wisteria [gxg]

By winnieepeg

2.7K 126 87

On yıllık bir esaretten nasıl kurtulunur? Dikkat: Bu hikaye eser miktarda şiddet, kan, ölüm, tecavüz ve taciz... More

1. En fazla nereye gidebilirsin ki Prenses?
2. Bu evde yardım çığlıklarına koşulmaz.
3. Ses çıkarma Prenses...
4. Mavi akıyor gönlüme.
5. Özgürlüğe tutsak...
6. Camekandaki Lalezar.
7. Ölüm Meleği.
8. Parmağına dokunan diken...
10. Geçmişe giden menekşeler...
11. Nefret kalpte yer etmez ama...

9. Cinayet silahı, akasya.

122 15 17
By winnieepeg

Bölüm şarkısı; Pixies, Where is my mind?

Haroula Rose, Lavender Moon.

***

Pembe Köşk, bu dünyanın içindeki küçük dünyaydı. İçinde yaşadığımız gezegen kadar büyük olmasa da içinde barındırdığı o insan zalimliği, o kötü ve zengin olanın her zaman kazandığı mide bulandırıcı sisteme sahipti.

Pembe Köşk dışarıdan bakıldığında ferah, belki çok yaşanılası dursa da burada yaşanan çoğu olayda akıl sağlığımdan bir adım daha uzaklaşıyordum.

Her kaçış denemesinde saçlarımdan sürüklenerek geri döndürülmüş, her hareketimde aşağılanmış ve hor görülmüştüm. Bu ev yaşayan her şeyin kabusu ve Azrail'iydi.

Ancak ilk kez bu evin bir yanını görüyordum. Bana karşı iyi olan bir yanını. Bu ev ilk kez bir adım ileriye atabilmemi sağlıyordu. İlk kez, umudumu koyabileceğim birisi vardı. Son bir haftadır ne olduğu hakkında hiçbir fikrim olmasa da; Sergen'in de, Yuşa'nın da hayatı sarpa sarıyor görünüyordu, her adımlarında zamanında bana ve anneme attıkları tokatlardan daha ağır bir darbe yiyorlardı.

Turgut Bey'in ölmesinin üstünden bir hafta geçmişti ve sanki her şey bu olaya bağlıymışçasına olaylar patlamıştı. Turgut'un cenazesiyle, bu evdeki imparatorluk çatırdamaya başlamıştı.

İlk önce Yuşa'nın para verip geçtiğini sandığı ders notları gerçek haliyle yayınlanmıştı. Büyük rezaletin ardından tüm Twitter'da zenginpiç tagleriyle sallanan Yuşa, öğretmenlerine ateş püskürtse ve herkesi durdurmaya çalışsa da babasının azabından kaçamamıştı; Sergen ceza olarak Yuşa'nın burnunu iki yerinden kırmayı bir şekilde başarmıştı. Sırf bu yüzden hastaneye giden ve orada kalan Yuşa, bir haftadır yine sırf bu yüzden eve gelemiyordu. Bu sayede ben de ona, aslında vermek istemediğim ama o gelince, beni otomatikman zorlayacağından vermek zorunda kalacağım bilgileri vermiyordum. Nehir'in annesi.

Sonraki talihsiz olaylar zinciri, Sergen'in başına gelmişti. Önce isimsiz bir ihbar sonucu Sergen'in şirketine polis bir baskın düzenlemişti. Bir şey bulunamasa da bulmaya yakınlaşmış olacaklar ki Sergen o akşam stresten yemek yiyememiş ve çalışma odasında geç saatlere kadar oturmuştu.

Asıl olaysa gecenin sabahında başına patlamıştı ve Sergen'in ortaklarından birisinin, öz kızıyla olan uygunsuz görüntüleri her yeri kasıp kavurmuştu. Şafak vakti, şirketindeki hisse zararlarına uyanan Sergen o sabah da yemeğini yiyemeden evden çıkmak zorunda kalmış ve ilk kez... Yalnızca annemle benim olduğum, bir sabah kahvaltısı yapmıştık.

Bu anı tarif edemezdim galiba. Yıllar sonra ilk kez annemle tek başıma yemek yemiştim ve o kadar rahatça yemek yemiştim ki ilk kez yediğim yiyeceklerin tatlarını alabilmeyi başarmıştım.

Sonrasında tek başıma evde olmanın tadını çıkartmış, kimsenin gelmeyeceğinin garantisiyle ikinci katı alt üst etmiş, bodrumda bütün gün bilgisayar oyunlarını oynayıp dizi izlemiş hatta spor salonunda hiç binmediğim aletlere binip eğlenmiştim. Bu evin eğlenceli olabileceğini kim tahmin ederdi ki?

Bir haftanın sonunda ise büyü çatırdamaya başlamıştı; Sergen hâlâ polis işleriyle uğraştığından inanılmaz yorgun bir halde eve geliyordu, sofrada onu ağırbaşlı bir tavırla karşılamaya özenli davranmalıydık.

Yuşa hâlâ yoktu. Haftaya gelecekti muhtemelen.

"Yemek yemeyeceğim." dedi Sergen. Sırıtma isteğimi bastırmaya çalışırken tırnaklarımı dizlerime geçirdim.

"Nihal yemeğimi yukarı getir."

Nihal hemen başıyla onayladı, hareketlendi. Biz annemle aynı anda başımızı sallayarak önümüze döndük ve henüz servis edilmiş tavuk çorbamızı yudumlamaya başladık.

Sergen ve Nihal odadan çıkınca anneme dönüp ışıl ışıl gülümsedim. "Beraber akşam yemeği yiyoruz Sultanım." dedim ona.

"Ç-ç-ç-çok mmmmmutlu-yum." Heyecandan daha da zor konuşmuştu.

Beraber sessizlik eşliğinde çorbamızı bitirdik, Nihal o esnada geri geldiğinden, bu akşamın diğer menülerini bize servis etmekle meşguldü.

Öfkeli adım sesleri duyulmaya başlandığında Nihan'ın hareketleri kesildi.

En üstten birinci kata inildi. Birisi ağzının içine doğru söyleniyordu ve bu kişi kesinlikle Sergen'den başkası olamazdı.

Bu evde kızmaya hakkı olan tek kişi oydu.

"Nihan!" dediği an karnımdaki gerginlik patladı, tuttuğumu unuttuğum nefesimi verdim.

"Efendim?" dedi Nihan saygıyla.

"Bu mektupları kim getirdi?!" diye bağırdı Sergen elindeki kağıtlarla yemek salonuna dalarak.

"Ben..." Kadın ne diyeceğini bilememişti, yutkunamadı bile. "Bilmiyorum. Gelen postaların arasındaydı..." Sergen bir an bile durmadan tokatı bıraktı Nihan'ın suratına.

Kadının kafası yana yattı ve gözleri kapandı. Ağzımdan beklenmedik bir inleme fırladı, ellerimi ağzıma kapattım.

"Sana demedim mi; bu eve giren her şeye, herkese dikkat edeceksin diye? Bu eve her yollanan mektubu eve mi alacaksın, önüme mi koyacaksın?!"

Nihan hemen diz çökmeye yeltendi ama Sergen'in, saçlarından tutmasıyla planları suya düştü.

"Efendim, çok üzgünüm-" Demeye çalışsa da Nihan'ın bu ardarda yaptığı hatalara, Sergen'in en ufak bir sabrı kalmamıştı. Öte yandan haftanın acısını benden veya annemden çıkarmadığı için sevinçliydim.

"Sana bir servet ödüyorum ve aldığım hizmet bu mu?" Sergen'in boştaki eli Nihan'ın boğazına bir yılan gibi dolandı.

Bu manzarayı her açıdan, hep görmüştüm. Ancak her seferinde ilk kez görmüş gibi donakalıyordum. Annemi de böyle tutardı Sergen, yeri gelince beni de... Şu an Nihan'ın yerinde olduğumu, Sergen'in korkunç kahvelerini yüzümde hayal edince kalbim takla attı.

Gözlerimi çevirdim ve Sergen'in hep oturduğu gösterişli tahta baktım. İşlemeli sandalyenin arkasındaki pencerede bir hareketlenme dikkatimi çekti.

Kaşlarımı çatarak hareketlenmeyi son gördüğüm yere odaklandım ve mavi gözlerin yüzümde, topraktan aşınmış ellerin ise bir kameraya sabitlendiğini gördüm.

Nehir...

Kamerayı tutan elinden birini yukarı kaldırdı ve işaret parmağını dudağına yapıştırdı. Sessiz ol.

Kafam karışmış bir halde yüzümü tabağıma döndürdüm. Sergen'i videoya alıyordu. Yani haklıydım. En başından beri planlıydı buraya gelişi, kimliği ve yaptıkları.

O, bu evin azrail'i olmaya gelmiş olabilir miydi?

Nihan masanın üstüne kanlı yüzüyle düştüğünde ne kadar irkilsem de sesimi çıkartmamayı başardım. Kadının yüzündeki yardım etmemizi yalvaran ifadeyi göz ardı etmek istemezdim, gerçekten, ancak dünya acımasızdı. Dolayısıyla bu köşk de, öyleydi.

"Ben sana yalvarırken neredeydin?" dedim içimden.

Neredeydin Nihan? Beraber kaçalım dediğimde, beni görmediğini söyle dediğimde, ben tacize uğrarken, ben tecavüze uğrarken neredeydin?

Belki çok iyi birisiydin, görmedin veya belki de bir hayatın ve kaybedeceklerin vardı bu yüzden sustun. Belki de paranın kokusu güzel geldi? Belki de bizim gibi tehditle burada tutuldun?

Umurumda değil.

Neden biliyor musun? Çünkü ben senin umrunda olmadım. Kör, sağır ve dilsizi oynamayı seçtiğin an yardım hakkını da kaybettin.

Birisi zor zamanlardan geçerken ve yardım için yalvarırken susarsan, günü gelip sen zor zamanlardan geçerken ve sen yardım için yalvarırken karşındaki de susar.

Bazen tek bir iyi davranış, bir insancıl gülüş, bir sade mimik bile insanın hayatını kurtarabilirdi. Ancak bu akşam kurtaramazdı. Bu akşam, Nihan'ı, Sergen'in elinden kimse kurtaramazdı.

***

Gecenin en karanlık saatlerinde, uykusuzluğun pençesinde günlüğümü yazıyordum. Neden bu tarz şeyleri yazıyordum, bir günümün yazımı neyi temsil edebilirdi bilmesem de yazmak iyi hissettiriyordu. Kusmak gibiydi yazmak, hızla giden bir arabanın tepesinde kollarımı açmak gibiydi. Bazen nefret ettiğim her şeyi bir kağıdın üzerinde görmek beni keyiflendiriyordu.

Bir taşın pencereme inişini hissedinceye kadar yazıyordum ve düşünüyordum. Mektupları, Sergen'i ve diğer her şeyi...

Tık.

Emin olamayarak gözlerimi kıstım, bekledim.

Tık!

Çalışma masamdan kalkıp devasa boyuttaki mumumla, dikkat çekmemek için ışık açmıyordum, pencerenin önüne geldim.

Yuşa beklediğimden erken mi gelmişti yoksa?

Tık!

Dayanamadım. Mumu kenara bıraktım ve pencereyi yukarıya kaldırıp başımı yavaşça dışarı çıkardım.

Nehir'in belli belirsiz, karanlıkta kaybolmuş yüzüne bakakaldım.

"Ne oluyor?" diye fısıldadım.

"Aşağıya inebilir misin?" dedi benim gibi fısıldayarak.

"Güvenlikler geceleri bahçeyi gözetiyor." dedim emin bir sesle. Kaçma deneyimlerimiz yıllar öncesine uzansa da son kaçma girişimimiz geldi aklıma.

"Polislerin seni kurtarabileceğini mi sanıyorsun?"

Anılar önceden sinsi bir yılan gibi en savunmasız anımda sızıyordu içime ancak artık anıları izlemiyordum, onları duyuyordum ve onları yaşıyordum. Zehirli sarmaşıkların zihnimi ele geçirdiklerine emindim.

Kendime gelmemi sağlayan acı his başıma vurdu. Nehir elindeki taşı havaya atıp tuttu.

"Hey!" dedim acıyla. Aklımdaki puslu anılar ve ayrıca kafama yediğim taş yüzünden sesim buğuluydu.

"Seni kaçıracak değilim Prenses. Sadece çok güzel bir yer var bahçede. Kesinlikle görmen gerektiğini düşünüyorum."

Tek kaşımı kaldırarak ona inanamayan gözlerle baktım. Gecenin köründe benim onunla her nereye gitmemi istiyorsa onu heyecanlandırdığı belliydi, kıramadım.

"Tamam."

Evet, tamam demiştim.

Çünkü en az onun kadar heyecanlıydım. Nehir'in her yaptığı bir hamleydi, kendi kendine satranç oynuyor gibiydi ve bu seferki hamlesinin ne olacağını merak etmeden edemiyordum. Sormak istiyordum ama onu çok kıstırırsam gitmesinden korkuyordum.

Pencereyi geri kapatıp hemen odamın içinde, beyaz zambak işlemeli geceliğimin üstüne geçirebileceğim bir hırka aradım. Oversize, üzerinde komik bir tavşanın, sincabın olduğu açık kahve tonlarında bir hırkayı üzerime geçirdim. Ortaokuldan kalma bir hırkaydı galiba çünkü dolabımın derinliklerinde ve tozlu halde bulmuştum.

Kapıyı dikkatle açıp ellerimde sandaletlerimle, çıplak ayaklarla parmak ucumda yürüdüm. Bir tür ileri seviye histi bu evde yürümek. Her bir gıcırtıyı bilmek ve canınız pahasına uzak durmaktı. Köşkün her bir noktasındaki kameralardan kaçamayacağını bile bile saklambaç oynamaktı. Son kaçışımızdan sonra Sergen'in götünün tutuştuğunun bir diğer kanıtı kameralardı ve ne yalan söyleyeyim, teknolojiden neredeyse nefret edecektim.

Nefesimi tutarak kapının önünde durdum. Ben kapıyı açtığım an her kim kameraları izliyorsa Sergen'i arayacaktı veya güvenlikleri üzerime salacaktı.

Umarım birincisi olmazdı. Güvenliklerle uğraşabilirdim ama öfkeli Sergen'in yapabilecekleri benden büyüktü.

"Bu riske değer mi?" diye fısıldadı zehirli ses.

Bilmiyordum.

Nehir ismi gibiydi, içime içime akıyor ve coşkun bir şekilde çağlıyordu. Onun peşine takılmak doğanın bir kanunuydu.

Kapıya dışarıdan tıklanınca yerimde sıçradım ve şokla karışık bir korkuyla, çiçekler işlenmiş renkli camın ötesini görebilecekmiş gibi baktım.

"Hadisene!" dediğini duydum Nehir'in. "Neyi bekliyorsun?"

Titreyen ellerle kapıyı açıp onunla göz göze geldim. "Sen..."

Beni bileğimden yakalayarak evden çıkarttı, sıcak bir akşamdı ancak rüzgar çıplak bacaklarımı üşütecek kadar sert, ayaklarımın altındaki mermeri soğutacak kadar serindi.

Nehir kapıyı sessizlikle kapattıktan sonra biraz daha rahatlamış olacak bir nefes verdi. "Sırf seni evden çıkartabilmek için kamera odasındaki çocuğun kahvesine ilaç attım." Gözlerimin büyüdüğünü görünce elini salladı.

"Ama yarım!"

"Ne?!" Dumura uğramış ifadem onu eğlendirdi. Gülüşü, yıldızlar kadar parlaktı. En azından birimiz eğleniyordu, sevindim.

"Yakın zamanda uyanır, o uyanmadan seni eve geri sokmanın bir yolunu bulmalıyız."

Bu evdeki herkes, her şeyin farkındaydı ve buna uygun davranmak zorundalardı. Olur da polise şikayet ederlerse, Sergen karşılarına ulu bir Çınar gibi dikilir ve yerle bir ederdi. Çalışanların bile hapis olduğu Pembe Köşk ve Nehir'in bu rahat tavırları bu yüzden inanılmaz rahatsız ediciydi.

Çünkü bu bir ilkti. Her şeyin ilkiydi.

Nehir karşı çıkıyordu, direniyordu, rol yapıyor ve oyun oynuyordu. Nehir, Sergen'in radarına teğet geçse de dans ediyordu. Tehlikeli ve tek kişilik bir salsaydı onunki.

"Nereye gidiyoruz?" dedim ona. Sesim minicik bir kirpi gibi çıkmıştı. Beni görmezden gelerek gül bahçesine girdi Nehir. Mermer yola çıkmadan sandaletlerimi ayaklarıma geçirdim ve patika yolu ses çıkartmadan yürüdük.

O birkaç adım önümdeydi, bana yol gösteriyordu. Işıkların bittiği noktada elini bana uzattı ve hiç düşünmeden elimi elinin içine, kendimi de karanlık bahçeye attım. Bu kıza neden bu kadar çok güveniyordum ki?

Karanlık bizi yuttuğu an cevapladı beni.

"Akasyalara."

Nehir'in sıcak avcu bir kucaklamaydı. Kalbimi hızlandıran, samimi bir kavrayıştı onunki. Ellerinden kayıp gitmeyeceğim kadar sıkı ama elini bırakmak istersem kurtulabileceğim kadar rahattı. Beni hapsetmiyordu, bana yardım ediyordu.

Beraber güllerle kaplı yapay şelaleyi de geçtiğimiz sırada arka fondaki o şırıl şırıl su sesi kulaklarıma kazındı. Her zaman duyuyordum bu sesi ancak bu kadar duyarlı bir şekilde duymamıştım hiç. Dikkatle dinlerseniz bir şarkı söylüyor bile olabilirdi?

Şelalenin yakınında, ay ışığının vurduğu loş alandaki sarı akasyaları görünce dudaklarım aralandı.

Akasyalar boyunlarını bir emir altında gibi zarifçe bükmüşlerdi ve her bir noktasından fışkıran yeşillikleriyle eşsiz sarı renkli çiçeklerini gizlemişlerdi. Ahtapotun kollarına benzeyen akasyaları izlerken;

"Güzel, değil mi?" Nehir'in sesindeki o gurur ifadesi tüylerimi diken diken etti. Sanki... Gözlerimiz birleşti, ay ışığının yüzüne vurduğu kadarı bile yeterliydi beni heyecanlandırmaya. Sanki benden bahsediyor gibi sesi karışıktı.

"Çok güzel." dedi bana bakmaya devam ederken. "Gel..." Elimi çekiştirip beni akasyalara yakınlaştırdı.

Salkım akasyaların kokuları inanılmaz iştah açıcı, ferah ama aynı zamanda vahşi olurdu. Bu akasya ağaçlarının da kokuları güzeldi ve daha önce duyumsadıklarıma benziyordu ama garip bir şekilde bir farklılık seziyordum.

Kokuların arasında hafif bir kekremsilik, belki biraz acılık vardı ve burnum neredeyse asidik bir şeyle karşı karşıya gelmiş gibi kırışınca sordum.

"Bunlar dağ akasyası mı?"

"Bingo. Sarı salkım dağ akasyaları." Sarkmış akasyaları aralayıp içerisini bana gösterince çenem az kalsın yere düşecekti.

"Bu..."

"Gece pikniği sever misin?"

Elini omzuma koyup beni içeriye çekerken kendimize ait bir dünyamız varmış gibi hissettim. Çevremizdeki akasyalar sanki varlığımızın farkındaymış gibi tepeden açılmış ve yeterli ışığı bize ay yoluyla bahşetmişlerdi. Yerde bir piknik örtüsü, yorgan ve piknik sepeti vardı. Sepetin içindeki pembe şarap ve abur cuburları görmek neredeyse kalbimi yerinden çıkartacaktı.

Sergen abur cubur yememe ve içki içmeme izin vermiyordu. Küçükken yemekten hoşlandığım cips paketlerini görünce içim mayhoş bir hisle doldu. Nostaljiydi bu hissin adı.

"Sen..." Sesim çatladı ama umursamadım. Gözlerim dolmuştu bu hoş jesti için.

"Teşekkür ederim." Ona döndüğümde yüzünde paha biçilemez bir gülümseme vardı. Yaptığından ne kadar gurur duyduğu yüzünden belliydi.

Ona sarılmak istiyordum! Onu sımsıkı sarmalamak ve buradan mümkünse hiç ayrılmamak istiyordum. Hayatımın sonuna kadar akasyaların içinde yaşayabilirdim artık.

"Rica ederim. Oturalım hadi." Küçük kare örtünün üstüne oturup sepeti ortamıza koyduk. Yeşil cips paketini ses çıkartmamaya özen göstererek açıp içindeki sağlıksız çıtırlara baktım. Ağzımın suları akmıştı sadece bakarken bile. Her şeyi unutmuştum. Sormak istediklerimi, geleceğimi, geçmişimi... O an sadece ben, cips ve o oturduğum yerden yüzüme vuran ışığın getirdiği huzur vardı.

Dakikalar boyunca sessizce abur cuburları götürmemi izledi. Ben yedim, o diğer paketleri açtı benim için. Sonunda çikolatalara geçtiğim sırada hem abur cuburlarım bittiği için üzgündüm hem de bir hayvan gibi ona ikram etmeden her şeyi gömdüğüm için utanmıştım.

"Doydun mu?" dedi Nehir sesindeki bariz iğnelemeyle.

"Üzgünüm!" Ellerimi birleştirip ondan af diledim ama sadece kıkırdamakla yetindi.

"Sorun değil. Senin için almıştım zaten ama yerken bir saniye kafanı kaldırmaman bana da şok oldu–" Diyip gülmeye başladı.

Nehir gülerken onu izledim. Birisini hiç tanımadan onun gülüşünü saatlerce izlemek ister miydiniz? Ben istiyordum. O, yalnızca gülse ve ben de burada onu izlesem... Şu an zaman dursa, birazdan sormak zorunda olacağım hiçbir şey dudaklarımdan çıkmasa ve burada huzurlu bir şekilde otursak...

Çöpleri sepetin içine suçluluk duygusuyla koyup şarabı örtüye bıraktım.

"Konuşmamız gerek." Sesimdeki ciddi tonu yakalayan Nehir'in gülüşü sekteye uğradı. Doğrularak bacaklarını çaprazladı.

"Biliyorum." Belki devamında bir şeyler anlatmaya başlar diye sustum ama biliyorum dedikten sonra susan ve hiçbir şeyi açıklamayan o gizemli kız olmaya devam edince dayanamadım.

"Bu akşam Nihan'ı videoya aldığını gördüm."

"Hm."

"Bunu daha önce de yaptın mı?"

"Evet."

"O mektuplarda ne vardı?"

Nehir sessiz kaldı. Çekinmeden bir başka soruyu sordum ben de.

"Yuşa'yı sen mi ifşa ettin?"

"Evet."

"Turgut'u sen mi öldürdün?"

Nehir'in mavi gözleri kısıldı. Çehresi karanlık bir hal aldı. Gümüşi ışık gözlerine vurduğunda orada tek bir canlılık yoktu ve buna tanık olmak yumruklarımı sıkmama sebep oldu.

"Evet."

"Nasıl?"

Omuz silkti. "Bir şekilde."

"Sergen'i de mi öldürmek istiyorsun?"

"Evet." Bir an bile teklememişti cevabını verirken.

"Neden?" Sesim kırıktı. Umudum ve umutsuzluğum birbirine çarpışmıştı.

"Neden mi?" dedi Nehir. Sorduğum soruya şaşırmak ve bunu sorduğum için beni dövmek arasında gidip geldiğini okuyabiliyordum.

Belki diğerleri için zorlu birisiydi, gizemli ve korkutucuydu. İlk tanıştığımızda ben de öyle hissetmiştim ve soğukluğunu gözlerindeki buz parçalarından hissetmiştim. Yine de şu an apaçıktı, dupduru güzelliğiyle akasyaların arasında çırılçıplak bir doğruydu.

"Neden mi, haha!" Başını eğerek güldü. Alaycılığı hız kesmeden devam etti.

"İnsanlara hükmeden bir diktatör neden sevilmezse ve neden indirilmek istenirse o yüzden."

Nehir'in sesi yükselerek devam etti.

"Özgürlüğünü çaldığı onca insana ödemek zorunda oldukları için. Ve ne kadar öderse ödesin onlardan çaldıklarını hiçbir zaman geri yerine koyamayacağı için."

Gözleri dolarak devam etti. "Tecavüz ettiği insanlar için, taciz ettikleri için, onun sorumluluğunda yaşanan her şey için. Kendi yaşadığı travmaları başkalarına da yaşattığı için–" Nefesi kesildi ve bir gözyaşı yanağına damladı.

"Katil olduğu için."

O saniye bana baktığında gözlerinde kendimi gördüm; bana yansıttığı her bir acıyı, kederi kendi kaybımmış gibi bağrıma bastım. Onun yaşadıklarının aynısını yaşadığımı ve hâlâ yaşıyor olduğumu bilmeden ona bağlandım. Elimi uzattım, yanağında asılı kalmış soğuk yaşı sildirip ona tutundum. Ona daha önce hayatımda hiçbir şeye tutunmadığım gibi tutundum ve ayrıca... Tutuldum.

***

the endo


hirka

sari akasyalar


piknik (ya bu nası piknik ya? termosta çay yok, işte böyle mangal yok falan... ajdkskckdkckdk ula afk rahat bırak beni be...)











Continue Reading

You'll Also Like

750K 46.9K 50
GERÇEK AİLE KURGUSU İlk kitabım olduğu için yazım yanlışları ve mantık hataları olabilir. *13.11.2023*
120K 3.4K 47
Arkadaşı tarafından para için ihanete uğrayan bir kızzın adama mahküm edilmesi ön izleme : 3.bölüm Helin ben çok özür dilerim pişman oldum gerçektenn...
427K 23.1K 47
Şanlıurfa ☞ Muğla 0546****; Fotoğraf* 0546****; Belli ki bu yoldan yürümüşsün... 0546****; Yoksa etraf böyle çiçeklenmezdi. İlsu; Var öyle marifet...
589K 25.3K 58
Asena dişi kurt demek . Bağımsız , güçlü ve lider olan demek . Peki Asena kızılarslan ? O masumulara göre bir kurtarıcı her türlü askerin gibi . Düşm...