Maça Kızı 8 | Devam*

By dpamuk

2.7M 144K 149K

Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir. More

• AÇIKLAMA •
184.Bölüm
185.Bölüm
186.Bölüm
188.Bölüm
Kader Rotası*
189.Bölüm
AÇIKLAMA
190.Bölüm
N'B'A
191.Bölüm
192.Bölüm
193.Bölüm
194.Bölüm
195.Bölüm

187.Bölüm

216K 11K 11.3K
By dpamuk

Canım Maça Kızı 8 Ailesi,

Şuraya kocaman bir nazar boncuğu bırakıyorum, hepimiz için.

Yorumlarda buluşalım. Yorumlarınızı durmaksızın like'layan o kişi benim. En çok da bu buluşmalarımızı, anlık gelen yorumlarınızı, her bir satıra heyecanla ne yazdığınızı okumayı özleyeceğim. Sürekli de bunu tekrarlıyorum zaten. Ama ne yapayım, bazen bazen -bu ara sık sık- hüzünler başıma vuruyor işte.

Keyifli okumalar dilerim. Upuzun bir bölüm, tadını çıkarın. Bi' de sizi çok seviyorum! İyi ki varsınız, var olun. Kocaman öptüm. 🌻💛

♠️

Akşamın ayazı kendini hissettirirken, Levent'in arka sokaklarından birindeki villanın önünde, taksiden indim. Topuklu ayakkabılarım karanlık kaldırımda yankılanırken, demir kapıyı ittirdim. Yedi adım attığımda, iç kapının önüne gelmiştim. Zile bastım. Bir. İki. Üç. Dört. Beş. Altı. Yedi. Sekiz. On sekiz. Emre beni çoktan kameradan görmüş olmalıydı. Yirmi sekiz. Yirmi dokuz. Otuz. Kapıyı nihayet açtı.

"Umarım!" dedim sertçe. "Teklifin, onlarca insanı atlatıp da buraya gelmeme değecek kadar ilgi çekicidir!"

"Buyurun Nazlı Hanım," dedi, bir eliyle içeriyi işaret ederken. "Ben de sizi bekliyordum!"

"Beni mi bekliyordun?" diye sordum içeri girerken. Emre kapıyı kapattı. "Geleceğimi nereden biliyordun?"

"Telefon açmanızı bekliyordum aslında ama... Siz, evimin adresine kadar bulmuşsunuz," dedi Emre, gülümserken. "Kara, sizi arıyor yana yakıla. Bi' Interpol'e haber vermediği kaldı. Bu akşam ortadan yok olmanızın, benimle baş başa kalıp teklifimi dinlemeyi istemeniz dışında bir sebebi olamayacağını düşündüm."

"Demek ki teklifinin ilgi çekici olması, artık senin için çok daha önemli bir hâle geldi," dedim.

Başını beni onaylarcasına salladı ve "Ceketinizi almamı ister misiniz?" diye sordu.

"Hayır," dedim, antreden salona doğru ilerlerken. "Böyle iyi."

"Ne içersiniz?" diye sorduğunda, pencere önünde, birbirlerine karşı konumlanmış berjerlerden birine oturmuş ve bir bacağımı diğerinin üstüne atmıştım.

"O kadar çok vaktim yok, bir an evvel konuşalım," dedim. Oturması için bir diğer berjeri gösterdim. Emre berjere ilerledi ve oturdu. "Bütün bu olan bitenlerin gerisinde kalarak, kocamın eve dönmesini bekleyecek bir kadın olmadığım konusunda haklısın fakat evde oturup çocuk bakacak bir kadın olmadığım konusunda yanılıyorsun. Zira insan, çocuğuna, evde oturduğu yerden bakmaz, bakamaz. Çocuk öyle bir şey değil. Henüz çok küçükken ayağa kalkıp pışpışlaman, emeklemeye başladığında ise peşinden koşturman gerekir. Sadece bu bile insanın oturduğu yerden yapamadığı bir şey ve inan bana, bu hiçbir şey. Beslenmesi, bakımı, gelişimi, eğitimi falan derken annelik de aynı babalık gibi ciddi bir mesai gerektiriyor. Ve bu mesainin hakkını vermek, insanın nice yeteneğinden daha da ciddi bir yetenek istiyor. Annelik de yine aynı babalık gibi, herkesin altından layığıyla kalkamayacağı bir iş, anlayacağın."

"Elbette öyledir Nazlı Hanım," dedi, mahcup bir tavırla. "Ben... Annelik kavramını küçümsemedim."

Kaşlarım havalandı. "Küçümsedin. Belki, sırf beni manipüle etmek için inanmadığın cümleler kurmuşsundur, orasını bilemem ama küçümsedin."

"Annelik, saygı duyulası bir şey... Belki dediğiniz gibi yetenek işi. O konuda size sonsuz katılıyorum. Fakat sizin başka yetenekleriniz de var."

"Ne istiyorsun benden?" diye sordum yekten.

Derin bir nefes alıp verdi. "Hayranınız olduğumu söylerken, ciddiydim," dedi. Yüzüne samimi bir ifade yerleşmişti. "Siz ne kadar bambaşka bir isim de kullansanız, Harvard'ın yayınladığı umut vadeden o yöntemin size ait olduğunu tahmin etmiştim. Ve yaşadığınızı... Yaşadığınıza gerçekten sevindim. Geleceği böylesine parlak bir bilim insanı, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmalı." Hafifçe öne doğru eğildi ve dirseklerini dizlerine yerleştirip, ellerini birleştirdi. "Benimle, yani bizimle çalışmanızı istiyorum. Kriptoloji alanında."

"Yani İstihbarat için?" dedim. Başını evet anlamında salladı. "İstihbarat, beni mi istiyor?"

"Hayır, tam olarak öyle değil.." dedi. Kaşlarım çatıldı. "Muhakkak isterler. Ama henüz onların da haberi yok bundan. Bu tekliften Kara'nın haberinin olmasını istememe sebebim de bu. En azından şimdilik. İşi bozar. Sizin, bizimle çalışmanızı istemez çünkü. Bunu bir tehdit olarak algılar. Ve üstlerim de Kara'nın hoşlanmadığı bir şeye sıcak bakmazlar. Ama eğer siz bunu isterseniz, Kara'yı ikna edeceğinizi biliyorum."

"Peki Kara..." dedim, meraktan çok uzak bir tavırla. "Sizinle çalışmamı bir tehdit olarak algılamak konusunda haksız mı olur?" Emre'nin dudakları aralandı ama konuşmasına fırsat vermedim. "Sizinle çalışırsam, sizin kıskacınızda olurum. Sizin kıskacınızda olduğumda ise sizler, Kara'ya, ne isterseniz yaptırıyor olursunuz, öyle değil mi?"

"Bakın..." dedi, sıkıntılı bir nefes verdikten sonra. "Bu teklif, asla ama asla, siz Kara'nın karısı olduğunuz için yapılmış bir teklif değil." Gülümsemesinin neden hüzünle dolup taştığını anlamamıştım. "Bu konudaki en büyük engelimin Kara değil, sizin özgüven eksikliğiniz olduğunu da biliyorum." Kaşlarım çatıldı. "Kendinizi küçümsemeyin Nazlı Hanım. Ben bu teklifi, sadece ama sadece, sizin yeteneğinize olan hayranlığımdan ötürü yapıyorum."

Ters bir tavırla, "Özgüven eksikliğim olduğunu... Dahası, kendimi küçümsediğimi size düşündüren ne?" diye sordum.

"Kara'nın karısı olmaktan öteye gidememeniz," dedi hiç düşünmeden. "Size yaklaşan herkesin, kocanızdan ötürü yaklaştığını ya da yaklaşacağını düşünmeniz... Belki Kara'nın karısı olmak böyle bir şeydir. Fakat tam olarak bu tanım zaten sizin kariyerinize, mesleki geleceğinize ve hayallerinize ket vuruyor, vuracak da... Bir de bunu, siz kendinize yapmayın. Kendi hayatınızı başkasının yönetmesine izin vermeyin."

"Sen istihbarat ajanı mısın yoksa kişisel gelişim uzmanı mı?!" dedim alayla. Başımı iki yana salladım. "Hakkımdaki fikirlerini kendine sakla. Bir hayran, ancak ve ancak uzaktan gördüklerini söyleyebilir ve inanın bana, yakından baktığınızda, iyi ya da kötü, bütün düşünceler değişebilir!"

"Bakın, ben sadece sizin iyiliğinizi düşünen biriyim," dediği sırada, kendisine inanmadığımın farkında olmalıydı. "Nazlı Hanım... Kara, İstihbarat'la çalışacak. Peki siz ne yapacaksınız? Hayat planınız ne?"

"Belki de yaşam koçusundur!" dedim alayla. Güldüm. "Nerede istersem çalışabilecek donanıma sahip olduğumu, en az senin kadar iyi biliyorum! Bir şeyin daha altını çizmek isterim... Benim hayatımı hiç kimse yönetemez. Her ne yaşıyorsam, bu benim kendi tercihim! Manipülasyon, bir ikna yöntemi olarak iyi bir taktiktir. Fakat, egosu yüksek bir insanı manipüle ederken iki kere düşünmeni öneririm. Bazı cümlelerin ters tepebilir!" Ayağa kalktım. "Eğer sizinle çalışmamı istiyorsanız, karşıma üstlerin gelsin. Senin title'ın benim için düşük!"

Arkamı dönüp salondan çıkmak üzere ilerlediğimde, "Nazlı Hanım, lütfen bekleyin!" diye seslendi.

"Ve bu arada," dedim dururken. Emre'ye baktım. "Ben sizinle çalışmam. En fazla, danışmanlık veririm o kadar!"

Yeniden arkamı dönüp kapıya ilerleyeceğim sırada zil çaldı. Kapının girişindeki ekran aydınlandı. Önde Selim, onun biraz arkasında Gökhan ve Çınar, daha da arkada ise Bora'nın dört adamı vardı.

"Kahretsin!" dedi Emre, benim gibi ekrana bakarken.

İki adımla kapıya ulaştım ve kapıyı açtım. "Naz!" dedi Gökhan, derin bir nefes alıp verdikten sonra. "Şükür, bulduk seni!"

Emre de arkamdan kapıya ilerledi ve "İyi akşamlar," dedi. Bakışları herkesin üzerinde gezinse de esas muhatabı Çınar'dı. "Ne bu kalabalık, baskına gelir gibi?"

Her ne kadar o kendine Çınar'ı muhatap alsa da ona önce cevap veren Gökhan olmuştu: "Baskın değil, ziyaret. Olur da bir gün baskın yersen, baskının ne olduğunu anlarsın."

Emre, Gökhan'a cevap verir miydi bilmiyordum ama Çınar'ın söze girmesiyle, bakışları ona çevrilmişti. "Bu yaptığın şeyin üstlerine bildirildiğini biliyorsun, değil mi?"

"Şüphem yok Çınar Bey," dedi Emre. Hafifçe gülümsedi. "Kendimden de yaptığım şeyin tamamen iyi amaçlar barındırdığından da eminim çünkü. Sizin aksinize ben, Mehmet Bey'e açıklayamayacağım hiçbir şey yapmam."

Çınar da gülümsedi. "Mehmet, benim üstüm değil. Hiçbir zaman olmadı. Hiçbir zaman ona bir açıklama yapmam gerekmedi. Ha üstümdeki insanlara açıklayamayacağım şeyler yaptım. Yine olsa yine yaparım. Niye biliyor musun? Hiç kimse benim inandığım değerlerden, vatan sevgimden, bayrak sevgimden üstün tutulamaz çünkü. Bir sürü insana açıklayamayacağım şeyler yapmış olabilirim ama hiçbir zaman, kendi vicdanıma açıklayamayacağım şeyler yapmadım. O yüzden o küçük aklınla bana laf sokmaya kalkma." Çınar'ın bakışları bana çevrildi. "Gitmemiz gerekiyor Nazlı, hadi. Seni bulduk, şimdi sıra Kara'da."

"Bulduk derken?" dedi Gökhan, iğneleyici bir ifadeyle. "Zaten kayıp değilmiş ki Naz! Sen nerede olduğunu biliyormuşsun ya Akbulut!"

"Bir saniye!" dedim, Gökhan'a sus der gibi elimi kaldırarak. Çınar'a döndüm. "Sıra Kara'da mı? O da ne demek?"

Gökhan'ın sesine uyarı dolu bir tını yüklenmişti. "Arabada konuşuruz. Hadi."

"Söylesenize!" dedim, ısrarcı bir tavırla. "Sıra Kara'da ne demek?! Nerede Bora?!"

Çınar, bana doğru birkaç adım attı ve hafifçe kolumu tutup, "Gel," dedi.

Kolumu elinden çektim ve hararetle, "Çınar n'oluyor?!" diye sordum.

Çınar sıkıntı dolu bir nefes verirken, üç saniyeliğine, konuşup konuşmamaktan emin olamıyormuş gibi Gökhan'a bakmıştı. "Nazlı..." dedi, en sonunda. "Kara seni arıyordu. İdare edebilirim sandım ama... Çok korktu, çok endişelendi, çok kötü oldu... Ve ben de sana Emre Bey'in adresini verdiğimi söylemek zorunda kaldım."

"Onu anladım zaten Çınar!" dedim, sıkıntıyla. "Hepiniz burada olduğunuza göre, belli zaten yerimi senin açık ettiğin! Bora nerede?!"

"Çok öfkelendi..." dedi Gökhan, Çınar beş saniye boyunca konuşmadığında. "Arkasından iş çevirdiğin için. Bizi atlattığın için. Biraz sakinleşmek için uzaklaşmıştır. Döner gelir, merak etme. Yanında bebekle ne kadar uzağa gidebilir ki? Hadi artık Naz, biz de eve gidelim."

Zorlukla yutkundum. "Ada'yı da mı aldı?" Selim'e döndüm. "Kimle gittiler?! Kim var yanlarında?!"

"Yalnızlar yenge," dedi Selim. Gözlerimi korkuyla kapattım. "Bence de illaki döner. Seni terk edecek hâli yok. Ama inşallah, başlarına bir şey gelmez."

"Ağzını hayra aç lan!" dedi Gökhan, öfkeyle.

Cebimden çıkardığım telefonla doğrudan Bora'yı aradım. Telefon çaldı, çaldı, çaldı, çaldı. Beşinci çalışının yarısında ancak açıldı. Açılır açılmaz da Bora, "Bitti galiba toplantın?" dedi.

"Neredesiniz Bora?!" diye sordum alelacele.

"Sana ne Nazlı?" dedi. Gökhan, hoparlöre almamı işaret edince dediğini yaptım. "Ben senin nerede olduğunu biliyor muyum da sen bana nerede olduğumu soruyorsun?"

"Neredesiniz?" diye sordum, bir kez daha. "Anlatacağım her şeyi. Nerede olduğunuzu söyle, yanınıza geleyim."

"Yalnız kalmak istiyorum," dedi.

Başımı hızla iki yana sallarken, "Ada'yı almışsın. Yalnız değilsin ki. Lütfen nerede olduğunuzu söyle!" dedim. Sessizlik, on saniyeye kadar yayılınca, "Sevgilim, n'olur!" diye ekledim.

"Kapatıyorum," dedi. Sesi buz gibiydi. "Bekleme bizi."

"Bora!" dedim bağırarak. "Ne demek bekleme bizi-"

Dıt dıt dıt dııııt.

Telefon elimde kalakalırken Çınar'a baktım. Çaresizce, "Falcon?!" dedim, sorar gibi. "İzlerini sürmüyor mu?!"

"Bakıyorlar," dedi Çınar ama yüzündeki ifade kapıldığı umutsuzluğu gözler önüne seriyordu. "Sakin olmalıyız şu an. Çok sinirlendiği için... Yaşadığı şeyi sana da yaşatmak istediği belli. Sağlıklı düşünemiyor. O yüzden de, tabii ki izini kaybettirdi."

Panikle Emre'ye döndüm. "Hemen, kocamla kızımı bulacaksın!" Emre şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. "Eğer onları bulursan seninle çalışırım! Bu gece yaşanan şeyin başına bir iş açmasına izin vermem! Onları hemen bulursan, işler senin için çok iyi ilerler!"

"Mehmet Bey'in bütün bu olup bitenlerden haberi var mı?" diye sordu Emre, Çınar'a.

"Şehrin giriş çıkışlarını kontrol ediyorlar," dedi Çınar.

"Kara bulunmak istemezse, onu kimse bulamaz," dedi Selim. Emre'nin bakışları da Selim'e çevrilmişti. "Yan evde bile olabilir ama biz onu bulamayız. O yüzden şehrin giriş çıkışlarının kontrol altında olması sadece fasa fiso."

"Çocuğunu annesinden kaçıracak hâli yok ya!" dedi Emre, Selim'e. Ardından bakışları gözlerimi buldu. "O kadar ileri gider mi?"

"Bilmem!" diye bağırdım öfkeyle. "Müneccim gibi tahminlerde bulunan sen değil miydin?!"

Emre derin bir nefes alıp verirken, "Bulacağım, tamam..." dedi. Fakat bir yandan da bu söylediğine kendi bile çok inanmıyor gibiydi. "Sözünüzü unutmayın. Bulursam, benimle çalışacaksınız."

"Sabah ezanına kadar vaktin var," dedim.

♠️

Sabah ezanının okunmasına altı saat, kırk bir dakika, dört saniye vardı. Selim'in kullandığı arabanın yan koltuğunda Gökhan otururken, Çınar ve ben arkaya geçmiştik. Araba, Kilyos'a doğru yol alırken, Emre'nin kim olduğu hakkında oluşturulmuş dosyayı dikkatle inceliyordum. Görünene göre, işinde çok iyi olan bir devlet memuruydu ve görünenden fazlasının olup olmadığından emin değildim. Alp'le konuşmamız gerekiyordu. Emre, Bora'yla Ada'nın yerini bulabilir miydi bilmiyordum, benim bildiğim tek şey Bora'yı da Ada'yı da çok özlediğimdi.

"Sen, Tarabya'ya dönecek misin Akbulut?" diye sordu Gökhan.

"Bilmem," dedi Çınar, dalgın bir tavırla. "Herkes bir yana dağıldı sonuçta. Bizim çocuklar zaten orada. E Aydın da. Orada, bana ihtiyaç olmayabilir."

"Naz'ı bıraktıktan sonra, Nagihan Hanım'ı ziyaret edeceğim. Beraber geçelim öyleyse," dedi Gökhan.

Bakışlarımı Emre'nin dosyasından kaldırıp merakla Çınar'a çevirdim. Çınar da bakışlarını izlediği yoldan çekmişti. "Babaannemle hasret gidermek için, gecenin bu saati, tuhaf bir saat değil mi?"

Gökhan alayla güldü. "N'apayım," dedi, elinden bir şey gelmezmiş gibi. "Ben de böyle estiği gibi davranan biriyim."

"Bir dolaplar dönüyor yine ama hayırlısı," dedi Çınar.

Sık ve uzun ağaçların arasından geçerken, bakışlarım camdan dışarıya çevrildi. Denizden iyice uzaklaşırken, Kara'ya yaklaşıyordum. İnle cinin top oynamaya bile tenezzül etmeyeceği bu yerde, bundan sonra belki de Ada top oynayacaktı. Bu ormanlık alana geceleri kurt iniyor muydu bilmiyordum ama burası da uzaktan bakıldığında ne kadar ürkütücü görünse de yakından baktığım günlerin birinde huzurla dolduğumu bildiğim yerdi. Evimizdi. Yüksek duvarlar eşliğinde ilerledikten sonra, büyük, siyah demir kapının önünde durduk ve kapının açılmasını bekledik. İki tarafı, bakımı biz yokken de yapılmış çimlerle ve budanmış ağaçlarla kaplı asfalt zeminde ilerledik. Ve araba nihayet, içinde zar heykeli olan fıskiyeli süs havuzunun önünde durdu.

Zihnime, eskiden, Bora'ya hamile olduğumu söylediğim gün gördüğüm bir rüya düşerken, açılan kapıdan sızan gece ayazı ürpermeme neden olmuştu.

"Eğer hayatında bir kibrit çöpünün yeri değişirse, her şey değişir Nazlı. Hiçbir zaman elime silah almadıysam... Bambaşka bir hayatım olurdu... Ben, ben olmazdım... Birbirimizin kaderi olduğumuz doğru... Ama aynı insan olmazdık... Ne sen ne ben..."

O rüyada, bu evde, içinde zar heykeli olan fıskiyeli süs havuzu yoktu ve bugün, içinde zar heykeli olan fıskiyeli süs havuzu buradaysa, biz de doğru yerdeydik.

"Sevgilim!" diye seslendim, Bora'ya doğru koşarken. "Seni çok özledim!" Bora minik bir kahkaha atarken, kollarımı boynuna doladım. "Ben gelmeden uyuyacaksın diye ödüm koptu!"

Bora'nın elleri belime yerleşirken, denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusu içime doluyordu. "Ben, sen gelmeden evimize bile girmedim, ne uyuması!"

"Ada?" dedim, kollarım boynundan ayrılırken. "Ada uyudu mu?"

"O uyuyalı bir, bir buçuk saat falan oluyor," dedi. Gülümserken dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Ama bu beni hiç üzmüyor," diye fısıldadı ve dudakları boynuma, adının yazdığı yere değdi.

Selim, "Abi..." dedi yavaşça. Bora'nın bakışları Selim'e çevrildi. "Alp geliyor, yolda."

"Bizlik bir şey var mı?" diye sordu Çınar.

"Yok," dedi Bora. Kapkara gözleri Çınar ve Gökhan arasında dolaşıyordu. "İyi iş çıkardınız. Kahvaltıda görüşürüz."

Gökhan, birkaç adım atarak bize doğru yaklaştı. Bizi es geçerek minibüse ilerledi, kapısını açtı ve içeri girdi. Pusetinde, kolları arasında uyku arkadaşıyla uyuyan Ada'nın elini hafifçe okşadı. "İyi uykular güzelim," diye fısıldadı. "Rüyanda beni gör, olur mu?"

Bora'nın, aynı benim gibi Gökhan'a çevrilen bakışları sıcacıktı ve dudaklarının kenarında, varla yok arası bir gülümseme peyda olmuştu. "İndirsene onu da," dedi.

Gökhan, Ada'nın pusetini eline aldı ve minibüsten onunla beraber indi. Puseti Bora'ya uzatırken, "Hadi iyi geceler size," dedi.

"İyi geceler," dedim ve Çınar'a el salladım. "Gel oğlum," dedim, minibüsün kapısında bekleyen Noir'ya. Noir da minibüsten indi. Bu sırada Selim, minibüsten Ada'nın çantasını almış ve onu da Bora'ya uzatmıştı. Gökhan ve Çınar arabaya binerlerken, biz de eve doğru yürümeye başlamıştık.

Kalbim, bu evin dört duvarına karşı büyük bir özlemle çarparken, eksikliğinin dahi farkında olmadığım bir duygunun, içimde tamamlandığını hissediyordum. Dünya üzerinde kalabileceğimiz belki de yüzlerce şehir, binlerce ve hatta on binlerce ev vardı ama hiçbiri burası kadar yaşanmışlıklarla dolu değildi ve Ada da yolculuğunun en güzel duraklarından birine gelmiş, en sonunda yuvasına varmıştı. Bora, cebinden çıkarttığı, Kara'nın simgesi olan chip'ten yapılma anahtarlığı bana uzattı. Dudakları arasından tek bir kelime çıkmasa dahi onu anlamıştım. Çok eski zamanlara ait olan bir an, ikimizi birden sarıp sarmaladı. Yuvanın mutlaka bir anahtarı olmalıydı.

"Sen evimiz dersen Nazlı, Dünya'nın her bir şehrinden bir ev alasım gelir benim. Çünkü belki o zaman, hangi şehirdeysen aklına evimiz gelir, sonra da beni göresin gelir. Belki. Ama o belki, öyle kıymetli ki... Nereye gidersen git, bir gün evine döneceksin. Evim Bodrum dersen, orada olurum."

Adadaki evimizi hiçbir zaman unutmayacak, oranın anahtarının artık hiçbir kapıyı açmayacağını bilecek, kızımızla orada geçirdiğimiz bugüne kadarki en güzel günleri hep kalbimizde taşıyacaktık. Ve daha da güzel günlerimiz olacaktı. Bora'nın Tarabya'sı, benim Yalıkavak'ım vardı. Boztepe'deki evi sevmiştim, oraya da illaki yine yolumuz düşerdi. Köydeki konak da bizim için çok özeldi. Maçahel'deki evde muhteşem anılar biriktirdiğimiz söylenemezdi ama bir gün oraya gidip, oranın kodlarını da değiştireceğimizi biliyordum. Bir de rallici olduğumun sırrına erişen ahşap kulübe vardı. Villefranche-sur-Mer'deki evi hele o kadar çok seviyordum ki, oraya ne zaman gitsek iyi ki doğduğumu düşünecektim. Boston'daki okyanusa kıyısı olan ev ise tarih fark etmeksizin, bana yepyeni bir yılın gelişini çağrıştıracaktı. Stowe'daki eve de giderdik mutlaka, Profesör'ü yâd eder, şarap içer, belki yine karlarda yuvarlanırdık, bu kez kızımızla da beraber. Dünya üzerinde diğer bütün evlerden farkı olan, Maryland sınırları içinde, pencereleri Güney Nehri'ne açılan mabedimiz ise daima birbirimizin kıymetini bilmemiz gerektiğini bize hatırlatacaktı. Kıbrıs'a gidecek, Bora'nın süitinde kalacak, her gittiğimizde de tarihi hep 1 Mart kabul edecektik. Ve bir gün, en çok gitmek istediğim yere, Las Vegas'a, Hôtel Le Huit'in 8 numaralı odasına gidecek, her gidişimizde de yeni evlenmişçesine birbirimizle tanışacaktık. Belki bazen rezidanslar kiralayacak -belki de satın alacak-, orada, çeşitli flört fantezileri yapacaktık. Bir yatımız da olurdu mutlaka, adı yine Le Pique olurdu, eskisinden de güzel anılar biriktirirdik içinde.

"...Ama ben, seninle, sadece ikimize ait olan bir yıldızımız olduğunda, tüm evreni evimiz gibi hissederiz diye düşündüm... En iyi Mart ayında görünüyormuş... Bana geldiğin ayda, Nazlı..."

Bütün evren bizim evimizdi ama ben evimin neresi olduğunu uzun zamandır biliyordum. Her yer bizim olmakla birlikte, buranın, evimizin, gerçek evimizin hissettirdikleri bambaşkaydı. Nereye gidersek gidelim buraya dönmüştük. Sonsuza kadar mutlu yaşayacağımız yuvamıza. Hep, beraber. 8 Mart 2017'den bu yana, eğer ben yoksam, Bora da burada olamamıştı hiç. Ve buraya her dönüşümüz bir kavuşmaydı. Yeniden, birbirimize.

Kapıyı açtım ve içeri girdik. Bu kez, kızımızla. Öyle tuhaf bir duyguydu ki bu yaşadığımız bu an'ın gerçek olduğunu idrak edebilmek için, Bora'nın taşıdığı pusete bakmam gerekmişti. Bora da ben de ayakkabılarımızı çıkarttık. Bu, Ada'yla yaşıyor olmamızın bir refleksiydi. Silahımı çizmemin içine sakladıktan sonra, adımlarım süslü salona doğru ilerledi. Nişan bohçalarımız gözlerimin önünden geçerken, günün birinde büyük yemek masasında oturan Anıl'ı hatırladım. "Bu salondaki en unutamadığın anın ne?" diye sordum, Bora'ya döndüğümde. Kapkara gözleri gözlerimi bulurken, Ada'nın pusetini ve çantasını yemek masasının üzerine bırakmıştı. "Yani bu salona ilk girdiğinde, girer girmez, ne hatırladın?"

"Ablamın yaşadığını gördüğüm an," dedi hiç düşünmeden. "Sen?"

"Nişan bohçalarımız," dedim.

Gülümserken, "Bordo gecelik," dedi.

Ben de gülümsedim. "Anılar, iyisiyle de kötüsüyle de, geçmişin bizi biz yapan parçaları..." dedim. Bana doğru yaklaştı ve saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdı. "Umarım bundan sonra da çoğunlukla iyi anılar biriktiririz. Hepsi iyi olamaz kabul, ama iyi olanlar en çok olsun."

"Öyle olacak sevgilim..." dedi, yemin eder gibi. "Ufacık bir tereddüdün bile olmasın, olur mu? Bu gece, güzel bir gece. Bundan sonraki bütün güzel gecelerimizin başlangıcı." Cebinden telefonunu çıkarttı ve bir mesaj yazmaya başladı. "Bavulları getirmelerini söyleyeceğim. Biz aşağı inelim, çocuklar da bavulları yukarı taşısınlar." Gözleri gözlerimi buldu. "Açsındır sen. Restoranda da doğru düzgün bir şey yemedin. Gel, biz de bu arada, bir şeyler yiyelim."

"Gurbetten geliyoruz ama ev temizletilmiş, dolap doldurulmuş... Bu, dünyanın en konforlu hissi olabilir," dedim gülümserken. Muhtemelen hiç normal biri olmadığı için, gözlerimin içine, ne var ki bunda der gibi bakmıştı. "Peki, söyleyin bakalım Bora Bey!" dedim, kollarını tutarken. "Her şeyi düşünüp de düşünemediğiniz, bu evin en büyük eksiği nedir?"

"Ne?" diye sordu, merakla.

"Asansör!" dedim. Kaşları çatıldı. "Sizin yürümeyi reddeden kızınızı, dört kat indirip çıkaracak mıyım ben devamlı?" Kısa bir anlığına Ada'ya baktı. "Kollarım kopmayacak mı peki benim?"

"Doğru söylüyorsun," dedi, düşünceli bir tavırla. "Şimdi Ada'ya yatak odası ve oyun odası yapacağız zaten... Asansör de yaptıralım. İnşaat olacak gerçi evin içinde bayağı. Ama neyse, şart sonuçta. O sırada gerekirse başka bir yerde kalırız. Tarabya'da belki? Bakarız."

"Şaka yaptım," dedim gülerken. "Asansörsüz de idare edebiliriz. Merak etme."

"Edemeyebiliriz," dedi, başını iki yana sallarken. "Ada neyse de... Seni de sürekli kucağımda taşımam gerekiyor malum. E benimki de can. Sürekli dört kat in çık, bana da zor olur."

"Allah Allah!" dedim sitemle.

"Ben de şaka yaptım," dedi, beni kendine çekerken. "Seni hep taşırım. Ada'yı taşımaktan gocunuyorum sadece."

"Ben de yedim!" dedim, küskün bir tavırla.

Adım sesleri duyduğumuzda benden hafifçe uzaklaştı. Biraz sonra Selim yanımıza geldi ve sessizce, "Taşıyorlar abi bavulları," dedi. Bora, tamam dercesine başını salladı. "Ada'nın oyuncaklarını da en üst kata çıkarttırıyorum?"

"Aynen," dedi Bora.

Selim yanımızdan uzaklaştığında, sıkıntı dolu bir nefes verdim. "Bu süslü salon da, evimizin her bir köşesi gibi, Ada'nın oyuncaklarıyla dolup taşacak. Bu asil, kişilik sahibi süslü salonda peluş ayılar olduğunu düşünebiliyor musun? Belki de eline bir kalem alacak ve koltukları çizecek. Sonra, duvarları... Süslü salonun bütün heybeti gidecek belki de!

Bora minik bir kahkaha attı. "Biz anne ve babası olarak, eşyalara zarar vermemesi gerektiğini öğretmeyi unuttuk herhalde kızımıza?"

"Çocuk bu... Dinlemez dinlemez," dedim.

Başını iki yana salladı. "Dinler bizim kızımız annesiyle babasını..." dedi.

Kaşlarım çatıldı. "Hııı dinler! Henüz evi dağıtabileceği bir yaşta değil. Ben sana söyleyeyim, iki üç seneye ne olacak, biliyor musun?" Bora, ne olacak diye sorar gibi göz kırparken, ellerime uzanmış ve ellerimi belimde birleştirmişti. "Bütün bu koltukların minderlerini yerlere indirecek. Her çocuk bunu yapıyormuş, nedenini kimse bilmiyor. Bir yürümeye başlasın da, sonrasında bütün evi dağıtacak. Bu bibloları falan kıracak, çünkü hiç oyuncağı yokmuş gibi onlarla da oynamak isteyecek. Evimizi yaşanamayacak bir hâle getirecek. Nereden mi biliyorum? İnsanların çektiği çoluklu çocuklu videoları izliyorum. Ve sana kanaatimi söyleyeyim: Uslu çocuk yoktur Bora, az yaramaz çocuk vardır."

Dudakları yanaklarıma değdi. "Ben, bize güveniyorum. Bizim çocuğumuz öyle olmayabilir..." Burnumu öptü. "Eğer ona düzen aşılarsak, o da kendi düzenini kurar. Tabii ki minderlerle oynaması çok lazımsa, yine oynayabilir. Ama sonra toplamasını da öğretiriz."

"Öğretiriz, değil mi?" diye sordum, üzgün bir tavırla.

"Öğretiriz," dedi. Saçlarımdan öptü. "Duvarların ve koltukların bir tuval olmadığını da öğretiriz. Onun oyun odasındaki bir duvarı, çizilebilir silinebilir boyayla falan boyatırız. Veya ne bileyim duvar kağıdıyla kaplatırız. Bakarız. Ona alan açarsak, ortak alanları kafasına göre işgal etmez."

"Bayılıyorum sana!" dedim iç çekerken.

"N'apıyorsun?" diye sordu, hafifçe geri çekilerek. Dudakları şaşkınlıkla iki yana kıvrılmıştı. "Bir daha de bakayım."

"Bayılıyorum," diye tekrarladım.

Alt dudağını ısırırken, göz ucuyla Ada'ya baktı. "Hadi inelim aşağı" dedi, ışıl ışıl parlayan gözleri, gözlerimle yeniden birleşirken. Başımı salladım. Ada'nın pusetini aldı. Bu kez çantasını ben omzuma asmıştım. Süslü salondan çıktık. Adımlarım, bir zamanlar en büyük acıyı kucakladığım merdivenlere doğru ilerledi. Bora, ne hissettiğimi anladı mı anlamadı mı bilinmez, bu merdivenlerden kendi kendime inmeme izin veremezmişçesine, boşta olan eliyle, elimi tutmuştu. Noir da peşimizden geliyordu. Salona indiğimizde, Bora, Ada'nın pusetini L koltuğun üzerine bıraktı. Ben de çantasını koltuğun üzerine koydum. "Noir," dedi yavaşça. "Kardeşinle kal oğlum."

Noir, oturmayı belki de en sevdiği L koltuğa çıktı ve Ada'nın yanı başına yattı. Biz ise mutfağa geçtik. Bu mutfak, bu evin en sevdiğim yerlerinden biriydi. Ocağın altı yanıyordu, üzerinde çaydanlık vardı ve içeriye buram buram bergamot aromalı çay kokusu yayılmıştı. "Mercimek çorbası içersin, değil mi?" diye sorduğunda, şaşkınlıkla Bora'ya döndüm. "Şekersiz, merak etme."

"Nostalji mi yapıyoruz?" diye sordum.

Dudakları bilmem dercesine büzülürken, "Alt tarafı çorba... Bu saatte ağır bir şey yemezsin diye düşündüm. Çorba, iyidir," dedi. Buzdolabına ilerledi ve tencereyi çıkarttı. "Üzerine de çay içeriz. Sigarayla beraber?"

Ada tezgâha otururken, derin bir nefes çektim. "Siz zenginler, ağzınızın tadını öğrenmişsiniz anlaşılan."

Sırtı bana dönüktü ama güldüğünü görebiliyordum. "Evde içilmesini sevmemekle beraber, artık bir bebeğim de var," dedi. Kepçeyle, küçük bir tencereye, içebileceğimize inandığı kadar bir çorba böldü ve o küçük tencereyi, altını yaktığı ocağın üzerine koydu. "Yatılı çalışan konusunda da fikrim değişmedi aslında ama tekrar etmem gerekirse, artık bir bebeğim var." Bana döndü. Ceketini çıkarttı ve bar sandalyesinin arkasına astı. "Ne dersin? Yatılı birini ister misin?"

"Sevim Hanım, Begüm'ü ve Beyza'yı bırakmaz herhalde artık?" dedim, sorar gibi.

"Sanmıyorum. Buraya da gelir gider rica ettiğimizde. Bu akşam gelip çorba yaptı mesela, ama onlarla kalması daha iyi. Hem orada onun da yardımcıları var, bir düzen kurmuşlar. Ayrıca daha da yaşlanmış. Emekli olmak istediğini biliyorum ama bırakamıyor işte o da kimseyi. Düzenlerini bozmasınlar," dedi. Arkasını döndü. Büyük tencereyi yeniden buzdolabına koyduğu sırada, hafifçe yamulmuş Sümela magnetini düzeltmişti. Buradaki kış bahçesinde, ablasının yaptığı sufleyi yedikten sonra, gidelim buradan demişti. O an'ın üstünden ne kadar zaman geçmişti ama şimdi, yine, buradaydık. "Aslında aklımda bir fikir daha var ama... Olur mu olmaz mı, emin değilim."

"Ne?" diye sorduğumda, ocağa ilerledi.

"Selim ve Yeşim," dedi. Dolaptan iki tane kâse çıkarttı. "Müştemilatta kalmaları uygun olmaz. Buranın müştemilatı, Tarabya'daki gibi bir ev değil malum, oda oda ve içeride bazen yirmi yirmi beş kişi, bazen daha fazla oluyorlar. Bu evin içinde kalmalarını da ben istemem. Onlar da rahat edemezler zaten. Ama belki, ormanın içinde onlar için bir ev yaptırabiliriz. Hem kendi evleri olmuş olur. Hem de Yeşim, yine Ada'yla ilgilenebilir. Hem de gündüz yemek yapmaya, temizlik yapmaya birileri geldiğinde, bunu organize edebilir."

"İyi de... Belki işine dönmek ister ama. Öğretmenlik yapmayı özlüyordu adada," dedim.

Bora, çorbaları kâselere doldurup yanıma geldi. "O yüzden olur mu olmaz mı, emin değilim, dedim." Çekmeceden iki kaşık çıkarttı ve sosluğu da aldı. "Sormak lazım. Sen sorar mısın?"

Tuza uzandı ve çorbasına tuz ekledi. Çok tuz tüketmiyordu ama özellikle mercimek çorbasını tuzlu içiyordu. Adada bu eylemi dikkatimi çektiğinde nedenini sormuştum. "Havuçtan," demişti. "İçine havuç girdiği için bana tatlı geliyor ve hoşuma gitmiyor. Tuz, o tadı bastırıyor. Havuç salatasını da tuzlu severim. Normal havucu da tuzsuz yiyemem."

İnsanlar, birbirlerini önce gözlemleyerek, ardından da konuşarak tanıyabiliyorlardı. "Yeşim'den kaçıyorsun?" dedim, cevabı zaten bildiğim hâlde. Cevabı zaten bildiğim için olsa gerek, bana bir cevap vermeden, çorbasını içmeye başladı. "Mahcup hissediyorsan, özür dileyebilirsin."

"Özür dilenmesi gereken bir şey yapmadım," dedi yekten.

"Şüphelendin Bora, kızdan," dedim, nasıl yapmadın diye sorar gibi.

"Şüphelenmek, özür dilenmesi gereken bir şey değil. Benim hayatım özelinde en azından. Onun da bunu biliyor ve benden bir özür beklemiyor olması gerekir. Ayrıca, bugüne kadar Yeşim'in nice tavrını görmezden geldim ben. O da benim bu tavrımı görmezden gelebilir." Bakışları gözlerime değdi. "Sen Yeşim'i boş ver de şimdi... Operasyonu baltalamandan bahsedelim."

"Kesinlikle bunu konuşmayı reddediyorum!" dedim, başımı iki yana sallayarak.

Yüzüne muzip bir ifade yerleşti. "Herifin amacını öğrenmeye diye gidip, hayranlık dediği şeyi deşmeden, herife trip atıp çıktın o evden Nazlı?"

"Bu hayranlık, öyle bir hayranlık değildi..." dedim. Kaşları çatıldı. "Yani nasıl diyeyim, bana karşı hissettiği, yani bir erkeğin bir kadına bakış açısıyla, gözüyle, hissettiği bir hayranlık değildi bu."

"Onu biliyoruz zaten," dedi. Gözlerim kısıldı, nereden biliyorduk? "Öyle bir hayranlık olsaydı, herifin evine gitmene müsaade etmezdim Nazlı. Öğleden sonra, Tarabya'ya geldiklerinde, herifin tavrına bire bir şahit oldum. Aksi bir şey olsaydı bunu anlardım takdir edersin ki. E sizi dinledim de. Gayet mesafeliydi sesi de cümleleri de. Ama belli ki sen o eve giderken böyle düşünmüyordun?"

"Operasyonlardan önce bir şey düşünmeyi sevmem," dedim.

"Geçiştirme beni," dedi, uyarıcı bir tavırla. "Sana karşı öyle bir hayranlık besliyordu diyelim ki... Ve yine diyelim ki ben bunu anlamamıştım ama sen anlamıştın. Veya şüphelenmiştin bundan, her neyse. Bunu belirtme ihtiyacı hissetmeden, o herifin evine-"

"Farazi şeylerden bahsetmemize hiç gerek yok şu an," dedim, lafını keserek. Yüzüme bana kanması ve konuyu devam ettirmemesi için kocaman bir gülümseme yerleştirmiştim. "Sonuçta öyle bir hayranlık beslemiyor. Önemli olan bu değil mi?"

Kapkara gözlerini hoşnutsuz bir şekilde gözlerime dikti. "Kesme sözümü Nazlı," dedi, ciddi bir ifadeyle. "Herifin evine gitmeyi sen istedin. Benim de kafama yattı çünkü bir tehlike sezmedim. Olabilecek her tehlikeye karşı da kapının önüne onlarca adam diktim. Bu adamların üçü de Gökhan, Çınar ve Selim'di. Bir plan kurduk. Sen de benimle aynı yerdesin diye düşünmüştüm, yani adamın sana karşı öyle bir hayranlığı olmadığından emin olduğunu. Çünkü sana karşı öyle bir hayranlığı olabileceğini düşündüğün bir herifin evine gitmen, onu da geçtim, sana karşı öyle bir hayranlığı olabileceğini düşündüğünü benimle paylaşmaman bir sorun."

"İyi de sevgilim. Her gün birileri karşıma geçip bana hayran olduğunu söylemiyor ya sonuçta," dediğimde, kaşları daha da çatılmıştı. "Ben dan diye nereden anlayayım ki bunu?! Ne çeşit bir hayranlık olduğunu? Bu benim umurumda değil ki. Ben zaten onun amacını öğrenmeye gitmedim mi?!"

"Bundan emin değilim sevgilim," dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Çünkü ben dinlediklerimden, daha çok herife bir cevap vermeye gitmişsin gibi algıladım. İçeri girer girmez, annelik ve babalık hakkında nutuk atmaya başladın da çünkü... Hâlbuki ne zamandan beri seninle çalışmak istediğini, ne zamandan beri seni izlediğini ya da senin hakkında tam olarak ne bilip ne düşündüğünü falan öğrenecektin. Yani biz adaya gitmeden de böyle bir isteği var mıydı, varsa neden söylememişti falan filan. Plan buydu ya hani..."

"Ama haksız mıydım sevgilim?!" dedim, sitemle. Bora, sesli bir nefes verdi. "Bana neler dedi tuvalette, anlattım sana. Ayrıca evde de neler dedi. Duymadın mı?! Özgüven eksikliğim varmış benim! Var mı? Yok ki?"

"Seni ikna etmek için bir şeyler söylemesi gerekiyordu ve bunları söyledi," dedi, gelişigüzel bir tavırla. "Senin egonla çarpışacağını düşünmedi ki buna benzer bir cümleyi sen de kurdun herife. Seni gaza getireceğini düşünürken, damarına basmış oldu. Özgüven eksikliğin var ya da yok, bu zaten onu ilgilendirmez."

Kaşlarımı çattım. "Var mı yok mu?"

"Yani, bence matematik söz konusu olduğunda zaten yok," dedi.

"Evet, yok!" dedim, kendimden emin bir tavırla. "Ama yani sana ulaşmaya çalışan birileri tarafından kullanılabileceğimi düşündüm. Sen de eminim ki böyle düşünmüşsündür. Çünkü bu daha evvel de başımıza geldi. Gelmedi mi? Geldi. Bu, ben kendimi küçümsediğim için değil, tedbirli olduğum için."

"Evet, doğru..." dedi, başıyla da beni onaylarken. "Ama herifin kurduğu cümlelerden etkilenmediğini söyleme bana. Sen daha tuvalette neler olup bittiğini bana anlatmadan, benim tek misyonum annelik değil falan demeye başlamıştın. Kaldı ki o masaya döner dönmez, bana anlatman gerekirdi. Ama sen önce Çınar'a söylemeyi daha uygun bulmuşsun, buna kırıldım aslında ben de neyse."

"Sen, her şeyi hemen bana anlatıyorsun sanki!" dedim, tavırlı bir şekilde.

"Neyi anlatmıyorum?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Planlarını mesela?" dedim, dalga mı geçiyorsun diye sorar gibi.

"Bunu izah ettim ya sana?" dedi.

"O izah bana geçti mi bakalım?" dedim. Kaşlarım havalandı. "Emre, bir şeyde çok haklıydı. Sen, beni, her şeyin dışında bırakıyorsun."

Bora'nın da kaşları havalandı. "Emre?" dedi.

"Evet, adamın adı Emre değil mi?" dedim.

"Haklıydı, öyle mi?" diye sordu.

"Evet, öyle." Kollarımı bağladım. "Ayrıca, İstihbarat'la çalışmamı da istemeyeceğine adım gibi eminim."

"Sen kendin de dedin ya herife, seni kıskaçları altına alabileceklerini!" dedi sitemle.

"Al işte, bak!" dedim. Başımı onu onaylarcasına salladığımda sinirlendiğinin farkındaydım. "Biliyordum... Çok güzel. Benim bu hayattaki misyonum, Kara'nın zaafı olmak asıl!"

"Özür dilerim ya!" dedi, içinde öfke de barındıran bir alayla.

"Abi..." dedi Selim, boğazını temizledikten sonra. "Böldüm sanırım ama..." Bora'nın öfkeli bakışları Selim'e çevrildi. "Alp geldi."

"Gelsin!" dedi Bora. Ardından da çorbasından iki kaşık daha alarak, çorbasını bitirdi. Kâsesini aldı ve tezgâhın üzerine sertçe bıraktı. Sonra da kış bahçesine ilerledi. Küsmüş müydük? Kendisine bir sigara yaktığında derin bir nefes verdim ve ben de çorbamı bitirdim. Kâsemi tezgâha bıraktığım sırada, Alp de mutfağa girmişti. Beni başıyla selamladı ve yanımdan geçip, o da kış bahçesine ilerledi. Alp'i de hayatıma Tarantula sokmuştu sonuçta, bir şekilde insanlar tarafından kandırılıp kullanılmışlığım vardı, şüpheci davranmak neden bir özgüven eksikliği olmak zorundaydı ki?! Özgüvenim, eksik falan değildi benim. Bunu kabul edemezdim. Bora, matematik söz konusu olduğunda derken, neyi kastetmişti? Başka konularda özgüven eksikliğim olduğunu mu düşünüyordu?

Elimde iki bardak çayla kış bahçesine çıktığımda, "Evet," demişti Alp ama neye evet dediğini bilmiyordum. Görüşmediğimiz zamanlarda, mekanik tavrından asla ödün vermemişti. Bora, koltuğa oturmuş ve bir bacağını diğerinin üzerine atmışken, Alp ayakta ve elleri önünde bağlı duruyordu. Bora'nın yanına geçtim, çayları sehpanın üzerine bıraktım ve ben de kendime bir sigara yaktım.

"Nereden tanışıyorsunuz?" diye sordu Bora.

"Okuldan," dedi Alp. Bakışları Bora'nın gözlerinden ayrılmıyordu. "Üst dönemdeydi benden. Notlarını paylaşırdı, biz de öyle tanışmıştık. Gel zaman git zaman arkadaş olduk. Okul bitince İstihbarat'a girdi o. İrtibatımızı koparmadık, görüşmeye devam ettik. Benim de onlarla çalışmamı çok istedi, çok ısrar etti ama ben hiçbir zaman kabul etmedim."

"Anlamadığım şu..." dedi Bora, düşünceli bir tavırla. Çayımdan bir yudum aldım, tadı enfesti. "Bir İstihbaratçı seninle çalışmak istedi ama sen bu bilgiyi, bu zamana kadar benimle paylaşman gerektiğini hiç düşünmedin mi?"

"Düşünmedim," dedi Alp, bunun bir sorun olmadığından emin bir şekilde. "Çünkü zaten reddettim. Ve o da zaten, size çalıştığımı bilmiyordu."

"Şimdi, öncelikle, sen Tarantula'ya çalışıyordun da..." dedi Bora. İfadesindeki ciddiyet Alp'in gerilmesine sebep oluyordu. "Bunu atlamayalım."

"Evet," dedi Alp, mahcup bir ifadeyle. "Zaten, Emre'yle bağlantımı koparmamamı Tarantula istemişti. İçeriden alabileceğim herhangi bir bilginin, sizi koruyabileceğini umarak. Düşmanımı, sizinle çalışarak bir suç işlediğim için düşman kelimesini kullandım, kendimize yakın tutmaya çalışmıştım."

Bora, başını iki yana sallarken, "Yine de Alp..." dedi. "Senin Tarantula'yla çalışmak gibi bir sabıkan varken, onlara da çalışmadığını nereden bileceğiz?"

"Bilemezsiniz," dedi Alp doğrudan. "Ama yemin ederim onlara çalışmıyorum. Hiçbir zaman onlara çalışmadım. Sadece arkadaşız. Sizinle çalıştığımı, siz onlarla çalışmaya başladıktan sonra öğrendi. Ve bir seneden fazla zamandır, bana da ulaşamıyor. Çeşitli mailler gönderdi bu süreçte. Yaşadığınızı düşündüğünü yazmış. Harvard'ın bir yayınını iletmiş ve bunun Naz Hanım'a ait olduğunu düşündüğünü eklemiş ama benden hiçbirine bir cevap alamadı."

"Benim de birkaç sorum var," dedim, Bora'ya dönerek.

Bora, elini buyur dercesine Alp'e doğru uzatırken, dönüp de yüzüme bakmamıştı ama çayından içti. "Ben tanıştım mı bu herifle?" diye sordum, herifle'yi özellikle vurgulayarak.

"Evet," dedi Alp başını sallarken. "Siz, kriptoloji alanında kendinizi geliştirmek istediğinizi söylediğiniz için sizi tanıştırmıştım. Bir kez bir araya geldik."

"Benim böyle bir hatıram yok?" dedim şaşkınlıkla. "Olsaydı hatırlardım. Böyle bir şeyi unutmam."

"O gün, Hande Hanım'ın erkek arkadaşıyla bazı sorunları olmuştu sanırım. Bu konu hiç açılamadı, siz Hande Hanım'la ilgilendiniz. Emre'yle de bir daha, benim bildiğim kadarıyla, bir araya gelmediniz," dedi Alp.

Bora, sigarasını söndürdü ve bakışlarını sorularımın bitip bitmediğini anlamak istercesine bana çevirip, yeniden Alp'e döndü. Hande'nin erkek arkadaşıyla sorun yaşadığına dair o kadar çok an vardı ki kafamda dönen, o gün bunlardan hangisiydi gerçekten anımsayamıyordum. Hangi erkek arkadaşından bahsettiğimizi hatırlamadığım gibi. "Neden İstihbarat'a çalışmayı hiç düşünmedin?" diye sordu Bora. Gözleri kısılmıştı. "Bu, senin gibi yetenekli bir adam için, bulunmaz bir fırsat."

"Ölmek istemediğim için," dedi Alp.

"Tarantula'yla çalıştığını ruhum duymadı. Bunu da duymazdı," dedi Bora.

"Aynı şey değil," dedi Alp. Derin bir nefes verdi. "Daha evvel de söylediğim gibi, Tarantula sadece sizi korumak istiyordu. Ben ona inandım. Bir davası vardı. Sizinle çalışmam bana verdiği görevlerden biriydi. İşimi severek yaptım. Gökhan Abi'yi de Selim Abi'yi de çok sevdim. Naz Hanım'la tanışmam da görevlerimden biriydi. Onda da Tarantula'nın amacı aynı şekilde Naz Hanım'ı korumaktı. Kötü bir şey yapmadım, hiçbir zaman. Koşullar dahilinde mantıklı olan neyse sadece onu yaptım. Hem para da kazandım. Devlet memurlarının maaşı maalesef o kadar iyi değil."

Bora, Alp'in ciddi olup olmadığını sorgularcasına beş saniye herhangi bir şey diyememişti. "Bu kadar parayı n'apıyorsun?" diye sordu, meraklı bir tavırla. "Asosyalin tekisin amına koyayım sen. Harcayamayacağın kadar çok para biriktirmiş olman gerek şu zamana kadar. Eminim ki Tarantula'dan da para almışsındır!"

"Sizden aldığım kadar değil ama ondan da aldım, evet..." dedi Alp. Bakışlarını Bora'nın gözlerinden kaçırdı. "Para biriktiriyorum. Bir gün, kendi teknoloji şirketimi kurmak istiyorum."

Bora'nın kaşları çatılırken, ben duyduğum şeye şaşırmamıştım çünkü Alp'in gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını sandığını sandığım hayalinin bu olduğunu, onunla tanıştığımız ilk gün öğrenmiştim. "Ne zaman yapacaksın bunu, elli yaşına geldiğinde mi?" diye sordu Bora, şaşkınlıkla.

"Yeteri kadar param olduğunda," dedi Alp. Bakışları yeniden Bora'nın gözlerini buldu. "Tabii siz de izin verirseniz ve o sırada bana ihtiyacınız olmazsa. Sizi yarı yolda bırakmam."

"Emre'nin Nazlı'ya yaptığı tekliften bahsetti mi Selim?" diye sordu Bora. Alp başını evet der gibi salladı. "Bu, İstihbarat'takilerin bilgisi dışında olan bir olay. Hiç kimse'yle yani Mehmet Bey'le beraber, bu Emre denen herife bir oyun kurduk. Şu anda beni arıyor olmalı. Nazlı'yla çalışmakta ısrarcı, o yüzden beni bulmak zorunda hissedecek. Asansör aracılığıyla Mehmet Şahindağ, şu an benim Maslak'ta olduğumu sanıyor. Eğer Emre'nin Mehmet Şahindağ'la bir bağlantısı varsa, Nazlı'ya Maslak'ta olduğumu söyleyecektir. Çünkü beni nasıl bulduğunun asla sorgulanmayacağını düşünecektir, işi bu çünkü. Ortada bir tuzak olduğunu da kimsenin anlaması mümkün değil çünkü çok olası bir karı koca kavgası, bunu Mehmet Şahindağ bile yadırgamaz. Ama beni bulamazsa, herif temiz ve sadece gerçekten işini yapıyor."

"Mehmet Şahindağ ile bir bağlantısı olsaydı bunu anlardım," dedi Alp, kendinden emin bir tavırla. "Fakat kimseye kefil olmam. Bu, yalnızca benim düşüncem. O, kendi derdinde bana kalırsa. Kriptoloji alanında iyi birilerini bulmak çok zor. Bu işlerden biraz anlayanlar bile, genellikle, bu yeteneklerini istismar amaçlı kullanıyorlar. Çoğu siber suç işlemeyi tercih ediyor çünkü bu şekilde daha çok para kazanabiliyorlar. Benim gibi."

"Senin kriptoloji alanında iyi olduğunu söyleyemeyiz," dedim. Alp'in kaşları çatıldı. "Ne? Analizde iyi olduğunu düşünüyordum ama hatırlarsan, o şifreli mesajı sen değil ben çözmüştüm! John's Wonder'ı."

"Algoritmayı bildiğiniz için," dedi Alp, kendini savunarak. "Uzmanlık alanım kriptoloji olmayabilir fakat o kadar da kötü değilim. Hem siz de kriptolojiyle sadece hobi olarak ilgileniyordunuz fakat üzerine matematiksel model çıkardınız, literatüre eklenme ihtimali bile var!"

"Çok iyi değil miydi ama?!" diye sordum, merakla. "Profesör sayesinde, ondan çok şey öğrendim."

"Emre de bu işte çok iyi," dedi Alp. "Elbette henüz Profesör John kadar değildir ama içlerinde MIT'nin de olduğu çeşitli üniversitelerden teklif aldı. Fakat o da eşi de Türkiye'de kalmayı tercih ettiler. Eğer İstihbarat'la çalışırsanız, yani Emre ve ekibiyle, akademik alandaki çalışmalarınızı da besler bu..."

"Evli mi?" diye sordu Bora, şaşkınlıkla. Alp kafasını salladı. "Patrick niye bu bilgiye ulaşamadı peki?"

"Hızlı bir araştırma yapmıştır çünkü saklanan bir bilgi. Ama sizin de bildiğiniz gibi her bilgiye er ya da geç ulaşılır," dedi Alp.

"Saha görevleri mi alıyor eşi?" diye sordu Bora.

"Evet," dedi Alp, başını sallarken. "Gizli görevlerde oluyor genellikle."

"Ben de sana gizli bir görev vereceğim şimdi," dedi Bora. Alp, bütün dikkatiyle Bora'yı dinliyordu. "Gökhan, Ada'yı koruma görevini üstlenecek. Sen de Gökhan'a teknik bütün konularda yardım eden kişi olacaksın. Yarın, Gökhan ve seninle toplantı yapacağız. Pusetine takip cihazı mı koyuyorsun, oyuncağına dinleyici mi takıyorsun bilmem. Biz istediğimizde aktif, istemediğimizde deaktif olan bir sistem kuracaksın. Bu sistem, kesinlikle ama kesinlikle, ilk akla gelen bir sistem olmayacak. Kızımızın sağlığına zarar vermeyecek bir şekilde, onun herhangi bir huzursuzluk hissetmeyeceği bir biçimde oluşturulacak. Üzerine düşünmeye başla."

"Emredersiniz Bora Bey," dedi Alp, başını hafifçe öne eğerek.

"Gerektiğinde Nazlı'dan yardım alabilirsin. Çünkü bu sistemi Ada hakkında bilgi sahibi olmadan yapamazsın," dediğinde, bakışlarım Bora'ya çevrilmişti. Onun da bakışları gözlerime değdi. "Ben de bilgi verebilirim istersen Alp'e. Annesi olduğun için değil de bu tarz alengirli şeyleri sevdiğin için senden yardım alabileceğini söyledim."

"Yoo," dedim yavaşça. "Hoşuma gitti, beni de dahil etmen."

Tam bir cevap verecekti ki bakışları Alp'in varlığını hatırlamışçasına ona çevrildi. "Tamam, sen git dinlen..." dedi. Kolundaki saate baktı. "Yarın haberleşiriz."

Alp, yeni bir emir almış gibi başını salladı. "İyi geceler," dedi ve arkasını dönüp kış bahçesinden mutfağa girdi.

Alp'in yanımızdan ayrılmasıyla aralanan dudaklarım, Ada'nın, "Ani! Ba!" diye bağırmasıyla geri kapanmıştı. Bora'yla birlikte kış bahçesinden içeri girdik. "Geldim anneciğim!" diye seslendim. Ada, gözlerini açmış, pusetin içinde şaşkınlıkla etrafına bakıyor, nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyordu. "Uyandın mı sen?" dedim, onu kucağıma alırken. "Ama hâlâ gece, bebeğim... Uyumaya devam edeceğiz şimdi."

"Bua," dediği sırada, Bora, pusetin yanındaki çantasından Ada'nın suyunu çıkartmıştı. Ada, babasının elinden, üzerinde Nazlı Alaca Karabey x Second Mom yazan biberonu aldı ve kana kana su içti. Bir yandan da hâlâ etrafına bakıyor, burayı tanımaya çalışıyordu.

"Bebeğim," dedi Bora, Ada'nın saçlarını okşarken. "Burası bizim evimiz..." Ada, biberonu babasına uzatırken, uyku mahmuru zeytin gözlerini, babasının kapkara gözlerine dikmişti. "Sana, senin odanı göstermemizi ister misin?" Ada, başını omzuma koydu. "Süt de içmek istersin belki o sırada?"

"Şüü," dedi Ada, babasını tekrar ederek.

"Tamam, ben kızıma süt ısıtıyorum şimdi..." dedi Bora, Ada'nın saçlarından öperek. Çantadan boş bir biberonu aldı ve ardından bize arkasını döndü ve mutfağa ilerledi.

Kucağımda Ada'yla beraber, L koltuğun köşesine oturdum. Ayaklarımı L koltuğun kısa ucuna doğru uzatarak arkama yaslandım. Ada, başını omzuma koyarak yan bir şekilde kucağımda yatarken, bir elini iki göğsümün ortasına yerleştirmişti. Günün birinde, bu koltukta, Bora'nın baba olmak istemediğini Elif'e söylediğini duyduğum an aklıma geldiğinde iç çektim. Buradaydık, kızımızla.

"Sen gelmeden evvel, biz burada yaşadık biliyor musun?" dedim, kısık bir sesle. "Birbirimizi bu evde tanıdık babanla. Başka yerlerde de bulunduk ama burası çok özel bir yer. En üst kata bayılacaksın Ada, banyomuza aşık olacaksın. İstediğin zaman seni jakuzide yıkayabiliriz. Jakuziyi çalıştıramayız ama sana zararlı, bebek jakuzisi değil o sonuçta, sen içindeyken küvet gibi kullanabiliriz ancak." Şakağına küçücük bir öpücük kondurdum. "Bahçede seninle çok güzel oyunlar oynayabiliriz. Eğer yürümeye karar verirsen, ormanda yürüyüşler yapabiliriz. Bahçeye yine senin için oyun alanı kuracağım, hiç merak etme. Havuza da gireriz, yaz geldiğinde. Burayı çok seveceğine eminim."

"Al bakalım kızım," dedi Bora, biberonu Ada'ya uzatırken. Ada, babasının elinden biberonu aldı ve onu da dudakları arasına götürdü. "Uykusu açılmadan çıkaralım yukarıya," dedi bana. Başımı salladım. "Gel babacığım, bana..." dedi, Ada'yı kucağımdan alırken. Ada, itiraz etmeden babasının kucağına geçti. Ayağa kalktık. Ada'nın uyku arkadaşı civcivi elime aldım. Bora, Ada'nın çantasını omzuna astı ve merdivenlere ilerledik. Giriş kata geldiğimizde, birinin içinde silah olan çizmelerimi de elime almıştım. Ada, ilerledikçe etrafına bakınıyor, o henüz doğmadan nice anılar sığdırdığımız evimizdeki sessiz keşfine devam ediyordu. Bunu nasıl anladığımı kendime bile açıklayamazdım ama burayı sevmişti. Belki de o karnımdayken de burada olduğumuz için buradaki o enerjiyi hissetmişti, bilmiyordum. Anılarımızın içinden geçe geçe peşimizde Noir'yla, en üst kata kadar çıktık. "Bak burası bizim yatak odamız..." dedi Bora, yatak odamızın kapalı kapısının önünde durarak. Koridora döndü ve Ada'ya, koridorun sonunda kalan kapıyı işaret etti. "Orası da senin yatak odan olacak. Ne kadar yakınız, gördün mü?"

Aslında benim odam olan yere doğru ilerlediğimizde, yüzümde tarifsiz bir tebessüm vardı. Hayatın enteresanlığına akıl sır erdiremediğim bir yolculuğun içindeymiş gibi hissetmekten kendimi alamıyordum. Bora, odamın kapısını açtı ve kucağında Ada'yla odaya girdi, ışıkları açtı. Yerlerde sapsarı balonlar vardı. "Aaağğğ!" dedi Ada, balonları görünce. Bana döndü. "Ani!"

"Evet bebeğim," dedim şaşkınlıkla. "Baban sana sürpriz yapmış!"

"Burası senin odan..." dedi Bora, Ada'ya sımsıkı sarılırken. Kitaplığımda kalan kitaplara bakarak, pencerenin kenarına ilerledim. Bordo kelebekli siyah tülü de hafifçe açarak, bahçedeki ışıkların, sık ağaçlardan dolayı loş bir ortam yarattığı garajın köşesindeki ahşap, üstü açık çardağa baktım. "Şimdilik oda bu şekilde ama en kısa zamanda burayı senin odan hâline getireceğiz, merak etme. Kendi yatağın, kendi dolabın, kendi eşyaların olacak burada. Yan odayla da birleştiririz istersen. Oyun odan ve yatak odan iç içe olur. İster misin?"

"Bu perdeyi atmayalım ama..." diye mırıldandım. "Çok seviyorum bunu."

"Hadi yatalım babacığım," dedi Bora. Yüzümü onlara çevirdim ve pencerenin kenarına yaslanarak, Ada'yı yatağa yatırmasını izledim. "Ama önce altını değiştirelim mi senin?"

Bora, Ada'nın elinden biberonu aldı. Ada balonları işaret ettiği için, bir balonu onun eline verdi. Çantasından alt değiştirme örtüsünü, bezini ve ıslak mendilini çıkarttı. Onu ve Ada'yı izlemek, bir terapideymiş gibi hissetmeme sebep oluyordu. Bora'nın hareketleri şefkat dolu ve bir yandan da inanılmaz sistematikti. "İşte bu kadar..." dedi, Ada'yı yeniden giydirirken. Onun yanından kirli bezi alarak kalktı, banyoya girdi, ellerini yıkadığını duydum. Ada, uyumakla uyumamak arası bir ruh hâlinde, elinde sarı balonu tutuyordu.

Çok geçmeden Bora yeniden yanımıza geldi, kitaplığın üzerine bıraktığım Ada'nın uyku arkadaşını aldı, ışığı biraz kıstı ve Ada'nın yanına ilerledi. "Noir da burada, seninle olacak, tamam mı babacığım?" dedi. Balonu, Ada'nın elinden aldı ve ona uyku arkadaşıyla sütünü verdi. "Bu balonlarla yarın oynayabilirsin." Çantanın içinden Ada'nın monitörlerini çıkarttı. Birini komodinin üzerine koyup fişe taktı, kameranın açısını ayarladı, diğer monitörden nasıl göründüğüne baktı, kameranın açısını tekrar ayarladı. En sonunda görüntüden memnun bir şekilde, yatağın ucuna oturdu. Ada sütünü içmeye devam ederken, gözlerini çoktan kapamıştı bile. "Eğer bize seslenirsen, biz seni hemen duyacağız," dedi, Ada'nın bileğindeki benden öperken. Ada'nın nefes alışverişleri derinleşene kadar bekledi. Mışıl mışıl bir uykuya daldığından emin olduktan sonra oturduğu yerden kalktı ve Ada'nın etrafına ne olur ne olmaz diye yastıklar yerleştirdi. Kapıdan çıkmadan evvel kapkara gözlerini usulca ona Maçahel'i çağrıştıran gözlerimle birleştirmişti.

Odadan çıktık. Bora, Ada'nın kapısını hafifçe çekti. Ben önde, o arkada koridorda ilerledik. Yatak odamıza girip ışığı açtığımda, yüzümde eşsiz bir gülümseme belirmişti. Komodinin üzerinde bordo şakayık buketi, manzarasına hayran olduğum balkonumuzda ise iki kadeh, soğutulmaya bırakılmış bir şişe şarap, peynir ve kuruyemiş tabağı; manzaraya karşı jakuzinin önünde de balıklarımız vardı.

Bora, yanımdan geçerek giyinme odasına ilerlediğinde, ben de küçük adımlarla onu takip ettim. Bavulları es geçip kıyafetlerinin olduğu raflardan birine ilerledi ve oraya dün koymuş gibi bulduğu gri eşofmanını eline aldı. Önce üzerindeki tişörtü, ardından da pantolonunu ve çoraplarını çıkarttı. Gri eşofmanının üzerine, kısa kollu başka bir beyaz tişört, onun da üzerine gri, fermuarlı bir sweatshirt giydi. Yeniden yanımdan geçerek giyinme odasından çıktı ve balkona ilerledi.

Bu odada bıraktığım kıyafetlere baktım ama ne giyeceğime bir türlü karar veremedim. Daha sonra da üzerimdeki ceketi ve straplez elbiseyi çıkararak, Bora'nın biraz önce üzerinden ayrılan beyaz tişörtü giymeye karar verdim. Ona ait rafları kurcaladım ve siyah bir sweatshirt bulup, onu da üzerime giydim. Çorap çekmecesini açtım. Dizime kadar gelen siyah bir çorabı da giydikten sonra, Kasım'ın 26'sında, Karadeniz'e kıyısı olan Kilyos'un tepesinde, bu şekilde bacaklarımın donmasını göze alarak, ben de balkona ilerledim.

Neyse ki her şeyden önce ev yerden ısıtmalıydı ve balkonda da ayrıca büyük bir ısıtıcı vardı ve Bora onu da çalıştırmıştı. Balkona çıktığımda bakışları üç saniyeliğine gözlerimi bulmuş ama orada çok kalmadan şarabına çevrilmişti. Şarapları kadehlere doldurmuş, ayaklarını önündeki pufa uzatmış, yatak odasının ışığını kapatmış, ormanın aydınlatmalarını açmış ve kendine bir sigara yakmıştı. Ellerimi camdan tırabzanlara yerleştirerek, Kilyos'un buram buram salgıladığı oksijeni içime çektim. "Daha evvel hiç Kasım'da burada olmamıştım," dedim. Şarabından bir yudum aldı. "Acayip bir his... İlk kez, burada kışı geçireceğim. Kar yağdığında bu orman nasıl görünüyor, çok merak ediyorum."

"Kışın balkona böyle çıkmamalısın," dedi, sigarasından bir duman çekerken. "Mart'taki ya da Eylül'deki soğuğu bir şekilde kotarmış olabilirsin ama Ekim'de, Kasım'da, Aralık'ta, Ocak'ta ve Şubat'ta, bu balkonda, bu şekilde zatürre olursun."

"Sen ısıtmaz mısın beni?" diye sorduğumda, gözleri gözlerimi buldu. "Kucağına alıp?" Gözlerimin içine baktı, baktı, baktı. "Hı?" dedim, cevap vermediğinde.

"Gel," dedi, derin bir nefes verdikten sonra ve sigarasını söndürdü. Küçük adımlarla yanına ilerledim ve yan bir şekilde kucağına oturup, bacaklarımı koltuğun kolçağına doğru uzattım. Battaniyeyi bacaklarıma örterken, bir elini bacaklarımın üzerinde bırakmıştı. Başını arkaya yasladı ve gözlerini kapadı. Kaşları ise çatıktı.

"Özür dilerim," diye fısıldadım, dudaklarımı sakallarına değdirirken. "Üste çıkmak için öyle söyledim. Senin zaafın olmak, benim en çok istediğim şeydi, sen de biliyorsun. Sadece o an aşırı gaza geldim ve üste çıkmaya çalıştım." Parmak uçlarım sakallarını okşarken, dudaklarından öptüm. "Seni kırmak istememiştim. Gerçekten. Özür dilerim." İçine derin bir nefes çekti ve gözlerini açtı. "Yanlış bir şey yapmana sebep olmaktan çekindiğim için önce Çınar'a mesaj attım. Sana, bir adam benim peşimden tuvalete geldi dediğimde, neler olacağını kestiremediğim için, önce adamın kim olduğunu ve niyetini anlamak istedim. Ama sonra hemen söyledim zaten sana. Buna zaten hiç kırılma. Seni yok saymadım ben." Hiçbir şey söylemeden yalnızca gözlerimin içine bakıyor, belki de bana çoğu zaman yaptığına inandığım gibi içinden cevap veriyordu. "Şu hayranlık meselesi de... Hakikaten onun niyetini bilemezdim. Yani ben söz konusu matematik olduğunda en en en iyisiyim ama bugüne kadar bu hep görmezden gelindi. Ne bileyim, ben üzerine düşünmedim neye hayran, neden hayran."

"Birinin, amiyane tabirle, sana asıldığını düşündüğün zaman, bunu benimle paylaşıyor olman gerek," dedi.

"Evet. Haklısın," dedim. Kaşlarım havalandı. "Ama ben de haklıyım. Sonuçta bana hayran olduğunu söylediğini sana söylediğimde, bunun da ihtimallerden biri olabileceğini düşündüm. Senin de bunu düşünebileceğini düşündüm. Ben nereden bileyim... Sen... Amiyane tabirle söylüyorum ben de, herifin... Bak adını kullanmadım istediğin gibi ve herifin dedim yine... Ben nereden bileyim, sen, herifin bana asılmadığından emin olmuşsun falan... Kısacık zamanda sen nasıl bu kadar çok şey düşündün, bir de üzerine emin oldun, zaten onu hiç bilemedim. Küsme bana."

Bir elini küsmediğini söylercesine belime yerleştirirken, "Bir insanın, sana hayran olması için, onlarca sebep var," dedi. Baş parmağıyla, gülümsediğim yerden dudağımın kenarını okşamaya başlamıştı. "Çünkü sen böyle birisin. Ben bunu çok doğal karşılıyorum. Alp de sana hayran. Selim de. Gökhan da. Çoğu zaman Aydın da. Erkek oldukları için onları saydım. Yoksa sana Beyza ve Begüm de hayran. Hatta Leo da, ki bence benim dışımdaki insanların içinde, en çok o."

"Ben bir tek sana hayranım valla," dedim. Dudaklarının kenarı birazcık kıvrılsa da kaşları hâlâ çatıktı. "Bu saydığın insanlar bana niye hayran, hiçbir fikrim yok. Asıl hepsi sana hayran. Leo hariç, onu ayrı tutuyorum."

"Acaba bir gün," dedi, kendi kendine konuşur gibi. "Kendinin farkına varacak mısın?"

"Sevgilim, ben mükemmel olduğumu biliyorum!" dedim, gülümserken. "Ama bunu kimse görmüyordu, çünkü kimse zeki değildi, o yüzden şaşırıyorum. Tabii senden başka! Sen, benim tanıdığım en zeki insansın."

"Senin farkına vardığım için mi?" diye sordu, yapay bir merakla.

"Hıığğğ!" dedim, Ada'yı taklit ederek. Nihayet onu güldürebilmeyi başarmıştım ama gamzesi hâlâ huzuruma serilmemişti. Kollarımı boynuna sardım. "Barıştık mı? Barıştıysak, bana gamzeni göster."

"Niye, seni her şeyin dışında bıraktığımı düşünüyorsun? Ya da Alp'in seninle iletişime geçmesini istediğimde şaşırıyorsun?" diye sordu. Bu kez sesine ve yüzüne yerleşen merak, gerçekti de. "Planımı senden saklamıyorum. Bu planın hakikaten de kabataslak bir plan olduğuna ama bunun tam da böyle olması gerektiğine, niye inanmıyorsun Nazlı?"

"İnanıyorum," dedim, kısık bir sesle. "Ama ne bileyim... İstihbarat'a Mehmet Şahindağ'ın yerini bildiğini söylediğinde şoka girmem, sence de normal değil mi? Mesela bunu da benimle paylaşmamıştın."

"Buradaki hayatı kıyamet olarak tasvir ettiğinde, evvelinde bunu yapan bendim kabul, neyin ne kadar içinde olmak istiyorsun, ne kadar dışında kalmak istiyorsun, bunu kestiremem ki..." dedi. Bacaklarımın üzerinden çektiği eliyle, rüzgârdan önüme düşen tutamları yüzümden çekti ve kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Nazlı," dedi, son heceyi sıkıntıyla uzatarak. "Buraya dönerken, o orospu çocuğunun adını duymak bile istemeyeceğini düşünüyordum. Yani bana böyle hissettiren sendin. Sana saygı duyduğum için, bir şekilde kendi içime kapandıysam özür dilerim. Ve her şeyi bilmek istiyorsan da bundan sonra, elimden geldiğince, kendim de bildiğim kadar anlatırım."

"Ben, hiçbir zaman, bütün bu işlerin dışında kalamam çünkü sen içindesin..." dedim. Avuçlarımı yanaklarına yerleştirdim. "Senin karın eski ajan. Kaldı ki şimdi yeni ajanlık teklifi de almış biri. Ben sana ömrüm boyunca, her ne yapıyorsan, seve seve yardım ederim."

"Yaa!" dedi alayla. "Gördük bugün planlara ne kadar sadıksın!" Kaşlarımı çattım. "Hiç çatma o kaşlarını," dedi hemen. "Bu ara en son istediğim şey, konuşup okay'leştiğimiz şeylerin dışında davranan insanlarla uğraşmak."

"Ya tamam!" dedim, üzüntüyle. "Paslanmışım biraz, içgüdülerime engel olamadım. Bir daha sözünden çıkmam. Söz."

Yanağındaki elimi tuttu ve nabzımın attığı yerden öptü. "Sana bir kez soracağım," dedi, kapkara bakışları yeniden gözlerimi bulduğunda. "Bu herif eğer temizse... Benim yerimi bulamazsa yani... Onunla çalışmak istiyor musun?"

"Öncelikle, ona da söylediğim gibi, danışmanlık vermek diyelim," dedim.

"Dolandırma lafı sevgilim," dedi, ciddiyetini bozmadan. "İstiyor musun, istemiyor musun?"

"Bilmiyorum," dedim. Gözleri kısılırken, başını yine koltuğun arkasına yasladı. "İstemediğimi söyleyemem çünkü egom okşandı. Ama öte yandan da üstlerinin bu durumdan haberi bile yok ve istiyor muyum, emin değilim. Yani hiç böyle bir şeyi beklemiyordum ve hiç böyle bir şeyi düşünmemiştim daha önce." Derin bir nefes alıp verirken, elini tutmuştum. "Çalışma şartlarını öğrenmem gerek. Freelance mi çalışacaklar, yoksa her gün bir ofise gitmemi mi isteyecekler mesela? Sıkılırım ben, her sabah yatağımdan kalkıp işe gidemem. Öyle bir hayat istiyor olsaydım, şirketlerde çalışırdım. Bir de Alp'in söylediği şey üzerine düşünmem gerek. Akademik alanda bu beni nasıl besleyecek ki? O herif, gerçekten de benimle çalışmayı, bütün samimiyetiyle istiyorsa da yine de İstihbarat tarafından ulaşılır biri olacağım. Yani beni, sana karşı kullanmaya kalkarlarsa? Bu seni zora sokmaz mı? Sen ne düşünüyorsun, mesela? Sen ne istiyorsun?"

"Mutlu olduğun şeyi yapmanı," dedi, hiç düşünmeden. Gülümsedim. "Evet, İstihbarat'la çalışman bir risk olur, doğru. Ama çalışmadığında da herhangi bir risk olacaksa olur. O yüzden buna takılamayız. Evin adresin belli. Sana ulaşmak istediklerinde, her zaman ulaşılabilir durumda olacaksın, bundan kaçamayız. Bunu göze aldık. Zaten böyle bir şeyin olmasına gerek kalmayacak bir düzen kuracağım onlarla da, merak etme. Zıtlarına gitmeyeceğim, onlar benim zıddıma gitmedikleri müddetçe. Eğer onlarla çalışmak istersen..." Durdu ve hafifçe gülümsedi. "Onlara danışmanlık vermek istersen yani, bunu onlarla konuşabiliriz." Kaşlarım şaşkınlıktan çatılmıştı. "Üstleri sana bu teklifle gelmez, çünkü onlar da aynı Emre gibi, bundan hoşlanmayacağımı düşünürler. Bu da epey yoz bir düşünce ama beni tam olarak tanımadıkları için, daha doğrusu sadece Kara'yı tanıdıkları için, normal."

Zorlukla yutkunurken, utandığımı hissettim. "Şey..." dedim.

"Evet," dedi Bora, ben devam etmediğimde. "Sana gelecek olursak..." dedi, parmaklarının tersi yanağımda dolaşırken. "Benimle ilgili hâlâ onlarca yanlış fikre kapılıyorsun, sevgilim. Senin güvenliğinden emin olduktan sonra, yapmak istediğin hiçbir şeyin önünde durmayacağımı, hâlâ bilmiyor gibisin. Evet, seni kıskaçları altına alabilirler ama bunu yapamayacakları koşulları oluşturmak da bizim elimizde. O herif tek bir şeyde çok haklıydı, sen geleceği çok parlak bir bilim insanısın!"

"Gerçekten mi?" diye sordum heyecanla.

"Gerçekten tabii ki Nazlı," dedi. Elimi tuttu. "İstediğin buysa, yani onlarla çalışmaktan keyif alacaksan, neden olmasın?"

"Yok yok onu demiyorum," dedim. Hızlıca doğruldum ve bacaklarımı iki yanına yerleştirerek, kucağına tam olarak kuruldum. "Geleceği çok parlak bir bilim insanı olduğumu mu düşünüyorsun gerçekten?"

Dudakları hafifçe açıldı, kapandı ve yeniden açıldı. "Evet?" dedi, şaşkınlığını gizlemeden. Derin bir nefes alıp verdi. "Tarih tekerrür ediyor sevgilim, yine..." dedi, hoşnutsuz bir tavırla. "Biz seninle, seneler evvel, bak yine konu kriptolojiden oralara gelmişti, benzer bir an yaşadık. Üstelik bu balkonda! O zaman da aynı şeyi söyledim, yine söylüyorum, senin takdir edilmeye ihtiyacın yok. Hele ki benim tarafımdan. Seni Harvard takdir etti, bir sürü matematikçi takdir etti zaten."

"Var işte var!" dedim, sitemle. Kaşlarım çatılmış, yüzüm düşmüştü. "Benim, senin tarafından takdir edilmeye her zaman ihtiyacım var!" Ellerimi omuzlarına yerleştirdim. "Harvard'a sunduğum matematiksel modeli önce sana gösterdim ben, 'Nasıl?' diye sordum. 'İyidir mutlaka,' dedin bana. Bakmadın bile doğru düzgün."

"Sevgilim, ben ne anlarım matematiksel modelden?" dedi hayretle. "Bakmak ve bakmamak arasında hiçbir fark yok ki benim açımdan. Sonra o model, umut veren teorilerden biri seçildiğinde tebrik etmedim mi seni?"

"Ettin. Tam olarak, 'Tebrik ederim sevgilim,' dedin. Ben şaşkınlıktan kalakaldığımda, sen her gün böyle büyük başarılarım oluyormuş gibi normal karşıladın bu durumu."

"Çünkü başarı, hele ki senin başarın, şaşırılacak bir şey değildir," dedi, bilmiş bilmiş. "Sanki seni laf olsun diye tebrik edip konuyu değiştirmişim gibi davranma. Kutladık ya bunu. Şampanya patlattık beraber."

"Tamam, doğru..." dedim. Derin bir nefes alıp verdim. "Tarihe adımı altın harflerle yazdıracağım değil mi Bora?"

"Evet. Öyle ya da böyle, bir gün olacak olan bu," dedi büyük bir inançla. "Ama bundan daha önemlisi, en azından benim için, benim kişisel tarihim... Ve sevgilim, sen benim kişisel tarihimin en güzel şeyisin."

Dudaklarım, dudaklarına kapandı. Usulca, bu an'ın uzun uzun tadını çıkartmak ister gibi yavaşça, bütün sabırsızlığımıza rağmen telaşsızca birbirimizi öptük. Dudaklarından aldığım şarap tadı öyle güzeldi ki, bir yudum olsun içmeden sarhoş olabilirdim. Dudaklarımı, dudaklarından bir an olsun ayırmak istemiyordum ama bir yandan da gözlerini görebilmek için yanıp tutuşuyordum.

"kim demiş haram nedir bilmez hayyam
ben helali haramı karıştırmam
seninle içilen şarap helaldir
sensiz içilen su bile haram"

Bora, biraz evvel dudaklarında olan dudaklarımın arasından dökülen dizelere karşılık hafifçe gülümsedi. "Ne doğru söylemiş Hayyam," dedi, gözleri gözlerimin en içindeyken. "Sensiz içtiğim kaç yudum su boğazımda kaldı hep de... Ben de öyle anladım."

"Şarabımı uzatır mısın?" diye sordum, gözlerimi gözlerinden çekmeden. "Sonunda, evimize dönüşümüze kaldıralım kadehlerimizi. Bu evdeki bütün anılarımıza. Yaşanmış ve yaşanmayı bekleyen bütün anılarımıza... Geleceğimize."

"Hay hay," dedi. Hafifçe doğruldu, bir elini belimden çekerek eğildi ve sehpanın üzerindeki kadehimi alıp bana uzattı. Kendi kadehini de eline aldı, kadehini hafifçe kadehime değdirdi ve "Yarınlarımıza, sevgilim..." dedi.

"Yarınlarımıza," dedim. İçim Vegas'la doldu taştı. "Oldu mu o kadar sahiden ya, diye soracağım günlerimize."

Yüzündeki gülümseme, Güneş'in bir yansımasını andıran Dolunay'ın geceyi aydınlatması gibi içime işlenmişti. "İşte buna içilir!" dedi, şarabını dudaklarına götürmeden önce.

Ben de şarabımdan bir yudum aldım ve "Tabağı da yanımıza koyabilir misin?" diye sordum.

"Tabii," dedi ve yeniden eğilip, peynir ve kuruyemiş tabağını yanımıza bıraktı. Kadehini de kolçağa koyup, battaniyeyi omuzlarıma örttü. Bir elini battaniyenin üzerinden belime yerleştirirken, ben tabağa uzandım ve bir parça rokforu alıp kokladım. Kokusu yüzümü buruşturduğunda, Bora minicik bir kahkaha atmıştı. Dilimin ucunu rokfora değdirdiğimde, yüzüm daha da buruşmuştu. Yaladığım yeri minicik bir şekilde ısırıp, peynirin kalanını Bora'nın dudaklarına uzattım. Bora, keyifle peyniri yerken, benim ağzımdaki kötü tadı bastırmak için, kırmızı şarabımdan kocaman bir yudum almam gerekmişti. "Nesini seviyorsun bunun, gerçekten anlamıyorum!"

"Harika bir tadı var," dedi, beni gıcık etmek ister gibi.

Tabağa uzandım ve bir tane yer fıstığı aldım. Bir elimde şarap olduğu için fıstığı nasıl açacağımı bilememiştim. Bora gülümsedi. Fıstığı aldı ve tek eliyle onu kabuğundan ayırıp fıstığı avucuma bıraktı. "Kahvaltıda ne hazırlayacaksın?" diye sordu. Fıstığı ağzıma atarken, yüzüne bakakaldım. "Ne?" dedi, şaşkınlıkla. "Sen hazırlarsın diye düşünmüştüm ama yanlış mı düşündüm?"

"Hazırlarım da..." dedim yarım ağız. "Çok uzun sürer. Yani çok kalabalık olacağız. Sen, ben, Begüm, Gökhan, Aydın, Çınar... Ada! Leo, Asya, Demir! Şimdi falan başlamam lazım benim. Ben her şeyi ölçerek yapıyorum Bora, onlarca kap kullanıyorum, nasıl yetişsin?!"

"E henüz yemek yapmaya birini de bulmadığımıza göre..." dedi, omuzlarını kaldırıp indirirken. "Ben, evimizde misafir ağırlıyoruz sonuçta diye... Senin için sorun olmayacağını düşünmüştüm." Benden bir cevap bekliyorsa da herhangi bir cevap alamamıştı. "Belli ki sorun olacak..."

"Yani..." dedim, ne diyeceğimi bilemez gibi. "Elimden geleni yaparım."

Şarabımdan bir yudum daha alıp, bana fıstık açması için fıstığı direkt eline tutuşturdum. "Nazlı," dedi, fıstığı açarken. "Bize yardımcı olmaları için birilerini bulacağız ama..." Fıstığı avucuma koydu ve bir başka fıstığı alıp, onu da açtı. "Yani senin de bildiğin gibi, güvenilir birilerini bulmak sürer biraz. Yatılı yardımcı sen de istemiyorsun galiba... Ama gün içinde gelip giden insanları da ince eleyip sık dokumak lazım." Avucuma bıraktığı bir fıstığı daha ağzıma attım. "Bu süre zarfında da pis bir evde oturamayacağımıza göre... Ben, biz gelmeden hallettirdim ama biz evde değildik işte, sorun değildi bu. Ama şimdi evdeyiz. Yani... Temizlik olayını bir süre senin halledebiliyor olman lazım. Malum Ada var." Dudaklarım şaşkınlıkla açıldığında, bu kez fıstığı avucuma değil, aralık dudaklarımın içine bırakmıştı. "Mesela yarın yağmurluymuş hava. Camlar rezalet olacak! E onları da silmek lazım."

"Yok artık!" dedim şaşkınlıkla karışık bir sitemle. "Cam mam silemem ben bu evde! Evin her yeri cam neredeyse! Bana mı sordun bu kadar cam taktırırken?! Kusura bakma. Kimseye güvenemiyorsan, kendin sil! Ben silemem, nasıl sileyim?! Günler sürer?!"

"Niye?" diye sordu, tuhaf çıkan bir sesle. "Camları silmenin ölçüyle de bir alakası yok aslında ama... Eşit mi silinmeleri gerekiyor?!"

"Boşanırım senden!" dedim, tehditkâr bir tavırla. "Gerçekten. Hiç uğraşmam. Boşanırım!" Bora kocaman bir kahkaha atınca allak bullak olmuştum. Dalga geçtiğimi falan zannediyorsa yanılıyordu. "Gülme çünkü ben çok ciddiyim!" dedim. Başını iki yana salladı ve gülmeye de asla ara vermedi. "Cam mam silmem. Ya sen benim elime toz bezi aldığımı mı gördün de benden bunu istiyorsun?! Bana mı güvendin İstanbul'a dönerken?! Yardımcı bulup dönseydin!"

Kahkahası silinmişti ama gözlerinin içi hâlâ gülüyor gibiydi. "O akşam..." dedi, gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Sana aşık olduğumu kabul ettiğim günün akşamı..."

"Bana aşık olduğuna lanet ettiğin günün akşamı yani," dedim, imalı bir tavırla.

"Şu mektubu unutabilir misin artık?!" dedi, kaşlarını çatarak.

"Asla!" dedim. Gülümsedim. "O akşam, önemli bir akşam... Benim de seninle evlenmeyi gerçekten istediğim günün akşamı çünkü."

Dudakları iki yana kıvrıldı. "Hani terasa çıkmıştık seninle... O akşam, sen böyle tatlı tatlı anlatıyordun... Yok cam silemem, yok zengin zihniyeti, yok bira döküldü falan... Öyle gerçektin ki... O geldi aklıma yer fıstığını görünce..." Dudakları boynuma ilerledi. "O akşam da benim tişörtümü giymiştin bak..." Dudaklarının sırrını çözmek mümkün değildi, hem boynuma baştan çıkarıcı öpücükler bırakıp hem de nasıl konuşabiliyorlardı, anlamak çok güçtü. "O akşam sana, seni sevdiğimi söylemediğim için çok pişman oldum." Kelimeler, Bora'nın tapınağına çarpıyor, kelimeleri ise nefesi takip ediyordu. "Ve her akşam sana, seni sevdiğimi söylemeye yeminim var, Nazlı." Dili, boynumu yaladı geçti. "Her sabah... Her öğlen... Her özlediğimde... Her an... Her aklıma estiğinde..." Dudakları boynumdan ayrıldı ve gözlerimi buldu. "Kasım'ın 8'inde, 18'inde, 28'inde... Aralıkta, Ocakta ya da Şubatta..." Gözleri gecenin içinde parıl parıl parlıyordu. "Bu evde olacağız. İstediğimiz müddetçe. Özgürce."

"Eylül'ün 5'inde, 15'inde ve 25'inde de..." dedim.

Kadehi elimden aldı, yere bıraktı, kucağında benimle beraber ayağa kalktı. Sweatshirtümü çıkarırken, bir yandan da yatak odamıza doğru yürüyordu. Beni yatağa yatırdı, önce çoraplarımı çıkarttı ve ardından üzerime kapandı. Tişörtünü bir çırpıda bedenimden ayırdı ve bakışları, ben sanki bir tabloymuşum gibi vücudumda gezinmeye başladı. İç çamaşırımı da bedenimden sıyırdığında, karşısında çırılçıplak kalmıştım. Tıpkı bakışlarımız gibi. Dudakları önce dudaklarımı öptü, ardından boynuma, oradan da göğsüme doğru incecik bir yol çizdi. Tenim, bu dokunuşlara muhtaçmışçasına kendince bir karşılık verirken, içimde taşıdığım arzunun doruklara çıktığını hissediyordum.

Sweatshirtünü çıkartmak üzere ellerim fermuarına gittiğinde, bana yardımcı oldu ve ardından tişörtünü çıkarttı. Bakışlarım önce kalbinin üstündeki, salıncakta sallanan küçük, nazlı bir kız çocuğu dövmesine, ardından adımın yazdığı dövmeye değdi. Vücudu her geçen gün nasıl daha iyi görünüyordu, beraber olacağımız son güne kadar ilk günkü gibi heyecanlanıp aklım başımdan uçacak mıydı bilmiyordum. İçime kesik bir nefes çektiğimde, yüzünde, beğenildiğini bilen ve bundan da oldukça hoşlanan, hınzır bir tebessüm belirmişti. Karşımda tıpkı benim gibi, tıpkı bakışlarımız gibi çırılçıplak kalışını izledim. Ama hınzır tebessümü beni sinirlendirdiği için, çırılçıplak kaldığı anda kolundan tutarak onu yatağa doğru çekiştirdim ve bacaklarının üzerine oturdum. Dudaklarım köprücük kemiğini bulurken, saçlarım göğsüne doğru dökülmüştü.

"Olur böyle de," dedi, arsızca sırıtırken. "Sen nasıl istersen."

Bir elini nabzımın attığı yere yerleştirip beni kendine doğru çekince, yüzüm yüzüne yaklaşmış ve kahkaham dudaklarının içinde kaybolmuştu. Dünya, orada bir yerdeydi. Görüyor, duyuyor, dünyayı hissediyordum. Ama ay, güneşin dünyada bir başına kalmasına müsaade etmiyor, dünyayla arasına giriyordu. Tutulan güneşin kalbiydi. İlk kez değil. Bir kez daha. Ve fakat son kez de değil. Düşecekmiş gibi hissediyor, Bora'nın omuzlarına sıkı sıkıya tutunuyor, belimden bir an olsun ellerini çekmediğini ve beni sımsıkı tuttuğunu hissediyordum. Dünyanın bütün felaketleri, bütün dertleri, bütün sorunları, bütün kaosu ve bütün keşmekeşi, dünyaya dair her şey bana uzaktı. Bütün düşmanlarla aramda Bora vardı ve Bora olduğu sürece, bana hiçbir şey olmazdı.

Ölümsüzlüğe inandım, çok uzun zaman sonra, yeniden.

"Çok sevilirsen ölmüyorsun ki ama baba," diyen, küçük, nazlı kız çocuğuna gülümserken, aşktan nefes nefeseydim.

♠️

"Ani! Ba!" Ada'nın derinlerden gelen sesi, gözlerimin zorlukla da olsa açılmalarına sebep olmuştu.

Ada'ya hemen geldiğimi söylemek isterdim ama Bora benden evvel davrandı. Uykulu bir sesle, "Geliyorum babacığım," dedi. Babası gidiyorsa, benim gitmeme gerek yoktu, o yüzden yeniden gözlerimi kapadım.

"Aaağğğğ!" dedi Ada'nın sesi. Biraz sonra, yatağın hareket etmesiyle, yeniden gözlerimi açtım. Bora, Ada'yı aramıza bırakmıştı. Ada, yatağın içine oturmuş, hayranlıkla dolu bir şaşkınlıkla, ışıklarla aydınlatılmış ormana bakıyor ve Adacanın bilmediğimiz dilinde, bir şeyler anlatıyordu.

"Günaydın," dedim ama sesim daha çok bir fısıltı gibi çıkmıştı. Bora başını iki yana salladı, günün aymış olmasını kabul edemez gibi. Zaten günün aydığını söyleyemezdik de zira hava henüz, tam olarak aydınlanamamıştı bile. "Saat kaç?" diye sordum.

"Yediye on iki var," dedi. Yani biz uyuyalı yarım saat bile olmamıştı ve Bora haklıydı, gün aysa da biz ayamazdık.

"Kızım," dedim zorlukla. "Sen gece uykusunu az uyumaya başladın..." Ada gayet uykusunu almış, dinlenmiş, güne başlamaya hazır bir şekilde, kendi dilinde bıcır bıcır konuşurken, Bora çoktan gözlerini kapatmıştı bile. "Evet bebeğim, hı hı..." dedim, ne dediğini anlamadığım hâlde. "Nasıl sevdin mi bizim odamızı? Güzel mi bu oda?"

"Jüje," dedi. İşaret parmağıyla ormanı gösterdi ve güldü. Sonra, yine anlamadığım bir şeyler söyledi. Ve anlamadığım o şeylere bir cevap bekledi.

"Evet, orada yürüyüş yapacağız seninle," dedim. Esnedim. Ben esneyince Ada da esnedi. Bora ise bize arkasını dönerek, yorganı neredeyse kafasına kadar çekti. "Biraz daha uyuyalım ister misin bebeğim? Çok erken henüz."

"Ayı," dedi Ada, kaşlarını çatarak.

"Ama dün gece geç yattın sen. Artık uyku saatlerimizi eskisi gibi düzeltmeliyiz," dedim. Ne dediğimi anladı mı anlamadı mı bilmiyordum ama oralı olmadı bile. "Bugün öğle uykusunu kısa tutuyoruz ve akşam kendi alıştığın saatte uyuyorsun. Ancak ondan sonra, bu saatte kalkabilirsin."

Ada, bize arkasını dönen babasının sırtına, yorganın üzerinden tutunarak ayağa kalktı ve bir bacağını babasının üzerine atarak, "Ba!" dedi. "Eee eee ayı!"

Bora, bir eliyle Ada'yı tutarken, "Ama çok uykum var..." dedi. Sesi adeta yalvarır gibi çıkmıştı. "Sadece bir saat uyumaya bile razıyım. Lütfen babacığım."

Ada, başını babasının koluna koydu ve yüzünü bana çevirip, gözlerime üzgün bir şekilde bakmaya başladı. Bora, Ada'nın şu bakışlarını görse değil bir saat, bir saniye bile uyumazdı. Ona doğru yaklaştım ve elini tuttum. "Gel bebeğim," dedim, onu kendime çekerken. "Şimdi biz seninle gidip üstümüzü değiştirelim, sonra evimizi gezelim... Belki meyve suyu içmek istersin, taze taze sıkarım sana. Kendime de kahve demlerim. Anne kız, sabah keyfi yaparız seninle. Bu sırada baba da biraz uyusun, sonra uyansın, sonra hep beraber kahvaltı yapalım." Dünyanın en önemli bilgisini veriyormuş gibi gözlerimi kocaman açtım. "Ada!" dedim heyecanla. "Biliyor musun, kahvaltıya misafirlerimiz gelecek!"

"Aaaağğğ!" dedi Ada, dediğimi anlamış gibi. Yüz ifademi okumasına, dediklerimi anlamasa da hissettikleriyle bir tavır takınmasına bayılıyordum.

"Evet!" dedim, sabırsızlanıyormuş gibi. Kucağımda onunla birlikte ayağa kalktım. "Hadi bakalım, gidiyoruz. Ama önce üzerime doğru düzgün bir şeyler giyeyim, olur mu? Baksana tişörtleyim. Bacaklarım çok üşür böyle. Kış geldi gelecek, böyle giyinilmez değil mi anneciğim?"

"Hığğğ," dedi.

"Bir duş da alırız seninle değil mi?" diye sordum, merakla. "Misafirlerimiz gelmeden tertemiz oluruz?"

"Hığğğ," dedi yine.

"Hadi babayı öpelim," dedim, Bora'nın tarafına geçtiğimizde. Bora gözlerini araladı ve yanağına kocaman bir öpücük konduran Ada'nın başından öptü. "İyi uykular babası!" dedim ve dudaklarına kocaman bir öpücük bıraktım. Aslında benim de çok uykum vardı ama hayat müşterekti ve Bora, eğer kalkabilecek olsa zaten çoğu sabah yaptığı gibi kalkardı ve benim, bu kadar az uykuyla yataktan kalkmama izin vermezdi. Bugün, onun için, benim için olduğundan daha yoğun geçecekti, bu yüzden dinlenmemesine de benim gönlüm razı değildi. Bana minnetle baktı, teşekkür eder gibi ve yeniden gözlerini yumdu.

♠️

Ada'yla beraber duş almış ve sonrasında da evin içinde genişçe bir tur atmıştık. Ada'ya evimizi gezdirirken, iyi bir tur rehberliği yaptığımı düşünüyordum, tıpkı bir zamanlar, Sevim Hanım'ın bana yaptığı gibi. Tabii ben Sevim Hanım'dan farklı olarak, Ada'ya duvarlardaki tabloları da göstermiş ve annesi ile babasının nasıl iyi bir sanatsever olduklarını, şimdiden bilmesini istemiştim. Buna kimsenin şahit olmaması işime gelmişti çünkü bu evde, benim duvara astığım tek bir tablo bile yoktu.

Çalışma odasına girdiğimizde, Ada yine yüzünden silemediği bir hayranlıkla etrafına bakınmıştı. Ona, burasıyla ilgili anlatacak çok şeyim vardı ve bir yandan da hiçbir şey bilmese de olurdu. Bora'nın masasının üzerindeki not kağıtlarından birini almış ve üzerine, "Seni çok seviyorum. Dünyanın her yerinde. Ama en çok bu odada sevgilim," yazmış, bu notu da eski zamanların birinde, bu masanın üzerinde alyansları bıraktığım yere koymuştum. Amerika'dan döndükten sonra da bu eve gelmiştik ama o, böyle bir geliş değildi. Sanki zaman 25 Eylül 2017'de bu odada durmuştu ve şimdi yeniden akmaya başlamıştı ve ben onca zaman sonra, buraya, evimize, ilk kez geliyordum.

Ada'yla birlikte çalışma odasından çıkıp süslü salona inmiştik ve ona, koltukları asla çizmemesini tembihlemiştim. Ada, piyanoyu fark edince piyanoya doğru ilerlemek istemişti. Piyanoyu, okuduğumuz resimli bir masal kitabından tanıyordu ve bir de oyuncak orgu vardı ama hayatında ilk kez gerçek bir piyano görmüştü. "Aaağğğ!" demişti heyecanla. "Veğ! Ani! Ge, veğ!"

Kuyruklu bir piyano bize gelebilen veya Ada'ya verebileceğim bir şey değildi. O yüzden biz piyanonun yanına gitmiştik. Piyanonun kapağını kaldırdığımda, Ada kucağımdan eğilmiş ve tuşlardan birine basmıştı. Piyanonun çıkardığı yüksek ses, onu önce ürkütüp rahatsız etse de, çok geçmeden bunu önemsememiş ve rastgele notalara basmaya başlamıştı. Bu gürültü kirliliğinin Bora'ya kadar ulaşıp ulaşmadığından ve onu rahatsız edip etmediğinden emin olamadığım için, "Anneciğim!" demiştim Ada'ya, beni duyabilmesi için hafifçe sesimi de yükselterek. "Baban sana piyano çalmayı öğretir, tamam mı? Onunla birlikte çalarsınız, ben orgda dere geliyor dere yalelel yalelel seviyesindeyim çünkü, o da ilkokuldaki müzik dersinden kalma."

Ada sözümü ikiletse, hatta üçletse de en sonunda ikna olmuştu ve ben, kucağımda Ada'yla, süslü salondan kaçarcasına çıkıp aşağı inmiştim. Birlikte mutfağa girmiştik. Ona, havuç ve elma suyu sıkmış, kendime de kahve yapmıştım. Birlikte L koltuğa geçmiştik ve sessizlik içinde içeceklerimizin keyfine varmıştık. Daha sonra Ada'ya, halasının hediyelerinden biri olan bir montu giydirmiştim ve piyano sesini duyduktan sonra yanımıza inen Noir'yı bahçeye çıkarmıştık. Sekizi yedi geçe, kahvaltıyı hazırlamak üzere Sevim Hanım gelmişti ve biz de onunla beraber mutfağa girmiştik. Ada'yı, ada tezgâhın üzerine oturtmuştum ve iki yana uzattığı bacaklarının arasına, hassas terazide ölçerek koyduğum kabın içindeki ona özel hazırladığım poğaça malzemelerini karıştırmasını istemiştim. Neyse ki bu huyu bana çekmemişti, mutfakta zaman geçirmeye ilgi duyuyordu ve benim de işimi kolaylaştırıyordu. Gerçi unu haddiden fazla dökerek, "Dökme kızım daha," dediğim hâlde dökerek bütün ölçünün içine etmişti ama olsundu.

Poğaçayı fırına koyduğumuz sırada Gökhan'ın, "Kolay gelsin!" diyen sesi mutfakta yankılanınca, ada tezgâhın üzerinde, ellerini yıkamamız için beni bekleyen Ada sevinçle bağırmış ve yanına yaklaşan Gökhan'ın siyah kazağının yakalarından çekiştirmişti. Gökhan, Ada'yı gülerek kucağına alınca saçları, sakalları, burnu ve kazağı, hamura bulanmıştı. Sevim Hanım, Gökhan'ın bu hâline kahkaha atmadan duramazken, ben bu ayıbı benim çocuğum yaptığı için biraz üzülmüş ve elimden geldiğince ıslak mendille Gökhan'ı temizlemeye çalışmıştım. Bir yandan da Ada'nın ellerini silmiştim, yoksa her yer ama her yer batacaktı.

Ada'nın ellerini sildikten sonra onu kucağıma almış ve bu kattaki banyoya giderek, ellerini yıkamasına yardım da etmiştim. Gökhan'a da duşa girmesi tavsiyesinde bulunmuştum ama beni dinlememişti. Berbat görünüyordu ve bununla ilgili herhangi bir derdi yoktu. Ada, Gökhan'ı gördüğü için yine aklına gelen sarı arabayı isteyince, bir kez daha onca katı çıkmaya tahammülüm olmadığı için Gökhan'ı en üst kata yollamış ve Ada'nın çantasını doğrudan aşağı indirmesini rica etmiştim. "Bora, bir şey demesin?" diye sormuştu ama maalesef bu umurumda bile değildi. Asansör istiyordum, hemen. Gökhan çantayı getirince, sarı arabayı içinden çıkarmıştım ve birlikte, kış bahçesine çıkmıştık. Gökhan da ayakkabılarını çıkardığına ve terlik giydiğine göre, Bora birilerini bu evin yeni kurallarıyla alakalı tembihlemiş olmalıydı. Ada emekliyordu ve ellerinin değdiği her yerin temiz olması lazımdı. Sevim Hanım'ın henüz demlediği çaydan birer fincan alarak, içine Gökhan'ın getirdiği konyağı eklemiştik. Sabahın dokuza beş kalası, çay içip dedikodu yapmak için harika bir saatti.

"Hayret valla!" dedim, çayımdan bir yudum aldıktan sonra. "Sevim Hanım'ı çok yabancılamadı. Kaşlarını çatıp "Hayır hayır!" diye delirmedi en azından. Maşallah, diyeyim ben yine de."

"Maşallah," dedi Gökhan, kucağındaki Ada'nın gıdısını severken. "Burada daha uysal ama sanki, Tarabya'da olduğundan en azından."

"Evet. Burada daha çok kendi gibi davranıyor nihayet," dedim. Ada, Gökhan'la aramızda olan sehpaya uzandı ve biberonunu alıp su içmeye başladı. "Ev kalabalık olmadığı içindir belki. Bilmiyorum. Ya da burayı gerçekten sevdi..."

"Arabaları çok mu seviyor?" diye sordu, merakla.

"Aslında tek bir arabası vardı. Kırmızı," dedim. Yüzüme buruk bir gülümseme yayılmıştı. "O da Anıl'ındı, görmüştün. Ama onunla oynamıyordu. Hiç oynamadı. Odasında, rafta dururdu. Önemli, kırılacak, camdan bir eşyaymışçasına. Seviyordu onu ama oynamıyordu onunla, arabanın başına bir şey gelmesini asla istemediğimi hisseder gibi. Bunu, sarı diye sevdi. Ama belki arabaları da sever bununla, belli olmaz. Heves ettiği şeyler, zamanla değişiyor. Bir de daha aman aman evcilik yaşı gelmediği için... Eğitici oyuncaklarla oynuyor genelde."

"Ona bir sürü oyuncak alacağım," dedi, Ada'nın avucuna bir öpücük kondururken. Ada cilveyle Gökhan'a gülümserken, bir bacağını diğerinin üzerine atmıştı. "Abartmadan ama!" diyerek kendini düzeltti. "Begüm'lük yapmam merak etme!" Kaşları çatıldı. "Bu arada, n'oldu şu Emre meselesi?"

"Mesaj attı sabah ezanında," dedim. Gökhan, devam etmemi ister gibi başını salladı. "Çok özür dilerim. Kara'yı bulamadım. Çok üzgünüm, yazdı. Yani görünen o ki temiz. Daha da araştırırız tabii, emin olmak için. Ama Bora da herhangi birinin adamı olmadığını, normal, sade, işini yapan bir memur olduğunu düşünüyor."

"O zaman seninle çalışmak konusunda da gayet samimi?" dedi, düşünür gibi. "Hmm," diye bir tını döküldü boğazından. "Değerlendirelim bakalım bunu..."

Küçük bir kahkaha atarken, "Sana n'oluyor acaba? Teklifi alan benim!" dedim.

"Aşk olsun Naz!" dedi teessüf eder gibi. "Sen ben mi var?"

"Evet?" dedim şaşkınlıkla. "Tabii ki var!"

Gökhan, Ada'nın kulaklarını kapadı. "Çocuğun yanında beni neden ötekileştiriyorsun?" Ada kaşlarını çatarak Gökhan'a bakmış ve bu yaptığından çok hoşlanmamıştı. "Ben öz be öz bu ailenin bir ferdiyim!"

"Bora, Ada ve ben, çekirdek aileyiz ve sen çekirdek ailemizin bir ferdi değilsin!" dedim.

"Cık cık cık!" dedi Gökhan, ellerini Ada'nın kulaklarından çekerken. Sonra kendi kulaklarını kapattı ve Ada'ya güldü. Ada da güldü ve Gökhan'ı taklit ederek, ellerini kulaklarına götürdü. "Ben senin öz amcanım, değil mi güzelim?"

"Jüjim!" dedi Ada, gülerken.

"Amca, çekirdek ailenin bir ferdi değildir!" dedim, omuz silkerek. "Seni nüfusumuza almadığımız sürece, hiç şansın yok."

"Yazık gerçekten ya..." dedi sıkıntıyla. "Ben de Bora'ya benzemedin diye sevinmiştim Monte Carlo'da."

Gülerken arkama yaslandım ve bacak bacak üzerine attım. "Siz, Bora'yla benim benzerliğimi boş verin de Gökhan Bey, dökülün bakalım. Genel bir özete ihtiyacım var!"

"Nereden başlamamı istersiniz?" diye sordu.

"Sizi, düne ve ondan önceki güne göre daha iyi görmemin sebebinden başlayabilirsiniz?" dedim, bir öneride bulunurcasına.

"Dün sabah, uzun zamandır özlemle beklediğim bir şey oldu..." dedi. Hafifçe sırıttı. "Bu hanımefendi her yerde beni aramış ya, bahçede karşılaştık ben yürüyüşten dönerken. Birlikte kahvaltı yaptık. Kahvaltı sırasında da konuştuk Bora'yla. Gerçekten konuştuk. Beyza'nın yaşadığını öğrendikten sonra... Hatta belki de çok daha önceden beridir hiç yapmadığımız, yani tam anlamıyla biz gibi yapmadığımız, yapamadığımız bir şeydi bu. Tartışmasız, laf sokmasız, normal bir konuşma. En son ne zaman böyle konuştunuz diye sorsan, sana net bir cevap bile veremem. Belki de en son 2017'de, Haziran'da yaşanılan o şeyden daha da önce."

"Sevindim," dedim, içten bir tavırla. "Umarım devamı da gelir. Ki gelecek, bence. Ne konuştunuz?"

"Planları hakkında," dedi. Merakla yüzüne baktım. "O, bir şeyler tasarlamış, üzerine konuştuk. Bazı şeyler istedi benden."

"Planları hakkında, en azından biriyle konuşabilmesi, bayağı iyi!" dedim, hafif kinayeli bir tavırla.

Gökhan'ın kaşları havalandı. "Kıskanıyor musun sen bizi?"

"Tabii ki hayır!" dedim, gözlerimi devirerek. "Sadece beni bir şeylerin dışında bıraktığını hissediyorum." İşaret parmağımı hafifçe kaldırdım. "Bunu sakın ona söyleme!" diye ekledim, uyarıcı bir tonlamayla. "Dün gece bunu hallettik gibi. Bundan sonrasına bakacağız."

"Kara'nın planları, taslaktır," dedi. Bakışları düşünürcesine kısıldı. "Nasıl anlatayım... Harbiden taslaktır. Yani bir kağıda bir şeyler karalar, bazısı ince, bazısı kalın, düz çizgiler. Yuvarlaklar. Geometrik şekiller. Nasıl diyeyim, sırtındaki dövme gibi bir şeyler düşün mesela." Kaşlarım çatıldı. "O şekillerin neler olduğunu bir ben anlarım. Hepsini anlayamam ama çoğunu anlarım. Zihnini toparlama şekli bu adamın. Kafasının içinde onlarca A planı, B planı, C planı, belki de D planı bile var. 'Kusursuz bir planın gidişatı, hava durumuna göre bile değişir ama plan asla değişmez,' der hep. Ve gidişatı, genelde son an'a kadar kesinleştirmez. Kesinleştirene kadar da kafasının içinde tekrar tekrar revize edip pekiştirir. O yüzden, kişisel algılama bunu."

"Kişisel algıladığım bir şey yok," dedim, başımı iki yana sallarken. "Neyse, dediğim gibi, hallettik zaten bunu. Boş ver. Biz yokken olanları anlat. Magazin değeri olan şeyleri."

Gökhan güldü. "O zaman magazin geçmişi en kabarık kişiden başlayayım."

Çayımdan bir yudum aldım. "Kesinlikle! Begüm'le Bat ne durumda?"

"Begüm yine bildiğimiz gibi... Ne yaşanırsa yaşansın tutkusunu kaybetmiyor," dedi. Sesinde ve yüzünde, buna gıpta duyduğu belli bir ifade vardı. "Bat'le iyiler. Yani tabii onca keşmekeşin içinde, Begüm'ün sülalesiyle beraber bir eve kapanmış olmaları biraz örseleyici oldu onlar açısından ama... Gerçekten iyiler. Bi' de yakışıyorlar bence. Aynı dili konuşuyorlar. Tüm kaosa rağmen eğlenebiliyorlar. Delirmemenin ve birbirlerini tüketmemenin yolunu kendilerince bulmuşlar. Mesela kendilerini bir odaya kapatıp, saatlerce dans edebiliyorlar. Her buldukları fırsatta el ele, göz gözeler."

"Bence de yakışıyorlar," dedim, onu onaylayarak. "Bat de Begüm gibi yüksek yaşar, dibe dalar, göklere çıkar. Sıkıcı değildir. OCTO'daki insanların içinde en çok Bat'le eğlenilir. Ama bir yandan da ağır abiliği vardır kendince, yani lakayıt değildir."

"Çınar Akbulut'la eğlenilemeyeceği kesin," dedi, iğneleyici bir tavırla. "O çok hoşlanmıyor Begüm ve Bat'in ilişkisinden. Yani hoşlanmıyor demeyeyim de Bat'i sürekli uyarıyor, hemen her konuda! Kendine bakmadan! Sanırsın ki Begüm'ün abisi, ona ne oluyorsa!"

Minicik bir kahkaha attığımda, Ada sarı arabasından başını kaldırmış ve o da gülmüştü. "Kendine bakmadan derken? Bahar'ı mı kastediyorsun?"

"Evet," dedi Gökhan, burun kıvırarak. "Onlar da oldular bayağı. Yani spesifik bir şey anlatamam haklarında. El ele bile görmedim onları. Ama dışarıdan baktığında, arkadaş olmadıklarını anlamak mümkün. Bahar'ın söylediğine göre, en güzel şeylerin adı konulmazmış. Eğer kendini avutmuyorsa, bütün olan bitenlerin dışında, Çınar'la mutlu."

"Mutsuzluk en çok Aydın'la Beyza'nın payına düştü yine, öyle mi?" diye sordum, iç çekerek.

Gökhan'ın yüzüne gölge düştü. "Aydın çok uğraştı. Hani sana Monte Carlo'da anlatmıştım ya Beyza ve Begüm'ün yazı yatta geçirdiğini... Sizin yat patlayana kadar, gerçekten uğraştı Aydın. Her fırsatta yanlarındaydı, hatta yatın patladığı gece de. O geceye kadar daha ağırdan alıyordu ama elinden geleni yapıyordu, Beyza'ya yakın olmak için. Yatın patlamasından sonra da... Beyza zaten bitti, benim gibi. Aydın, başlangıçta tökezlese de, sonra sonra Beyza'nın yanında olmaya çalıştı. Leo'nun sayesinde olmuş bu. Bir gece, Aydın'a 'Bu gece üçümüz uyuyalım... Lütfen baba,' demiş. Aydın'a, ilk kez baba diye hitap ettiği geceymiş o."

Gözlerim dolarken, "Minik aslan..." diye mırıldandım.

"O geceden sonra, bazı geceler, üçü birlikte uyumaya başladılar," dedi Gökhan. Gülümsemesi hüzünlüydü. "Beyza gerçekten bitikti. Kendi kabuğuna çekilmişti, her fırsatta ağlıyordu, günden güne eriyordu ve Aydın, ona bir şekilde destek oluyordu. Bu destek olmasa, Beyza, Leo için de ayakta kalamazdı bence. Aydın da en büyük cesareti Leo'dan alıyordu zaten. Beyza'dan devamlı bir şans istiyordu. Devamlı reddedilmesine rağmen. Yeniden başlamak ve bu evliliğin gerçek bir evlilik olmasını istiyordu. Beyza da, 'Benim kardeşlerim yok, ne evliliği?' deyip duruyordu. Ama Aydın vazgeçmedi. İlk kez, gerçekten, vazgeçmedi. Bir gün... Beyza ya usandı ya da o da gerçekten istedi, bilemiyorum. Aydın'ın yemek teklifini kabul etmiş."

"Ne?!" dedim heyecanla.

Gökhan başını ağır ağır salladı. "Yemeğe çıkacakları gün, Mehmet Şahindağ da dışarı çıktı." Dudaklarım bir parça açılırken ne tepki vereceğimi bilememiştim. "Aydın o yemeğe yine de gitti ama Beyza'nın gelmeyeceğini de biliyordu. Beyza o gün, haberi aldığımızda yani... O orospu çocuğu onu arayınca... Aydın'a, 'Bazen zorlamamak lazım. Kısmet değilmiş demek ki. Kısmet değilse, olmuyor. Ne yaparsan yap, olmuyor...' demiş. Hepimiz gergindik ama Beyza, olacakları hisseder gibi, daha da gergindi. Belki geçmiş tecrübesi hepimizden çok olduğu içindir. Aydın bir ev aldı. Bundan sonrasında Tarabya'da yaşayamayacağını söyledi bana. Bu şekilde hem kendisinin hem de Leo'nun umutlandığını ve bunun üçüne de zarar verdiğini söyledi. Mehmet Şahindağ'ı yakalayıp, bütün sıkıntıları def edene kadar kalacağını ama sonra gideceğini... Beyza için de bir anahtar yaptırmıştı. Ona da bunları anlatacak ve 'O eve geçtikten sonra, sizin de o eve geleceğiniz günü bekleyeceğim... Ömrümün sonuna kadar, seni o evde bekleyeceğim,' diyecekti. Yine vazgeçmemişti yani. Ama Beyza vurulunca, o anahtarı ona hiç veremedi. Bunları da söyleyemedi. Tarabya'dan da ayrılamadı. Aralarında da hiçbir şey olamadı. Çünkü Beyza, artık Leo için bile ayakta duramıyordu. Tamamen bitti, yok oldu."

"Ani! Ayı!" dedi Ada, Gökhan'ın kucağından benim kucağıma gelmeye çalışarak. Gökhan, Ada'yı bana uzattı. Ada kaşlarını çatarak, gözlerimden akan yaşları minicik elleriyle sildi. "Ayı!" dedi, yine.

"Yok bir şey anneciğim," dedim. Ada döndü ve Gökhan'a baktı. "Hayır hayır. Üzmedi o beni," dedim. Ada yine bana baktı. "İyiyim anneciğim ben," dedim gülümseyerek. "Sorun yok."

Bana inandı mı bilmiyordum ama kucağıma oturdu ve bana kendi dilinde bir şeyler anlatmaya başladı. Sarı arabayı da elime tutuşturdu, herhalde onunla oynayayım ve kafam dağılsın diye. Ara ara kaçamak ve temkinli bakışları Gökhan'a değiyordu ama benim Gökhan'la konuşmaya devam ettiğimi fark edince, ki Bora'nın ne kadar muhteşem bir baba olduğundan bahsettiğim için gülümsüyordum, Gökhan'la aramızda bir sorun olmadığına ikna olmuşa benziyordu.

"Günaydın," dedi Bora, kış bahçesine girerken.

"Ba!" dedi Ada, yüksek çıkan bir sesle.

"N'oldu sana?" dedi Bora, Gökhan'ı tepeden tırnağa süzerken. "Ne bu hâl?"

"Ada'nın eseri..." dedim, başımı iki yana sallarken. "Kızımızla poğaça yaptık da!"

"Ba ge!" dedi Ada.

"Babacığım," dedi Bora, Ada'yı kucağına alırken. "Nasılsın bakalım?"

"Ba! Jüjim! Ani! Uuuf!" dedi Ada dan diye. İşaret parmağıyla Gökhan'ı gösterdi. "Ani! Uuuf!" İşaret parmağını gözlerine götürdü ve gözlerini gösterdi. "Ani!" Sonra işaret parmağını bana çevirdi ve ağlıyormuş gibi yalandan yüzünü buruşturdu. "Ani! Uuuf!" dedi. Durmaksızın hareket eden işaret parmağı, yine Gökhan'ı buldu. "Jüjim, ani, uuuf!"

Bora, Ada'yı anlamaya çalışır gibi, "Gökhan..." dedi ve durdu. Kaşlarını çattı. "Annene bir şey mi yaptı?"

"Uuuf!" dedi Ada. Yine yalandan ağlıyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Ani! Uuuf!"

"Annen ağladı mı?" diye sordu Bora.

"Hııığğğ!" dedi Ada.

"Niye ağladın?" diye sordu Bora, bana dönerek. Bakışları Gökhan'a çevrildi. "N'oluyor?"

"Kızım?!" dedim şaşkınlıkla. "İspiyonculuk kötü bir şey!" Gökhan'ın da ağzı resmen bir karış açık kalmıştı. "Yaşadıklarını anlatmakla bu aynı şey değil. Bu resmen dedikodu! Ve dedikodu çok ayıp bir şey!"

"N'oluyor, diye sordum..." dedi Bora, Ada'ya bir şey öğretmeme engel olarak. "Biriniz, bir şey söyleyecek misiniz?"

"Ya yok bir şey," dedim, içtenlikle. "Gökhan'la dedikodu yapı-" Durdum ve boğazımı temizledim. "Dedikodu yapmadan, normal, sohbet ediyorduk. Aydın'a üzüldüm. Aydın'la Beyza'ya. Leo'ya... Gözlerim doldu, hüzünlendim. Bir şey var sandı Ada da."

Bora'nın bakışlarına derin bir merak yerleşirken, "N'olmuş ki?" diye sordu.

"Deneyeceklermiş..." dedim, buruk bir ifadeyle. Bora, kucağında Ada'yla beraber, birkaç adım atarak yanıma geldi ve kolçağa oturdu. Bütün dikkatiyle beni dinliyordu. "Beyza da buna ikna olmuş. Ama Mehmet Şahindağ içeriden çıkınca... Beyza bunu bir işaret olarak algılamış... Yemeğe gitmemiş. Ama Aydın gitmiş ve gelmeyeceğini bile bile beklemiş Beyza'yı. Sonra da bir ev almış. O eve yerleşmeyi planlamış her şey bitince, Beyza'ya onu ömür boyu o evde bekleyeceğini söyleyecekmiş, ona da anahtar yaptırmış. Ama Bora..." Yeniden gözlerimden yaşlar akınca, Ada bu kez de şaşkınlıkla babasına bakmıştı. "Beyza vurulunca, Aydın bunu hiç ona söyleyememiş. Bir ihtimalleri varsa da bitmiş sonrasında, tükenmiş."

Bora içine kocaman bir nefes çekerken, Ada'nın başından öptü ve "Yok bir şey kızım..." dedi. Ada, babasına bizim anlamadığımız bir şeyler söyledi. "İnsan bazen duygulanabilir," dedi Bora, ona cevaben. Bakışları önce beni, sonrasında Gökhan'ı buldu. "Ablam, gerçekten bir şans mı verecekti Aydın'a?"

"Yemeğe çıkma teklifini kabul etmişti, nihayet," dedi Gökhan, iç çekerken.

"Bunun bir şans vermek olduğundan nasıl eminiz?" diye sordu Bora, merakla.

"Öyleydi," dedi Gökhan, kendinden emin bir ifadeyle. "Pes etmek miydi, çok istemek miydi bilmiyorum ama yapıcı bir yerdendi."

Bora, anladığını söylemek ister gibi başını salladı. "Bir kere başardıysa, yine başarır o zaman Aydın," dedi, bakışları benimle birleştiğinde. "Sana ne, diye sormak isterdim sevgilim ama..." Bir elini omzuma yerleştirdi ve omzumu ağlama dercesine hafifçe sıktı. "Yani demek istediğim, sen de boşuna kendini üzme. Her şey bittiğinde, bakarsın bir şansları olur."

"Bora Bey," dedi Sevim Hanım, kış bahçesine çıktığında. "Geldiler."

"Güzel," dedi Bora, kucağında Ada'yla ayağa kalkarken. "Ada?" dedi, gülümseyerek. "Acıktın mı sen de bebeğim? Ben çok acıktım!" Duraksadı ve sehpadaki çay fincanını eline alıp, çayımı kokladı. Kaşları çatılırken çaydan bir yudum aldı. "Konyak mı var bunda?" Başını iki yana sallarken, beni ve Gökhan'ı esefle kınar gibi bakmıştı. "Sabah sabah! Aydın Demir'leştiniz ha iyice!" Ardından çayımı fondip yaptı ve boş fincanı sehpanın üzerine bıraktı. "Gel kızım..." dedi, mutfağa girerken.

Bora'nın peşinden biz de kalktık. Önce mutfağa, ardından salona geçtik. Bora, üst kata yöneldiği için ben de yönelmiştim, Gökhan ise "Ben buradayım," diyerek, Sevim Hanım'ın hazırlamaya başladığı kahvaltı masasına oturmuştu.

"Prensesim!" dedi Bora, yumuşacık bir sesle. Ada kaşlarını çatıp yüzünü çevirirken ya oflamıştı ya üflemişti tam anlamamıştım ama babasının, Asya'ya sarılmasından hoşlanmadığı gayet belliydi. Zannediyordum ki "Hayır!" diyerek bağırmaması da yüce gönlüyle attığı kocaman bir adımdı.

Begüm, Ada'ya gülerken, "Halacığım!" dedi.

Ada, Begüm'e baktı. "Aaağğğğ!" dedi, hatırlamış gibi. Boynunu elledi, kolyesi yoktu. Hemen bileğine baktı, bilekliği de yoktu. "Ani!" diye bağırdı hızla. "Ba?" Bileğini gösterdi, boynunu gösterdi. "Ani? Ba?"

Bu sırada Leo ile kollarımızı birbirimize dolamıştık ve Leo, İngilizce konuşarak, "Biz, bu akşam, burada kalacakmışız Nina!" demişti.

"Sen uyurken çıkarttım babacığım ben onları," dedi Bora, Ada'ya. Ada ilk uyuduğunda, ben de yanlarında olmadığım için bunu bilmiyordum. "Takarız birazdan olur mu?" Ada, babasına kendi dilinde bir şeyler söyledi. Bora onu başını sallayarak dinledikten sonra, "Sen de hoş geldin Leo," dedi. Bir yandan da Çınar'a yaklaşmış ve onun kucağındaki Demir'in yanağını seviyordu. "Sen, bana pek pas vermesen de," diye ekledi. Ada, babasıyla beraber Demir'e yaklaşmaktan da hoşlanmamış, hatta elindeki sarı arabayı diğer eline geçirmişti. "Nasılsın Demir? İyi misin?"

"Elet," dedi Demir, gülümseyerek.

Ada, bakışlarını, babasına beraber teessüf edelim diye bana çevirdiğinde, Asya'nın benim yanıma geldiğini ve bana da sımsıkı sarıldığını görmüştü. "Hoş geldin Asya'cık..." diye mırıldandım.

Leo, on saniye kadar düşündükten sonra, "Baba?" dedi Aydın'a dönerek. "Basketbol oynamıyoruz ki, nasıl pas vereceğim?"

"Ona selam vermedin ya... Onu kastediyor dayın," dedi Aydın.

Leo'nun kaşları bu kez de havalandı. "Pas vermek, selam vermek mi demek?"

"Tam değil..." dedi Aydın, nasıl açıklayacağını bilemez gibi. "Eee... Ben annenin aşağı inmesine yardım edeyim." Aydın'ın bakışları Beyza'ya çevrildi. Beyza, tekerlekli sandalyesini merdivenlere doğru sürdü. Aydın, merdivenlerin başında Beyza'yı kucağına aldı ve aşağı indiler. Selim de Beyza'nın sandalyesini peşlerinden aşağı indirmişti.

Öte yandan Leo, Bora'ya dönmüş ve "Merhaba," demişti. "Hoş buldum."

Bora gülümsedi. "Kahvaltı daha hazır değil. Siz kahvaltı hazır olana kadar Noir'yla oynamak ister misiniz?"

"Olur!" dedi Asya, sevinçle. "Nerede Noir?"

Bora, yeniden yukarı çıkan Selim'e başıyla bir işaret verdi. "Çocuklar Noir'yla bu katta olacaklar..."

"Getireyim abi Noir'yı. Bahçede," dedi Selim ve kapıya ilerledi.

Bu arada Bora, Demir'e döndü. "Demir, sen de Noir'yla oynamak ister misin?"

"Ayı!" dedi Ada, babasına.

"İster," dedi Asya, yumuşacık bir sesle. Demir'e baktı. "İstersin, değil mi ablacığım?" O da Çınar'ın yanına ilerledi. "Gel. Hani sen de köpeği çok sevdin ya. Beraber oynayalım." Demir, kollarını Asya'ya uzattığında, Çınar, Demir'i yere indirdi. Demir, Asya'nın elini tuttu. Bu sırada Asya, Ada'ya dönmüştü. "Sen de gelsene Ada. Beraber oynayalım." Ada, Asya'ya cevap bile vermemiş, kafasını diğer yana çevirmişti.

"Siz gidin dayıcığım," dedi Bora, Asya'ya.

Asya, elinden tuttuğu Demir'i yönlendirdi ve birlikte süslü salona doğru yürümeye başladılar. "Cici köype?" dedi Demir, sorar gibi.

"Gelecek şimdi," dedi Asya, yürürken. "Selim Abi getirecek."

Ada, Demir'in yürüyor olmasına bir kez daha hayretle baktı. "Oağ?" diye sordu babasına. Kendini gösterdi. "Oağ."

"Sen de mi Noir'yla oynayacaksın?" diye sordu Bora.

"Hığğğ," dedi Ada, süslü salonu göstererek.

"Gel, biz de gidelim Ada..." dedi Leo. Ada kaşlarını çatarak Leo'ya baktı. "Ben gidiyorum, gelecek misin?" Leo, süslü salona doğru bir adım attı ve Ada'ya döndü. "Gelecek misin?" diye sordu, bir kez daha.

Çınar, Begüm, Yeşim ve Selim merakla, Ada'nın vereceği tepkiyi bekliyorlardı. "Ba!" dedi Ada.

"Ben gitmeyeceğim. Ama istersen, sen gidebilirsin..." dedi Bora.

Selim, Noir'yla birlikte içeri girdiğinde, Ada'nın bakışları Noir'ya çevrildi. "Oağ! Ge!" dedi.

"Cici!" diye bağırdı Demir, sevinçle. "Cici! Gel!"

Noir, Ada'ya baktı. Sonra da Demir'e baktı. Noir'ya da yazıktı, delilerin arasında kalmıştı. "Git oğlum," dedi Bora. Noir, Bora'nın emriyle süslü salona koşunca, Leo da Noir'nın peşinden koştu. Bora, Ada'ya döndü. "Sen de gitmek ister misin babacığım?"

"Ayı!" diye kızdı Ada. Gözlerinden bir damla yaş aktı ve bacaklarını sallayarak, babasının kucağından yere inmek istedi. "Ani!" dedi, ellerini bana uzatırken. "Ani! Ge!"

"Bebeğim üzgünüm... Ben o bencil kız çocuğu yetiştirme hatasını bir kez yaptım. Sonu çok iyi olmadı," dedi Bora, alenen yanındaki kardeşini iğneleyerek. Kardeşi ise, abisinin bu cümlesi üzerine sadece gözlerini devirerek, tırnaklarına bakmıştı.

Bu sırada Demir, paytak adımlarla yeniden yanımıza gelmiş ve "Da!" diye seslenmişti, Ada'ya. "Gel!" Artık Bora, Begüm'ü kendisi bencil yetiştirdiği hâlde, onu ne kadar kınadıysa, Begüm'ün evladı değil, bizim evladımız bencil olmuştu. Oğlan dayıya çektiği için olsa gerek, Demir yırtmıştı. Benim hatam, halaya çekmesi muhtemel bir kız çocuğu doğurmam mıydı? Ada, Demir'e bakarken, Bora Ada'yı yere bırakmıştı. "Gel!" dedi Demir, yine. "Da gel, cici köypeyle oyun."

Ada, elinde sarı arabasıyla Demir'e doğru emekledi ve ona yaklaştı. Yan yana geldiklerinde Demir yürüyünce Ada, bir an için olduğu yerde durdu ve egosu zedelenmiş gibi Demir'e arkasını dönüp bana doğru emekledi. "Ani!" dediğinde, onu kucağıma aldım. Demir, Ada'nın gelmeyeceğini anladığında, ona el sallayarak, süslü salona geri dönmüştü. "Bebe! Oağ!" dedi Ada, burnunu çekerken. Süslü salonu gösterdi. "Ani! Ge!" Kendini gösterdi. "Ge!"

"Annenle benim, biraz işimiz var," dedi Bora, yanımıza yaklaşırken. Ada, ıslak gözlerinin altından babasına baktı. "Yeşim Abla'yla gider misin kızım?" diye sordu Bora. Yeşim'e döndü. "Ada'yı sen götürür müsün Noir'nın yanına?"

"Tabii," dedi Yeşim gülümseyerek. Yanıma yaklaştı. "Gidelim mi Ada beraber oraya?"

"Hığğğ," dedi Ada, Yeşim'in kucağına geçerken. "Oağ!"

"On beş yirmi dakika kadar Yeşim," dedi Bora. Yeşim, Bora'ya baktı ve başını salladı. "Ben çağırırım sizi."

Bütün bu olanların, Bora'nın, bizimle yalnız kalmak için yaptığı bir şey olduğunu ancak anlıyordum. Ve hatta anlıyorduk. Salona indik. Beyza, verandaya açılan ama şu anda kapalı olan kapının önünde, sandalyesinde otururken; Aydın, televizyonun yanındaki duvara yaslanmış ve ellerini ceplerine sokmuştu. Çınar, L koltuğun uzun tarafına otururken, Begüm kahvaltı sofrasına, Gökhan'ın yanına geçmişti. "Evet..." dedi Bora, derin bir nefes verirken. Ben, Çınar'ın yanına otururken, Bora ayakta kalmayı tercih etmişti. "Çocuklar inmeden, kahvaltıya başlamadan konuşalım. Akabinde, akşam kumarhaneye gidene kadar, yeğenlerimle ve kızımla sakin ve huzurlu bir Cumartesi geçirmek istiyorum."

"Artık, lütfen..." dedi Çınar, sabırsızca.

"Plan plan dediniz... İlk planı söylüyorum, sonra da bu konuda beni darlamayı bırakın..." dedi Bora. Bakışları hepimizin üzerinde dolaşıyordu. "Pazartesi'den itibaren hepiniz... Her an, Mehmet Şahindağ tarafından suikaste uğramaya uygun bir biçimde davranacaksınız. Sizi, istediği her an öldürebileceği boşluğu ona verecek şekilde. Yani... Açık hedef olacaksınız."

Continue Reading

You'll Also Like

477K 49.7K 25
Herkesin bir hikayesi var. Okunacak kadar güzel, anlatılacak kadar değerli. O hikayeleri herkes gibi hep okudum, anlatılmasını dinledim. Bazı zamanla...
39.6K 338 23
Kitap öneri ve istek Sizler için watpat basılı kitapların pdflerini buldum ve yardımcı olacağım
Kayıp Parça By Rabikce

General Fiction

82.1K 6.4K 13
Balım. Kalabalık bir ailenin en küçük üyesiydi. Babasının göz bebeği, abilerinin prensesi. Ancak annesinin hataları yüzünden hayatı bir anda değişti...
854K 50.9K 68
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...