Midnight Sessions | Taekook

By suicidalones

27.5K 4K 2.7K

Son zamanların en popüler oyuncularından biri olan Kim Taehyung, sette istemsizce sebep olduğu bazı sorunlar... More

✣ Ⅰ ✣
✣ ⅠⅠ ✣
✣ Ⅳ ✣
✣ Ⅴ ✣
✣ Ⅵ ✣
✣ Ⅶ ✣
✣ Ⅷ ✣
✣ Ⅸ ✣
✣ Ⅹ ✣
✣ ⅩⅠ ✣
✣ ⅩⅠⅠ ✣
✣ ⅩⅠⅠⅠ ✣
✣ ⅩⅣ ✣
✣ ⅩⅤ ✣
✣ ⅩⅤⅠ ✣
✣ ⅩⅦ ✣
✣ⅩⅧ✣
✣ⅩⅨ✣
✣ⅩⅩ✣
✣ ⅩⅪ ✣
✣ⅩⅪⅠ✣

✣ ⅠⅠⅠ ✣

1.1K 178 71
By suicidalones

Başımda korkunç bir ağrı vardı.

Gözlerimi yavaşça araladım. Her hareketim bir öncekinden daha ağır, can acıtıcıydı. Göz kapaklarıma iğneler batıyor gibi hissediyordum.

"Bay Kim? Uyandınız mı?"

Jowoon'un sesiyle birlikte gözlerimi tamamen açtım.

Her şeyi hatırladım.

"Siktir." Dudaklarımdan dökülen küfür kulağıma yabancı geldi. Ben konuşmuyordum sanki. "Siktir, siktir, siktir."

Doğrulmaya çalıştığımda nerede olduğumu fark ettim. Bir hastane yatağındaydım, üstelik koluma bir serum takılmıştı.

"Hemen kalkmaya çalışmamalısınız, Bay Kim." Jowoon beni nazikçe omuzlarımdan tuttu ve engelledi. "Henüz yeni kendinize geldiniz."

"Neresi burası?" diye sordum, sesimdeki korkuyu kim duysa yakalardı. "Ben..."

"Özel bir doktor muayenehanesi. Sakin olun."

Sakin olun demesine rağmen onun da gergin olduğu çok belliydi.

Bu bir felaketti. Rezil olmuştum.

"Jowoon, ben ne yaptım?" Sesim fısıltıya dönüştü. Gözlerim doldu.

"Bir şey yapmadınız, Bay Kim. Merak etmeyin. Herkese sizin hasta olduğunuzu söyledik."

"Kimse inanmamıştır." Yaşlar yanaklarımdan aşağı süzüldü. "Tanrım, Jowoon. Herkes sahne yüzünden olduğunu düşünüyordur."

Başını iki yana salladı. "Hayır, bunu yalnızca siz gerçeği bildiğiniz için düşünüyorsunuz. Merak etmeyin. Problem yok."

Başımı ellerimin arasına aldım. Minjun. Minjun'a ne diyecektim?

"Ben uyandığınızı doktora haber vereyim." diyerek derin bir nefes aldı Jowoon. "Siz de ağlamayın, lütfen."

Onu başımla onayladım ama gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Berbattı. Felaketti. Beni lavabodan çıkarttıklarında ne görmüşlerdi?

Jowoon odadan çıktıktan sonra yanaklarımı sildim, birkaç saniye tavana baktım. Ağlamayacaktım. Benim hatamdı ve düzeltmek zorundaydım. Ağlayarak hiçbir şeyi çözemezdim.

Kapı açıldı. Ortayaşlı, uzun boylu bir adam içeri girdi.

"Bay Kim, uyanmışsınız." dedi, yatağa yaklaştı. "Nasıl hissediyorsunuz?"

Boğazımı temizledim. "İyiyim, teşekkür ederim."

"Anlaşılan bir panik atak geçirmişsiniz." dedi adam. "Büyük bir atak. Bu daha önce başınıza gelmiş miydi?"

Başımı iki yana salladım. Elbette gelmişti.

"İlk kez yaşadığınız bir durumsa korkmanız normal fakat psikiyatrik bir tedaviyle halledilmeyecek bir şey değil. Stres altında mısınız?"

"İşten ötürü biraz evet," dedim. "Yoğunluktan sanırım."

"Yine de size tavsiyem bir profesyonelle görüşmeniz olur. Onun dışında sağlığınızda bir sıkıntı yok gibi duruyor. Serumunuz bittikten sonra çıkabilirsiniz."

"Teşekkürler." dedim. Başka hiçbir şey demeye gücüm yoktu zaten. Muhtemelen serumun içerisinde sakinleştirici de vardı, kendimi ağırlaşmış hissediyordum.

"Rica ederim, iyi günler." Doktor odadan çıkınca Jowoon yatağın başındaki sandalyeye oturdu.

"Bay Kim," dedi. "Bay Kwon'un olanlardan haberi var."

Gözlerimi sıkıca yumup alnımı sıvazladım. "Ve?"

"Ve'si şu ki... Siz ve benim dışımda durumun hastalıktan kaynaklı olmadığını o da biliyor. Ben bir şey söylemedim. Kendisi anlamış."

"Elbette anlar." Mırıldanırken gözlerimi açtım. "Daha sabah doktorumu değiştirmesini istedim. Salak değilse noktaları birleştirebilmiştir. Kimsenin de hastalık yalanına inanacağını düşünmüyorum zaten."

"Dahası da var." Jowoon kolunu kaşıdı. "Doktor Jeon... yolda."

"Ne?" İstem dışı hızlıca doğruldum. Ani hareket başımı döndürdü. "Nasıl yani? Neden?"

"Nedeni belli." Dudaklarını birbirine bastırdı. "Bay Kwon'un isteği, siz uyanınca mesaj atmamı söyledi. Doktor sizinle görüşecekmiş. Evinize gelecek."

"Lanet olsun." Tırnaklarımı avucuma batırdığımı avucumdaki ıslaklıktan anladım. Avuç içimi kanatmıştım.

Kafamı kaldırıp seruma baktım. Az kalmıştı.

"Karışabileceğim bir durum değildi," dedi Jowoon. "Üzgünüm."

"Senlik bir durum yok." dedim, neredeyse gülecektim. "Ne hissedip düşündüğümü bir sen önemsiyorsun zaten."

"O da ne demek, Bay Kim?" Bana üzüldüğünü görebiliyordum. "Elbette önemsiyorum. Siz benim bir dostumsunuz ve çok iyi bir insansınız."

"Sağ ol, Jowoon." dedim. "Beni biraz yalnız bırakabilir misin?"

"Elbette." Ayaklandı. "Kapıda bekliyor olacağım. Serumunuz bittiğinde seslenirsiniz."

"Tamam." Ona gülümsedim. Gülümsemeye çalıştım, daha doğrusu.

Jowoon odadan çıktı. Kolumdaki branülü çekip çıkarttım, yataktan kalktım.

O sırada üzerime giydirilmiş olan sweatshirt'ü fark ettim. Setten çıkarken giydirilmiş olmalıydım. Kumaş pantolon hâlâ altımdaydı.

Odada birkaç tur attım. Doktor Jeon'un ne yapıp ne edip beni konuşturacağının farkındaydım. Jowoon kapıdayken odadan kaçmam mümkün gibi de durmuyordu. Gerçi kaçsam ne yapacaktım? Maskem, şapkam, hiçbir şeyim yoktu. Binadan çıktığım an sokaktaki herhangi biri beni fark eder, etrafım bir anda insanlarla dolardı.

Pencereye yanaşıp büyük, dikdörtgen camı açtım. Dirseklerimi yaslayıp aşağı eğildim. Epey yüksekteydim. Sekiz ya da dokuzuncu kat olmalıydı.

Derin bir nefes aldım. Bir anlığına atlasam ne olabileceğini düşündüm. Başta küçücük, anlık bir fikir olarak zihnime sızdı. Saniyeler içerisinde büyüdü. Gerçekten, bütün bunlar bir son bulsa rahatlar mıydım? Belki de sonsuz bir uykuya yatmak çok da kötü olmazdı. Öteki taraf diye bir şey vardıysa bile bu beni korkutmadı.

İntihara meyilli bir insan değildim ama ölüm fikri beni korkutmuyordu. Böyle bir anda, hayatım boyunca yaşamaktan zevk aldığım anlar çok azmış gibiydi. Para. Ün. Şöhret. Partiler. Eğlenceler. İçkiler. Başarı.

Hiçbiri benim için olmazsa olmaz değildi. İçimdeki o korkunç boşluğu doldurmuyor, geceleri yastığa kafamı koyduğumda deliksiz uyumamı sağlamıyorlardı. Aksine hepsine o kadar alışıktım ki neredeyse hiç zevk almıyordum hiçbirinden.

Namjoon'un dediklerini düşündüm. Sokağa dilediğim gibi çıkabilmek, insanların ne düşüneceğini önemsemeden hareket edebilmek nasıl olurdu, hayal bile edemiyordum.

Belki de her şeye son verebilirdim. Bir dakikamı bile almazdı. Vücudum yere çarpmadan kalp krizinden ölmüş olurdum.

Aşağı doğru iyice eğildim. Kendimi cesaret gerektiren ya da çok büyük sonuçları olabilecek bir şey yapıyor gibi hissetmiyordum. Bomboştum. Kafamın içi sessizdi.

Bir ayağım yerden kesildi. Üst vücudumun tümü dışarıdaydı.

Kalbim çarpmıyor, midem bulanmıyor, ellerim uyuşmuyordu. Bayılacak gibi de hissetmiyordum.

Tek ayağımın parmak uçlarındaydım.

Manzara güzeldi. Güneş hâlâ tepedeydi, hava bulutsuzdu. Seul, ayaklarımın altındaydı.

Öbür ayağımı da yerden kestim.

Birisi belime sıkıca asıldı. Jowoon'un çığlığını duydum. "Bay Kim! Bay Kim! Tanrım!"

Beni sertçe içeri çekti, birlikte yere düştük.

Sanırım tam o an gerçekliğe döndüm.

"Bay Kim!" Jowoon'un gözleri doluydu. Nefes nefeseydi, hızlıca yanıma kadar emekledi. "Bay Kim, ne yapıyorsunuz siz?"

O sırada doktor içeri girdi. İkimizi de yerde, nefes nefese görünce endişeyle yanımıza diz çöktü. "Neler oluyor? Bay Kim?"

"Bir şey yok," dedi Jowoon, kekeleyerek. Ben konuşma yetimi kaybetmiş gibiydim.

Kendimi mi öldürecektim?

"Yanlış anlaşılma." Jowoon maraton koşmuş gibi nefes alıp veriyordu. "Bir sorun yok."

"Emin misiniz?" Doktor pek inanmışa benzemiyordu.

Kendimi öldürecektim.

"Eminim. Bizi yalnız bırakır mısınız?" İlk kez bu kadar sert konuştuğunu duyuyordum. Doktor tereddüt etse de bir şey söylemedi, bize son bir kez bakıp odadan çıktı.

Jowoon ellerini yüzüne gömdü. Sarsılan omuzlarından ağlamaya başladığını anladım.

Şok bedenime yavaş yavaş vuruyordu.

Ne yapmıştım ben?

"Jowoon, ben..." Ağzım kupkuruydu. Kalbim bir anda hızla çarpmaya başlamıştı. "Ben..."

"Bir şey söylemeyin." Ellerini yüzünden çekti, sesi titriyordu. "Konuşmasak daha iyi."

Dediğini yapıp sustum. Zaten söyleyebilecek hiçbir şeyim yoktu. Böyle bir durumda ne kendimi açıklayabilir, ne de savunabilirdim.

Jowoon ayağa kalktı. Bacakları bile titriyordu. Ben birkaç saniye daha yerde oturmaya devam ettim.

Bilgisayar çantasını ve ceketini aldı. "Kalkın, Bay Kim." dedi, yüzüme bakmadan. "Gitmemiz gerek."

Komutsuz hareket edemeyen bir asker gibi dediğini yaptım. Elim ayağım boşalmıştı. Hiçbir şey düşünemiyordum.

Tek kelime konuşmadan odadan çıktık. Doktor büyük bir evi muayenehaneye çevirmişti, Jowoon gidip ödemeyi yaptı. Ben dış kapının önünde bekledim.

Kafayı mı yiyordum?

Jowoon yanıma gelip asansörü çağırdı. Sessizlik ölüm gibiydi. Düşüncelerim git gide daha gürültülü bir hâl alıyor, göğsüme çöküyordu ama ne ben konuşabilecek durumdaydım, ne de Jowoon.

Asansör geldi, kapı kayarak açıldı. Jowoon benim binmemi bekledi, bindim. Kendisi de binip düğmeye bastı.

"Bunu Doktor Jeon'a anlatacağım." dedi, yüzüme değil, tuşlara bakıyordu.

Hiçbir şey söylemedim. Anlatma diyemezdim. Nasıl diyecektim ki?

Kapı açıldı, otoparktaydık. Araba önümüzde duruyordu. Bindik. Şoför de, Jae de ikimizin de bembeyaz olduğunu görünce tek kelime etmedi. Eve kadar arabada çıt çıkmadı.

Yol boyunca kafamı cama yaslayıp düşündüm. Yaptığım şey duyulursa neler olacağını düşündüm. Beni bir başkası görseydi, daha da kötüsü atlayıp da ölmeseydim -çok düşük bir ihtimaldi ama yine de düşündüm- neler olurdu?

Daha da önemlisi, o an bana ne olmuştu?

Ölmeyi istemek çok uzun zamandır aklımın ucundan bile geçmeyen bir şeydi. Nasıl korkmamıştım? Bir anda kendimi nasıl o halde bulmuştum?

"Bay Kim, geldik." Jowoon kapımı açtığında düşüncelerimden sıyrıldım. Arabadan indim.

Önümden yürüyordu. Güvenlikten geçip lobiye yaklaştığımızda durdu, ben de doğal olarak kafamı kaldırıp baktım.

Deri koltuklardan birinde doktor oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı.

"Bay Jeon," Jowoon ona yaklaşıp elini uzattı. "Ben Yeon Jowoon. Bay Kim'in menajeriyim."

Doktor ayağa kalktı, uzattığı eli sıktı. "Memnun oldum. Jeon Jungkook."

"Sizinle biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu ona Jowoon. "Özel."

Doktorun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Tek kelime etmeden arkalarında, ayakta duruyordum çünkü.

"Elbette." diye yanıtladı doktor. Jowoon bana döndü, "Bay Kim, siz biraz oturun."

Yine dediğini yaptım. Deri koltuklardan birine çöktüm.

Onları duyamayacağım kadar uzaklaştılar. Jowoon'un sırtı bana dönüktü. Doktor ondan uzun olduğu için onun omzunun üzerinden doktorun yüzünü görebiliyordum.

Jowoon konuşmaya başladı. Doktorun surat ifadesi gittikçe ciddileşti.

Tanıştığımızdan beri ilk kez o kadar ciddi bir surat ifadesi takındığını gördüm hatta.

Jowoon'u dikkatlice dinledi. Arada bir söylediklerini başıyla onaylıyor, bazen kaşlarını kaldırıp bir şeyler söylüyordu. Soruyor gibi duruyordu daha doğrusu.

En son, "Anladım." dedi. Dudaklarından okuyabildiğim tek kelime bu oldu.

Jowoon'un omzunu sıktı, o sırada bakışlarımız kesişti. Gözlerini ilk kaçıran ben oldum.

Birkaç saniye sonra yanıma gelmişlerdi bile.

"Bay Kim, ben çıkıyorum." dedi Jowoon. Sesi soğuktu. "Bir saate gelirim. Civarda olacağım."

Gelmene gerek yok, demek istedim ama diyemedim. Başımla onayladım sadece.

"Bay Kim?" Jowoon uzaklaşırken doktor bana seslendi. Ona değil, Jowoon'un uzaklaşan bedenine bakıyordum.

İlk kez ses tonu beni normalde ettiği kadar rahatsız etmedi. "İsterseniz evinize çıkalım."

Cümlesi üzerine kafamı kaldırıp ona, daha doğrusu bana uzattığı eline baktım.

Elini tutmadım. Gerek yoktu. Bunun yerine kendim kalktım, onu beklemeden asansöre yürümeye başladım.

Arkamdan gelen tok adım sesleri zaten peşimde olduğunu anlamama yetiyordu. Asansörü çağırıp bindim, doktor da bindikten sonra 21. kat tuşuna bastım.

Sırtımı aynaya yaslayıp ondan uzaklaştım. Gözlerim cayır cayır yanıyordu. Tek istediğim eve gidip uyumaktı ama onun yerine beni muhtemelen daha kötü hale getirecek olan psikiyatristimle bir seans yapmam gerekecekti.

Hakkımda ne düşündüğünü bilmiyor, daha doğrusu umursamamaya çalışıyordum ama çok zordu. İmkansızdı.

Gözümün ucuyla doktora baktım. Bana değil, karşıya, asansör kapısına bakıyordu.

Sonunda asansör durdu, kapı açıldı. İlk ben indim. Önden ilerleyip hızlıca evin şifresini girdim, dlink sesiyle birlikte kilit açıldı.

Kapıyı itip eve girdim. Doktor da peşimden geldi.

Kapının eşiğinde birkaç saniye birbirimize baktık. Üzerinde yine o uzun, siyah deri ceketi vardı. Elleri ceplerindeydi.

"Konuşmama şansım var mı?" diye sordum. Sesim çok yorgun ve kısık çıktı.

"Maalesef," dedi. "Salonunuz ne tarafta?"

Salonda kendimi daha ciddi ve rahatsız hissedeceğim için, "Mutfağa geçin." dedim, elimle sağdaki kapıyı işaret ederken.

"Tamamdır." Beni beklemeden mutfağa girdi. Ben de üzerimi değiştirmek için odama çıktım.

Aynada kendimi görünce duraksadım. Birkaç saatte yaşlanmıştım sanki. Gözlerim kırmızı, rengim soluktu. Gözaltlarım çökmüştü, dudaklarım yer çekimine kapılmış gibi aşağı bakıyordu.

Üzerimdeki sweatshirt ve kumaş pantolonu çıkartıp bir tişört ve eşofman giydim. Derin bir nefes aldım.

Kendimi tanıyamıyordum.

Hızlıca elimi yüzümü yıkadım -tabii ne kadar hızlı olabilirsem- ve aşağı indim. Doktor, ceketini çıkartmış, normalde hep benim oturduğum sandalyeye oturmuştu.

Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum.

"Evet," diyerek başladı konuşmaya. "Sizi dinliyorum."

"Her şeyi duydunuz işte." dedim. "Biliyorsunuz."

Kollarını göğsünde kavuşturup arkasına yaslandı. Başını iki yana salladı.

"Bilmiyorum. Sadece tanıkları dinledim. Benim için önemli olan sizin ne hissettiğiniz."

Derin bir nefes aldım. "Sette panik atak geçirdim." dedim. "Bayılmışım. Uyandığımda bambaşka bir yerdeydim."

"Sizi tetikleyen etkenin farkında mısınız?"

"Evet," diye yanıtladım. "Gayet farkındayım ve hakkında konuşmak istemiyorum."

"Peki."  Yine o umursamaz ses tonunu kullanıyordu. Sakinleştiriciden ya da yaşadıklarımdan olsa gerek, kafama takılmadı. "O zaman şöyle yapalım, sorularıma evet ya da hayır diyerek cevap verin."

"Hayır." dedim, direkt. "Yine hakkında konuşmuş olacağız, istemiyorum."

"Bay Kim," Öne doğru eğildi, göğsünde birleştirdiği kollarını çözdü. "Önünde sonunda konuşmamız gerekecek."

Doğru olduğunu biliyordum.

"Bugün değil." Masanın altından ellerimle oynamaya başladım.

"Panik atak geçirmenize sebep olan şeyle muayenehanede yaşanılan şey birbiriyle bağlantılı mı?"

Gözlerim yeniden yanmaya başladı.

"Hem evet hem hayır." Sesim çıkmadı bile. Sesli konuşursam ağlamaya başlayacağımın farkındaydım.

"Diyelim ki sizi zorlayan bir sahne çekiyorsunuz," dedi bu kez. "Genelde bu tarz, illa bu kadar büyük olmak zorunda değil, krizler geçirir misiniz?"

Başımı iki yana salladım. "Daha önce de rahat hissetmediğim sahneler çektim. Sette yaşanılan şey... benim için bir ilkti."

Çekim esnasında, en azından.

"Diğerleriyle şu ankini kıyaslarsanız eğer, buna rahatsızlık açısından on üzerinden kaç verirsiniz?"

Güldüm, gülerken kısılan gözlerim yüzünden yaşlar yanaklarıma aktı.

"On."

"Demek ki bu bir ilk." dedi. "Sizi daha önce bu kadar zorlayan bir konumda bulunmamışsınız. Bildiğim kadarıyla benden de memnun değilsiniz. Kendi üzerinize çok gidiyor musunuz, Bay Kim? Tüm yaşanılanların sorumlusu sizce kim?"

Doğrudan gözlerime bakıyordu. Ağlıyor olmam yüzündeki hiçbir ifadeyi değiştirmedi.

"Benim, elbette." diye yanıtladım.

"Geçmişinizi de dahil ediyorum."

Travmalarımın sorumlusu ben değildim aslında, bunun farkındaydım. Bu mantıksal bir farkındalıktı tabii. Söz konusu hislere geldiğinde en başından beri, hepsinden ben sorumluydum.

"Benmişim gibi hissediyorum."

"Yani öyle olmadığının farkındasınız."

Doktorla ilgili fark ettiğim bir diğer şey, çok hızlı cevap veriyor oluşuydu. Konuşmadan önce beklemiyordu. Cümlem bittiği an konuşmaya başlıyordu.

"Bunun bir önemi yok." dedim. "Bilmem bir şeyi değiştirmiyor."

"Aslında çok şeyi değiştiriyor." dedi. "Bunu bildiğiniz için çok öfkelisiniz. Utanç duyuyorsunuz. Hissettiklerinizle bildikleriniz, hatta düşündükleriniz bile doğru bir paralelde değil. Çakışıyorlar. Siz de bundan rahatsız olduğunuz için üzerini kapatmaya çalışıyorsunuz. Düşüncelerinize ve hislerinize söz geçiremiyor olmak sizi çok sinirlendiriyor."

Yine aynı şeyi yapıyordu.

Bunun mesleği gereği bir insan çözme durumu olduğunu düşünmüyordum. Doktor gerçekten karşısındakini o kadar iyi okuyordu ki, savunmasız hissetmemek işten değildi.

"Çünkü artık hiçbirinin hiçbir anlamı yok." dedim. "Unutmak istiyorum."

"Aynı yaraları kanatmaktan bu kadar korkuyorken bu imkansız," dedi. "Doğru iyileşmemiş travmalar kabuk bağlamaktan ileri gidemeyen açık yaralar gibidir. Dikişe ihtiyacınız varmış da onun yerine kendi kendine iyileşmesini beklemişsiniz gibi düşünebilirsiniz. Bu tek bir yara olsaydı eğer belki sizi bu kadar rahatsız etmezdi ama ben karşımda bir sürü iyileşmemiş yarası olan birini görüyorum, Bay Kim. Size yardım edebileceğimi bilmenize rağmen benden kaçıyorsunuz üstelik."

Hazırda bekleyen gözyaşlarım yeniden göz pınarlarıma doldu. Cevap vermedim.

"Hâl böyleyken de ne yazık ki unutamazsınız. Unutamayacaksınız. Yaralarınızı iyileştirmeye bile çalışmıyorsunuz çünkü. O sızı size hep kendini hatırlatacak. Bazen de böyle kanayacak işte." Pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarttı. Masanın ortasındaki küllüğü kendine doğru çekti. "Bugün geçirdiğiniz panik atak, siz ne derseniz diyin, muayenehanede yaşadığınız şeyin başlangıcıydı. Kendinize dilediğiniz kadar tekrarlanmayacağını söyleyebilirsiniz. Tekrarlanacak. Belki bu akşam. Belki yarın. Belki yıllar sonra."

"O an... sanki transta gibiydim." diye fısıldadım o sigarasını yakarken. Gözyaşlarım bir türlü durmuyordu. "Ben böyle bir insan değilim. İntihar düşüncelerim yok."

"Elbette var." Dudaklarının arasındaki sigara yüzünden sesi boğuk çıktı. Sigarayı yakıp yeniden bana baktı. "Herkesin vardır, ama sizinki artık bir düşünce değil, Bay Kim. Bir eylem."

"Sanki ben yapmamışım gibi." dedim, inkar edercesine başımı iki yana sallayarak. "Bir başkası... beni kontrol ediyormuş gibiydi."

"Korkmadınız, değil mi?" diye sordu. "O anda. Hissettiğiniz son şey bile değildi korku."

"Doğru olan buymuş gibi geldi."

"Bazen kafanızın içinde sizin dışınızda birisi hareketlerinize yön veriyormuş gibi hissediyor musunuz? Bunlar anlık düşünceler olabilir. Mesela," Çevresine bakındı. "Ocağı yakarken elinizi ateşe yaklaştırmanızı söyleyen bir ses olabilir."

Düşündüm.

Yavaşça başımla onayladım.

"Son bir haftanızdan bahsedelim. Nasıl hissediyordunuz?"

"Kötü." dedim. "Yataktan bile çıkmak istemedim tüm hafta. Hatta son üç haftadır belki de."

"Öncesi?"

"Gayet iyiydim. Her şey yolundaydı, ama bu benim için bir ilk değil. Bazen... böyle dönemlerim oluyor."

"Uykularınız nasıl?"

En son ne zaman doğru dürüst bir uyku uyuduğumu hatırlamıyordum bile.

"İdare eder." diye yanıtladım, bunun yerine.

"Bay Kim, ilk seansımızda bastırılmış travmalarınız sebebiyle travma sonrası stres bozukluğu yaşadığınızı, hatta depresyonda olabileceğinizi düşünüyordum."

Sigarasından derin bir nefes çekti.

"Ama?"

"Size tek bir soru soracağım." dedi. "Anneniz hakkında."

Gözlerimi kapattım. Duymak istemiyordum.

"Babanızdan boşanmayı düşünüyor muydu? Ya da tam tersi, babanızın onu terk etmesinden korkuyor muydu?"

Defterlerden bahsettiğini biliyordum. Ona yazanlarla ilgili tek kelime etmemiştim ama anlıyordu.

"Evet," dedim, ağzıma acı bir tat yayıldı. "Babam onu terk etmeden kendisi onu terk etmek istiyordu."

"İnsanlara kolay bağlanır mısınız?"

İşin aslı, bu sorunun cevabı keskin bir evetti. Romantik ilişkilerden iş birlikteliğe geleceği için kaçınıyordum ama duygusal olarak hayatımdaki insanların beni terk edebileceği, hayatımdan çıkabileceği düşüncesi kabus gibiydi.

"Öyle denilebilir, sanırım." dedim.

"Anladım." diye yanıtladı.

"Neyi anladınız?" diye sordum, zaten gergindim. Beni iyice geriyordu.

"Orası şimdilik bana kalsın." dedi. "Sizi daha fazla yormayacağım, bugünlük bu kadar yeter."

Henüz on beş dakika bile olmamıştı. İntiharın eşiğinden dönmüş birisi için yeterli miydi gerçekten?

"Siz..." dedim, düşünmeden. "Bugün meşgul değil miydiniz?"

"Öyleydim. Gerçek menajerinizden aldığım arama sebebiyle günümü boşalttım."

Onu ilk arayan kişinin Jowoon olmadığını da anlamıştı.

"Üzgünüm." Başımı hafifçe öne eğdim. Diyebilecek başka bir şeyim yoktu.

"Özür dilenecek bir şey yapmadınız." dedi. "Ama kendinizi hazırlamanız gerek, Bay Kim. Beni istediğinizden çok daha sık göreceksiniz."

Elbette bu olaydan sonra seansların haftada bir olarak kalmasını beklemiyordum. Belki iki, hatta üçe bile çıkabilirdi.

"Bunu tahmin etmiştim zaten." diye yanıtladım o yüzden.

"Edemediğinizden emin olabilirsiniz." dedi.

"O da ne demek?"

"Şu demek," Paketten yeni bir dal daha çıkarttı. Sigarayı yakışını izledim.

"Sete uğramaya başlayacağım. Sizi gözlem altında tutmam gerekiyor."

"Ne?" dedim, sesim oturduğumuzdan beri ilk kez yükseldi. "Neden? Hayır, yani..." Konuşamadım. Nedeni zaten belliydi, saçma bir soruydu sorduğum.

"Merak etmeyin. Kendinize sette bir şey yapacağınızı düşündüğümden değil." dedi. "Sorun tek başınıza kalmanız. Yalnız yaşıyorsunuz, değil mi?"

Başımla onayladım. "Bir süre menajeriniz sizinle kalsın."

"Gerek yok, kendimi öldürme gibi bir düşüncem yok."

"Bu sabah da muhtemelen yoktu." diye yanıtladı. "İsteklerimi ikiletmeyin, Bay Kim."

"Bugün olanlardan..." Yutkundum. "Bay Kwon'a bahsecek misiniz?"

"Elbette hayır." Güldü. "Seans içinde konuştuğumuz hiçbir şey," Eliyle önce kendini, sonra beni işaret etti. "Aramızdan çıkmaz. Ama menajeriniz anlatabilir, orasını bilemiyorum. Şahsi önerim anlatmaması yönünde olur tabii."

İlk kez bir konuda hemfikirdik.

Sigarasını bitirdikten sonra ayağa kalktı. Kolundaki saate baktı.

"Bir yürüyüşe çıkmak ister misiniz?"

"Hayır," dedim. "Uyumak istiyorum."

"Seans olarak geçmeyecek. Böyle bir teklifi kimseye yapmam." dedi. "İyi düşünün. Hava almak size iyi gelecektir."

"Bugün yeterince hava aldım. Hava alacağım diye az daha..." Kendimi durdurdum. Espri yapılacak son şey bile değildi.

"Durumunuza gülebilecek halde olmanız iyiye işaret." dedi. "Teklif var, ısrar yok. Ben çıkayım o halde, ama önce menajerinizi aramanız gerek. O gelince giderim."

Bir iç çektim. Ne kadar gerek yok desem de dinlemeyeceğinin farkındaydım.

"Telefonum Jowoon'da." dedim. "Sizin çağırmanız gerek."

Bir şey söylemeden Jowoon'u aradı. Pek konuşmadılar, sadece gelmesi gerektiğini söyleyip kapattı.

"Pek iyi bir ev sahibi değilsiniz." dedi, buzdolabına yaklaşırken.

Umursamazlığı ilk kez işime yarıyordu. Bana acıyor gibi davransaydı daha kötü hissederdim muhtemelen.

"Kolumu kaldıracak halim yok." diye yanıtladım.

Dolabı açıp bir bira çıkarttı, yeniden karşıma oturdu.

"Siz de evinizde sadece kendinize bir şeyler çıkartıyorsanız benden pek farklı değilsiniz demek ki." diye bir yorumda bulundum. Birayı açıp büyükçe bir yudum alırken başını iki yana salladı.

"Size ağlam miktarda sakinleştirici verildiği belli," dedi. "Ayrıca alkolden uzaklaşmaya alışsanız iyi olur. Bir süre içmenizi istemiyorum."

"Ama...

"İkiletmeme konusunda anlaştık sanıyordum."

Bir şey söylemedim. Tartışacak halde değildim.

Ama sessizlik beni rahatsız ediyordu, o yüzden öylesine bir soru sordum.

"Neden sadece ünlü insanlarla çalışıyorsunuz?"

"Psikiyatrist olurken böyle bir hedefim yoktu," dedi. "Zamanla gelişti. Son üç senedir böyle. Ondan önceki senelerde başka insanlarla da çalışıyordum."

Kaşlarım hafifçe çatıldı. "Kaç yaşındasınız ki?"

"Otuz iki." dedi.

Düşündüğümden büyüktü. Ve kesinlikle otuz ikiden daha genç duruyordu.

"Daha büyük mü gösteriyorum?"

"Hayır, aksine..." dedim. "Yirmilerinizdesiniz sandım."

"Psikiyatrist olmak sadece tıp fakültesini bitirmekle olmuyor, Bay Kim." diyerek güldü. "Altı senenin üzerine dört sene de uzmanlık eğitimi aldım. Zaten psikiyatrist olduğumda yirmi yedi yaşındaydım. Ki bu bile alanım için epey genç sayılır."

Anladığımı belirtircesine başımı aşağı yukarı salladım. "Pek bilgimin olduğu bir alan değil."

"Siz?" dedi. "Yirmilerinizde olan sizsiniz muhtemelen."

"Evet, yirmi beş yaşındayım."

"Siz de beni şaşırttınız." dedi.

"Neden? Daha büyük mü gösteriyorum?" Sorusunu tekrarladım.

"Hayır, görünüşten ziyade hareketleriniz ve konuşma şeklinize dayanarak yirmi iki, belki yirmi üçsünüzdür diye düşünmüştüm."

"Çocukça davrandığımı ima ediyorsunuz yani?"

"Tam olarak öyle denilemez," dedi. "Toysunuz diyelim."

"Toy mu?" Gülmekle gülmemek arasında kaldım. "Çocuk demenin başka bir şekli."

"Hayır. Gençsiniz, hepsi bu."

"Kırklarınızı yarılamış gibi konuşuyorsunuz."

"Otuzun üstü kalan diğer yaşlarla aynıdır." dedi. "O yüzden sayılır."

Cevap vereceğim sırada kapı çaldı. Doktor benden önce ayaklandı.

"Ben açarım, siz kalkmayın." dedi ve bana elini uzattı.

"Görüşmek üzere, Bay Kim. Kendinize iyi bakın."

İlginç bir şekilde elini sıkarken rahatsızlık duymadım. O an fark ettim, son yarım saattir beni neredeyse hiç rahatsız etmemişti.

"Siz de öyle." diye yanıtladım. Mutfaktan çıktı.

Kapıyı açtığını ve Jowoon'la konuştuklarını duydum ama dinlemedim.

Zaten bugün için duymam gerekeni, hatta daha fazlasını duymuştum.

Kafamı daha fazla yormak istemiyordum.


⸺⸺⸺⸺⸺⸺⸺

Selamlaaar!! Nasılsınız? Umarım iyisinizdir.

Bu bir geçiş bölümüydü, o yüzden çok uzun değil ama önemsiz de değil.

Midnight Sessions için gerçekten heyecanlıyım, geçen bölümde de söylemiştim. Kurgusuna çok vakit harcadım ve beni writing slump'tan çıkartabilen ilk kurgu oldu. Çok severek yazıyorum.

Umarım siz de çok severek okur ve beğenirsinizzz!!

Sizi seviyorrr, iyi okumalar diliyorum. <3

Continue Reading

You'll Also Like

In Lak'ech By Eva

Fanfiction

2.1K 456 8
Kim Taehyung, Jeon Jungkook ile evliydi. Jeon Jeongguk'un ise ikiz kardeşinin yerine geçmesi gerekmişti.
442K 36.2K 27
Melez Kaplan Taehyung, Melez Tavşan Jungkook ile sevgili olmak istiyordu Ha birde onu altında inletmeyi... [texting+düz yazı] #3 - taekook [13.08.202...
226K 9.4K 38
ʜᴇʀ şᴇʏ ꜱᴀʟᴀᴋ ᴋᴀʀᴅᴇşɪᴍɪɴ ʏᴀʟᴀɴıʏʟᴀ ʙᴀşʟᴀᴅı... ꜱɪᴢ: ᴅᴇʟɪᴋᴀɴʟıʏꜱᴀɴ ᴋᴏɴᴜᴍ ᴀᴛᴀʀꜱıɴ!
18K 1.4K 27
"Çıkış yapmak istiyorsun değil mi, Kim Taehyung?" Taehyung bakışlarını diğerinin bakışlarından bir saniye bile ayırmadan başını salladı. Bu, diğerini...