Maça Kızı 8 | Devam*

By dpamuk

2.7M 144K 149K

Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir. More

• AÇIKLAMA •
184.Bölüm
186.Bölüm
187.Bölüm
188.Bölüm
Kader Rotası*
189.Bölüm
AÇIKLAMA
190.Bölüm
N'B'A
191.Bölüm
192.Bölüm
193.Bölüm
194.Bölüm
195.Bölüm

185.Bölüm

203K 11.9K 16.3K
By dpamuk

Sevgili Maça Kızı 8 Ailesi,

Varlığınız, bana daima güç veriyor, iyi ki.

Sizi çok seviyorum.

Var olun. 🌻💛

♠️

"Aydın Demir'le başladı, Aydın Demir'le bitecek. Bu gece, Gökhan."

Bora, ses kaydı biter bitmez telefonun ekranında bir şeyler yapmış ve telefonu kulağına götürmüştü. "Patrick!" dedi hızlıca. "Bana derhal Gökhan'ın nerede olduğunu bul."

"Bir sorun mu var?" Telefon, Bora'nın kulağındaydı ama yine de Falcon'un sesi bana ulaşıyordu. "Ne oldu?"

"Kaybedecek vaktim yok!" diye çıkıştı Bora. "Konumunu söyle, hemen!"

"Söyleyemem," dedi Falcon. Bora'nın kaşları çatıldı. "Biz Gökhan'ı dinleyemiyoruz da izleyemiyoruz da. Sistemi hep bozuyor."

"Kahretsin!" dedi Bora, öfkeyle. "Aydın?!"

"Onu bulabilirim," dedi Falcon.

Bora, telefonu hoparlöre aldı ve Whatsapp'a girdi. Bir yandan Çınar'a mesaj yazıyordu.

"Gökhan ve Aydın'ı takip edenler kimler? Onlara ulaşmam lazım. Acil."

"Aydın'ı da bulamıyorum!" dedi Falcon panikle. "Sisteme erişemiyorum!"

Ekrana Çınar'ın çağrısı düştüğünde, Bora, Falcon'u beklemeye alarak, telefonu açtı. "N'oldu?!" dedi Çınar, telefon açılır açılmaz. "Ben peşlerinden birilerini yolladım ama atlatmış Gökhan onları. Hep bunu yaptığı için yalnız çıkmamasını istemiştim zaten. Ne oluyor?!"

"İyi şeyler olmuyor," dedi Bora. Sıkıntı dolu bir nefes verdi. "Toplanın hepiniz. Kimseye duyurmayın ama kırmızı alarm."

Bora, bir yandan da Selim'e mesaj yazıyordu: "Alp'e söyle, Patrick'le iletişime geçsin."

"Prefabrik evde toplanıyoruz. Beş dakika içinde," dedi Çınar ve telefonu kapattı.

Bora, Falcon'un çağrısına geri dönmüştü. "Patrick, birazdan Alp sana ulaşacak. Onunla da iletişimde kal. Benim telefonuma ne yapıyorsan yap, konuşmalarımı dinliyor ol. Ve konuştuğum insanların konumlarına ulaşmak için ne gerekiyorsa yap. Ve benimle iletişim kurmanın bir yolunu bul."

"Tamam," dedi Falcon. Klavyeyle savaşıyor gibiydi. "Seninle konuşabileceğim. Sen beni duyacaksın ama konuştuğun kişiler duymayacak. Senin bana, karşıya duyurmadan bir şey söylemen gerekirse, mesaj at."

Bora, hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı. Ezberinden bir numarayı tuşladı. Ekranda Gökhan yazmıştı.

"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..."

Bora, yine ezberinden başka bir numarayı tuşladı. Bu kez Aydın'ı arıyordu.

Aydın, henüz ikinci çalışında, telefonu, "Kara?" diyerek açtı.

"Neredesiniz?" diye sordu Bora, hızla.

"Kara..." dedi Aydın, sıkıntılı bir nefes verirken. "Gökhan yalnız kalmak istiyor..."

"Tuzak..." dedi Bora, hafif kısık çıkan bir sesle. "Seni Mehmet Şahindağ'a götürecek."

Oluşan sessizlikte hızlıca komodine ilerledim ve telefonumu aldım.

"Anladım," dedi Aydın. Ses tonu aynı biraz önceki gibi sıkıntılıydı. "Dediğim gibi Gökhan yalnız kalmak istiyor, sana yerimizi söyleyemem."

Falcon'a hızlıca mesaj yazdım: "Benim telefonumdan Bora'nın görüşmesini duyabilmemi sağla."

"Caner Kozan günlerinde olduğu gibi..." dedi Bora. İçine derin bir nefes çekti. "Yapabilir misin?"

Telefonuma, Falcon'dan bir link gönderildiğinde, kulaklığımı kulağıma taktım ve hızlıca odadan çıktım.

"Senin için her şeyi yaparım Kara..." dedi Aydın yekten. "Ama işte söyleyemiyorum yerimi, ısrar etme."

"Bir ipucuna ihtiyacım var," dedi Bora. Salonda herhangi biri var mı diye bakıp, hızlıca üst kata çıkan merdivenlere ilerledim. "Yerinizi anlayabilmem için herhangi bir ipucu..."

"Güvenli yerden kastın ne?" diye sordu Aydın. Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordum. "Niye orada kalmıyorsunuz?"

"Evet!" dedi Bora, Aydın'ı takdir ettiği belli bir tonlamayla. "Paslanmamışsın Demir! Şimdi bana güvenli olabilecek bir evi, bir mekanı, nereye geçebileceğimizi söyle, evet. Bulunduğun ilçeyi söyleyemezsin, biliyorum. Civarı olur, yakını olur, ben soru sorarım sana."

"Yeri tespit edemiyorum," dedi Falcon.

Dan diye Beyza'nın odasına girdiğimde, Leo da Beyza da korkuyla bana bakmışlardı. Uyumuyor olmaları ve hâlâ Spiderman izliyor olmaları bir şanstı. Leo'yu takıntılı olmak konusunda kendime benzetmiş olmam da.

"Hazırlıksız olacak iş değil Kilyos'a geçmek Kara!" dedi Aydın.

"Nazlı?!" dedi Beyza, şaşkınlıkla dolu bir tonlamayla. Ona cevap vermeden hızlıca giyinme odasına ilerledim. Leo'nun dolabını açtım ve alelacele askıdaki kıyafetlerini taramaya başladım.

"Sarıyer'de misiniz?!" diye sordu Bora, hızlıca. "Buralarda mısınız yoksa-"

Sarı, Lakers formayı askıdan aldım ve bu kez de Beyza'nın dolabını açıp, onun kıyafetlerine bakınmaya başladım. Leo, bir anneler gününde ona Lakers forma almıştı ama ben maalesef ki mor forma alması tavsiyesinde bulunmuştum. Beyza'nın niye sarı herhangi bir şeyi yoktu?!

"Yok," dedi Aydın, Bora'nın sözünü keserek. "Yani temizleniyor falan ama nispeten güvenli. En güvenli yer orası şu an. Oradan daha güvenli bir yer yok. Çünkü Kilyos'taki ev bir ormanın içinde, kontrol etmesi çok zor."

"Ormanda mısınız?!" diye sordu Bora, merakla.

"Evet," dedi Aydın, sıkıntıyla. "Ama yani çok istiyorsan yığalım adamları oraya. Çınar'la niye konuşmadın?"

Bulabildiğim tek şey, hardal sarısı, örgü bir şaldı. Ada, hardal sarısından değil civciv sarısından hoşlanıyordu ama artık kusura bakmayacaktı. Çünkü şu an sarının değil, verdiğimiz kırmızı alarmın tonlarıyla ilgilenmek zorundaydık.

"Belgrad Ormanı mı?" diye sordu Bora. Derin bir nefes verdi. "Neresinde olduğunuzu nasıl bulacağız?! Konumunuza erişemiyoruz! Vakit yok Aydın!"

"Anladım, haklısın," dedi Aydın.

Odaya geçtim. Formayı uzatırken, "Leo, hemen bunu giy!" dedim.

Beyza, "N'oluyor Nazlı?" diye sorarken, Leo üzerindeki sweatshirtü çıkarıyordu.

"Anlatacak vaktim yok," dedim Beyza'ya. Beyza'nın kaşları çatıldı. "Bu şalı omzuna al sen de. Ben hemen geliyorum."

"Patrick!" dedi Bora, sakinliğini korumaya çalışırcasına. "Çınar'a söyle. En güvendikleri adamları önden Belgrad Ormanı'na yollasın. Civarı tarasınlar, konum alsınlar. Aydın ve Gökhan'a, Mehmet Şahindağ'dan önce ulaşmak zorundayız!"

Beyza'nın odasından çıktım ve Begüm'ün odasına doğru ilerledim.

"Benim konuşmamı ister misin?" diye sordu Aydın. Duraksadı ve "Çınar'la?" diye ekledi.

"Gökhan şu an seni dinlemez," dedi Bora.

Odaya girdiğimde Begüm yattığı yerden hafifçe doğrulmuş ve merakla bana bakmıştı. "Naz?" Asya, köşedeki tek kişilik yatakta uyurken; Demir de beşiğindeydi. "N'oldu?"

"Aydın bak..." diye devam etti Bora. Sesindeki kaygı artmıştı. "Seni gözden çıkarttı. Neler olup bittiğini anladığım söylenemez. Yanlış bir şey yapmak istemiyorum. O yüzden sen, bilmiyormuş gibi davranmak zorundasın. Ama olur da yetişemezsek..."

Demir'in oyuncaklarının olduğu kutuyu ses çıkarmadan kurcalarken, peluş bir Pikachu bulmuş ve Pikachu'ya sevinçle sarılmıştım.

"...hayatta kalmak zorundasın," diye devam etti Bora.

"Begüm, Beyza'yı aşağıya taşıyacak birini gönder hemen," dedim sessizce ve odadan çıktım.

"Kara..." dedi Aydın, tereddütle.

"Demir!" dedi Bora, baskın bir tavırla. "Senden zor bir şey istediğimi biliyorum ama... Kardeşim mardeşim demeden, önce kendini düşüneceksin. Oğlun için. Lütfen. Önce kendini, sonra kardeşini. Çünkü şu anda bok yoluna gidiyorsun ve ben, Gökhan'ı bir kaşık suda boğabilirim. Beni anladın mı Aydın?! Beni anlamış olmak zorundasın! Bu bir emir! Kara'nın emri! Şimdi kapatıyorum."

Yeniden Beyza'nın odasına girdim. "Seni biri aşağı getirecek. Bora'nın odasına," dedim. Beyza, beni anlamadığı belli bir hâlde yüzüme bakıyordu. "Ada eğer uyanırsa, üzerinizdeki renkler dikkatini çekecektir. Bu, onu oyalar. Uyanırsa hemen beni arayın. Ben onu sakinleştiririm."

"Dinliyorum abi..." dedi, Selim.

"Derhal İstanbul'a gelin," dedi Bora.

Ben ise bu sırada Pikachu'yu Leo'nun eline tutuşturarak, Beyza'ya talimatlarımı vermeye devam ediyordum: "Ortam müsaitse görüntülü ararım. Senin sandalyen ilgisini çekti. Onu kucağına oturt ve sandalyeyle dolaştır, hoşuna gidecektir. Bizim fotoğraflarımızı gösterebilirsiniz, beraber olduğumuz fotoğraflar ona güven verir. Sarı olan her şeyle ilgisini çekebilirsiniz ama çok bunaltmadan. Sakin sakin konuşun hep. Yüksek sesten, karanlıktan ve kalabalıktan hoşlanmaz."

"Uçaktayız abi," dedi Selim.

"Neler oluyor Nazlı?!" diye sordu Beyza, adeta isyan eder gibi. "Siz nereye gidiyorsunuz?!"

"Asansöre acil ulaşmamız gerek," dedi Bora.

Bir asansör bulduğunu fark edince gülümsemeden edemedim. "Beyza..." dedim, gülümserken. "Sadece dediklerimi yap, lütfen."

"İletişime geçtim abi. Ama hemen dönemiyor, biliyorsun. Merak etme, Alp'le haberleşiyorum. Bulacağız yerlerini," dedi Selim.

Ben, Beyza'nın odasından çıkarken, Engin gelmişti. "Beyza'yı aşağıya indirecekmişim?" dedi, sorar gibi. "Begüm aradı?"

"Evet, Bora'nın odasına..." dedim ve hızlıca koridorda ilerleyip aşağı indim.

Yeniden Bora'nın odasına girdim. Bora, üzerini değiştirmiş, siyah bir kot üstüne, siyah balıkçı bir kazak giymiş, hâlâ mışıl mışıl olduğunu sandığım bir uykuda olan Ada'nın başucuna oturmuş, onun parmaklarını okşuyordu.

"Hemen hazırlanıyorum sevgilim," dedim.

Bavula ilerlediğim sırada, şaşkınlıkla, "Ne için?" diye sordu.

Siyah dar kotumu elime alırken, "Belgrad Ormanı'na gitmeyecek miyiz?" diye sordum.

Bora, derin bir nefes verdi ve "Sen, Ada'yla kalmalısın Nazlı," dedi.

Eşofmanımı çıkardım. "Ben, seninle gelmeliyim..." dedim, yumuşacık bir sesle. "Çünkü Ada burada güvende. Ama sen, o ormanda güvende misin değil misin, bilemem. O yüzden yanında olmalıyım."

Kotun üzerine bordo, ince bir kazak giydiğim sırada, "Nazlı..." dedi, itiraz dolu bir tonlamayla. "Ada eğer uyanırsa, ki çok kımıldıyordu ben parmaklarını okşayana kadar, yaygarayı koparır. Kimse susturamaz onu. Birimizin yanında kalması gerekiyor ve maalesef o kişi sensin."

Saçımı atkuyruğu yaparken, "Seninle geleceğim," dedim. Bora'nın dudakları bir şey söylemek üzere aralanmışken, "Ada'nın yanında benim olduğumu bildiğinde kafan çok rahat olacak," diye ekledim.

"Evet," dedi, beni doğrular gibi.

"Ben de işte kafanın rahat olmasını istemiyorum," dedim. Kaşları çatıldı. "Çünkü kafan rahat olmazsa, Ada'nın yanına dönmek için çabalayacaksın. Tam olarak istediğim bu. Bana güvenme. Çünkü ben de senin gibi kızımızın yanında olmayacağım. İkimiz de dönmek zorundayız." Kapı tıklatıldığında, "Kızımız için," diye ekledim ve sesimi çok yükseltmeden, "Gir!" diye seslendim.

Kapı açıldı. Bora, sarı Lakers forma giymiş, elinde Pikachu olan Leo'ya ve oturduğu sandalyede omuzlarına hardal sarısı şal almış Beyza'ya şaşkınlıkla bakarken, derin bir nefes vermişti.

♠️

Bora, Çınar ve ben minibüsün içindeydik. Herhangi olumsuz bir ihtimale karşı, Bat, Lizard, Falcon ve Bear; Harun Abi, Engin ve Samet'le evde kalmışlardı. Belgrad Ormanı'na gittiğimiz bilgisinin duyulması karşısında, kimsenin -yani Mehmet Şahindağ'ın- evin boş kalmadığından emin olması için, evden kalabalık çıkmamanın en doğrusu olduğu, Bora'nın fikriydi. Kalaşnikoflu adamlarına gözlerini dört açmaları ve evin üzerinden kuş bile uçmayacağı talimatını vermişti. Bizimle birlikte Tarabya'ya gelen İstihbarat personelleri -ki onlar neden hâlâ oradalardı, bizi mi bekliyorlardı, göz hapsinde miydik bilmiyordum- Bora'nın talimatlarına şahit oldukları için, olaya dahil olmuşlardı. Daha evvel hiç kimse'nin yanında gördüğüm adam Bora'ya neler olup bittiğini sormuştu ve Bora da ona kısaca olayı özetlemişti: "Gökhan'ın beyni durdu."

Bora'nın gergin olduğunu söyleyemezdim, aksine ne yaptığını bilen, sakin bir tavrı vardı ve fakat Çınar gergindi. Neler olup bittiğini öğrendiği an'dan itibaren, yani Gökhan'ın, Aydın'ı, Mehmet Şahindağ'a götürdüğünü öğrendiği an'dan itibaren, yüz hatlarına dek yayılan gerginlik, Belgrad Ormanı'na yaklaştıkça artıyordu da. "İşin içinde bir iş olmak zorunda," demişti Çınar. "Gökhan, bu kadar aptal değil. Mutlaka bir plan yapmıştır. Mutlaka bir planı vardır."

Bunun bir plan olduğu doğruydu. Fakat bence bu plan, Çınar'ın sandığı gibi bir plan değildi. Gökhan'ı uzun zamandır görmüyor, ne kadar kötü bir psikolojiye sahip olduğunu bilmiyordum ama buna rağmen yaptığı şeyin ne olduğunu görebiliyordum. Bu bir kaçıştı. Bıkkınlıkla gelen bir kaçış. Ne olacaksa olsun ama artık bitsin istiyordu ki neredeyse onu tanıdığım ilk günden beri zaten benzer şeyler hissettiğini biliyordum. Anlamadığım, onun da anlayıp anlamadığını bilmediğim şey, bu kadar kolay mıydı? Mehmet Şahindağ, Aydın'ı öldürdükten sonra geri çekilir miydi? Gökhan, bu bulduğu veya yaptığı şeyin bir çözüm olmadığının gayet de bilincinde olmak zorundaydı. Fakat belli ki artık yaşadığı bıkkınlık, benliğini öyle aşmıştı ki, en azından denemek istiyordu. Ki bence yalnızca Aydın'ın değil, kendisinin de ölümüyle sonuçlanacak bir yoldu bu ve bunun farkında olduğuna da emindim. Yoksa, Beyza Karabey'in sahte ölümünü düzenleyenin ve onu yıllarca saklayanın kendisi olduğunu, durup dururken Mehmet Şahindağ'a söylemezdi.

Bora, Çınar'a herhangi bir yorumda bulunmamıştı. On dört dakika sürmesi beklenen yolun on dakikası boyunca, sessiz kalmayı seçmişti. Asansör'den herhangi bir konum bilgisi gelmiş miydi bilmiyordum ama sonuç olarak telefonunda açık bir konum vardı ve bu konumu, minibüsü kullanan Sinan'a da iletmişti. Belgrad Ormanı'na neredeyse gelmek üzereyken ve varış noktamıza dört dakikalık bir süre kaldığında, Bora'nın telefonu çaldı. Ekranda yazan ismi görememiştim fakat Bora, telefonu açıp kulağına götürmeden evvel, sıkıntı dolu bir nefes verdi. "Evet?" dedi, ardından.

"Geri dönün!" Minibüsün sessizliği içinde kulağıma çok rahat ulaşan ses karşısında kaşlarım çatıldı. "Girmeyin ormana!"

"Mehmet mi o?" diye sordu Çınar, hiç kimse'yi kastederek.

Bora, Çınar'a bir cevap vermek yerine, hiç kimse'ye, "O niyeymiş?" diye sormuştu.

"Biz koruyacağız Gökhan Demir'i de Aydın Demir'i de. Mehmet Şahindağ'ın adamlarını haklayacağız ve Gökhan Demir'in bu ahmakça hamlesinin, lehimize dönmesini sağlayacağız. Dönün siz. Sizin de şu anda ormanda olmanız, Mehmet Şahindağ'ın ekmeğine yağ sürmemiz demek. Eğer kalabalık olursanız, zorluk çıkar."

Bora'nın kaşları havalandı. "Size neden güveneyim ki?" diye sordu, merakla. "Siz, bu insanlara düşman olmadınız mı?!"

"Bu bir emirdir Bora Bey ve yerinizde olsam, gelir gelmez emirlerime karşı çıkmazdım!" dedi hiç kimse, sertçe. "Eğer bu ülkeye geri dönüşünüzün, tatsız ve istenmedik sonuçlar doğurmasını istemiyorsanız, o ormana sakın girmeyin! Biz halledeceğiz!"

Bora, üç saniyeliğine gözlerini yumdu. "Hayır," dedi, tavizsiz bir tavırla. "Ben halledeceğim."

"Size son kez, iyi niyetle yaklaşıyorum!" dedi, hiç kimse.

"İnceldiği yerden kopabilir," dedi Bora, aldırış etmeden. "Ablam vurulurken neredeydiniz? Yoksa onun vurulması işinize mi gelmişti? Şimdi size güvenemem. Çünkü Gökhan'la Aydın'ı korumak, menfaatlerinizle çakışır mı çakışmaz mı, bunun hakkında düşünüp bir karara varamayacağım kadar az bir zamanım var."

"Peki..." dedi, hiç kimse. İki saniyelik bir sessizliğin sonunda, "Dilerim, o ormanın içinde kendinizi ve karınızı koruyabilirsiniz..." diye ekledi ve telefonu kapattı.

Çınar, "Allah kahretsin!" diye serzenişte bulunurken, minibüs Belgrad Ormanı'nın içine girmişti.

Bora'nın bakışları bana çevrildiğinde, korkmadığımı belli edercesine gülümsedim. Belinden çıkarttığı bir silahı bana uzattı. "Bunu kullanmayacaksın," dedi, bir direktif verir gibi. "Ama üzerinde bulunsun."

"Seni gözden çıkartamazlar," dedim, elini tutarken. Bora, ağır ağır başını salladı. "Beni de gözden çıkartamazlar, çünkü bu, seni gözden çıkartmaları demek olur..."

Bora, elimin üzerine küçücük bir öpücük kondurdu ve yavaşça, "Silahı beline yerleştir," dedi. Başımı salladım ve silahı, dikkatlice belime yerleştirdim. "Şu an yaşanan şeyin asla yaşanmaması gerekiyordu," dedi, kendi kendine konuşur gibi. "Ah Gökhan! Ah! Seni öldürmemem gerekiyor! Ah!"

Çınar, Bora'nın cümleleri karşısında sıkıntı dolu bir nefes verirken, biraz ileride Aydın'ı görmüştük. Gökhan'ın içinde bulunduğu arabanın önüne yaslanmıştı ve minibüsün farları karşısında gözlerini kısmıştı. Sinan minibüsü durdurduğunda, hiç vakit kaybetmeden aşağı indik. Gökhan, bizi gördüğüne hiç şaşırmamışçasına arabadan inerken, ilk benimle göz teması kurmuş, daha sonra da bakışları Çınar'ın bakışlarıyla birleşmişti. Bora, gözünü kırpmadan Gökhan'a bakıyordu ama Gökhan onu yok sayıyordu.

"Gökhan!" dedi Çınar, kızar gibi. "Ne bu saçmalık?!"

Arkamızda, peş peşe araçlar duruyordu. Bize eskortluk eden Bora'nın adamları ve İstihbarat personeli, her ne kadar yanımıza yaklaşmasalar da buradaydılar ve Gökhan da hepsinin burada olduğunun farkındaydı. "Daha kalabalık gelirsiniz sanıyordum," dedi, alay eder gibi.

"Bizi buraya getirtmek için yapmadın herhalde bu saçmalığı?!" dedi Çınar. Öfkesi, oluk oluk sesinden taşarken, yine de sabırlı davranmaya çalıştığını belki de bir tek ben anlıyordum. "Bir planın vardı değil mi?! Bir plan kurmuştun?! Yine de bizimle konuşmalı, kafana göre bir iş yapmamalıydın! Hele ki Kara'nın döndüğü gün!"

Gökhan, Bora'nın gözlerinin içine baktı. "Bunu çoktan yapmalıydım ama... Senin dönüşün bana cesaret verdi," dedi yavaşça. Gülümsedi. "Takdir edersin ki, siz Aydın'la konuşurken, bunun şifreli bir konuşma olduğunu anladım. Bana kalırsa, buraya gelmemeliydiniz. Buraya gelmeniz, benim kararımı değiştirmeyecek."

Gökhan, belinden çıkarttığı silahı, hâlâ arabanın önüne yaslanan Aydın'a doğrulttuğunda, Çınar, dehşete kapılmışçasına, "Gökhan!" diye bağırmıştı.

"Mehmet Şahindağ'ın yapmasına engel olursanız, ben yaparım!" dedi Gökhan, diklenir gibi. "Bu gece bitireceğim bu işi!"

Bora'nın bakışları Gökhan'ı es geçip Aydın'ın acı kahve gözleriyle buluştu. Aydın'ın yüzü Gökhan'a dönük değildi ama kendisine bir silah doğrulttuğunun farkındaydı. Acı kahve gözlerinden belki onlarca ifade gelip geçiyordu ama sanıyordum ki en baskını, yalvarıştı. Bora'ya yalvarıyordu, Gökhan'ın canının yanmaması için. Bora'nın adamları da İstihbarat personelleri de biz de Gökhan'a bir silah doğrultabilirdik, Aydın bunu biliyordu fakat bunun olmasını istemiyordu. Kara böyle bir emir vermedikçe, kimse de bunu yapamıyordu. Gökhan'ın, elindeki silahı ateşlememesi için birinin onu öldürmesi gerekiyordu, ki zaten o da belli ki ölmek istiyordu.

"Neyi bitireceksin lan?!" diye bağırdı Çınar. Yüzünde öyle bir ifade vardı ki... Gözleri, Gökhan'ın Umut olduğunu öğrendiği günkü gibi bakıyordu. Umudunu, yitirmiş gibi. "Kendi abini öldürerek ne bitirebilirsin ki?!" Yalnızca Bora ve benim değil, Aydın'ın da bakışları Çınar'a çevrilmişti. "Ancak Mehmet Şahindağ'ın ekmeğine yağ sürersin! Ne sanıyorsun lan, Mehmet'in duracağını mı?! Aydın öldüğünde bize bulaşmayacağını mı?! Öyle bile olsa... Leo'yu babasız mı bırakacaksın lan?! O çocuğa bunu yapacak mısın gerçekten?! Bu mu lan senin amcalığın?! Bu mu senin kardeşliğin?!"

"Sana ne lan, sana ne?!" diye bağırdı Gökhan. Elindeki silah hedefinden bir milim şaşmıyordu ama eğer bir tane daha silahı olsaydı, onu da Çınar'a doğrultur, hatta çoktan tetiğe de basardı. "Bütün bu yaşadıklarımıza dönüp baksana... Aydın, Beyza'ya fahişe muamelesi yapmasaydı eğer, Beyza da ondan yardım isterdi!" Aydın gözlerini yumduğunda, Bora'nın bakışları Gökhan'a çevrilmişti. "Ölürler miydi yaşarlar mıydı bilmiyorum ama işler bu kadar sarpa sarmazdı! Bütün bunlar olmazdı, anladın mı?! Daha da geçmişe gidemiyorum! Ahmet Amca yaşasa, dayım yaşasa, bizden sakladıkları gerçekler yüzünden onları öldüreceğim ama yaşamıyorlar! Gidebildiğim en geçmiş Aydın! Bütün bunlara sebep olan, yaşayan ilk kale Aydın! Mehmet Şahindağ haklı, her şey Aydın'la başladı ve onunla da bitecek, anladın mı?!"

"Her şey Aydın'la değil, seninle başladı..." Bora'nın dudakları arasından dökülen zehir zemberek sözler gecenin içinde patlarken, Aydın da gözlerini açmıştı. "Sen, Aydın'ın, neden ablama öyle bir muamele yaptığını biliyor musun Gökhan?" Bora gülümserken, Aydın başını hızla iki yana sallamıştı. "Nasıl, hiç merak etmezsin?"

"Korkağın teki!" dedi Gökhan, cevap bu kadar basitmiş gibi.

"Evet," dedi Bora, başını Gökhan'ı onaylarcasına sallarken. "Kardeşini kaybetmekten korkan-"

"Bora!" dedi Aydın. Sus, der gibi. Sakın, der gibi. Devam etme, der gibi. Kara değil de Bora demesi bile bir anlam barındırıyordu. Belki de kendince, Kara'dan gelen her şey başım üzerine ama bu değil, demeye çalışıyordu. Çünkü Aydın için, ölmek bile Gökhan'ın bunu öğrenmesinden daha iyiydi. Niye, bilmiyordum.

Bora, Aydın'ı dinlemedi ve konuşmaya devam etti: "Kardeşi için sevdiği kadını harcamış... Kardeşi yaşasın diye."

Gökhan'ı tanıdığım günden bu yana, şaşırdığı onlarca an'ı alt alta sıralayabilirdim ama ilk sıraya, kesinlikle ve kesinlikle bu an yerleşirdi. Gözleri kısılmış, dudakları bir parça açılmış ve başı hafifçe sağa doğru eğilmişti. Bakışlarına yerleşen ifade algılarının tümden kapandığını, duyduklarını anlamakta zorluk çektiğini gösteriyordu. Öyle ki, Aydın'ın kardeşinin kim olduğunu bile düşünüyor olabilirdi.

"Kardeşinin, biyolojik olarak dokunulmazlığa sahip olduğunu bilmiyordu tabii," dedi Bora, kaşlarını kaldırarak. "Bilse de bir şey değişmezdi ama ben sana söyleyeyim, riski göze alamazdı. O yüzden, her şey seninle başladı Gökhan, Aydın'la değil. Çünkü Aydın'ın kardeşi olmasaydı, kaybedecek bir şeyi de olmazdı. O zaman, ablama bunları yapmazdı. Senin matematiğine göre, her şey senin yüzünden o zaman. Şimdi indir o silahı. Aydın'ı, Mehmet Şahindağ'a vermeyi düşünecek kadar gözlerin kararmış olabilir... Belki biz gelmesek verirdin de! Ne de olsa kendini de koydun namluya, seni de aradan çıkaracağını biliyordun. Ama kendin sıkamazsın Aydın'a, o kadar kolay değil o iş. Hepimiz biliyoruz bunu, tıpkı senin de bildiğin gibi. Eğer, insanın canından kanından birini öldürmesi o kadar kolay olsaydı, ben seni defalarca öldürürdüm çünkü."

Gökhan, Aydın'a doğrulttuğu silahı indirdiğinde, şükür dolu bir nefes almıştım ve fakat nefesimi henüz veremeden gözlerim fal taşı misali açılmıştı. Çünkü Gökhan, Aydın'dan çektiği silahı bu kez de kendi başına dayamıştı.

"Gökhan!"

İlk Çınar'ın sesi mi ulaşmıştı kulaklarıma yoksa Aydın'ın sesi mi bilmiyordum. Belki de benim sesim, ikisinin sesini birden bastırmıştı.

"Benim yüzümden!" dedi Gökhan, kendinden iğrenir gibi. "Her şey benim yüzümden!"

Bunun bir kâbus olmasını diliyor fakat öte yandan da büyük bir gerçekliğin içinde olduğumuzu hissediyordum.

Bora, bir adım öne çıkarken, "Sakın!" dedi. Sesi, kalbindeki bütün korkuları kulaklarımıza dolduruyordu. "İndir o silahı!"

"Yaklaşma!" dedi Gökhan. Bomboş bakışları karşısında zorlukla yutkunmuştum. "Gidin buradan! Bunu sizin karşınızda yapmak istemiyorum! Siktirip gidin buradan!"

"Kendine gel lan!" diye kükredi Bora ve Gökhan'a doğru bir adım daha attı. "Bırak o silahı! Yapamazsın bunu, bırak!"

"Yapamam mı?!" diye bağırdı Gökhan. Dudaklarının titremesine engel olamamıştı. "Sıkamam mı sanıyorsun?! Kendime de mi sıkamam sanıyorsun?! Yaparım! Yapacağım da!"

"Kendine bunu yapabilirsin ama bana yapamazsın!" diye bağırdı Bora, isyan eder gibi. "Madem ölmek istiyordun, ben gelmeden evvel sıksaydın lan kafana! Şimdi değil, ben döndükten sonra değil!"

"Sana dönme demiştim!" dedi Gökhan, tehditkâr bir ifadeyle. "Dönmeseydin amına koyayım, bana ne?!"

"Gökhan!" dedi Bora, keskin bir sesle. "İndir şu silahı, öyle konuşalım!"

"Konuşmak falan istemiyorum!" dedi Gökhan, kızar gibi. "Sen bana küs değil misin zaten?! Ne konuşacağım seninle?! Konuşacak bir şey mi kaldı?!"

"Küs falan değilim!" dedi Bora, başını iki yana sallarken. "Gökhan, indir bak şu silahı! Delilik bu yaptığın! Bana birçok kez kazık attın zaten, şimdi de kazık atamazsın! Bana kendini affettirmeden, geberip gidemezsin!"

"Affetmeyeceksin ki..." Gökhan'ın gözlerinden boşalan yaşlar, yanaklarına süzülüyordu. "Sen beni, hiçbir zaman affetmeyeceksin ki amına koyayım... Ben seni bıraktım, bitirdim, öldün saydım, senin de istediğin gibi!"

Gökhan, elindeki silahın emniyet kilidini açtığında, Bora, "Sana ihtiyacım var!" diye bağırdı. "Kardeşime ihtiyacım var!"

Gökhan, Bora'nın cümlesine inanamaz gibi kahkaha attı. "Kesin öyledir!" Yanaklarına süzülen yaşları, sol elinin tersiyle sildi. "Salak mıyım lan ben?! Kendimi öldürmeyeyim diye yalan söylüyorsun! Sen beni sildin attın oğlum! Senin için zerre değerim yok artık benim, bilmiyor muyum?! Ama ne diyebilirim ki, hak ettim ben bunu!"

"Öylesine bakma bana, gerçekten bak!" dedi Bora, emreder gibi. Gökhan, başını iki yana salladı. "Eğer şu anda kendini öldürürsen, ben, savaş meydanında kaybolurum! Hiçbir zaman kazanmış olmayacağız, çünkü bugüne kadar zaten onca kayıp verdik! Ama her şeye rağmen, kalan sağlarla yola devam edebiliriz! Eksik, noksan ama bir arada olabiliriz! Ama şimdi, sen de gidersen... Ne dönmeme değmiş olur ne hayatta kalmama! Yapma! Kiminle başladı, kiminle biter bilmiyorum ama ben, seninle çıktım bu yola ve beraber bitireceğiz! Sensiz yapamam Gökhan, olmaz!"

Gökhan içine derin bir nefes çekerken, "Bana aşıkmış gibi konuşma amına koyayım, aynı bana benzedin!" dedi. Bakışları gözlerimle buluşup, yeniden Bora'nın gözlerini buldu. "Karın kıskanacak sonra..." Gülümsediğimde, dudaklarımın ıslandığını fark etmiştim. "Bana bir söz ver," dedi Gökhan, Bora'ya dikte eder gibi. "Ben bu silahı indirirsem, eskisi gibi olacağız. Söz ver."

"Ne kadar eski?" diye sordu Bora, meraksız bir tavırla. "Kamyonlarımızı yarıştıracak kadar mı eski?" Boğazından soğuk bir gülüş döküldü. "İstersen, eve gidince arabaları yarıştıralım, ne dersin?"

Gökhan, yüzüne yaralı bir tebessüm yerleşirken, "Söz ver..." demişti.

"Ada, seni sevdi..." dedi Bora, Gökhan'ın cümlesini duymazdan gelerek. "Artık yeni bir oyun arkadaşın var. Sen, onunla yarıştırırsın arabaları, bundan sonra. Eve dönmemiz lazım. Her an uyanabilir. Seni sevdi ama kalan insanlarla ilgili, şu an için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Öyle ayran gönüllü değildir benim kızım. Uyandığında seni unutmuş olmayacak. Ona kendini sevdirip yok olamazsın. Travmatik bir şey bu oğlum! Terk edilmiş gibi hisseder, seni bir daha göremezse. Hadi, indir artık o silahı!"

"Söz ver," dedi Gökhan, bir kez daha. "Ben bu siktiğimin hayatını, sensiz çekemiyorum. Bana söz ver. Yeniden eskisi gibi olacağımıza söz ver. Beni affedemeyeceksin, biliyorum, ama eskisi gibi olmak istiyorum seninle. Bana ne, istiyorum işte."

"Deneyeceğim," dedi Bora. Gökhan, isteği bu olmasına rağmen bunu duyamayacağına öyle emindi ki resmen şaşırmıştı. "Elimden geleni yapacağım."

"Ciddi misin lan sen?!" diye sordu Gökhan, kulaklarına inanamıyormuş gibi. "Harbi mi diyorsun?!"

"Ben de özledim Gökhan," dedi Bora, ters bir tavırla. "Seninle eskisi gibi olmayı ben de özledim." Gökhan'ın gözlerinden yeniden yaşlar boşalırken, Aydın sesli bir nefes vermişti. "Ama şu yaptığın beyinsizlikleri değil! Duygularınla ilgilenmediğimi söylerken kastettiğim buydu işte amına koyayım! Mantığını özledim Gökhan! Aklını! Oturup, en iyi planları yaptığım arkadaşımı! Ama... Eğer üç saniye içinde o silahı indirmezsen, ben senin kafana sıkacağım orası ayrı!"

Gökhan, ikinci saniyede, elindeki silahı yere attı ve dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında, Bora, ona doğru birkaç adım atmıştı. "Çok yoruldum..." dedi Gökhan, gözyaşlarının arasında. Çınar'ın da gözlerinden yaşlar akıyordu fakat Aydın, gözyaşlarına hakim olabilmeyi gayet başarıyor, öylece, dizlerinin üzerine çökerek ağlayan Gökhan'ı izliyordu. "O kadar kötü günler geçirdik ki... Öldüğünüzü düşündüm lan... Ölmediğinize ikna olmam çok uzun sürdü. Çok korktum lan! Ada'yı kucağınıza alamadınız diye çok korktum!"

Bora da aynı Gökhan gibi yere çökmüştü. Bir elini, Gökhan'ın ensesine yerleştirdi ve Gökhan'ın başını omzuna yasladı. "Geçti o günler..." dedi, incelmiş bir sesle. Gökhan'ın hıçkırıkları daha da şiddetlenirken, Bora'nın da ağladığını anlamıştım. "Hepsi geride kaldı Gökhan, hepsi... Artık sadece bugün var. Yarın var. Ve daha sonraki bütün günler. Artık, sadece önümüze bakacağız. Bundan sonraki hayatımızın, bundan önceki hayatımızdan çok daha iyi olması için, ne gerekiyorsa yapacağız. Birlikte..."

"Birlikte..." dedi Gökhan, yemin eder gibi. "Eskisi gibi ve birlikte."

Gecenin içinde patlayan kurşun seslerinin duyulmasıyle birlikte yere yattım. Bora, sanki ben kurşun seslerini duymuyormuşum ve ancak o, adımı zikrettiğinde anlayacakmışım gibi, "Nazlı!" diye bağırırken; biri, ki sonradan Çınar olduğunu fark etmiştim, üzerime kapanmıştı. Bora'nın üzerine kapanan ise Gökhan'dı ve Aydın da hepimizi birden kollarcasına, arabanın tekerleğini kendine siper etmişti. Silah seslerinin bir kısmı yakından, bir kısmı ise daha uzaktan geliyordu fakat ateş bir türlü kesilmiyordu. Bora'nın adamları yalnızca beş saniye içinde etrafımızda etten bir duvar örmüşlerdi ve anladığım kadarıyla çatışma, İstihbarat üyeleri ile Mehmet Şahindağ'ın adamları arasında gerçekleşiyordu.

Çınar'ın kolları bedenimden çekilirken, neler olup bittiğine bakmak istercesine başımı kaldırdım. Bora, yanı başıma kadar gelmişti. "İyi misin sevgilim?!" diye sordu, telaşla.

"Evet!" dedim. Elleri, bir kurşun izi arar gibi vücudumda dolaşırken, "İyiyim," diye ekledim.

"Eğ kafanı..." dedi, şükür dolu bir nefes alırken. Dudakları saçlarımın arasına değdi. "Sen çığlık atınca vuruldun sandım!"

Çığlık attığımın farkında değildim. "İyiyim," dedim, Bora'nın elini sımsıkı tutarken. "Sorun yok." Aslında, birilerinin, bize en fazla elli metre uzaklıkta ateş ediyor olmaları bir sorundu, hatta büyük, çok büyük bir sorundu ve fakat denizden esen tuzlu melteme karışan bergamot kokusu ciğerlerime dolarken, tüm sorunların en fazla elli metre ileride kalabileceğini ve bize değemeyeceğini biliyordum. "Sen de iyisin değil mi?"

"İyiyim," dedi.

Çınar'ın, "Kaç kişiler bunlar?!" diye bağırdığını duydum. "Biz de müdahale edelim! Belli ki baş edemiyorlar!"

"Sevgilim! Lütfen yanımda kal!" dedim.

Bora'nın baş parmağı nabzıma ulaştı. "Sana evde kalmanı söylemiştim," dedi, sitemle. Bana sımsıkı sarılırken, beni kaybetmekten ölesiye korktuğunu hissederken, iyi ki burada olduğumu düşünüyordum. Ben burada olmasaydım, Bora'nın güvenli alanda kalmayacağını ve aynı Çınar'ın da düşündüğü gibi, çatışmanın bir tarafı olacağını içten içe biliyordum. "Korkma..." dedi.

"Sen gitmezsen, korkmam!" dedim, uzlaşmacı bir tavırla.

Bora güldü. "En azından, burada kalmayı düşünüyorsun... Buna da şükür. Burada kalalım, da diyebilirdin. Ya da daha kötüsü, çatışmaya girelim, bile diyebilirdin. Zaman içinde, kendini düşünmek konusunda, epey ilerleme kaydettin."

Ateş seslerinin kesilmesiyle, geceye derin bir sessizlik yayıldı. Mehmet Şahindağ'ın adamları mı üstünlük sağlamıştı yoksa İstihbarat üyeleri mi bilmiyorduk. Bora, ateş edilmeyen otuz yedinci saniyede, hafifçe üzerimden doğruldu ve adamlarından biriyle göz göze geldi. Adım sesleri duyulurken, Çınar, Aydın ve Gökhan da gardlarını almışlarcasına ayaklanmışlardı. Ben de ayağa kalkmak istedim ve fakat Bora hızlıca eğilip omzuma dokundu ve "Kalkma..." dedi. Çınar, Aydın, Gökhan, Bora ve Bora'nın adamları, öyle bir konumlanmışlardı ki, herkes benim önümdeydi.

"Bora Bey..." dedi, havaalanından beri yanımızda olan adam. "Dönüş yolunuz temiz. Minibüse geçin. Arkadaşlarımız size eşlik edecek."

Bora bana doğru döndü ve elini uzattı. Elini tuttuğumda, kalkmama yardım etmişti. Hiç oyalanmadan önce beni minibüse bindirdi ve ardından kendi bindi. Aydın, ön koltuğa, Sinan'ın yanına geçerken, Gökhan ve Çınar da karşımıza geçmişlerdi. Minibüsün hareket etmesi, sayamadığım kadar hızlı saniyelerde gerçekleşmişti. Çınar, minibüs hareket eder etmez, telefonu kulağına götürdü. "Her şey yolunda mı Bat?" diye sordu. Bakışlarım merakla gözlerine değmişti. "İyiyiz biz. Geliyoruz." Telefonu kapattığında, bakışları Bora'nın bakışlarıyla buluştu. "İstihbarat'a geçmeden, eve gideriz değil mi? Hem Nazlı'yı bırakırız hem de her şeyin yolunda olduğunu gözlerimizle görelim. İstihbarat'a, bizim çocuklar da gelecek mi? O kadar kalabalık gidersek, evde kim kalacak?"

Bora, derin bir nefes verdi. "İstihbarat'a gitmeyeceğiz."

Aydın da oturduğu koltuktan merakla arkasını dönmüş ve Bora'ya bakmıştı. "Çağırmadı mı adamlar?"

"Çağırdılar," dedi Bora. Bakışları, iki saniyeliğine, karşımda oturan, hepimizden daha ambale olmuş gibi görünen ve bakışları camdan dışarıya çevrilmiş, yolu izleyen Gökhan'a değip, yeniden Aydın ve Çınar'ı buldu. "Ama gitmeyeceğiz. Planı değiştirdim."

"Emin misin?" diye sordu Çınar, kaygıyla. Sıkıntı dolu bir nefes verdi. "Önceki planını bilmediğim için, neyi değiştirdin bilmiyorum. Ve şimdi yeni plan ne, onu da bilmiyorum. Ama gitmezsek iyi olmaz, ondan eminim. Zaten dönmedik, ormana gittik diye kızmıştır Mehmet. Daha fazla sorun yaşamaya gerek var mı? Henüz Türkiye'ye gelişinizi nasıl karşılayacaklarını bile tam olarak bilmiyoruz... Gitmeyip de ne yapacağız?!"

Bora, bakışlarını camdan dışarı çevirirken, "Onların bize gelmesini bekleyeceğiz," dedi.

Çınar ve Aydın'ın yüzündeki şaşkınlık, benim yüzüme yayılan şaşkınlıktan farklı değildi. Fakat ne ben Bora'ya bir şey sorabildim ne de onlar. Minibüs Tarabya'ya varıncaya kadar, herkes kendi kafasının içindeki düşüncelere gömülmüştü. Herkesin ne düşündüğünü merak ediyordum, Bora'nın ne düşündüğünü daha çok merak ediyordum ama en çok merak ettiğim, Gökhan'ın ne düşündüğüydü.

♠️

Minibüsten indiğimizde, Harun Abi, Engin, Samet, Bear, Falcon, Lizard ve Bat etrafımızda toplanmışlardı. Bora, kalabalığa yalnızca başıyla selam vermekle yetinirken, Gökhan'ın yürümesini istercesine, omzunu hafifçe sıkmıştı. Aydın, herkese açıklama yapma görevini bizzat üstlenmişçesine, bize, "Siz geçin içeri..." dedi.

Ağır adımlarla eve doğru ilerlerken ya da merdivenlerden çıkarken, Bora, Gökhan'ın omzundaki elini çekmemişti. Biz daha kapıyı çalmadan, Bahar kapıyı açtı. "İyi misiniz?" diye sordu, merakla. Bora, başını evet anlamında salladı ve Gökhan'la birlikte içeri geçtiler.

Bahar'ın bakışları Çınar'a değdi. Çınar da aynı Bora gibi hafifçe başını salladığında, Bahar derin bir nefes almış ve kollarını Çınar'ın boynuna sarmıştı. "Çok şükür!"

Ben de içeri girdim. Bora ve Gökhan'ın peşinden ilerlerken, Begüm'ün, endişeli sorusu kulaklarıma değmişti. "Abi! İyi misiniz?" Begüm ve Beyza, bizi koridorda bekliyorlardı ve Beyza'nın omuzlarında hâlâ hardal rengi şalı, elinde de Demir'in olduğunu sandığım bebek telsizi vardı. Telsizden gelen diş gıcırdaması sesi Leo'ya ait olmalıydı ve nefes sesleri de Ada'ya.

"İyiyiz, yok bir şey..." dedi Bora. Gökhan'ın omzundaki elini çekti ve ona döndü. "Sen de git, bir duş al, sonra da yat uyu. Sabah konuşuruz."

Gökhan, Bora'yı başıyla onaylayarak merdivenlere ilerlediği sırada, Beyza, "Aydın nerede?" diye sordu.

Gökhan olduğu yerde durdu ve Beyza'ya döndü. "Benim yüzümden..." Beyza'nın kaşları çatıldı. "Özür dilerim. Her şey, benim yüzümden..."

"Ne, senin yüzünden olan?" diye sordu Beyza.

"Gökhan!" dedi Bora, uyarı dolu bir sesle. "Hadi, git yat."

Gökhan'ın bakışları Bora'nın kapkara gözleriyle birleştiğinde, yine dolmuştu. Başını hafifçe iki yana salladı. Bakışları, yeniden, Bora'nın gözlerinin birebir aynısı olan Beyza'nın gözlerini buldu. "Çok özür dilerim Beyza... Gerçekten. Çok özür dilerim senden de... Leo'dan da..."

"N'oldu?!" diye sordu Beyza, endişeyle. "Aydın nerede?!"

"Dışarıda Aydın," dedi Çınar, sakin bir tavırla. "İyi, merak etme. Bizimkilerle. Olanı biteni konuşuyorlar."

"Olan biten ne?" diye sordu Begüm, merakla.

"Aydın'ı, Mehmet Şahindağ'a verecektim," dedi Gökhan. Beyza'nın dehşete düşmüş bakışları Gökhan'a çevrilirken, yutkunmakta zorluk çekmişti. "Öldürmesi için..."

Bahar, "Dalga mı geçiyorsun?!" diye sorarken; Begüm, "Ne diyorsun be sen?!" diye sormuştu ve ikisinin cümlesi üst üste binip birbirine karışmıştı.

Beyza ise hiçbir şey söylemeden, yalnızca Gökhan'ın yaşlı gözlerinin içine bakıyordu. "Aydın'la başladığını düşünmüştüm..." dedi Gökhan, dümdüz bir ifadeyle. "Bütün bunların, Aydın'ın sana yaptığı o çirkin muamele yüzünden başladığını düşünmüştüm... Hep öyle düşündüm."

Beyza'nın bakışları gözlerime değdiğinde, içime kesik bir nefes çektim. Onun aklına ne gelmişti bilmiyordum ama benim aklıma neyin geldiği açıktı. Zaten Beyza'yla, Aydın hakkında konuşmak pek mümkün değildi, -en azından benim bıraktığım zamanlar öyleydi, hâlâ öyle mi bilmiyordum- ama günün birinde gerçekleşen sayılı konuşmamızdan biri, her şeyin başlangıcıyla alakalıydı.

"Nina, sen çok özel bi' kadınsın... Senin empati yeteneğin oldukça gelişmiş, hayatı ve insanları çok güzel anlayıp okuyabiliyorsun... Fakat herkes senin gibi değil. Mehmet'i ailemizin içine soktuğum doğru... Fakat ne bileyim, ailelerimiz arasında zaten kan davasından hallice bir mesele varmış. Kader diye bir şey vardır. Ben annemle babamın sebebi oldum ama zaten oradan bir şey patlayacakmış! Tek sorumlu ben değilim! Buna neden herkes bu kadar kör bakıyor? Bunu bir tek neden ben görüyorum? Her şeyi başlatan ben miyim yoksa babam mı?!"

Başımı Annie'nin omzuna koyduğum o gün, kendisini dışlanmış hissettiğini biliyordum. Alenen belli etmese de Begüm'ün nefretinin de canını yaktığını... Ahmet Karabey'le sekiz yaşımdan kalma, garip bir hukukum olduğunu düşündüğüm ve gönlümün onu suçlamaya razı gelmediği o gün, her şeyi başlatanın tam olarak o olmadığını düşünüyordum. "Hakkı Akbulut, desek?" demiştim, Beyza'ya.

Acaba, bizim burada olmadığımız zaman diliminde, Beyza ve Begüm'ün kardeşlik bağları artmış mıydı? Beyza, Begüm'le, artık, benimle olduğundan daha samimi miydi? Benimle konuşmadıklarını ve bana anlatmadıklarını, mesela Aydın'a karşı olumlu veya olumsuz ne hissediyorsa, Begüm'e anlatıyor muydu?

Ben, içimde peyda olan kıskançlık duygusunu bastırmaya çalışırken, Gökhan, "Ama benim yüzümdenmiş!" dedi. Beyza'nın gözleri, Gökhan'ın ıslak gözlerine çevrildi. "Benim yüzümden başlamış abla..." dediğinde, dizlerinin üzerine çökmüş ve Beyza'nın kucağındaki ellerini tutmuştu. "Çok özür dilerim. Ben ölmeyeyim diyeymiş. O yüzden, sana öyle demiş Aydın. Ahmet Amca, onu benimle tehdit ettiği için." Gökhan, yüzünü Beyza'nın kucağına gömdüğünde, yine, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "Çok özür dilerim Beyza! Hayatınızı ben karartmışım! Leo'dan da senden de çok özür dilerim! Allah benim belamı versin! Keşke ben ölseydim ama bütün bunlar yaşanmasaydı! Çok özür dilerim!"

Beyza, elini Gökhan'ın saçlarının arasına uzatırken, yavaşça, "Hişt!" dedi.

Acaba, Bora da benim ablasıyla Begüm arasındaki ilişkiyi kıskanmam gibi, ablasıyla Gökhan arasındaki ilişkiyi kıskanıyor muydu?

"Hiçbir boka yaramadım bugüne kadar!" dedi Gökhan, ağlarken. "Seni kurtarmak istedim! Seni kurtarmaya çalışırken, az kalsın öldürüyordum! Diri diri toprağın altına gömülmene göz yumarken mi iyilik yaptım sana ha?! Sen defalarca kez hayatta olduğunun bilinmesini isterken, ben seni hep susturdum! Her şey, hep, benim yüzümdendi! Ama ben seni de suçladım! Bazen, kendiliğinden ölmeni ve yalanımızın ortaya çıkmamasını bile diledim! Kendimden çok utanıyorum! İyilik yapmaya çalışırken, hep hatalar yaptığım için çok utanıyorum! Vurulmanı engelleyemediğim için de çok utanıyorum! Bu gece, Leo'yu babasız bırakacaktım! Ben de böyle bir orospu çocuğuyum işte! Abimin ölmesine göz yumacak kadar büyük bir orospu çocuğuyum!"

Bakışlarım refleksif olarak Çınar'a değdiğinde, Gökhan'ın annesine ettiği küfürden hoşlanmadığını fark etmiştim. Bana her şeyin yolunda olduğunu söylercesine göz kırptı ve arkasını dönüp, evden çıkmak üzere, antreye doğru ilerledi. Bahar, sıkıntı dolu bir nefes verirken, üç saniyeliğine Çınar'ın arkasından bakmıştı.

"Özür dilerim..." dedi Gökhan, yine. Beyza'nın ifadesi öyle donuktu ki ne düşündüğünü ya da ne hissettiğini okumak mümkün değildi. "Çok özür dilerim..."

Bora, derin bir nefes verdikten sonra, Begüm'e başıyla Gökhan'ı işaret etti. Begüm, küçük adımlarla Gökhan'ın yanına ilerledi ve onun omzuna dokundu. "Gökhan..." dedi usulca. "Hadi, gel..." Gökhan, gözlerinden akan yaşları silerken ayağa kalkmıştı. "Hadi..." dedi Begüm, bir kez daha. Gökhan, başını sallayıp merdivenlere ilerlediği sırada, Begüm de onun koluna girmişti.

"Nazlı," dedi Beyza, elindeki telsizi bana uzatırken. "Leo, sizin yatağınızda uyudu. Ada'nın yanında. Uyandırır mısın onu, yukarı gelsin." Ben telsizi Beyza'dan aldığım sırada, Beyza, Bahar'a dönmüştü. "Sen de dışarıda birine söyler misin, beni odama çıkarsınlar."

Bora, "Gerek yok kimseye," dedi. Beyza, bir kez daha zorlukla yutkunurken, Bora'ya bakmıştı. Bora, ablasının yanına yaklaştı ve onu bir çırpıda, dikkatlice kucağına aldı.

Beyza, bir kolunu Bora'nın omzuna atarken, "Leo gelsin, Nazlı..." dedi. İtiraz etmek üzere dudaklarım aralanmıştı fakat Beyza, "Lütfen... Sizin odanızda da uyuyabileceğini biliyorum. Onu uykusundan etmek istemediğini de biliyorum. Ama oğlumla uyumak istiyorum," diye devam etti.

Her şeyi başlatan kimdi bilinmez, Leo, başlangıç noktası değilse de bir dönüm noktasının merkezine kurulmuştu ve Beyza'nın, dönüm noktasındaki en büyük sığınağına ihtiyacı vardı. Bütün bu yaşadığı şeylere değdiğini en hissettiği an'lar, muhtemelen oğlunun nefes alışverişlerini duyduğu an'lardı. Onu, öncesinde de anlıyordum ve fakat anne olduğum günden beri, çok daha iyi anladığımı biliyordum. Başımı usulca sallayıp Bora'nın odasına doğru ilerlediğimde, onlar da merdivenleri çıkmaya başlamışlardı.

Bora'nın odasına girdim. Ada'nın bir tarafında yastıklar, bir tarafında da Leo vardı. Yatağın ayakucunda da Noir. Leo ve Ada, yüzlerini birbirlerine doğru dönmüşlerdi ve Leo, Ada'nın elini tutuyordu. Ada şu an uyansa ve yanında Leo'yu görse muhtemelen kıyameti koparırdı ama uyurken, onun için her şey yolundaydı. Cebimden çıkarttığım telefonla bu an'ı ölümsüzleştirdiğimde, büyüdüklerinde, bana teşekkür edeceklerini biliyordum. Telefonu ve telsizi yeniden montumun cebine sokuşturdum. Leo'yu dikkatlice kucağıma aldığımda, bu kadar zorlanacağımı tahmin etmemiştim. Zayıf görünüyordu ama bıraktığımdan daha fazla ağırdı. Otuz kiloyu geçmiş olmalıydı zira kollarım, henüz merdivenlere ilerleyemeden kopmuştu. Onu merdivenlere bıraksam, çok mu ayıp etmiş olurdum?

Merdivenin üst basamağına ayağımı koydum ve Leo'yu hafifçe dizime yerleştirerek soluklandım. Benim ne olursa olsun spora meyilli bir vücudum vardı. Kaldırdığım dambılları düşünerek ve beynimi Leo'nun o kadar da ağır olmadığına ikna ederek, merdivenleri bitirebilirdim. Başlamak, bitirmenin yarısı ederdi ve bir basamak çıkarsam, çıkabilirsem, gerisi gelirdi. Leo'nun pozisyonunu değiştirmem gerekiyordu. Kollarını boynuma, bacaklarını da belime sardım. Derin bir nefes aldım ve merdivenleri çıkmaya başladım. Her bir basamakta Leo'yu düşürmeye daha da yaklaşıyordum ama bir o kadar da Beyza'nın odasına yaklaşmış oluyordum. Bir basamak daha, bir basamak daha derken, merdivenleri bitirmiş ve merdivenlerin bittiği yerde, tırabzanlardan destek alarak, on saniyeliğine de olsa, yine soluklanmıştım.

"...yani düştü diye, artık adım atmak bile gelmiyor içinden. Resmen küstü yürümeye, düşünebiliyor musun? Saçmalık ötesi bu yaptığı ve bunu ona nasıl izah edeceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Ki bu yaptığı, ancak, bir bebeğe yakışan bir davranış-"

"Nazlı!" dedi Beyza, hafif yüksek çıkan bir sesle, Bora'nın sözünü bölerek. Beyza'nın odasına girdiğimde, adeta nefes nefeseydim. "Niye uyandırmadın, niye kucağında taşıdın?!" Bora, Beyza'yı yatağına yatırmış, kendisi de yatağın ayakucuna oturmuştu. Beni, kucağımda Leo ile görünce derhal ayaklandı ve Leo'yu kucağımdan aldı ama bu saatten sonra alsa neydi almasa neydi, kollarım artık tutmuyordu. "Otuz sekiz kilo o!"

"Sessiz olsana!" diye kızdım, Beyza'ya. Bora, Leo'yu, annesinin yanına yatırdığında, Leo, gayriihtiyari annesine sokulmuştu. "Ben onu uyandırmamak için ta nerelerden, buralara kadar taşıdım ama neredeyse sen uyandıracaksın!" Beyza, Leo'nun saçları arasına küçük bir öpücük kondururken, ben söylenmeye devam ediyordum: "Uyku ne kadar tatlı bir şey! Sen, onunla uyumak istiyorsun diye niye uyansın ki çocuk?! Sen de benim çocuğuma yap yarın bir gün, aynısını. Uyandırma ve kucağında taşı." Beyza, bakışlarını benimle buluşturduğunda, yüzünde, bunun pek mümkün olmadığını ima eden bir tebessüm vardı. "Ben..." dedim, yavaşça. "Özür dilerim. Patavatsızlık ettim."

"Yoo," dedi Bora, Beyza'dan evvel konuşarak. "Niye patavatsızlık edesin? Olacak olan bu. Ömür boyu tekerlekli sandalyede kalmayacak herhalde. Siz gelmeden evvel, ben de konuyu buraya getirmeye çalışıyordum..."

"Evet," dedi Beyza. Bakışları bana değerken gülümsedi. "Ada üzerinden metafor yapıyordu."

"Eee," dedim, omuzlarımı kaldırıp indirirken. "Kız halaya demişler. Maalesef. Senin yüzünden, kızımız da yürümeye küstü."

Beyza'nın kaşları çatıldı. "Benim şu an yaşadığım durumun, genetik yollarla aktarılabilen bir durum olduğunu sanmıyorum aslında..."

"O zaman neden yürümeye küstü Ada?" diye sordum, sitemle. "Sen, bu durumu ona genetik yollarla aktarmadın madem, neden düştü diye hemen küstü yürümeye ha? Diğer çocuklar küsmezken, bizim kızımız neden küstü? Sen de küstüğün için işte!"

Bora, ciddi olup olmadığımı sorgularcasına bana bakarken, boğazını temizlemişti. "Neyse," dedi, konuyu kapatmak ister gibi. Bakışları Beyza'ya çevrildi. "Pazartesi, tedavinle ilgilenmeye başlayacağım. Ben öyle hasta etiği, hasta mahremiyeti, hasta hakkı falan anlamam. Doktorlar bana da bilgi verecekler. Hepsiyle tek tek görüşeceğim. Ve sen de ne yapman gerekiyorsa yapacaksın. İnsan, düştü diye yürümeye küsecek olsaydı ohoo, benim yaşamaya küsmem lazımdı. Ada'dan evvel yürümeye başlasan iyi edersin çünkü benden söylemesi, yürümeye küsmek konusunda kime çekti bilemem ama egosunu tümüyle annesinden aldı. Ve sen, ondan evvel yürüyemezsen, bunu ömür boyu başına kakar durur."

Bora, Ada'nın annesi hakkında iyi bir şey dememişti ama ben yine de gururla gülümsemiştim. "Aynen öyle yapar."

Beyza, sıkıntılı bir nefes verirken, Türkiye'ye döndüğümüze lanet eder gibi bir hâli vardı. "Hadi, yatalım biz de bir iki saat... Sabah olacak neredeyse," dedi Bora. Bakışları yeniden ablasına değdiğinde, "İyi geceler..." dedi.

Bora, ablasına arkasını döndüğünde, Beyza, "Bora!" diye seslenerek, onu durdurmuştu. Bora yeniden ablasına baktı. "Aydın..." dedi Beyza, çekinceli bir ifadeyle. "Gökhan'ın yaptığı şeye, çok üzüldü mü?"

"Sevindiğini sanmıyorum," dedi Bora.

Beyza, bıkkın bir nefes verirken, "Peki... Babam, Aydın'ı gerçekten Gökhan'la mı tehdit etmiş?" diye sordu.

"Sence bu, tam da Ahmet Karabey'in yapabileceği bir şey değil mi?" diye sordu Bora.

Beyza'nın dudakları arasından herhangi bir kelime dökülmese de bakışlarıyla evet dediğini, Bora da ben de anlamıştık.

Altı adımla yatağa ilerledim ve Beyza'nın yanağına küçücük bir öpücük kondurdum. "İyi geceler," dedim yavaşça.

Bora'nın odadan çıktığını duyduğumda, Beyza, var gücüyle kollarını bana sarmıştı. "Ben, bu gerçeği, daha buradan gitmeden öğrenmiştim," dedim. Ayrıldığımızda, gözlerim, kardeşine benzeyen gözleriyle buluşmuştu. "Bu sana ne hissettiriyor, bilmiyorum. Bu gerçek Aydın'ı tabii ki de haklı çıkarmaz. Kaldı ki Aydın'la, hayatın içinde neredesiniz, aranızda artık bir şey var mı, onu da bilmiyorum. Ama yine de bu gerçek, yaptığı çirkinliği aklamasa bile, onu şerefsiz biri olmaktan alıkoyuyor. O da insan işte... Asla kıyaslamıyorum, zaten kimse kimseyle kıyaslanamaz da, herkes biricik ve özeldir ama o da Bora gibi, benim gibi, senin gibi, aşka düşünce tökezleyen herhangi bir insan. En azından senin elinden tutmaktan değil, kardeşini kaybetmekten korkmuş. Bu da bir şey."

"Bebeğim..." dedi Bora'nın telsizden gelen usulcacık sesi. "Çok özledim seni... Hemen bir duş alıp geliyorum, tamam mı? Anne de gelecek şimdi."

"Ada hiç uyanmadı," dedi Beyza, konuyu değiştirmek için bir fırsat bulmuşçasına. "Arada kımıldadı falan ama hiç uyanmadı, maşallah."

"Ben de ineyim aşağı," dedim.

Beyza başını salladı. "İyi geceler."

Kapıya yürüdüm ve odadan çıkmadan evvel ışığı da kapattım. Geçmişi, bugünümüze getiren fotoğraflarla dolu koridordan geçerken, içeride Gökhan'ın olduğunu sandığım kapıda duraksamıştım. Ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Odanın kapısını tıklattım ve içeri girdim. Gökhan, yatağın yanında, duvarın dibinde, yerde oturuyordu. Sırtı duvara yaslıydı ve ayaklarını öne doğru uzatmıştı. Yalnız değildi, yanında Begüm de vardı. Begüm, Gökhan'ın yanına oturmuş, başını onun omzuna koymuştu. Gökhan'ın, bu akşam asla kurumayan gözleri, gözlerimle birleştiğinde, ciğerlerine kesik bir nefes sığdırmaya çalışmıştı.

Küçük adımlarla yanlarına doğru ilerledim ve dizlerimin üzerine çökerek, Gökhan'ın yanaklarına kocaman birer öpücük kondurdum. "Sabaha kadar toparlanmak zorundasın kızımın jüjisi," dedim, bir direktif verir gibi. "Ona kendini sevdirdin madem, artık sorumlulukların da arttı." Begüm, buruk bir şekilde gülümsemişti. "Ayrıca bu kıza da yazık değil mi? Anne olmak çok zor bir şey! Minik kurbağa uyuyalı kaç saat oldu. Sabahın köründe uyanırsa, bu kız da uyanmak zorunda kalacak. Ağlama da artık gidip o da uyusun."

"Naz..." dedi Gökhan, zorlukla. "Senin de bana kızman gerekmez mi?! Kucağımda senin çocuğun varken, o orospu çocuğunu aradım."

"Kucağında benim çocuğum varken, o orospu çocuğuna da gidebilirdin Gökhan," dedim, kaşlarımı kaldırarak. "Şükredip, bu seferlik, bu hatanı görmezden geliyorum."

"Özür dilerim..." dedi Gökhan, elimi tutarken.

"Özür dilemene gerek yok. Bundan sonra benim çocuğumu kucağına aldığında, üzerinde herhangi bir iletişim cihazı olmayacak," dedim, dalga geçer gibi. "Hatta mümkünse sana çip takıp, seni dinliyor falan olacağım."

Gökhan, gözlerinden akan yaşları silerken, "Seninle çay içmeyi çok özledim..." dedi. Gülümsedim. "O kadar çok şey birikti ki..."

"Ben özlemedim ama olsun," dedim.

Begüm, minik bir kahkaha attı. "Naz, bu, kendini öldürmeye kalkmasın diye, kesici, delici ve zarar verici aletleri falan odadan çıkarmalı mıyız?"

"Bora'sından ayrılamaz o canım," dedim, alayla. "Bu, benim kocama aşık. Kuma diye alacağım ben onu en sonunda, hepimiz rahatlayacağız."

Gökhan da en sonunda kahkaha attığında, benim de içim biraz olsun rahatlamıştı. Ayağa kalktım. Begüm'e elimi uzatırken, "Hadi, sevgili, küçük görümceciğim... Bu kadar bebek bakıcılığı yeter," dedim. Begüm elimi tuttu ve ayağa kalktı. "Nihayetinde yarın kendi bebeklerimiz ağladığında, gelip Gökhan ilgilenmeyecek onlarla değil mi? Uyku, bizim en önemli ihtiyacımız."

"Valla benim bebeğimle, bütün ev halkı ilgileniyor," dedi Begüm, omuz silkerken. Esnedi. "Uyumak istediğimde, aşırı huysuz olduğu bir gün değilse, asla sorun olmuyor yani. Evin aşırı kalabalık olmasından çok bunaldım ama avantajlı kısmı şu: Demir'e her gün biri baksa, bir insan en fazla ayda bir kere bakmış oluyor, sen düşün!"

"Çüş!" dedim hayranlıkla. Begüm kapıyı açtı ve odadan çıktık. "Herkesin kucağında duruyor mu? İstisnasız?"

"Evet," dedi Begüm, koridorda ilerlerken. "Fazla sevecen Demir. Hiç görmediği bir insanı en fazla üç beş saniye yadırgıyor, sonra hemen kanka modunu açıyor."

"Sesten mesten de çok etkilenmiyor herhalde değil mi?" diye sordum, merakla.

Begüm, odasının önünde durduğumuzda, "Cık," dedi. Gülümsedi. "Zaten eğer ses duyarlılığı olsaydı, burası onun için adeta bir tımarhane olurdu. Leo ve Can'ın, kendilerini oyuna kaptırdıklarında ne kadar bağırabildiklerini tahmin bile edemezsin. Hele ki konsol oyunu oynuyorlarsa! Babaannem de salondan, yukarıdaki en köşe odaya bile, bağırarak sesini duyurmaya çalışan biri, malum. E zaten herkes bir aradayken, müthiş bir kakafoni, ev. Özellikle sofradayken. Herkes, hep bir ağızdan konuşuyor. Resmen gürültü kirliliği."

"Desene, Ada daha hiçbir şey görmedi..." diye mırıldandım.

Begüm, kollarını boynuma doladı ve sırtımı hafifçe sıvazladı. "Hiç üzülme... Alışır," dedi. Kollarını boynumdan ayırdı. "Ve umarım, en kısa zamanda, herkes kendi evine döner. Çünkü Demir'in bu duruma alışık olması, maalesef, bu durumun sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor. O yüzden, Ada buna alışık değil diye sakın üzülme. Hadi, sabah görüşürüz."

Begüm, odasına girerken, ben de merdivenlere ilerlemiştim. Alt kata geldiğimde, Bora'nın odasına gitmek üzere koridordaki köşeyi dönecekken, salonda bir karartı olduğunu görmüştüm. Karartıya doğru ilerlediğim sırada, Aydın'ın sesi kulaklarıma çarpmıştı: "Yenge?"

Salonun ışığını açtığım sırada, Aydın ayağa kalkmış bana arkasını dönerek, gözlerinden akan yaşları alelacele silmeye çalışmıştı. Önündeki sehpada rakı bardağı, beyaz peynir ve kavun vardı. "Aaa?" dedim, ağladığını görmezden gelerek. "Bu mevsimde de kavun buluyorsunuz ha?" Aydın'ın yanına ilerledim ve tabağındaki kavun dilimlerinden birini ağzıma attım. "Hmm," dedim, kavunu yerken. "Hiç fena değil tadı. Çok iyi. Ada, buna çok sevinecek." Aydın'ın gözlerimle birleşen acı kahve gözleri kısıldı. "Kavuna bayılıyor da..."

Aydın'ın bakışları hâlâ acı, kenarları da kıpkırmızıydı ama dudaklarının kenarına belli belirsiz bir gülümseme yayılmıştı. "Kara da çok sever kavunu."

Kaşlarımı çattım. "Yediğini biliyorum ama çok sevdiğini bilmiyordum."

"Çok sever," dedi. Derin bir nefes verdi. "Yazı da sever ya, yaza dair bütün meyve ve sebzeleri..."

"İyi misin?" diye sordum, dan diye. Aydın başını ne kadar olumlu anlamda sallasa da iyi olmadığı belliydi. Kırgın mıydı, kızgın mıydı bilmiyordum ama üzgündü. "Bu arada... Geçti aslında ama..." diye eklediğimde, rakı bardağına uzanmıştım. Bardağı hafifçe havaya kaldırdım. "Doğum günün kutlu olsun."

Rakıdan, büyük bir yudum aldığım sırada, "Eyvallah yenge," dedi.

"İyi ol..." dedim, bardağı sehpanın üzerine bırakırken. Kolunu hafifçe sıvazladım. "Umarım çok güzel günler seni bekliyordur."

"Umarım, hepimizi..." dedi.

Arkamı döndüm ve salondan çıkmadan evvel, ışığı da kapattım. Koridorda ilerledim ve Bora'nın odasına girdim. Bora, duş almış, eşofmanlarını giymiş, sırtı yatak başlığına dayalı bir şekilde, Ada'nın yanına uzanmıştı. "Nerede kaldın?" diye sordu, yavaşça.

"Ev çok kalabalık. Kapı kapı gezdim desem, yeridir..." dedim, gülerken. Onun olduğu tarafa ilerledim ve yanına oturdum. Bir eli, elimle birleşirken beni kendine çekmiş ve dudaklarıma küçücük bir öpücük kondurmuştu.

Dudaklarımız birbirlerinden ayrıldığında, "Aydın'a da uğramışsın belli ki..." dedi.

"Sen muhtemelen, Gökhan'ın ağladığını da duydun... Aydın'ın salonda rakı içtiğini de fark ettin... Ama dümdüz yürüyüp, buraya geldin, değil mi?"

"Evet sevgilim," dedi, beni yeniden kendisine doğru çekerken. "Aynen öyle yaptım. Benim yanlarına gitmem, seninse gitmemen, yaşanan durumu anormal kılardı. Onlar için de benim için de. Normal hissetmeleri lazım, yoksa daha kötü olur. Normale dönmek lazım artık." Dudaklarımız yeniden birbirlerini bulduğunda, Bora'nın öpücükleri tutku dolu bir hâl almıştı. "Bizim de bir an evvel normalimize dönmemiz lazım. Bir an evvel evimize geçip, Ada'yla odalarımızı ayırmamız lazım..." dedi, beni öpmeye devam ederken. "Aramıza giren kızımız bile olsa, bundan hoşlanmıyorum."

"Emin misin?" diye sordum, hafifçe geri çekilerek.

"Tamam, bazen bu çok hoşuma gidiyor..." dedi, yeniden üzerine düşünür gibi. "Ama bazen."

Güldüm. "Ben üzerimi değiştireyim," dedim.

Bora, başını salladı. "Şurada..." dedi, çenesiyle, kendi görüş mesafesinde kalan biraz ileriyi işaret ederken. "Tam şurada..." Sesinde beni baştan çıkaran, hatta aklımı başımdan alan bir tonlama vardı. "...değiştir."

"Sonra da yatıp uyumak zorunda kalalım..." dedim, yapacak bir şey yok der gibi.

Derin bir iç çekti. "Aynen," dedi, maalesef der gibi. "Bu akşam da öyle yapalım da... Yarın ola hayrola." Bir kez daha dudaklarımdan öptü. "Seni seviyorum sevgilim..."

♠️

Ada'nın çığlık kıyamet ağlama sesini duyduğumda, gözlerimi zorlukla araladım. Hâlâ geceydi. Ne bitmek bilmez bir geceydi. Bora, Ada'yı kucağına almış, sırtını sıvazlayarak odanın içinde volta atarken, "Korkacak bir şey yok bebeğim..." dedi. Bora'nın bu cümlesi Ada'ya geçmemiş olacak ki daha çok bağırmaya başlamıştı. "Anlıyorum, bu senin çok yabancı olduğun bir şey ama... Ezan okunuyor kızım. Günde beş kez okunacak..."

"Hayye ale'l-felâh, Hayye ale'l-felâh."

"Hişt," dedi Bora, yumuşacık bir sesle. "Buradayım babacığım ben... Yanındayım senin... Ağlama..."

Gözlerimi kapattım. Burnumun üzerinde bir şey geziniyordu. Burnumu kaşıdım. Ve yanağımın. Yanağımı da kaşıdım. Saçlarımın. Gözlerimi zorlukla açtığımda, karşımda sırıtan Bat vardı. "Sonunda!" dedi, alkış yaparak. Rüya mı görüyordum? "Hadi uyan artık!"

"Ben, Nina seni döver, dedim ama dinlemedi..." dedi, Bear'ın sesi.

"Özledik!" dedi Bat, kızgın bir tavırla. "Çabuk kalk! Hem sana üssümüzü göstereceğiz daha! Bayılacaksın!"

Bat de Bear de Türkçe konuşuyorlardı. Onlara karşı duyduğum özlem içime yayılırken, OCTO'yu düşüncelerimden çıkarmam gerektiğini biliyordum. Gözlerimi yeniden kapattım. OCTO da, Türkiye'deki herkes gibi geride kalmıştı. Hızla gözlerimi açtım ve etrafıma bakındım. Ben Tarabya'daydım. Bora'nın odasında. Evet, evet, Bora'nın odasındaydım. Biz dönmüştük.

"Bu bir rüya değil, değil mi?" diye sordum, kuşkuyla.

"Değil!" dedi Bat. Yüzüne sinsi bir gülüş yayıldı. Komodinin üzerinden aldığı bir bardak suyu yüzüme boca ederken, "Rüya olsa bunu böyle hissedemezdin!" diye bağırmıştı.

Hızla yataktan kalktım. "Senden de su şakalarından da bıktım!" diye bağırırken, suratına yastık fırlatmıştım ama Bat geri çekilmiş ve yastık Bear'ın kafasına gelmişti. Hızımı alamayıp, Bear'ın arkasına saklanan Bat'i yakalamaya çalıştım. Fakat Bear'ın cüssesi öyle bir cüsseydi ki asla geçit vermiyordu. Bat ise bana tepki olarak, yalnızca kahkaha atıyordu.

"Uyandı işte, mutlu musun?" diye sordu Bear, İngilizce konuşarak.

"Evet," dedi Bat ve bir kahkaha daha attı. "Haklıymışsın ahbap, dövebilirmiş beni."

"Ne güzel uyuyordum!" dedim sitemle. "Bana ne sizin üssünüzden?! Daha uyuyacaktım ben! Ayrıca beni neden ıslatıyorsunuz?!"

"Çoğul konuşma lütfen..." dedi Bear, beni durdurmak için elimi kolumu tutmaya çalışırken.

"Bütün ev uyanık ama bir tek sen uyuyorsun," dedi Bat, omuz silkerek. "Kara, arkadaşlarıyla hasret gideriyor ama bizim arkadaşımız uyuyor. Kıskandık, ne var?!"

"Bat kıskandı, benim konuyla hiçbir alakam yok!" dedi Bear. Kaşlarını çattı. "Falcon'un, Lizard'ın ve Fox'un da yokmuş," diye eklediğinde, kulağında bir kulaklık olduğunu anlamıştım. "Tek suçlu Bat."

"Hiçbirinizi özlemedim ben!" diye kızdım, Türkçe konuşarak. Bear'ın kulağındaki kulaklığı çektim ve kendi kulağıma taktım. "Duydunuz mu beni?! Hiçbirinizi özlemedim!"

Bear gülümserken beni kıskacı altına aldı ve bana sımsıkı sarıldı. Bat de Bear'a sarılırken, ben küçük bir çocukmuşum gibi saçlarımı karıştırmıştı. "Piranha..." dedi Bear, duygu dolu bir sesle. "Anne, pirana!" Pirana olduğumu hatırlamak hoşuma gitmişti. "Hadi, yavrunu da alalım ve üssümüze gidelim!"

Bear ve Bat'den ayrılırken, "Zeytin," dedim. İkisi de anlamamış gözlerle yüzüme bakıyorlardı. "Zeytin, zeytin," dedim, tekrar ederek. "Olive... Black olive..."

"Zeytinin ne olduğunu biliyoruz," dedi Bat, göz devirerek. "Benim kız arkadaşım, Türk. Yani Türkçem eskisinden bile daha iyi. Canın zeytin mi istiyor? Aç mısın?"

"Öff hayır!" dedim, terslenerek. "Kızımın lakabı Zeytin! Siyah zeytin! Ona öyle seslenebilirsiniz." Kaşlarımı kaldırdım. "Yalnız çok da fazla abartmayın, tamam mı? Babasının yanında mesela, çok öyle seslenmeyin." Bütün dişlerimi göstermek suretiyle gülümsedim. "Baş başayken, istediğiniz kadar Zeytin diyebilirsiniz ama!"

"Şimdi sen..." dedi Bear, merakla. "Bu adama... Kayınbiraderinin arkasından iş çevirmesini mi teklif ediyorsun?"

Bat kocaman bir kahkaha attı. "Dur dur!" dedi, Bear'ın omzuna dokunarak. "Nina'nın yüreğine inecek bizim kayınbirader'e kadar öğrenmiş olmamız."

"Ama o kadar çalıştık!" dedi Bear, isyan eder gibi. "Türklerin akrabalık ilişkilerini anlamak, bu evde yaşayan insanların birbirlerinin nesi olduklarını kavramak için çok çalıştık ve bunları unutmamak için cümle içinde kullanmamız gerek!"

Derin, çok derin bir nefes verirken, giyinme odasına ilerledim. "Üzerimi değiştireceğim, beni dışarıda bekleyin!" diye seslendim. Gülümsediğimi görmeseler de anladıklarına emindim. "Hiç merak etmiyorum ama yine de göreyim bakayım şu üssünüzü... Bir şeye benzemiyordur gerçi ama..."

♠️

Siyah tayt üzerine, siyah, kapüşonlu, crop sweatshirt'ümü giydim. Saçlarımı atkuyruğu topladım. Beyaz spor ayakkabılarımı da ayağıma geçirdikten sonra, telefonumu alıp odadan çıktım. Bat ve Bear, asker gibi beni kapıda bekliyorlardı. "Kocamı gördünüz mü?"

"Garajda," dedi Bear. O sağıma geçerken, Bat de soluma geçmişti. Birlikte yürümeye başladık.

Koridorda ilerlediğimizde, Gülsüm Hanım'ın sesini duymuştum. "Aha bu kiz deli ama sen bari aklini başina al uşağum... Daha iki yaşına gelmemiş bebenin sünneti mi olur dağ?" Salonun girişinde durdum. Salon kalabalıktı. Gülsüm Hanım, Emel Yenge, Sevim, Sultan, halam, yengem, Canan, Filiz Hala, Begüm ve Eren salondaydı. Demir de Eren'in kucağındaydı ve babasına gülücükler saçıyordu. "Erkendir uşağum erkendir! Akli başunda olsun, ne olip bittiğini kavrasun uşak."

"Babaanne," dedi Begüm, sıkıntıyla. "Ne erkeni, geç bile kaldık. Gün aldık, diyoruz ya sana..."

Beni ilk fark eden Canan olmuştu. "Günaydın Naz," dedi gülümseyerek.

Ben de gülümsedim. "Günaydın herkese," dedim.

Eren'in bakışları bana çevrildiğinde, yüzüne içten bir gülümseme yayılmıştı. Kucağında Demir'le beraber ayağa kalktığında, küçük adımlarla onlara doğru ilerledim. Kucağındaki Demir'e rağmen, bir eliyle beni kendine doğru çekti ve bana sımsıkı sarıldı. "Hoş geldin!" dedi, özlemle. "İyi olmanıza o kadar çok sevindim ki..."

"Seni de çok iyi gördüm," dedim, kollarımı boynundan ayırırken.

Bu sırada Demir bana gülümsemiş ve babasını göstererek, "Baba..." demişti.

"Aaağğğ?!" dedim, heyecanlanmış gibi. "Senin baban mı o?"

"Elet..." dedi Demir.

"Biliyor musun, benim de arkadaşım o," dedim. Demir, kelimeleri Ada'ya göre daha iyi telaffuz ediyordu ama maalesef o da, bazı anlarda, aynı Ada gibi, hiçbir şey anlamadığı belli bir tavırla, bomboş bakıyordu. Ada, en azından, hiçbir şey anlamasa bile çeşitli nidalarla anlıyormuş gibi yapıyordu fakat galiba Demir, biraz fazla dürüsttü. "Sen bugün Ada'yı gördün mü?" diye sordum, merakla.

"Gördü..." dedi Begüm, gülerek. "Sarı arabasını da gördü. Ada'ya ver deyince de Ada bastı çığlığı."

Güldüm. "Gidip ben de göreyim kızımı," dedim.

Eren, "Bir kahve içelim mi beraber?" diye sordu.

"Sonra içsek olur mu?" dedim, Demir'in yanağından makas alırken. "Bat'lerle işimiz var da."

Eren'in, cümlem üzerine Bat'e çevrilen bakışları hoşnutsuzdu. Gerçi Bat'in bakışlarının da Eren'in bakışlarından bir farkı olduğunu söyleyemezdim. Elleri kot pantolonunun ceplerinde, duruşu dimdik ve meydan okurcasınaydı. Hoş, Eren de kucağındaki Demir'le, Bat'e meydan okuyor gibi görünüyordu. Burası, tam bir ateş hattıydı ve herkes de bunun farkındaydı. Demir hariç. Çünkü babasının bakışlarını takip edip Bat'i gördüğünde, "Bet! Gel!" diyerek, babasını sinir etmişti.

Bat, Demir'in çağrısına cevap verecek miydi bilinmez, Eren, "Gel, biz seninle oyun oynayalım babacığım..." diyerek Demir'i başka bir yöne çevirdiğinde, aralarındaki iletişimi kesmişti.

"Buradasın daha değil mi?" dedim Eren'e. Eren, başını evet dercesine salladı. "Tamam, gelirim birazdan..." dedim. Salondaki herkes kendi arasında bir konuşmaya daldığı için, kimseyle ayrıca muhatap olmadan öyle ortaya, "Görüşürüz," dedim ve hızlı adımlarla, Bat ile Bear'ın yanına ilerledim.

Kapıya doğru yürürken, "Resmen bakışlarınızla birbirinizi dövdünüz?" dedim Bat'e.

"Yalnızca bakışlarımı kullandığım için çok şanslı," dedi Bat, tavizsiz bir tavırla. Gökhan her neredeyse, gerçekten de acilen çay içmemiz gerekiyordu. Garaja doğru ilerlerken, Bat ve Bear yine benim korumalarımmışçasına, sağıma ve soluma geçmişlerdi.

"Asla. Begüm'ün bana söylediği herhangi bir şey yok. Veya yaptığı herhangi bir tavır da yok. Ben burada kalmanın yakışık almayacağını düşünüyorum sadece. Yani, İstanbul'a döndüğümden beri Eren'le görüşüyoruz sonuçta ve ne olursa olsun, onlar, birbirlerinin eski eşleri. Hem Nurcan Teyze ve Osman Amca'yla aram iyi, onlar da orada..."

"Orada kalman da pek yakışık alır değil yine de..." dedi Bora.

Melis, Mila, Berkan ve Bahar, garajın köşesindeki banka dizilmişken, tekerlekli sandalyesinde oturan Beyza, onların karşısına geçmişti. Bora'nın altında siyah bir eşofman, üzerinde de beyaz, kısa kollu bir tişört vardı. Dedesinin olduğunu bildiğim arabanın kaputunu açmış, sırtı garajın girişine dönük bir şekilde arabanın motoruyla ilgilenirken, bir yandan da Melis'le konuşuyordu.

"Burada kalmamdan iyi ama yine de-"

"Merhaba," dedim, Melis'in lafını istemeden de olsa keserek. "Kusura bakma, böldüm."

Melis gülümsedi ve "Hoş geldin," dedi.

Bora, sesimi duyduğunda bana dönmüştü. Kenarda duran beze uzanıp, eline bulaşmış yağı silerken de, "Günaydın," demişti. Herkes bana selam vermişti ama benim kulaklarım, en çok Bora'nın sesini duymuştu. Ada ise benim sesimi duyuncaya kadar, babasının yanındaki bir BMW'nin kaputuna çıkmış, kısık seste çalan Gasolina eşliğinde, Gökhan'ın ellerinden destek alarak dans ediyordu.

"Ani!" diye seslendi heyecanla.

Üzerindeki, daha evvel hiç görmediğim kıyafetlere şaşkınlıkla bakarken, ona doğru yürüdüm. "Dünyanın en güzel siyah zeytini!" dedim, hayranlıkla. Altında açık somon renkte, yün bir tayt; üzerinde taba rengi, kıvırcık peluş bir mont; ayaklarında da yine taba rengi, tüylü peluş ayakkabıları; başında da somon rengi, kasketli ve çene altından bağcığı olan, peluş bir şapka vardı. "Muhteşem görünüyorsun anneciğim!" Ada gülümserken, onu kucağıma almıştım. "Sen, bensiz alışverişlere mi gittin bakayım?"

"Hıı," dedi Bora, arabanın kaputunu kapatırken. "Üst katımızda alışveriş merkezi varmış da haberimiz yokmuş!" Bakışlarım, sorarcasına, Bora'nın kapkara gözleriyle birleşmişti. "Ben almışım bunları..." dedi, kaşları havalanırken. "Kız olduğunu sandığımız yeğenime... Yani parasını ödemişim. Tabii neden hamile kardeşime, doğacak kızının birinci yaşı için kıyafet... Hatta kıyafetler aldığımın hiçbir açıklaması yok. 'Kalmazdı abi,' dedi ya! 'Kalmaz diye önden almıştım. Ya kızım bir yaşına geldiğinde, bunlardan bulamasaydım?' dedi. Hayır, bebek erkek olunca da bunları birine vermeye kıyamamış. Saklamış. Bir de demez mi, 'Bugünleri öngördüm!' diye... Ada'nın giyemeyeceği kadar çok, bir yaş kıyafetleri var yukarıda. İnanır mısın, yedi farklı renkte uyku tulumu var Nazlı! Ayakkabılar... Kolyeler, bileklikler, şapkalar! Hatta mayolar ve bikiniler bile var."

"Ama yani şimdi Begüm'ü düşününce..." dedi Berkan, lafa girerek. "Bebeği kız olsaydı, onu nasıl süslerdi tahmin bile edemiyorum!"

Melis, konuşulanları Mila'ya çevirmiş, Mila ise duydukları karşısında kahkaha atmıştı. "Demir'i de ne güzel giydiriyor. Model gibi. Kız estetik zevklere sahip bir tasarımcı sonuçta," dedi gülerken.

"Yani..." dedi Bat, Mila'yı onaylar gibi. Gülümsüyordu ama Bora, ona tuhaf bir şekilde bakınca, gülümseyen yüzü anında ciddileşmişti. "Tasarımcı olduğu için estetik bir zevki olması normal. İşi sonuçta."

"Ada!" dedim, heyecanla. "Müjdemi isterim! Senin artık bir stil danışmanın var anneciğim! Hem de tasarımcı! Ne hayal edersek diktiririz! Seni civcivlere boğabilirim! Çorap tasarlatalım mı ha? Ne dersin?" Ada, hiçbir şey anlamasa da coşkulu sesimle mutlu olmuş ve iki elini birbirine çarpmıştı. "Evet bebeğim," dedim, gülümserken. "Bedavaya hem de!" Herkes kahkaha atarken, Ada göz ucuyla insanlara bakmış ve onların da bizimle eğlenmesinden pek hoşlanmamış gibi kaşlarını çatmıştı.

"Bedavaya bakıcın da var artık Ada," dedi Gökhan, imalı bir ifadeyle. "Birileri sözde, sen ağlayınca seninle ilgilenmek zorunda kalacaktı ama... Bütün evi birbirine kattın da o birileri, seni hiç duymadı!"

"Babası yanındaydı çünkü," dedim, gözlerimi devirirken. "Değil mi kızım?" Bora'ya döndüm. "Çok mu ağladı? Kaçta uyandı?"

"Sabah ezanında..." dedi Bora, iç çekerken. "Yani biz yattıktan, yaklaşık yarım saat sonra." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Turumuza, namaza kalkan babaannemle başladık. Evin her üyesiyle tanıştı ve herkese, en fazla, on dakika tahammül etti. Evin bütün odalarını dolaşmak istedi. İnsanların henüz uyuduğunu anlatmaya çalıştım ama beni asla dinlemedi. Ben, o minik işaret parmağıyla gösterdiği her odaya kafamıza göre giremeyeceğimizi söyledikçe, çığlık atarak ağlamaya başladı ve zaten o odadaki insanlar da böylece uyanmış oldu. Her odaya girdik. Bütün evi gezdik. Bütün evi. Sonra da bahçeyi. Meğer Gökhan'ı arıyormuş! Ve meğer Gökhan, ezanla beraber yürümeye çıkmış! Bahçede, Gökhan'ın gelişini gördüğünde, kızımızın bütün buhranları geçti sevgilim."

"Popüler biriyim," dedi Gökhan, Ada'ya öpücük gönderip. "Ada..." dedi, sonra da. "Sen gelene kadar, bunca keşmekeşin içinde aşk hayatı olmayan tek sap bendim. İyi ki geldin!"

"Benim de aşk hayatım yok," dedi Bear, ciddiyetle. "Lizard'ın ve Falcon'un da yok." Berkan'a döndü. "Senin de yoktu diye biliyorum?"

"Mübalağa yaptı," dedi Berkan, gülümseyerek.

Bear, kaşlarını çatarak Bat'e döndü. "Ne yapmış, anlamadım?"

"Abarttı yani," diye açıkladı Beyza.

Bear, bıkkın bir nefes verdi. "Öğrenmediğim daha kaç kelime kaldı?! Her gün onlarca kelime öğreniyorum ama bitmiyor!"

"Leo bir, sen iki!" dedi Gökhan, başını iki yana sallarken. "Bu kadar söyleneceğinize, dersinizi düzgün çalışsanız keşke!"

"Ada!" dedi Bat, gülümseyerek. Ada, kaşlarını çatıp Bat'e baktı. "N'aber?"

"Ayı!" dedi Ada.

"Demir beni çok seviyor. Sen niye sevmiyorsun?" diye sordu Bat, üzgün bir tavırla.

"Demir, hepimizi çok seviyor!" dedi Melis. Bat'in bakışları Melis'le birleştiğinde, şu an yaşanan şeyin medeni bir şey mi yoksa nahoş bir şey mi olduğuna karar verememiştim. Bir de Demir'in, Melis'i sevmesi fikrinden, sanırım hoşlanmamıştım. Bana ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ve de Demir'in, Bat'i çok sevmesiyle bir derdim yokken, Melis'i çok sevmesiyle bir derde kapılmam, oldukça taraflıydı da.

"Geliyoruz," dedi Bat. Bakışlarım gözlerini bulduğunda, "Hadi..." dedi. Gülümsedi. "Bizi bekliyorlar." Bora'nın kaşları çatılınca boğazını temizledi. "Şey... OCTO olarak, üstte toplanıyoruz da... Gelmek ister misin? Sonuçta lidersin."

"İstemem," dedi Bora, doğrudan. Bakışları beni buldu. "Öğle yemeği yiyeceğiz yarım saat sonra. Konuşacaklarım var herkesle. Ama istersen, sana şimdi kahvaltı hazırlatayım."

"Yok sevgilim, beklerim yemeği..." dedim. Ada'ya döndüm. "Anneciğim! Hadi gidiyoruz! Bakalım, annen olmadan neleri becerememiş dayıların..."

Bora'ya yaklaştım ve dudaklarına küçük bir öpücük kondurdum. "Ada, kalsın istersen burada," dedi.

"Yok," dedim, Ada'ya daha sıkı sarılırken. "Özledim kızımı ben. Görüşürüz yemekte." Bora, başını salladığında, herkesle göz teması kurarak, "Görüşürüz..." demiştim.

Ada, arkasını dönüp babasına baktı. "Ba?" dedi, sorar gibi.

"Baba, bizimle gelmiyor anneciğim. Birazdan döneceğiz ama biz onun yanına."

"Jüjim?" diye sordu Ada, bu kez de.

"O da gelmiyor anneciğim," dedim.

Garajdan çıkacağım sırada duraksadım ve bakışlarımı Beyza'ya diktim. "Lion?" dedim, merakla. "Seni OCTO'dan attılar herhalde?"

"Siz keyfinize bakın," dedi Beyza. Hafifçe gülümsedi. "Ben çok yoruldum bugün zaten. Bu kadar sosyallik bana fazla bile geldi."

Nefesimi sesli verirken, "Bear!" diye seslenip, yürümeye başladım. "Lion, kendi sürmeyecekse eğer, sandalyesini sen sürer misin? İtiraz kabul etmediğimizi de söyle. Madem OCTO toplanıyor, minik aslanı da bulun getirin, her neredeyse! Unuttuysanız diye söylüyorum, ben lider sayılırım!"

♠️

OCTO, dönüşümüzün şerefine bana bir sürpriz hazırlamıştı ve Ada'yla ben, üs adını verdikleri, dışarıdan prefabrik bir ev gibi görünen ama içerisi teknolojik bir merkez olan yere girerken, şampanya patlatmışlardı. Hem de benim için tezahürat yaparlarken. Bu, aslında beni çok mutlu eden bir şey olabilirdi; Ada, korkarak boynuma yapışıp, çığlık çığlığa ağlamasaydı eğer. Sürpriz herkesin burnundan gelmişti ve Ada'nın karşısında, hepsi sahip oldukları hayvan isimlerini bir kenara bırakarak, adeta birer maymuna dönüşmüşlerdi. Ama bunun Ada için bir karşılığı yoktu, aksine daha çok ağlamaya başlamıştı. Şampanyamdan bir yudum bile alamadan, mecburen üstten çıkmak zorunda kalmıştım çünkü eğer orada biraz daha kalsaydık, Ada ağlamaktan çatlayabilirdi.

Garaj ve üs, birbirine yakın olduğu için, biz bahçeye çıktığımızda Bora da Ada'nın sesini duymuş ve hızlı adımlarla yanımıza gelmişti. "Kızım..." dedi, Ada'yı kucağımdan alırken. "Annenin sürprizini bozdun değil mi?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Ne olacak babacığım senin bu ağlama krizlerin? Sen, böyle biri değildin ki..."

"Uykusu olduğunu Gasolina enerjisinden anlamamışım," dedim. Başımı sağa ve sola yatırarak esnetmeye çalıştım. "Halbuki ezanda kalktığını da söyledin!"

"Buğğğ!" dedi Ada, ağlaması kesildiğinde. "Ba! Buğğğ!" İşaret parmağıyla, biraz gerimizde ip gibi dizilen OCTO'nun asil üyelerinin içinden, Çınar'ı gösterdi. "Buğğğ!"

"Şampanyayı o mu patlattı?" diye sordu Bora, Ada'nın sırtını okşarken.

"Hığğğ! Buğğğ!"

"Eğer bu çocuk!" dedim, tehditkâr bir tavırla. "Büyüdüğünde, şampanya patlatılan mekanlarda takılırsa, çok fena bozuşuruz onunla!"

Bora gülerken, bakışlarını OCTO'nun asil üyelerine çevirmişti. "Hadi!" dedi, başıyla önümüzdeki yolu gösterirken. "Herkes yemeğe!" Bora'nın talimatıyla, herkes peşimizden ilerlerken; Bora, Ada'yı soluna doğru almış ve sağ eliyle, elimi tutmuştu. "Sevgilim..." dedi, yalnızca benim duyabileceğim bir sesle. Bakışlarımı merakla yüzüne çevirdim. "Yemekten sonra, benim kısa bir işim olacak. Sen, Ada'yı, odada biraz oyalarsan, o uyumadan yanınıza gelmiş olurum."

"Ne işi?" diye sordum fakat karşımıza Leo, Can, Asya, Aydın ve Noir çıkınca, Bora bana cevap verememişti. Nereden geldiklerini bilmiyordum ama koşturmacalı bir oyun oynamış gibi, nefes nefeselerdi.

"Nina!" dedi Leo, yanıma koşarken. "Ne zaman uyandın?!"

"Oağ?!" dedi Ada, şaşkınlıkla. "Ge!"

"Biraz evvel," dedim, Leo'nun saçlarını karıştırırken. "Siz nereden böyle?"

"Basketbol oynadık," dedi Leo, sevimli bir ifadeyle. Bakışları, arkamızda bir noktaya çevrilirken, dudakları şaşkınlıkla açılmıştı. "Anne?" dedi, aniden gülümserken. Annesinin yanına doğru koşturdu. "Sen odada değil miydin?"

Beyza, oğluna gülümserken, "Garajdaydım," dedi.

Leo, dünyanın en güzel haberi buymuş gibi annesine sarılırken, içimde bir yerin sızladığını hissediyordum. Böyle hisseden, sadece ben de olamazdım. Bütün OCTO, Aydın, Bora ve hatta belki de Can'la Asya bile böyle hissediyor olmalıydı. "Teşekkürler çocuklar!" dedi Leo, İngilizce konuşarak. Muhatabı, muhtemelen annesi onlarla geldiği için OCTO'ydu ama aslında teşekkür etmesi gereken kişi dayısıydı. Ben de dahil hiç kimse Leo'yu düzeltmese de gerçeği hepimiz biliyorduk. Tıpkı, dayısının, bu düzeltmeden hoşlanmayacağını tahmin edebileceğimiz gibi.

"Hadi," dedi Bora, yeniden. "Herkes yemeğe!"

Eve yürüdük.

♠️

Yirmi dört kişilik yemek masasına, otuz üç kişi oturmuştuk. Üstelik masada, artı iki bebek de vardı. Tıklım tıkış yemek yememiz çok mu lazımdı bilmiyordum. Normal zamanda, yani ev ahalisinin aslında anormal olan ama artık onlara normal gelen zamanında, biz olmadığımızda ve Eren'le Melis de olmadığında, hiç yirmi dokuz kişinin yirmi dokuzu birden bu masaya oturmuşlar mıydı merak ediyordum ama sormaya çekinmiştim. Herkes, küçük gruplar hâlinde kendi arasında konuşsa da esasen ilgi bizim üzerimizdeydi. Ada'yla ilgili sorular soruyorlardı. İlk kelimesi neydi, ilk dişini ne zaman çıkarmıştı, hep onların gördüğü kadar çok ağlıyor muydu, emeklemeye ne zaman başlamıştı, onunla İngilizce konuşuyor muyduk, başka dillere aşinalığı var mıydı, anne sütünü ne zaman bırakmıştı, uyku düzeni nasıldı, ilk adımını atmış mıydı gibi onlarca soruya, Bora'yla birlikte cevap vermeye çalışıyorduk. Bilhassa halamın, çocuk gelişimi konusundaki fikirleri bitmek bilmiyordu ve bir yandan da bunu dinlemeye maruz kalıyorduk.

"Kara oğlan!" dedi Gülsüm Hanım, Bora, Ada'nın ayak numarasını soran yengeme cevap verdikten hemen sonra. "Mevlit okuttunuz mu?"

Bora, karşısında oturan babaannesine dönerken, "Cemaati toplayamadık babaanne ya," dedi.

Herkes, Bora'nın cevabına gülerken, Gülsüm Hanım kaşlarını çatmıştı. "Ha benumlen alay edeysun!" Başını iki yana salladı. "Sonra niye müsibetler peşimizi bırakmayi diye cezinup duriysiniz... Aha senin bu zırcahal gardaşun, uşağunu sünnet etturecekmiş haftaya! Düğünsüz, bayramsız, mevlitsiz! Uşak, erkek oldim diye gezemeğcek ortaliklarda!"

"Babaanne!" dedi Begüm, araya girerek. "Ne erkek olması, ne sünnet düğünü Allah aşkına?! Ataerkil bir inançla değil, sağlık için yaptırıyoruz biz bunu!"

"Ha diğer gardaşun var ya..." dedi Gülsüm Hanım, Begüm'ü duymazdan gelerek. "O da oğluni bildiğin ecnebi yetiştirmuş! Uşağun haç kolyesi var dağ! Büyük anam vermiş idu diyor bağa. Ben uşağa cami diyorum, o bağa kilise diyor. Bu bahçedeki kulübede yaşayan uşaklar var ya... Onlarla da cideymuş zamanında kiliseye! Babasi olacak insan evladuna elli kez dedum ki, uşağını cuma namazina götür, duasini yaptir, müslüman olsun... Ama dinletemedum! Peeh! Her gece likir likir aslan süti içen adam, ne bilsin cuma namazini!"

"Babaanne!" dedi Beyza, sıkıntıyla. "Şunları, çocukların yanında konuşmayalım, dedim sana kaç kez. Lütfen."

"Ben zaten Büyük Babaanne'yi tam anlamıyorum ki..." dedi Leo, omuz silkerek. "Kızdığını anlıyorum sadece. Ama her şeye kızıyor zaten."

"Ha kizarum tabii!" dedi Gülsüm Hanım, sitemle. "Hepunuz tövbe etmeden biz selamete çikamayuz!"

"Anne," dedi Can. "Aslan sütü ne?"

"Keşke tek günahımız, aslan sütü olsa! O, içlerindeki en masumu kalıyor!" diye mırıldandı Aydın.

"Rakı," dedi Asya, Can'a.

"Günahin masumi masumiyetsizi olmaz!" diye kızdı Gülsüm Hanım, Aydın'a. Ada, başlangıçta, masa bu kadar kalabalıkken masaya oturmak istemese de; balığının yanında, Aydın Amca'sının, dün gece aslan sütünün yanında yediğini gördüğüm kavun dilimlerinin aynısından tabağında olduğunu gördüğü için -iştahı ikisini aynı anda nasıl alıyordu, gerçekten bilmiyordum- lütfetmiş ve bizimle bu masaya oturmuştu. Kavun yediği için de keyfi çok yerindeydi ve yemek boyunca, kalabalığı malabalığı tamamen boş vermiş, tabağından başını kaldırmamıştı bile. Ta ki Gülsüm Hanım, "Haram uşağum haram!" diye, sesini yükseltene kadar.

"Ayı!" dedi Ada, kaşlarını çatarak. Hararetle, kendi dilinde bir şeyler söylerken, elini kolunu oynatıyordu ve elini kolunu oynattıkça da parmakları arasındaki kavunun suyu, üstüne başına akıyordu. "Mama!" Araya giren anlamadığımız kelimeler. "Ayı!" Araya giren, sadece, kendisinin anlamını bildiği kelimeler. "Ba! Ani! Mama!"

Özetlemek gerekirse, "Biz, annemle ve babamla hep yemek yeriz ve yemek yerken böyle şeylere alışık değiliz," diyordu.

"Mevlit okutmak lazım sağa," dedi Gülsüm Hanım, Ada'ya gülümserken.

Ada, Gülsüm Hanım'ın kendisine gülümsemesinden hoşlanmamış bir şekilde, parmaklarının arasında ezile ezile bir hâl olan kavunu ağzına atmıştı.

"E abimlerin toplayamadığı cemaat komple bu evde yaşıyor hazır, okuyun babaanne siz, sizi tutan mı var?" dedi Begüm. Sıkıntılı bir nefes verdi. "Demir'in sünnet mevlidini de okuyun. Topluca, hepsi çıksın aradan."

Gülsüm Babaanne bir şey diyecekti ki, Bora araya girince, susmak zorunda kalmıştı. "Şu konuyu kapatabilir miyiz?" Bora'nın bakışları Leo, Asya ve Can arasında dolaşırken, Sevim'de durdu. "Sevim..." dedi, sakince. "Leo, Asya ve Can'a film açar mısın senin odanda?"

"Özel bir şey konuşacaklar," dedi Can, Asya ve Leo'ya bilgi verir gibi. "Bizden gizli."

"Dayı!" dedi Asya, yumuşacık bir sesle. "Noir da bizimle gelsin mi?"

Ada, yemeğinden bir kez daha başını kaldırdı. "Oağ?" dedi, sorar gibi. "Ayı!"

"Sana sormadı anneciğim, babana sordu Asya Abla'n," dedim. Ada, bana, ne diyorsun diye sorar gibi baktı. "Kavun yedin mi sen?" dedim, tatlı bir ifadeyle.

"Hığğğ," dedi Ada. Bir dilim kavunu daha ağzına attı. "Kağu!"

Ada, ağzına attığı kavunu afiyetle yerken; Bora da Ada'ya çaktırmadan, Asya'ya, Noir'yı çağırmasını işaret etmişti.

"Güzel mi kavun?" dedim, merakla.

Ada, başparmağının ucunu, diğer parmaklarıyla birleştirirken, boğazından, "Immhh..." diye bir ses çıktı. "Jüje."

Noir, Leo, Can, Asya ve Sevim salondan çıktıklarında, Bora derin bir nefes vermiş ve "Sizinle konuşmak istediğim bazı şeyler var..." demişti.

Çınar, masadaki herkes üzerinde hızlıca gözlerini gezdirip, "Seni dinliyoruz," dedi.

"Bu akşam, biz Kilyos'a geçeceğiz," dedi Bora. Arkasına yaslandı ve suyundan bir yudum aldı. "Bu akşam itibarıyla isteyen herkes, eski düzenine dönebilir. Burası hepinizin evi. İsterseniz, istediğiniz kadar, burada kalmaya devam edebilirsiniz elbette. Fakat bunu istemezseniz de evinize dönebilirsiniz. Hayatlarınıza da..."

"Nasıl yani?" diye sordu Bat.

"İyi de bu tehlikeli değil mi?" diye sordu Özcan Abi.

"Nasıl olacak bu iş?" diye sordu Filiz Hala.

"Güvende miyiz yani Bora Abi?" diye sordu Sultan.

"Güvendesiniz," dedi Bora, başka birinin söze girmesine fırsat vermeden. "Pazartesi itibarıyla çocuklar okula başlayacaklar. Ablam, tedavisi için hastaneye gidip gelmeye... Bunlar kesinkes olacak ve herhangi birinin itiraz hakkının bulunmadığı konular." Duraksadı ve bakışlarını Canan'la Özcan Abi'ye çevirdi. "Asya'nın gözetimi her ne kadar Begüm'e ait olsa da... Ve onun üzerinde, hepimizden fazla hakkı olsa da... Asya, bizim, hepimizin çocuğu. Onunla ilgili bir karar verme hakkım olduğunu ve Begüm'ün kararıma asla müdahale etmeyeceğini, verdiğim karara güveneceğini düşünüyorum. Leo ile ilgili de en azından fikir belirtme hakkım olduğu ve buna, annesinin de babasının da itiraz etmeyeceği, fikrime saygı duyacakları, onun için en iyisini isteyeceğime inandıkları kanaatindeyim. Fakat Can için bunları söyleyemem. Sizden ancak bana inanıp güvenmenizi isteyebilirim fakat günün sonunda, ben, sizin kararınıza saygı duymak zorunda kalırım." Bakışları yeniden masadaki insanların üzerinde dolaştı. "O yüzden, Asya ve Leo'nun, Pazartesi okula başlayacağı ve ablamın da tedavisi için hastaneye gidip gelmesi, itiraza kapalı konular."

Masadaki hiç kimse, çıt sesi dahi çıkartmadan, Bora'yı dinliyordu.

"Bunların dışında... İsteyen işe gider, isteyen her ne yapmak istiyorsa onu yapar," dedi Bora. Bakışları Bahar'la birleşti. "Pazartesi, ben holdingde olacağım. İşimin başında. Eğer sen de orada olursan, kurduğun düzeni devam ettirebilirsin veya birlikte, yeni bir düzen kurabiliriz."

"Kara!" dedi Çınar, şaşkınlıkla. "Önce, biz mi bi' konuşsaydık, kendi aramızda?"

"Kendi aramızda konuşacak bir şeyimiz yok," dedi Bora, rahat bir ifadeyle. "İstediğim tek şey, hepinizin yaşaması... Şu an, yalnızca nefes alıp veriyorsunuz. Bir hapishanedesiniz. Ve mutsuzsunuz. İçinizde, çıkıp da, ben böyle de mutluyum diyen, bir kişi var mı?"

Bora, bir kişiyi bile atlamadan, herkesin gözlerinin içine tek tek bakmıştı ama hiç kimse, söylediklerinin aksi yönünde bir beyanda bulunmadı.

"Yaşadıklarınız çok ağır şeyler..." dedi Bora, yeniden konuştuğunda. "Korkularınızı, kaygılarınızı, endişelerinizi çok iyi anlıyorum. Diyorsunuz ki içinizden: Herife bak. Geldi, emirler yağdırıyor. Bizim ne yaşadığımız hakkında bir bok bilmeden. Ama öyle değil. Yaşadığınız her şeyi, ben misliyle yaşadım. Hayatlarınıza devam edeceksiniz, öncesinde olduğu gibi. Suikastler de düzenlenebilir, oradan buradan bombalar da çıkabilir, bunlar daha evvel de oluyordu, yine olabilir ama burada, herkesin içinde söz veriyorum, sizi canım pahasına koruyacağım."

Bora'nın cümlesi içime derin bir kesik açarken, bir an için nefes alamadım.

"Kendimi de koruyacağım," dedi, hemen ardından. "Ölmeye niyetim yok, merak etmeyin. Ölümden korkulmaz. Ölüme kafa da tutulmaz ama ölümden korkulmaz. Bu savaş... Yani Mehmet Şahindağ ile olan savaşımız... Çok yakında bitecek. Az kaldı. Sizleri yalnız bıraktığımız için özür dilemeyeceğim çünkü önce karımla, sonra da karım ve kızımla, muhteşem zamanlar geçirdik. Eğer ben o zamanı geçirmeseydim, bugün, bu kadar sağlıklı bir yerden düşünemez ve bu kadar soğukkanlı kararlar veremezdim."

"Kararlarını..." dedi Aydın, merakla. "Bizimle paylaşacak mısın Kara?"

"Öğreneceksiniz birazdan," dedi Bora. Gülümsedi. "Ada öğle uykusuna yatmadan, halletmem gereken bir iş var. Babamın çalışma odasında olacağım. Bana bi' kahve gönderirseniz ve sonrasında da beni kimse rahatsız etmezse çok sevinirim." Elini omzuma koyarken eğildi ve Ada'nın yanağından öptü. "Ben birazdan geleceğim kızım."

Bora, salondan çıktığında, masada büyük bir karmaşanın hakim olacağını düşünmüştüm ama hiç kimsenin ağzını bıçak açmadı ve herkes, kendi sessizliğine gömüldü.

♠️

YouTube üzerinde izlemediğimiz civciv videosu kalmadığı için, Ada'ya video bulmakta bazen zorluk çekiyordum. Civcivler, birbirlerinin neredeyse tıpatıp aynısı oldukları ve onları birbirlerinden ayırt etmek zor olduğu için, hangi videoyu izlediğimizi hangi videoyu ise izlemediğimizi karıştırmam mümkündü ama Ada, asla karıştırmıyordu. İzlediğimiz bir videoyu açarsam, "Ayı! Ayı!" diyerek beni uyarıyordu ve ben buna, her defasında şaşırıyordum. Boyayla olduğundan farklı renge getirilmiş civciv videolarından ve civcivlerin makus talihlerinin anlatıldığı videolardan uzak duruyorduk fakat civciv videosu da fazlaca çeşitliliği olan bir konu değildi. Birçok farklı dilde de araştırma yapsak, bu videoların bir sonu vardı, olmak zorundaydı ama Ada'ya bunu nasıl anlatacağımı bilmiyordum.

Ada'nın bezini değiştirmiş, ona pijamalarını giydirmiş ve annesinin, pazardan ona hediye olarak beş tane civciv aldığını iddia eden, en çok on yaşında görünen bir erkek çocuğunun videosunu bulmuştum. Yemek yemek nedense biraz uykusunu açmıştı ve yeniden mayışması zaman alacaktı. Video izlerken mayışması ise mümkün değildi, -zaten bu yanlıştı- civcivlerin tek bir saniyesini kaçıracak diye ödü kopuyor olsa gerek, beyninin bütün kıvrımlarını kullanırken, aklından uyku falan geçemezdi. Ada, daha evvel izlemediğimiz bu videoyu büyük bir ilgiyle izlerken, ben ise tetikte bekliyordum. Çocuğu tanımıyordum sonuçta, civcivlere nasıl davranacağını bilmiyordum ve Ada'nın yanlış bir şeye şahit olmasını istemiyordum. Her zamanki gibi de videonun sesini kapatmıştım ve Ada, videoyu sessiz sinemaymış gibi izliyordu. Zaten bence Ada, civcivlerin ses çıkartabildiklerini veya bu izlediğimiz videoların aslında sesi olduğunu öğrense de hayatının şokunu yaşayabilirdi.

Aslında, video izlemesi başlı başına büyük bir yanlıştı ve bu tamamen benim hatamdı. Uyku arkadaşı olan civcivi ve iğrenç sarı çorapları, iğrenç sarı çoraplar hâline gelmeden önceki civciv desenine ilgi duyduğu için ve adada civciv bulup ona gösteremeyeceğim için, YouTube'dan civciv videosu açma gafletinde bulunmuştum. O an'dan sonra da bunun önünü alamamıştık ve Ada, düzenli olarak her gün, en çok on beş dakikayla sınırlandırılmak üzere, civciv videoları izliyordu. Hatta bence, telefonlarımızın ve bilgisayarlarımızın içinde sadece bizim çektiğimiz videolar, Gasolina ve civcivlere ait videolar var zannediyor olabilirdi. Hele Gasolina bazen televizyondan da çıkabiliyordu! Mesela, YouTube'da aslanlar da var desem, açsam ve izletsem, hayatının en büyük şokunu yaşayabilirdi. Çünkü bence, civciv dışındaki bütün hayvanların da yalnızca kitaplarda olabileceğini zannediyordu. Aksini düşünse, izlemek için talepte bulunurdu. Ama ne zaman aklına filler ya da zürafalar düşse, kitaplarını gösteriyordu. Televizyondan civciv videosu açsam da şaşırır mıydı acaba, civcivleri sadece telefonda, tablette ve bilgisayarda izlemişti.

Aslında ben ona telefon, bilgisayar, televizyon ve hatta tablet de olabilirdi, internete bağlanabilen herhangi bir cihazdan ne videolar açardım ama açıkçası biraz babasından çekiniyordum. Çünkü babası, civciv videolarına alışmasından da hoşnut değildi. Daha evvel babasının, televizyonda belgesel ve ekonomi programı izlediğine şahit olmuştu. Bora'nın o sırada izlediği belgesel, uzay belgeseliydi ve Ada, ekrana şöyle bir bakıp kafasını çevirmişti. Uzaya dair hiçbir fikri olmadığı gibi belli ki ilgisini de çekmemişti. Babasını ekonomi programı izlerken gördüğünde ise, ekrandaki tanımadığı yüzlere kaşlarını çatarak bakmış, daha sonra da babasına, televizyonu kapatması için, "Ayı!" diye kızmıştı. Bora'ya göre, ilgisini çeken şeyler izlemedikçe, yanında bir şeyler izliyor olmamızın herhangi bir zararı yoktu. Zaten yanında, ne kadar ve ne izleyebilirdik, film açacak hâlimiz de yoktu. Yalnızca, onun dikkatinin izlediğimiz şeyde olmadığından emin olmamız, bir şey izlerken onun varlığını yok saymamamız ve onun odağı oraya kayarsa da izlediğimiz şeyi kapatmamız gerekiyordu. O yüzden Bora'ya, "Sen Ada'nın yanında televizyon açmıştın ama!" diye kızarak üste çıkamıyordum. Zaten televizyonda Gasolina dışında aman aman ilgisini çeken bir şey olduğuna zerre inanmamış olsa gerek, Leo, Spiderman izlerken dönüp de televizyona bakmamış, çığlık sesinden de ayrıca korkmuştu.

Bir keresinde, Ada'ya, "Sayı sayan animasyon ördeklerle tanıştırayım mı seni anneciğim?" diye sorduğumda, Bora, "Hayır Nazlı. Çok istiyorsan kendin say ama başka bir video formatına alıştırma sakın çocuğu! Zaten korkar onlardan!" diye bana kızmıştı. O zamanlar, Ada'ya zaten Zeytin lakabını öğrettiğim için, Bora'nın arkasından başka bir iş çevirmek istememiştim. Bir yandan da haklı olduğunu, video izlemenin Ada'nın hayal gücü ve zeka gelişimi de dahil birçok şeyi olumsuz yönde etkileyeceğini biliyordum. Yoksa Bora'yı o kadar dinlemezdim de... Ada da, Hande'nin yeğeni Beyza gibi, animasyon ördeklerden korkar mıydı, merak ediyordum. Korkmaması gerekiyordu aslında, çünkü o benim kızımdı.

"Cici..." dedi Ada, işaret parmağıyla ekrandaki civcivi gösterirken. "Cici ge..." Bana döndü. "Ani! Cici ge..."

"Gelemez ki anneciğim oradan, nasıl gelsin?" diye sordum, şaşkınlıkla.

Böyle bir talepte ilk kez bulunuyordu. Acaba yeteri kadar izlediğimizi, artık bir sonraki level'a geçmemiz gerektiğini falan mı düşünüyordu? Ben de pazara gidip, Ada'ya civciv mi alsaydım? Nasıl bir tepki verirdi acaba? Kilyos'ta civciv besleyebilir miydik? Ama yaşarlar mıydı ki? Gerçi balıklarımızı yaşatabilmiştik, belki civcivleri de yaşatabilirdik. Selim'in hemen gelmesi gerekiyordu çünkü ben balıklarımızı özlemiştim ve balıklarımızın da evlerini özlediklerine emindim. Tıpkı benim özlediğim gibi. Bir an evvel Kilyos'a gitmeliydik. Onlar, jakuzinin yanı başında, ait oldukları yere konumlanmalıydı ve ben de jakuziye girmeliydim. Bora'yla. O jakuzide, mükemmel bir keyif yapmak, çok uzun senelerdir kurduğum bir hayaldi ve artık, bu hayalimin gerçek olması gerekiyordu. Acaba Ada, ekrandaki çocuk civcivleri kovalarken ne düşünüyordu ve acaba Bora, Ada'ya böyle bir şey izlettiğimi görse nasıl bir tepki verirdi?

Videoyu durdurmak üzere parmağımı ekrana götürdüğümde, ekrana yukarıdan bir bildirim düştü. Instagram bildirimi. Bir insanın hayatı boyunca kolay kolay karşılaşması mümkün olmayan, bana gözlerimin doğru görüp görmediğini ve hatta delirip delirmediğimi sorgulatan, olmayacak bir bildirim. Hayretler içinde miydim yoksa dehşete mi kapılmıştım bilinmez, bu bildirimi görüp de benim yaşadığımı yaşamayan herhangi bir insanın, yer yüzünde var olduğuna inanmıyordum.

"Bora Karabey bir canlı video başlattı. Sona ermeden izle!"

Ne?!

Continue Reading

You'll Also Like

Kayıp Parça By Rabikce

General Fiction

83.6K 6.5K 13
Balım. Kalabalık bir ailenin en küçük üyesiydi. Babasının göz bebeği, abilerinin prensesi. Ancak annesinin hataları yüzünden hayatı bir anda değişti...
4.6K 125 5
Burada Vini ile ilgili her seyi bulabilirsiniz
1.8M 126K 29
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
39.6K 338 23
Kitap öneri ve istek Sizler için watpat basılı kitapların pdflerini buldum ve yardımcı olacağım