledi."

"Onun bildiği tek yer." Parmaklarımı öptü. "Ama anten konusunda haklı olabilir. Ben de burayı duyduğum bir şarkının peşinden gelerek bulmuştum."

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten." Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

Gerçekten.

"Aynı şarkı mıydı acaba?"

Daha çok güldü.

"Sanmıyorum, benim duyduğumu gece yarısından sonra canlı söylüyorlar."

"Yok yok," dedi masaya mezeleri bırakmaya başlayan adam. Orkun'du sanırım ismi. "Senin duyduğundu." Güldü. "Nazım burada, arkadaşlarıyla gelmiş onlara okudu kısacık."

"Öyle mi?" dedi Fetih şaşırarak.

"Arka tarafta," dedi. "Uğrarsın bir ara yanına. Bu kız için bir daha söyler belki."

Bu defa utanarak baktım adama.

"Maya," dedi Fetih elini omzuma koyup. "Orkun burayı işletiyor, babasından kalmış. Çok şirin bir kızı var."

"Sen de uzaklardaki o kızsın," dedi Orkun elini uzatıp. "İnsan böyle yerlerde ne hikayeler duyuyor, neler dinledim neler... Senin hikayeni hiç anlatmadı ama bazen geceleri uzaklarda bir kızdan bahsediyordu. O anlatırken dünyanın en hüzünlü hikayesi gibi geliyordu kulağa. Kaç kişiyi ağlattı burada. Soramıyoruz da, öldü herhalde dedik."

"Ona yakın bir şey," diye mırıldanmaya çalıştım.

"İyi iyi, bir şey olmaz daha size," dedi. "Nazım'a haber uçururum ben, söyler illa yine. Balıkları da attım ızgaraya, şarap açıyorum size."

"Sakladıklarından olsun," diye güldü Fetih.

"En arkadakini getiriyorum," dedi Orkun giderken.

"Demek buraya gelip şirin kızlarla tanıştın..."

"Beş yaşında şirin kızlarla," dedi.

Aklıma çok şirin küçük bir kız geldi ve hep böyle mi olacak diye düşündüm. Aklıma sürekli artık olmayanlar belki de hiç olmamış olanlar mı gelecek? Düşünceleri silkelemek istercesine başımı salladım. Güzel şeyleri düşün, diye telkin ettim kendimi. Geçmiş orada kaldı ve artık yapılacak hiçbir şey yok ama şu an burada ve şu an için yapabileceğim şeyler var.

"Bardakileri de gördüm," diye takıldım bileğindeki dövmeye dokunarak.

"Onlarla da ben görüşmedim ki," dedi. "Pars halletti. Ben sadece bir an önce ismi Yargıcı Bar olan bir yerin açılmasını istedim."

"Şaka yapıyorum," dedim. "Yaşadığın için seni suçlamazdım Fetih."

"Bu kalple sadece sen hayatta kalmıyorsun." Elini göğsümün üzerine bastırdı. "Bu kalbin atışı beni de hayatta tutuyor."

Üzerime yeniden o ağırlık çöktü. Bir kurşunun ağırlığı.

"Yemeğimiz geldi," dedi masaya dönerek. "Sevmezsen başka bir şey de söyleriz ama bence bayılacaksın."

"Severim," diye mırıldandım o şarabı açarken. İkimizin de kadehine doldurdu. Hava nefisti. Hafif bir esinti vardı, yanı başımızdaki kayalıklara vuran dalgaların sesi baş döndürücüydü. Güzel şeyler. Sadece güzel şeylere odaklan.

"Neye içelim?" diye sordu kadehi eline alıp.

"Akıl almaz sevgilere." Kadehimi hafifçe onun kadehine değdirdim.

"Akıl sınırlarına," diye gülümsedi.

Kollarımı masanın üzerine yaslayıp yüzümde hafif bir gülümsemeyle ufku seyrettim. Rüzgarın esişi. Sahil kokusu. Küçük kıpırtılar ve insan sesleri. Kanat çırpan kuşlar. Izgarada pişen balıkların kokusu. Şarabın kekremsi tadı. Bir sürü farklı görüntü, bir sürü farklı ses, bir sürü farklı koku. Bu şehirde hepsi birbirini ağırlıyordu. Ve ben kendimi iyi hissediyordum.

"Sana bir şey soracağım," dedim çekimser şekilde. "Ama dürüstçe cevap ver, beni etkileyeceğini düşündüğün şekilde değil."

Biraz düşündü ama sonra başını salladı.

"Neden hiçbir şey olmamış gibi hissediyorum, bazı şeyler var, içimde, kötü bir koku gibi ama unutmaya çok hevesliyim. Daha çok yeni. Yani aklımı kaçırmam ya da durup bir duvarı seyretmem gerekiyor, kendimi biliyorum, acı çekmeyi biliyorum. Ama sanki yaşamış değil de okumuş ve kitabı rafına geri koymuş gibi hissediyorum."

"Çok şey yaşadın," diye başladı. "Travma sonrası her insan farklı tepkiler gösterir. Bazıları içine kapanır, bazıları dışa dönük olur. Bazıları kolayca atlatır, bazılarının atlatması daha uzun sürer. Muhtemelen sen yok sayıyorsun. Belki de gelişim gösteriyorsun. Yaşayacağın en kötü şeyleri yaşadın, bir şekilde üstesinden geldin, bunun ortaya koyduğu bir özgüven var. Ya da bastırıyorsun ve zamanla ortaya çıkacak hissettiklerin. Muhtemel bir şok dalgasının içindesin. Bunların hepsi normal. Bunları düşünme, bugün eğlenmek istiyorsan eğleniriz. Yarın duvarı seyretmek istersen birlikte istediğin kadar bir duvarı seyrederiz. Gerçekten iyi hissetmen için ne gerekiyorsa yapacağız."

"Unutmak istiyorum," dedim kararlılıkla. "Eskiye dair hiçbir şeyden bahsetmek, hiç kimseden konuşmak istemiyorum. Ne olup bittiğini bile öğrenmek istemiyorum."

"Nasıl istersen," diye güvence verdi. "İstediğin zaman gidebiliriz."

"Teşekkür ederim."

Kendimi bir nebze olsun rahatlamış hissediyordum.

Şarap bu zamana kadar içtiğim şeyler arasında en güzeliydi. Ve balık yediğim en iyi şeydi. Burası geldiğim en güzel yerdi. O en çok sevdiğim insandı. Artık her şey sadece bugüne aitti. Her şey bugün kadardı. Her şey bugünün en iyisiydi.

Yemek bittiğinde ve biz üçüncü kadeh şarabımıza geçtiğimizde bir müzik grubu masaları dolaşmaya başladı. Hem bahşiş topluyor hem de istenen şarkıları söylüyorlardı.

"Gel," dedi Fetih. "Yer değiştirelim. Boynun ağrıyacak."

İtiraz etmeden onunla yer değiştirdim, sandalyemi yine çevirip sırtımı ona yaslayacağım şekilde döndürdü. Bir kolunu omzumun etrafına dolayıp diğeriyle elimi tuttu.

"Nazım o mu?" diye sordum bize biraz daha yaklaştıklarında. Bir keman, bir saz ve bir de klarnet çalanla birlikte şarkıyı söyleyen daha yaşlı olmasını beklediğim genç bir adam vardı.

"Evet," dedi. "İstek şarkı yapmak ister misin?"

"O şarkı olsun," dedim. "Hani duyup buraya geldiğin."

"O bir Girit Türküsü. Hatta bir ağıtmış. Girit kıyılarında az balık olduğundan balıkçılar hep açıklarda balık tutmak zorunda kalmışlar. Okuma yazması olmayan bir balıkçı karısı, deniz kıyısında bir daha hiç geri gelmeyecek olan kocasına bu ağıdı yakmış. Kocası fırtınalı bir havada açılmış denize."

"Onun için mi yazılmış?"

Çenesini arkamdan omzuma yasladı, kulağıma doğru fısıldamaya başladı.

"Sana söyledim ve tekrar söylüyorum

Sahile inme dedim

Sahilde fırtına olur

Ve seni alır ve götürür

Ve eğer beni alırsa ve oraya götürürse

Aşağıya, o derin sulara

Vücudumu tekne yaparım

Küçük ellerimi kürek

Mendilimi yelkencik

Karaya girip çıkarım

Sana söyledim ve tekrar söylüyorum

Bana mektup yazma

Çünkü ben yazı bilmiyorum

Ve ben gözyaşlarına boğuluyorum

"Çok güzelmiş," dedim kulağıma söylediği sözlere karşılık. "Çok anlamlı."

"Öyle."

Müzik grubu bizim masamıza doğru yaklaştı, hepsi başıyla selam verdiler. Fetih onlara gülümsedi.

"Başlıyorlar," diye mırıldandım. "Ne istediğimizi söylemeyecek misin?"

"Gerek yok," dedi. "Hep onu istiyorum."

Müzik çalmaya başladığında iyice ona doğru yaslandım, başımı göğsüne bastırdım, dudakları saçlarımın üzerinde dolaştı. Sonra bir şeyler değişmeye başladı. Müzik içimde bir şeylere dokundu. Sözleri. Enstürmanlar.

"Seni alırsa fırtına, dayanamam yokluğuna," diye hafifçe mırıldanarak sadece benim duyabileceğim şekilde eşlik etti.

Kalbim sandal olur uğruna, rüzgara yelken olur

Gözyaşım benzer yağmura, savrulurum yokluğuna

Bitirdiklerinde sessizce alkışladım. Başlarıyla selam verip gülümseyerek sonraki masaya geçtiler. Şarkının tadı damağımda kaldı. Bir an içimde yirmi bir gramlık bir boşluğun kapandığını hissettim.

Doğrulmadan, başımı kaldırarak aşağıdan ona baktım. Başını eğdiğinde muhtemelen dolan gözlerime ama büyülenmiş ifademe gülümsedi, burnumun ucundan öptü.

"Sevdin mi?"

"Bayıldım. Ama altında bu kadar kalp kırıcı hikayesi olan bir şeyden büyülenmek doğru mu?"

"Bu acıyı onurlandırmaz mı?" diye cevap verdi. "Bir şeyin acısını çekiyorsam onun büyüleyici olmasını isterim. Baş döndürmesini. Etki altına almasını. Böyle çarpmasını insanı."

"Muhtemelen sen haklısındır ama bunu daha az şarap içtiğim bir gün yine konuşalım."

Müzik gibi gülümsemesi göğsünden ruhuma çarptı.

"Eve götürelim mi seni?"

"Eve götürelim beni."

Ellerimden tutup kalkmama yardım etti, sarhoş olmuştum ama bunun hepsi şarabın suçu değildi. Bu yerin güzelliği, şarkının büyüleyiciliği ve onun yanında olabilmenin huzuruyla ilgiliydi. Hayatımda ilk kez mutluluktan sarhoş olmuştum. Kolunun altına girip kollarımı beline sararak ona yaslandım. Yürüyemeyeceğimden değil sadece öyle yapmak istedim. Bu anın, onun tadını çıkarmak.

"Görüşürüz Orkun," diye seslendi.

"Bugün sen birini taşıyorsun," diye karşılık geldiğini duydum. "Bugünleri de görecekmişiz."

Fetih cevap vermedi ama güldü.

"Söz," dedim. "Bir dahakine ben seni taşırım. İstediğin kadar içip sızabilirsin."

"Halimden memnunum ben," diye söylendi. "Çok memnunum." Tekrar öptü. "Bu anı o kadar çok hayal etmiştim ki."

"Hayalinde de böyle mi oluyordu?"

"Pek sayılmaz. Buraya seni ben getirmek istiyordum."

"Kızma Pars'a," diye mırıldandım. "Hem buraya sen getirdin zaten beni, o şarkıyı duydum hatırladın mı?"

"Geldin ya," dedi. "Önemli olan tek şey bu."

Yolun ortasında ona doğru döndüm.

Güzel bir şey düşün.

Yüzünü ellerimin arasına aldım. Parmak uçlarımda uzanıp dudaklarımı onun dudaklarına bastırdım. Hala şarap tadı alabiliyordum. Sıcacık ve yumuşak dudakları nazikçe beni içeriye aldı. Onu öpmek dünyanın en güzel hissiydi. Bana her şeyin mümkün olabileceğini hissettiriyordu. Dudakları bir hatırlatıcıydı, her şeyi unutsaydım bile bu dudaklar tarafından öpüldüğümde bu his beni bir yere çağırırdı ve ben yine hatırlardım.

"Hayalimde de böyle oluyordu," diye gülümsedi.

"Öyle mi?" Yeniden yürümeye koyulduk.

"Evet."

"Sonra ne oluyordu?"

Gözüme çok büyük gelen binalara alışmam daha uzun sürecekti anlaşılan. Büyük caddede yan yan yürümeye devam ettik. Ellerimiz bu defa birbirinden hiç ayrılmadı. Ve birkaç saniye de olsa ayrılacaklar diye korkmamayı başardım. Döner kapıdan içeriye girdik. Asansöre binene kadar elimi bırakmadı ama sonra önüme geçip ellerini belime koydu.

"Sonrasını doğaçlayabiliriz," dedi.

"Hayal ettiğin şeklini merak ettim."

"Söyleyemem," diye eğlenerek kaşlarını çattı. "Ayıp." 

"Göster o zaman."

"Bir de bana terbiyesiz diyordu..." Elimden tutmasa kata geldiğimizi ve kapının açıldığını fark etmeyecektim.

Kapıyı açtı, içerisi tamamen karanlıktı ama dışarıdan gelen ışık bile benim kısa bir süre sahip olduğumdan çok fazlaydı.

Güzel şeyleri düşün.

"Pars gelmemiş mi daha, çok geç oldu ama?"

Eşyalarını tezgahın üzerine bıraktı.

"Kendi evine gitmiştir, buraya kız atması yasak."

"Çok çirkin bir söylem bu."

"Buraya kız arkadaşlarını getirip onlarla sevişmesi yasak," diye düzeltti yapay bir tatlılıkla.

"Neden?"

"Benim kız arkadaşım gelemiyorsa başka kız arkadaşlar da gelemez."

"Beni eve mi attın yani?" Kendimi tutamadan güldüm.

"Çok çirkin bir söylemmiş bu," dedi.

"Beni buraya getirip sevişecek misin yani?"

"Teknik olarak sen burada yaşıyorsun o yüzden sayılmaz ama bu seninle sevişmeyeceğim anlamına gelmez."

"Anladım," diye gülümsedim odaya doğru giderken.

"Nereye?" diye bağırdığını duydum. Banyoya girip dişlerimi fırçalamaya koyuldum ama gülerken biraz zor oluyordu.

"Hayalimde böyle olmuyordu," diye söylenmeye devam etti. Yüzümü yıkarken yanıma gelip başıma dikildi. Gülüp boşta olan elimle üzerine su sıçrattım. Gözlerini kısıp tişörtüne baktı sonra gülüp onu bir çırpıda üzerinden çıkarıp kenara attı. Beklenti ve meydan okuyan gözlerini üzerime dikti. Başımı iki yana salladım. Saçlarımı taramaya koyulduğumda o da dişlerini fırçalamaya başladı. Bir süre onun başında dikilip çıplak sırtını öperek odadan çıktığımda yine homurdandı. Su içmek için mutfağa gittim, tekrar peşimden geldi, salondaki kanepeye oturup başını yasladı. Cam yansımasından beni seyrediyordu.

Bununla yaşayabilirim diye düşündüm. Bununla yaşamak isterim. Gözleri sürekli üzerimdeyken. Gittiğim her yerde, attığım her adımda onunla karşılaşarak. Bazen onunla çarpışarak. Sürekli ona sarılarak. Bununla yaşasam başka bir şey istemem diye düşündüm.

Yanına gidip kucağına tırmandım. Eğilip çenesinden öptüm. Elleri belimdeki yerini aldı hemen.

"Seni seviyorum," dedim. "Hayalinde böyle olamaz çünkü bu hayal değil." Eğilip tekrar dudaklarını öptüm. "Bu gerçek."

"Seni çok seviyorum," diye karşılık verdi.

"Üç kere çok seviyorum."

"Akıl almaz şekilde seviyorum."

Yüzündeki elimi ensesine kaydırdım, parmaklarım ılık teninin üzerinde bir alev topu gibi yuvarlanıyordu. Karanlığın içinde ona doğru uzanıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Onu öpmek benim için nefes almak gibi yaşamsal bir ihtiyaç halini almıştı. Omzunda duran elimi de göğsüne doğru indirdim. Ellerimi çıplak kaburgalarının üzerinde dolaştırıp çok derin bir nefes aldım.

Omuzlarımdan askılı tişörtümün iplerini indirirken onu öpmeye devam ettim. Bazen onu bu kadar ketum olduğu için kıskanıyordum. Mükemmel bir otokontrole sahipti. Ne olursa olsun her zaman durması gereken yeri biliyordu. Ama ben onunla kıyaslanamayacak kadar basit bir insandım ve ona karşı koyacak kadar güçlü değildim. Ona karşı koyacak kadar güçlü olmak istemiyordum. Hissettiğim ilk en güzel şey onunla aramdaki o muazzam çekimdi. Daha onu sevdiğimi bilmediğim zamanlarda bile var olan çekim. Ondan nefret ettiğimi düşündüğüm zaman bile dokunabileceğim kadar yoğun olan çekim. Bu benim varlığımı ilan ediyordu. Kendimi canlı hissetmeme neden oluyordu. Hayatımın çoğunu mezarlıkta geçirmiştim, neredeyse ölü olduğuma emin olduğum anlar neredeyse yaşadığım gün sayısı kadardı. Ama ona dokunmak, onun dokunuşunun altında böyle kıvranmak. Bu bir kadehten yaşamı içmeye benziyordu.

Tişörtü kollarımın üzerinden sıyırıp çıkardı. Yavaşça, çok yavaşça iç çamaşırları içindeki zayıf bedenime baktı. Her bir kıvrımı ezberliyor belki de ezbere bildiklerini kontrol ediyor gibi dikkatliydi. Bakışlarında daha derin bir açlık yavaş yavaş yüzeye çıktı. Uzanıp kaslı göğsünün üzerine hafifçe dudaklarımı bastırdım. Burada kokusu daha yoğundu. Kadehin içindeki yaşam gibi. Yoğun ve baş döndürücü bir kokusu vardı. Tatlı ve huzur vericiydi. Boynuna doğru o kokuya doğru çekildim sanki. Omzuyla birleştiği yere dudaklarımı daha çok bastırdım. Eli belimi kuvvetli bir şekilde sıktı. Hafifçe dilimi değdirdim. Yanlış bir şey yapmışım gibi beni kendinden uzaklaştırıp başımı koltuğa düşürdü. Şimdi yukarıdan bakıyordu ve bu defa gerçekten bakışlarında vahşi bir şey vardı. Heyecanım ve ürpertim soluklarıma karıştı.

Yörüngeden çıktığımı düşündüm, sadece o vardı. Bütün galaksi boyunca ikimiz kalmıştık. Bu dönüşün tamamlanması onun beni öpüşüne bağlıydı. Bana dokunmadığı zaman yanıyormuşum gibi hissediyordum. Bir yangın vardı ama o yangında tek başımaydım. Dudakları ağzımın üzerine kapandığında alevlerin arasına girdiğini hissettim. Dili dilimine sürtündü. Vücudunun baskısını üzerimde tüm varlığıyla hissedip daha çok tutuşmaya başladım. Böyle bir his olduğunun mümkün olabileceğini bilmiyordum. Onunla yaşamak istiyordum. Daha da kötüsü onunla birlikte cayır cayır yanmak istiyordum. Parmakları kalçamı sıktığında dokunuşu alevleri kağıt gibi yırtmaya başladı. Ellerimi yüzüne bastırıp daha çok kendime çektim, dudaklarım daha hızlı oynamaya başladı. Ama ne kadar bastırırsam bastırayım ona karşı hissettiğim doyumsuzluk bir milim bile azalmıyordu.

O geri çekilene kadar ne kadar nefessiz kaldığımın farkında değildim. Umurumda da değildi. Onu öperken nefessiz kalmak hayal edebileceğim en iyi son olurdu. Hiç kimse benim için daha iyi bir final yazamazdı. Dudakları kulağımın arkasını gıdıkladı, boynuma indi, biraz önce ona yaptığım gibi, köprücük kemiğimin üzerini uzun uzun öptü, o an o soğuk nefis öpücükten daha önemli hiçbir şey yoktu. Parmakları kaburgalarımın üzerinden yukarıya doğru tırmandı, çok yavaş hareket ediyordu, tüm bedenime parmak izlerini bulaştırmak ister gibi yavaştı. Beni yatağın üzerinde kıvrandıracak kadar yavaş. Parmakları göğsümün hemen altında durduğunda bir kez daha nefesim kesildi, dudakları daha aşağıya indi. Ellerimi omzuna bastırıp tırnaklarımı tenine geçirdim. Benim aksime onun acelesizliği hissettiğim her şeyi daha da yoğunlaştırdı. Yeniden dudaklarımı öptü. Kolları beni üzerine çekti, ben fark etmeden sütyenim açılmış ve üzerimden çıkmıştı. Saçlarım ikimizin arasında dağılıyordu. Kollarım onun sırtında kendi yolunu arıyordu. Sonsuza dek sürmesini istediğim dakikalar boyunca öpüştük. Pantolonunu ne zaman çıkardığını ne zaman bu kadar çıplak kaldığımı bile fark edemeyecek kadar başım dönmüştü.

"Maya," dedi elleri kalçalarıma tutunmuş ben kendimi tamamıyla hazırlamışken. Gözlerine bakana kadar kıpırdamadı.

"Evet?"

"Bu dünya üzerinde hiçbir şey seni benden alamaz," dedi. Birden vücudumda, bacaklarımın arasında bir baskı hissettim. "Bunu biliyorsun değil mi?" Daha şiddetli bir baskı daha. Gerilerek onunla birlikte hareket edebileceğim şekilde kıvrıldım.

"Öyle umuyorum," diye fısıldadım.

Alevler bir araya toplanana kadar devam etti. Ben bir fırtına bulutu gibi dağılana kadar. Her seferinde daha uzun süreli öptüm onu. Benim içimde bıraktığı her ize karşılık onun teninde bir iz bırakacak kadar dokundum. Asla bitmeyeceğini düşündüm. İçimde hem mutlak bir mutluluk, karşı konulmaz bir haz hem de kontrolsüz bir acı vardı. İyi hissettiren her şey o kadar yükseldi ki ona karşı bir kötücül duygu içime sızdı. Onun kollarının arasına yığıldığımda kalbim acıyordu. O kadar çok acıdı ki bir saniyeliğine öldüğümü sandım. Başımı sallayıp güldüm. Hayır, bu defa canımın acıması için hiçbir sebep yoktu. Sadece korkunç şekilde mutluydum. Bu kadar iyi hissetmek beni korkutuyordu ama buna alışacaktım. Onun benim olduğuna alışacaktım. Ona asla doymayacaktım. Doymak istemeyecektim.

YAZ GÜNDOĞUMU

İkimizin de uyumadığı ertesi sabah Pars sessizce içeriye girmeye çalışmış ama bizimle karşı karşıya gelmişti. Ben Fetih'le birlikte kahvaltı hazırlamak için mutfak kısmındaydım. Daha çok taburede oturup onu seyrediyordum.

"Günaydın," dedi Pars sırıtarak.

Fetih onu seninle daha sonra görüşeceğiz diyen ters bakışlarıyla selamladı.

"Günaydın," dedim ben de gülümseyerek.

"Kahvaltı mı yapıyoruz, ne güzel." Kendini kanepeye atıp televizyonu açtı.

"Kibar ol," diye fısıldadım tezgahın diğer tarafından.

"Kibar halim," dedi Fetih. "Çok kibar halim." Gözlerini ciddiyetle doğradığı salatalıklara çevirdi. Ben de önümdeki telefonu kurcalayıp nasıl kullanıldığını çözmeye çalışıyordum.

"Uğraşma, ben gösteririm sana," dedi Fetih.

Başımı kaldırmadan itiraz ettim. "Her şeyi benim yerime sen yapamazsın."

"Yapabilirim."

"Instagram ne?"

"Bir sosyal medya uygulaması."

"Ne işe yarıyor?" diye sordum merakla.

"İnsanlar fotoğraf paylaşıyor, birbirlerini takip ediyor falan."

"Ne fotoğrafı paylaşıyorlar?"

"Her şey. Kendi fotoğrafları, kedi fotoğrafları, yemek fotoğrafları."

"Fotoğraf albümü gibi mi?"

Söylediğime güldü. "Evet ama herkes görebiliyor."

Kaşlarımı çattım. "Fotoğraflarımı herkesin görmesi rahatsız edici."

"Fotoğraflarını herkesin görmesi bence de rahatsız edici."

"Sen de kullanıyor musun?"

"Hayır, tabii ki."

"Pars kesin kullanıyordur."

"Evet, tabii ki."

Söyleyiş şekline kıkırdadım.

Uyandığımda kumsalda bana yardım eden üç kişi geldi aklıma. Instagramla ilgili bir şeyler söylemişti. Daha sonra Pars'tan bana onlara teşekkür etmem için yardım etmesini istemeyi aklıma not ettim.

"Bara ilk geldiğimde kapıyı bir kız açtı, ona seni aramasını söyledim ama bana sürekli bunu isteyen birilerinin geldiğini söyleyip durdu." Nasıl güleceğini görmek için yüzüne baktım ama beklediğimden farklı bir ifade belirdi. Gölgeli ve ihtiyatlı bir ifade. Neredeyse kaşlarını çattı.

"Bir süre orada bekledim," dedi gözlerini kesme tahtasından ayırmadan. "Bar tezgahının önünde bir tabureye oturup bekledim. Kapıdan içeriye giren insanlara baktım. Kimse gelmedi." Salatalıkları kesme tahtasından tabağa alırken bıçağı tahtanın üzerinde fazla bastırdı.

Bekledim. Kimse gelmedi.

Bugün de hiç kimse gelmedi.

"Pelin bana da dövme yapar mı?" diye değiştirdim konuyu. Bir süre böyle olacak diye nefes aldım sessizce. Ama geçecek.

"Elbette, aklında bir şey var mı?"

Bilmiyorum dercesine dudak büktüm ama sonra gülümsedim. "Bunun aynından olabilir." Bileğindeki yeni dövmesini işaret ettim.

"İstediğin zaman gideriz. Biraz düşün belki başka bir şey istersin."

"Tamam biraz düşüneyim ama yine de bundan da isterim."

"Kıskanç," diye güldü. "Olur." 

"Bu da ne?" diye sordu Pars afallamış şekilde. "Hey, buraya bakın."

Fetih doğrama tahtasının önünden gözlerini bir anlığına kaldırdı, televizyondaki habere bakıp işine geri döndü. Tabureden zıplayıp Pars'ın oturduğu kanepenin kenarına tünedim.

"Neye bakıyoruz?" diye sordum. Haberde büyük bir yangından hatta patlamadan bahsediliyordu. Bir terör eylemi olabileceği söyleniyordu. Ulusal bir güvenlik sorunu olmadığını merkezin bir süre, yakın bir süre önce mühürlendiğini söylüyordu. Dün gece merkezin ve içindeki her şeyin sonsuza kadar yok olduğunu söylüyordu.

"Orası," dedi Pars. "Her şeyi başlattıkları yer. Tüm o deneyleri yaptıkları yer."

Kalbimin sıkıştığını sandım. Orayı ilk kez görüyordum. Daha doğrusu oradan geriye kalanları ilk kez görüyordum. Muhabirin de söylediği gibi binanın dışı pek hasar almamıştı, yapı birçok felakete bile dayanıklıydı ama içindeki her şeyin yok olduğundan bahsediyordu. Kamuoyuna oranın bilimsel çalışmaların yapıldığı bir merkez olduğundan bahsediyordu sadece. Nasıl bir işkence merkezi olduğuyla ilgili, orada kimlerin, neler yaptığıyla ilgili tek bir şey söylemiyordu.

"Dün seninle dolaşırken olmuş," dedi Pars. "Muhtemelen kıyıya gittiğimiz saatlerde."

Muhabir başka bir habere geçene kadar gözlerimi televizyondan ayırmadım sonra kanepeden kalkıp tezgahın arkasına dolandım, Fetih'in yanına iliştim, parmak uçlarımda uzanıp yanağından öptüm.

"Teşekkür ederim."

Portakal suyu dolu bardağı tezgahın üzerinde bana doğru itti. Tabureye oturup rahat bir nefes vererek onu içtim. Dün yanımdan bunun için ayrılmıştı. Dün Doruk ile bu yüzden çıkmıştı.

Doruk ile. 

YAZ HATIRASI

Dövme yaptırmaya birkaç gün sonra gittik. Ne istediğime karar vermem günler sürdü. Akşam üstü açık pencerelerin karşısında otururken, artık hep pencerelerin açık olmasını istiyordum, Fetih yanıma geldi.

"Bir şey buldum," dedi.

Merakla yüzüne bakıp söylemesini bekledim.

"Bunu sana almıştım, küçük bir dükkanın önünden geçerken gözüme takılmıştı. Satıcısı hakkında bir şeyler anlattığında bana seni anımsattı." Kırmızı parlak paketteki kutuyu kanepede aramıza bıraktı.

"Nedir bu?"

"Aç bakalım."

Dudaklarımı ıslatıp heyecanla paketini açmaya koyuldum. Bantlar çok kuvvetliydi sonunda dişimle koparmak zorunda kalmama epey güldü ama nihayet jelatinden kurtulmuştum. Beyaz karton kutunun kapağını açtım.

"Bir kupa daha mı?" Gülümseyerek çıkarmaya koyuldum.

"Ama bunun bir hikayesi var."

Gri renkte ortalamadan küçük bir seramik kupaydı. Geniş bir tutma kulpu vardı. Asıl dikkatimi çeken çatlamış bir kupa olmasıydı. Çatlakları seçebiliyordum ama üzerinden altın yaldızlı şeritler geçiyordu.

"Bu, kintsugi adı verilen bir dönüşüm felsefesi," diye açıklama koyuldu. "Kırılmış eşyaların eskisi kadar değerli olmadığı düşüncesine karşıt bir görüş sunuyor. Kırıldığın yerden nasıl daha güçlü bir şekilde var olabileceğini anlatıyor. Kırıkları ve çatlakları altınla tamir etmek. Kusuru göz alıcı bir şekilde onarıp daha değerli hale getirmek. Bu felsefeye göre kırılan şeyler değerini kaybetmez, daha değerli hale getirmek mümkündür." Parmakları seramik kupanın üzerindeki altın çizgilerde dolandı.

"Bu bana seni anımsattı," dedi. "Ve bu felsefe benim hayatta kalmamı sağladı. O sokakta dolanırken kendimi affedemiyordum, seni bulacağımı biliyordum, nasıl olduğunu değil ama bulacağımı biliyordum belki de düşlüyordum emin değilim. Ama nasıl yüzüne bakacağımı bilmiyordum. Zaman geçtikçe bu suçluluk daha ağırlaşmaya başladı. Sonra bu felsefeyi öğrendim. Kırılan bir şey eskisi gibi olmaz diye inandık hep ama ya daha iyi olması mümkünse? Aramızdaki bütün çatlaklara en değerli taşları dizmeye karar verdim. Seni daha çok sevmeye. Seninle daha çok vakit geçireceğime söz verdim gökyüzüne. Daha çok güleceğimize. Çok mutlu olacağımıza. En değerli anlarla doldurmaya söz verdim bütün boşluklarımızı."

Kusuru kutsamak, bu hayatımda duyduğum en güzel şeydi.

"Ve şimdi mutluluk gözyaşları dolduruyor acıdan kuruyan göz pınarlarımı," diye gülümsedim. İçim mutlulukla ama en kıymetlisi umutla doldu. "Teşekkür ederim, bu alabileceğim en güzel hediye."

Bu bana o dövme fikrini vermişti.

Sol bileğimde, damarların üzerinden altın çizgilerle geçilmesini istemiştim sadece. Kurumuş bir ağacın dallarını veya köklerini anımsatıyordu. Benim içinse yaşanmış her anın değerli olduğunu. Yaşanan her şeyin bir amacı olduğunu. Yaşamın bir anlamı olduğunu. Çok kötü şeyler yaşadım, onları taşıyorum ve en değerli anlarla süslüyorum. Gülümsemelerle gözyaşlarımı iyileştiriyorum.

Diğer bileğime Kumral'ın gözlerini çizdi. Üzerine "Yanındayım Kumral," yazdık.

Ve köprücük kemiğimin üzerinde, "Başkasına ihtiyacın yok" cümlesini de altınla boyadık. Artık orada şahane bir kuş tüyü kalem dövmesi vardı. Üzerini boyamıştım çünkü başkasına ihtiyacım vardı. Herkesin bir başkasına ihtiyacı vardı. Ve o zamanlar sandığım gibi çaresizlik ya da zayıflık değildi bu. Haktı. Ne o olmazsa olmaz demeliydi bir insan ne de olmazsa olmasın. Sadece seni doğru şekilde sevecek kişiyi bulabilmeliydin. Ve doğru arkadaşı. Ve doğru aileyi. Sadece ona sahip olduğun için birini sevmek zorunda değildin. Sadece o yanında olduğu için orada kalmak zorunda değildin. Sevmek zorunda da değildin. Zamanı geldiğinde hak eden kişiye gülümsemeyi öğrenmeliydin sadece.  

YAZ YAĞMURU

Günler birbirini takip etti. Nasıl başardı bilmiyorum ama kimse karşıma çıkmadı. Uzun bir süre için kolay olmadı. Uyumaya hep korktum. Neredeyim diye sorguladım. Uzun bir süre öldüğüme emindim ama sadece güzel şeyleri düşündüm. Kimse bana seni biraz yalnız bırakayım diyemedi. Ben hiç tek başıma kalmadım. Fetih hiç yanımdan ayrılmadı. Ama kabuslar devam etti. Bazen hala çığlık atarak uyanıyordum. Her defasında beni yatıştırmak için yapabileceği her şeyi yapmaya çalışıyordu. Umduğum kadar kolay olmuyordu.

Bir gün bana bunun işe yaramadığını söyledi. İşe yaramasını çok istediğini ama işe yaramadığını. Öylece hiçbir şey olmamış gibi hayata adapte olamayacağımı uzun uzun anlattı.

"Yüzleşmek zorundayız," dedi. "Oradan nasıl çıktın Maya?"

"Şimdi değil," dedim yine. Artık bir gün anlatacağımı biliyordum çünkü birkaç kez üç sayfalık o mektuptan kurtulmayı denemiştim. Yakmayı. Parçalamayı. Çöpe atmayı. Çok uzak bir yere götürüp denize bırakmayı. Gömmeyi bile. Gömersem yeşereceğinden korkmuştum. Ama anlamıştım. Aramızda hala bir karış mesafe vardı ve bunun sebebi dört yıllık uzaklık değildi, sakladığım şeydi. Bu yüzden mektupları sakladım ve hazır hissedeceğim anı beklemeye karar verdim.

Yüzüme doğru esen tatlı rüzgar uyukladığım yerde omzumdan dürtmüştü sanki beni. Kanepede yatıyordum, üzerimde ince bir örtü vardı. Bir filmi daha bitirememiş olmamıza gülümseyip doğruldum. İçeride köşe lambasının ışığı yanıyordu. Çıplak ayaklarımı yere uzatıp boynumu esnettim. Büyük bardak su alıp nerede diye bakmak için odaları gezinmeye koyuldum. Yatak odasında değildi. Pars artık bir üst katta olan kendi dairesinde kalıyordu yine de onun odasını da kontrol ettim ama boştu. Parmaklarım kesinlikle uzak durduğum odanın kapı kulpunu açtı. Yıllarca beni aradığı odaydı burası. Beni arayıp bulamadığı odaydı. Ve yine buradaydı.

Nefes alıp kendimi toplayarak içeriye girdim. Masa lambasının altında bir kağıdı inceliyordu. Bilgisayar ekranlarında ince çizgilerle tanımlanmış kafa ve beyin figürleri üç boyutlu şekilde dönüyordu. Ortadaki geniş masanın üzeri saatlerce çalıştığını gösterecek kadar dağınıktı. Elimdeki su bardağını masanın üzerine bırakınca içeride olduğumu fark etti. Çok odaklandığı o şeyin ne olduğunu anlayabilmek için yanına gittim.

"Burada ne yapıyorsun?" diye sordum çekinerek. Hala burada ne yapıyorsun Fetih.

"Önemli değil." Gülümsemeye çalıştı ama Fetih hiçbir zaman sahtelik konusunda becerikli olmamıştı.

"Hala arıyorsun," diye fısıldadım dehşete kapılmış şekilde. "Hala bir yolunu arıyorsun."

Toparlamaya başladığı kağıtlarla dolu eli havada kaldı. Gözlerini bu yüzden kaçırmıştı. Kağıtları kenara bırakıp derin bir nefes alarak ve kendini zorlayarak bana döndü.

"Arıyorum," dedi.

"Niye?"

Yeniden gözlerini kaçırdı.

"Fetih."

"Çünkü sana söz verdim, seni bulacağıma söz verdim ama bulamadım. Bana inanmıştın."

Bir karış mesafe.

"Buradayım." Sesim cılızdı ama ona doğru uzanıp elini tuttum. "Bir önemi yok. Aramayı bırak."

"Buradasın." Başını sallayıp parmaklarımı iki elinin içine aldı. Bir süredir duygularımızı görmüyorduk. Görmezden gelmek değildi, duygularımız uyuşmuş ve boşlukta kalmıştı. Şimdi ikimizin de arasında yabancısı olmadığımız bir karanlık vardı. Yüzünde perişan bir ifade vardı. "Ama bir yanın hala orada. Sen anlatmadan, ben bulmadan oradan çıkamayacaksın. Ve bulacağım, Maya. Ne kadar uzun sürdüğü umurumda değil."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. İtiraz edecek, onu teselli edecek birkaç kelime aradım ama bulamadı. Bu defa ben dolu dolu olmuş gözlerimi kaçırdım. Bildiğim bir ağrı üzerime çullandı. Haksız değildi. İkimizi de tırmalayan pişmanlıklar vardı. O beni bulamamıştı, bilmediği şey ise benim de onu bulamamış olmamdı.

Ben oradan çıkmadım. Ben tırmanmadım, ben atladım.

"Geliyorum," diye mırıldanıp parmaklarımı ellerinin arasından kurtardım. İçimde huzursuz bir kıpırtı yoktu. Daha çok bir haykırış vardı. İçimdeki bir şey, kötücül de olsa beni bunu yapmam için itiyordu. Ayaklarım dursa da yapmam gerektiği hissi beni koridor boyunca yürüttü. Almam gereken şeyi alıp yeniden çalışma odasına döndüm. Hala bıraktığım yerde oturuyordu.

"Haklısın," diye fısıldadım gülümsemeye çalışarak. Gözümün kenarındaki yaşı sildim. Ne kadar fedakar olduğunu hiç unutmamıştım ama bir kez daha hatırladım. Benim için neler yaptığını hiç unutmamıştım ama bir kez daha gördüm. Seni ne kadar çok sevdiğimi unutmak mümkün değildi ama tekrar seni çok sevdim.

"Sorun şu ki Fetih, sen o yolu buldun. Oraya tekrar dönmenin tek bir yolu var. O da bana yapılanı bir başkasına yapmak ve başarılı olana kadar bir sürü insan üzerinde deneyerek onlara işkence etmek. Çünkü orası bir acı eşiğiydi ve sen de bunu biliyorsun, İsis orayı çektiği acıyla kurdu ve ben çektiğim acıyla tuttum. Ve ben hiç kimseye bunu yapmanı istemezdim. Bu yüzden aramayı bırakabilirsin çünkü senin beni bulamaman korkunç değilmiş gibi davranamam ama böyle bir şeyin tekrar edilmesi benim için her şeyden daha korkunç."

İçimde biriken her şey bana hayatta kaldığımın bir işaretiydi. Onun bakışları, benim bakışlarım. Kemiklerimin ağrısı. Boşluk hissi bile. Bu yüzden bir kitabın arasına sakladığım üç sayfalık mektubu uzattım ona.

"Sen bir yolunu bulmuştun," diye yutkundum. "Ve ben de sana anlatmıştım." 

Buruşmuş kağıtları kaşlarını çatarak elimden aldı. Zaman etrafımızda ağırlaşmaya başladı. Gözlerini gözlerimden ayırmadı. Orada ne yazdığını ilk önce gözlerimden okumak ister gibiydi. Karamel rengi irisleri kağıtlara döndü. Onu yalnız bırakmam gerektiğini düşündüm ama sonra bunun kötü fikir olduğuna karar verdim. Çünkü biliyordum, beni ne kadar sevdiğini ve ne kadar acı çektiğini biliyordum. Dünyayı kaç kez yerle bir etmek istediğini ve o dünyanın içinde bir yerde olduğuma inanmasa çoktan bunu yapacağını biliyordum. Bu yüzden o mektubu okuyunca yanıma gelmeye korkacağını da biliyordum. Yanında durdum ve mahvoluşumu okumanın bir insanı nasıl mahvettiğini seyrettim.

Aylema diye bir kelimeyle tanışmıştım. Ağlayamamak anlamına geliyordu. Acıya direnmek. Acının o kadar çok olması ki onun karşısında belki de yenilmek. Artık ikisi de aynı anlama geliyordu. Kaşlarını daha çok çattığında hangi cümleyi okuyordu. Yiyecek bir şeyin kalmadığını mı? Elini çenesine bastırdığında onu ne kadar özlediğimden mi bahsetmiştim. Gözleri sırf gözyaşı akmadığı için yanmaya başladığında vedalarımı mı okuyordu. Gözlerini sıkı sıkı kapattığı zaman onu affettiğimi mi söylemiştim. Dudağını ısırdığı zaman bugün kimse gelmedi mi yazmıştım.

Mektubu bitirdiğinde gözlerinde o bakış vardı. Ağlayamadı çünkü hissettiği acı şiddetliydi. Çünkü o üç sayfada dünyanın acısı gizliydi. Çünkü yıllar o üç sayfaya sığmıştı.

"Oradan nasıl çıktın Maya?" diye sordu çatallaşmış bir sesle. Anlamasına rağmen. Duyduğunda o kurşun ona da sıkılmış kadar olacaktı ve o an için o kurşunun ona da sıkılmasını istiyordu.

"Kafama bir kurşun sıktım," dedim.

"Çıkabileceğini düşündüğün için mi?"

"Çıkabileceğimi bilmiyordum."

Gözlerini kaçırdı. Gözleri, o karamel irisler duvarda dolaştı. Titredi. Alev alev yandı. Yüzüne yüz yıllık bir ıstırap çöktü sanki. Son çaresizlik olsun diye dua ettim. Bu birbirimizin yüzünde gördüğümüz son çaresizlik olsun.

Son kez.

"Özür dilerim," dedi sadece. "Seni hiçbir şeyden koruyamadığım için. Yetişemediğim için. Seni bulamadığım için." Mektuba baktı. "Beni affettiğini yazmışsın ama ben kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim."

"Beni affet," dedim. Artık ağrımıyordu. "Sen pes etmemişsin ama ben ettim."

Başını itiraz edercesine salladı. "İstersen onları öldürebilirim," dedi. "Onları öldürmek istiyorum. Ya da gidip şikayet edebiliriz. Herkese, bütün dünyaya nasıl insanlar olduklarını gösterebiliriz. İstersen bütün bunları yanlarına bırakmayız. Çünkü ben bırakmamak istiyorum."

"Hiçbir şeyi değiştirmez," diye gülümsedim.

"Bu zamana kadar tek derdim sendin," dedi. "Tek derdim seni bulmaktı. Ama şimdi sıraları geldi. Bundan böylece kaçmalarını istemiyorum."

"Bütün dünyanın başıma üşüşmesini istemiyorum," dedim. "Artık mutlu olmak istiyorum. Yapacağımız hiçbir şey telafi etmez. Sadece daha fazla içine çekilip duracağız. Onlar üzerini kapatmaya çalışacak biz açacağız. Bütün bunlarla uğraşmak istemiyorum. Bu yeni bir hayat." Ona doğru yaklaşıp bileğinden tuttum. "Bu artık bizim sıramız. Bizim şansımız bu, şans diyebiliyorum çünkü mümkün olduğunu bilmiyordum. Bir daha seni görebileceğimi sanmıyordum."

Omuzlarımı tuttu, geriye çekilip bana baktı. Bileklerime baktı. Parmakları bir zincir gibi bileğimin etrafını sardı. İki parmağı kolayca birleşmişti bileğimin etrafında.

"Altınlar yetmez, yıldızlarla boyayacağım seni." O kadar sıkı sarıldı ki kemiklerimin birbirine kenetlendiğini düşündüm.

"Bir kabus olduğuna inanalım." Başımı göğsüne yasladım. "Zaten kabus değilse neydi? Bunların hepsi kafamın içinde oldu." Gülmeye çalıştım. Düşüncelerin neler yapabileceğini bilse insanlar duygularına karşı bu kadar hoyrat davranmazlardı. "Kötü canavarların olduğu ama sonunda hepsini alt ettiğimiz kabus. Şimdi uyandık. Çok gerçekti. Bittiğine inanmak güç. Ama uyanığız." Çekilip elimi hafif sakalları çıkmış yüzüne bastırdım. Dört yıl onun güzelliğinden hiçbir şey almamıştı. Istırap bile onun güzel yüzünü harcayamamıştı. "Rüya gördüğünde yüksek bir yerden atladığında ne olduğunu biliyor musun? Uyanırsın." Uzanıp yavaşça yanağını öptüm. "Buradasın. Buradayım. Bu uyanma anı."

Sıcacık kollarını hiç yadırgamadım bu defa.

Topraklar yandı. Ben buradayım. Daha önemli bir an yok. Sen buradasın.

"Ellerin üşümüş." Ona uzanınca tişörtüm sıyrılmıştı, arkamda kenetlediği elleri tenime değdi. Soğukluğu yadırgadım. Gülümsedim. Soğuk yanmıştı. Uzanıp ellerini sıcak avuç içlerime sığdırmaya çalıştım. "Sana insan olmayı öğretmem gerekecek."

"Olur."

"Nasıldı?" diye sordum elinden tutup onu odadan çıkararak. Sessizce peşimden geldi. Yatak odasına doğru koridordan ilerledim. Lambayı açmadım, açık pencerelerden içeriye şehrin ışıkları yağıyordu. Önce onu yatırdım, itiraz etmedi. Üzerini örttüm. Yatağın etrafında dolanıp örtünün içine girdim. Ona doğru yaklaştım, ellerini yanağımın altına çok sıcak bir yere yasladım. Böyle uzanıp onunla konuşmak cennet değilse neydi.

Hala üzgün olan gözleriyle nefes aldı. "Yeniden insan olmak mı?" diye sordu.

"Evet," dedim. "Anlat bana."

"Maya, uyandım ve sen yoktun. Bir canavara dönüşseydim bunu da fark etmezdim."

Dudaklarımı büzüp başımı salladım.

İkimizle ilgili bir şey vardı. Alevler etrafımızı sarabilirdi ama diğerinin yandığını gördüğümüzde gerçek cehennem başlardı. İkimizle ilgili bir şey vardı, düşebilirdik, kırılabilirdik, acı içinde kıvranabilirdik ama diğerinin düştüğünü gördüğümüzde onu kaldırmak için ayağa dikilirdik. O da öyle yaptı. Yanaşıp soluk alarak alnımdan öptü. Sonra düşünceli bir şekilde anlatmaya başladı.

"Bir süre anlamadım, gerçekten. Açlık ya da susuzluk, uyku hali... bunların hiçbirini hissetmedim. Sonra bir gün çalışırken başım masaya düştü onu da uyanana kadar fark etmedim. Bu benim için çözülmesi gereken bir problem haline geldi uyanık kalmam gerekiyordu." Üzgün ve çekimserdi ama devam etti. "Daha eskiden, ben büyürken bir programım vardı. Gecenin en verimli saatlerinde birkaç saat uyur ve en sağlıklı olacak şekilde beslenirdim. Benzer bir program oluşturdum ve sadece gözümü kırpmamak için ona uydum." Gözlerini kaçırdı ve tekrar ihtiyaçla soluklandı.

"Her zaman uyamadım," dedi. "Sen zamanı göremiyordun, bir körlüğün içindeydin. Bense her gün takvim yapraklarını saydığım, yelkovanla akrebi takip ettiğim bir görme halindeydim." Altüst olmuş şekilde anlatırken yutkundu. Bölmek ve önemli değil demek istedim ama anlatması gerekiyordu.

"Senin için yavaşmış. Geçmek bilmemiş." Başımıza gelen şeyin trajedisine acı acı güldü. "Benim için hızlıydı. Zamanı durduramıyordum. Çok hızlıydı. Çok hızlı geçiyordu ve ben bir şey yapamıyordum. Bir yolunu-" Duraksadı. Çünkü bir yolunu bulmuştu. "Daha kayda değer bir yolunu bulamıyordum."

Cehennem hakkında ne söylenirse söylensin bildiğim tek şey herkesin cehenneminin farklı olduğuydu. Alevler vardı söylendiği gibi. Alevler kolay şekil değiştirirdi. Bu yüzden cehennem ateşler içindeydi. Kalbinin ektiği korku neyse alevler onu yeşertirdi.

Parmaklarımı hafif çıkmış sakallarının üzerinde dolaştırdım. "Bunları çok sevdim," diye gülümsedim. "Seni o kadar çok özledim ki, bir süre belki çok uzun süre daha yüzüne, tüm bu güzelliğe bakıp inanamayacağım." Dudaklarımı ısırıp daha büyük gülümsedim. "Yüzüne bakarken her zaman dikkatim dağılıyordu, bunu hiç fark ettin mi? Meleklere benziyorsun. Ama bunun sadece kalbimi bir orkestraya çeviren yakışıklılığınla ilgisi yok."

Bu onun dudaklarını kımıldattı.

"Çünkü seni çok seviyorum Kumral. Ve seni çok sevdiğim için artık bunu yapmanı istemiyorum. Kendini suçlamanı. Bütün bunlara engel olamazdın. Gökyüzüne tırmanamazsın ki. Şunu bilmelisin ve anlamalısın ve inanmalısın." Bütün ciddiyetimle ona baktım. "Bütün bunlar sadece benim başıma geldi. Çünkü ben Miray Efnan'ın kızıydım. Tek suçum buydu. Bütün bunlar benim başıma geldi. Ve senin tek suçun bütün bunlar başına gelmiş bir kıza aşık olmaktı." Parmaklarımı elmacık kemiklerinde hafifçe gezdirdim. "Kendini suçlamak istiyorsan bunun için suçlayabilirsin. Yanlış kızı sevdin. Ama diğer hiçbir şey senin hatan değildi. Geç kalmadın. Erken gelmedin. Yanlış yapmadın. Akıllı olabilirsin ve kesinlikle benim kahramanımsın ama bu kadar. Bana güven, denedim, biliyorum. Onca şeyin üzerinden atlayıp buraya geldim, buradayım ama yarın merdivenlerden yuvarlanabilirim." Kaşlarını çatmasına güldüm. "Ya da bir arabanın altında kalabilirim. Ya da bir kutu hap içebilirim. Senin yapabileceğin bir şey olmaz. Sadece başıma gelmiş olur. Sadece seçtiğim bir yol olur."

Daha çok kaşlarını çattı. Söylediklerimden hoşlanmamıştı ama doğru olduklarını biliyordu.

"Hatırla," diye kaşlarımı kaldırdım. "Sen de benim seçtiğim bir yoldun. O trende seni bırakıp gitmek de benim seçimimdi. Sen beni çaldığına inanıyorsun ama ben senin uzanıp alman için orada duruyordum. Durmak benim seçimimdi, uzanmak senin."

Baş parmağım alt dudağına dokundu. Gözlerinde durgunluk vardı. Kaşlarını anlamaya çalışır gibi hafifçe çatmıştı.

"Beni hep çok kolay kandırdın," dedi. Bunu daha önce de söylediğini anımsayıp gülümsedim. Ellerini kendine çekti, parmaklarını bastırarak omzumu tuttu. "Seni o kadar çok düşündüm ki, seni bulacağım anı, nasıl bulacağımı, ne halde bulacağımı. Neler olduğunu." Başını salladı. "Acı verici de olsa her saniye olabilecek her ihtimali düşünerek aklımı seninle doldurdum. Daha önemli bir şey yoktu. Seni nasıl özlediğimle ilgili en ufak bir fikrin yok." Uzanıp beni iyice kendine çekti. "Kalbinin atışını dinlemeyi, seni öptüğümde yanaklarının kızarmasını, ellerinin parmaklarıma dolanmasını, uykun geldiğimde yakalarıma tırmanmanı. Kaşlarını çatmanı. Kocaman gözlerinle gülümsemesini. Bağırmanı. Benimle inatlaşmanı. Asla söz dinlememeni." Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdığın kalbim hızla atmaya başlamıştı. Saf bir heyecanla.

"Sana dokunmayı." Parmakları çıplak kolumda bir su damlası gibi akınca ürperdim. "Nasıl hissettireceğini merak ettim. Bu sıcaklığın nasıl olacağını." Uzanıp dudaklarını sıcaklığımı ölçmek ister gibi koluma bastırdı. Sessiz derin bir nefes aldım. Arkasından bir tane daha.

"Seni ilk gördüğüm anda biliyordum, sonum olacaktın. O gece sen doğum gününde dolaşırken ve bir anda kendini o duvarın kenarında bulduğunda. İçerideydim, çalışıyordum ve bir şey hissettim. Beni dışarıya çağıran bir şey. Daha seni görmemiştim. Daha sen gelmemiştin. Orada olduğundan, olacağından haberim yoktu. Ama içim sıkılmaya başlamıştı. O sıkıntı beni dışarıya sürükledi. Boğulduğumu düşünüyordum. Ta ki seni görene kadar. Ben seni özlüyormuşum, görene kadar bilmiyordum. Öylesine dolanan bir kızın bana bir anlam ifade etmesi akıl karı değildi. Ta ki gözlerime bakana kadar. Sen bilmiyordun ve görene kadar ben de anlamamıştım ama o gün dünya bizi göz göze getirmek için dönüyordu. Hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. O gece anlamıştım ben hayatım boyunca yalnız seni özleyecektim. Yanındayken bile." 

Şimdi ikimizin arasında açılan yara iyileşmemişti ama kanaması durmuştu.

Yanağımı göğsüne yasladım. Ellerimi beline doladım. Kolunu başımın altından geçirip beni kendine bastırdı.

"Fetih," dedim.

"Maya."

"Bu dünya üzerinde hiçbir şey seni benden alamaz," dedim. "Bunu biliyorsun değil mi?"

Hafifçe güldü. "Öyle olmasını sağlayacağım güzelim."

Yavaşça saçlarımı okşadı, yüzümde bir gülümsemeyle gözlerimi kapattım.  

"Gidelim buradan," dedi. "Daha uzağa gidelim. Burada gidecek çok yer var. Yarın sabah yola çıkalım. Bütün dünyada yaşamak istediğimiz bir yer bulalım."

"İyi plan," diye gülümsedim.

Ertesi sabah güneş doğarken yola çıktık. Yanımıza çok az eşya aldık. Pars bizimle gelmek istemedi, uzun zamandır Yargıcı Bar'la o ilgilenmiş ve sanırım şu dövmeci kızla da öyle. Bir süre daha kalmak istediğini söyledi. Telefonuma bir uygulama indirdi, nereye gidersem gideyim beni takip edebileceğini söyledi. Her gün görüntülü aramalarına cevap vermem gerektiğini. Arada sırada bize katılacağını. Ve onsuz çok eğlenmememi tembihledi ama zaten Fetih'le bir insan ne kadar eğlenebilirmiş...

Emniyet kemerlerimizi bağladık ve güneş doğarken her şeyden uzağa, çok uzağa doğru yola çıktık.

Bana dönüp "İyi misin?" diye gülümsedi.

Fetih Yargıcı'dan, büyükannemin katilinden yardım dilenecek duruma gelmiş miydim gerçekten? Onun kollarında ağlayacak kadar çaresiz kalmış mıydım? Düşünmeyi durdurmak istedim. Kafamın içinde onaylamaz gözlerle bana bakan aksime çenesini kapatmasını emrettim.

Kumral, sürücü koltuğuna yerleşti. Memnuniyetsiz bir ifadeyle bana bakıyordu. Temkinli bir şekilde "İyi misin?" diye sordu. Olduğum yerde kıpırdanıp başımla onayladım, iyi değildim ama mızmızlanacak da değildim. Bir süre yüzümü inceledikten sonra ukalaca bulduğum bir gülüş savurdu. 

Temkinli hareketlerle yaklaşıp üzerimden, oturduğum koltuğun sağ kenarına doğru eğildi. Alnını kapatan, gözlerinin bir ton koyusu kumral saçları çenemi yalayıp geçti. Beklenmedik yakınlaşması kaşlarımı çatmama ve koltuğun el verdiği ölçüde geriye çekilmeme neden oldu. Heyecandan değil, beklemediğim bir hareket olduğu için nabzım kısa süreli aksamıştı.

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle "İyiyim," dedim.

Birlikte. Bu defa bir kaçış değildi, bu defa bizi kovalayan kimse yoktu. Bu defa hızlı gitmedik. Bu defa acele etmedik. Yol kenarlarında durduk, gün batımını seyrettik. Nereye gideceğimize rastgele karar verecektik ama mutlaka beni Fransa'ya, Marsilya Limanına götürecekti. Rıhtımdaki balık pazarına. Körfeze. Ve rafa kaldırdığımız, tozlanan bir kitap olacaktı yaşadıklarımız.

Açık camdan çiseleyen yaz yağmurunun içeriye girmesine izin verdim. Yol altımızda kayıp giderken ağaçların arasından ıslak toprak kokusu burnuma doldu. Elimi uzatıp su damlalarını hissettim. Gökyüzüne başımı kaldırıp çok eski bir kitaptı diye düşündüm.

"Arka koltukta senin için bir şey var," dedi bastırmaya çalıştığı heyecanlı bir sesle. O paketleri ne zaman oraya koyduğunu bile görmemiştim. Uzanıp alarak dizlerimin üzerine koydum. İkisi de dikdörtgen şeklinde paketlenmişti.

"Bana bir sürü şey aldın," diye mırıldandım. "Artık almayı bırakmalısın."

"Onlar doğum günü hediyelerindi."

Yanında olmadığım her yıl için bir sürü hediye...

"Bir ara ben de sana bir şeyler almalıyım."

"Beni buldun ma petite," dedi.

"On altı mı oldun sen şimdi?"

"On yedi oldum. Bana bir hediye almalıydın."

"Bir sonraki doğum gününde iki tane alırım."

"Beni nereden bulacaksın, hem ben de sana hediye almadım."

"Aldın, bana verilebilecek en güzel hediyeyi verdin. Beni buldun ma petite, kimsenin aramadığı bir yerde buldun.

Kalbim sıcacıktı. Kanımın damarlarımda sıcacık aktığını hissediyordum. Dudağımda hep bir gülümseme vardı. Ne zaman azaldığını düşünsem paniklemeden ona doğru uzanıp mayhoş kokusunu içime çekiyordum. Yine uzanıp yanağından öptüm. Paketleri açmaya koyuldum.

İlkinden kırmızı deri kaplı bir defter çıktı. Sararmış düz sayfaları vardı, oldukça kalındı. Üzerinde bir ağaç baskısı vardı.

"Bunu tahmin ettiğim sebepten almış olabilir misin?"

Gözlerini yoldan ayırıp genelde yakama ya da cebime sıkıştırdığım kaleme kaydı.

"Sana bir kalem verebiliyorsa ben de bir defter verebilirim," dedi.

Başımı iki yana salladım. "Sen iflah olmazsın."

"Olmam."

"Çok güzel bir defter, teşekkür ederim."

"Her zaman."

Diğer paketi açmak için onu kenara sıkıştırıp paketi arka koltuğa bıraktım. Bu defa biraz daha büyüktü. Kaplama paketinin altından beyaz bir kutu çıktı. Onu da açtığımda incecik, koyu gri renkte bir dizüstü bilgisayarla karşılaştım.

"Bana bilgisayar mı aldın?"

"Artık kimse deftere yazmıyor," diye göz devirdi. "Ama tercih senin."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Sanırım defterle başlamak isterim."

"Başlayacak mısın?"

"Belki."

Bilgisayarın kutusunu kapatıp dikkatlice arka koltuğun üzerine bıraktım. Defteri açıp ilk sayfasına uzun bir süre baktım. Yakama sıkıştırdığım tükenmez kalemi alıp bir süre sadece parmaklarımın arasında kalemi çevirdim.

Yanından geçtiğimiz sokak lambaları sayfaları aydınlatıyordu.

Sokak lambaları bileğimdeki altın sarısı izleri parlatıyordu.

Araba açık yolda yetişme çabası olmadan gidiyor ve bizi adeta her şeyden uzağa götürüyordu.

Üzerinden geçtiğimiz köprüler, yakarak aydınlattığımız yollar, raydan çıkmış trenler, yanarken atladığımız uçurumlar, kapattığımız ya da üzerimize kapanan kapılar, önümüzde duran çukurlar, araladığımız perdeler... hepsi geride kalıyordu.

Bütün bunlar başıma geldi ama şimdi bütün yaralarımı ve gökyüzünü kutsal bir emanet gibi taşıyorum.

Aklıma gelen ilk şeyi yazdım:

Bir yarayı sevdiysen eğer seni öldürmesine izin vermelisin sanıyordum, yanılmıştım. Bir yarayı sevdiysen eğer seni iyileştirmesine de izin vermeliydin. İyileşmesine de izin vermeliydin. Çünkü o gece hava her zamankinden daha karanlık değildi, sadece ben öyle sanıyordum.  

SON

Continue Reading

You'll Also Like

PARANOYA By AMARA

General Fiction

431 57 5
Meray kendi ölümünü kendi eliyle yazıp tüm kainatı lanetlemiş bir melekti. Bunun üzerine ölüm kabilesinden olan Ahin bu laneti tüm kainat üzerinden y...
BOREAS By A.TUNAHAN MIZRAK

Historical Fiction

710 510 6
"Tarih boyunca insanlar farklı coğrafyalarda yaşadılar ama asla yönetimsiz yaşayamadılar. Kendilerine liderler, krallar seçtiler. Çünkü toplulukları...
252K 22.4K 42
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
75.2K 3.4K 30
Bir berdel hikayesidir.. Havin sevdiğinden ayrılırken nerden bile bilirdi evleneceği adamın kuzeni olduğunu herşeyden habersiz berdeli kabul etmişti...