wisteria [gxg]

By winnieepeg

2.7K 126 87

On yıllık bir esaretten nasıl kurtulunur? Dikkat: Bu hikaye eser miktarda şiddet, kan, ölüm, tecavüz ve taciz... More

1. En fazla nereye gidebilirsin ki Prenses?
2. Bu evde yardım çığlıklarına koşulmaz.
4. Mavi akıyor gönlüme.
5. Özgürlüğe tutsak...
6. Camekandaki Lalezar.
7. Ölüm Meleği.
8. Parmağına dokunan diken...
9. Cinayet silahı, akasya.
10. Geçmişe giden menekşeler...
11. Nefret kalpte yer etmez ama...

3. Ses çıkarma Prenses...

351 9 9
By winnieepeg

Bölüm şarkısı; Lana Del Rey–Carmen.

***

Köşk acıkmasa da saat sekizde kahvaltı ve aynı şekilde saat sekizde de akşam yemeği yenirdi. Rutine bağlı bir yeme alışkanlığı edinmek, sağlık açısından önemliydi.

Humus, pancar mezesi, manda yoğurdu ve medine hurması sofranın en önemli davetlileri olurdu. İki akşam etli, iki akşam tavuklu, iki akşam sebzeli ve bir akşam da balıklı bir menü olurdu. Proteinlerimizi, vitaminlerimizi ve diğer dinlemediğim şeyleri vücudumuza almalıydık.

Sergen'in en büyük korkusu, hasta olup ölmekti. Bu yüzden kendisini bir boksör gibi yetiştiriyor, kendisine bir asker gibi disiplinli davranıyordu.

Yemek salonundan içeriye girdim ve Sergen'in daha gelmemesine şaşırdım. Yuşa ve annem karşılıklı oturmuş, sessizce bekliyorlardı.

Yuşa, annemden her zaman biraz çekinirdi. Bunun sebebi Sergen'di, galiba? Açıkçası pek emin değildim bu teorimin gerçek olduğundan. Yuşa, biz eve geldiğimizden beri özellikle annemden uzak durmuştu, neredeyse Sergen'in onu zorlamaları bile işe yaramamıştı.

Annemin kazasından sonra ise, tamamen iletişimi koparmıştı. Annemi yok saymaya başlamıştı. Tabii ki bunu Sergen'in önünde açıkça yapamıyordu ancak yine de tavırları yeterince ortaya koyuyordu.

"Nerede kaldın Prenses?" dedi Yuşa beni görünce gözleri ışıldadı. "Çok güzel olmuşsun."

Onu yok sayarak annemin yanındaki sandalyeye oturdum. Kadın bana yandan bakış atarak gülümsedi.

Annem bu dünyadaki en güzel kadındı. Gözleri yeşile çalardı ve badem, çekik gözler her daim esrarlı bakardı. Uzun, alımlı kirpikleri al al yanaklarına gölge yapar, elmacık kemiklerini ortaya çıkartırdı. Dolgun, kırmızı dudaklar ise narin ve ağırbaşlı bir tebessümle kutsardı bizi. Nar çiçeği kokusuyla büyülerdi.

Raporlara kaza olarak geçse de, kaza olmayan kazanın ardından bile onun güzelliği hiç değişmemişti. Yalnızca... Eskiden gözleriyle bile gülümserdi annem. Şimdi hayat göremiyordum orada, ne zaman bana baksa ağlayacak gibi doluşuyordu gözleri. Pişmanlığı oluk oluk akıyordu bana.

Seni buraya sürüklediğim için özür dilerim.

Ne zaman ağlayarak kapısını çalsam, ne zaman iskeleden kendimi atmak isterken gözlerine yakalansam, ne zaman havuzda nefesimi tutsam ve ıslak saçlarla içeriye girsem böyle bakıyordu bana.

Benim kendimden nefret ettiğimden daha fazla nefret ediyordu kendinden. Çünkü söylenmese de, parmakla gösterilmese de ikimizde biliyorduk ki buradaki siktiri boktan yaşantımız, onun bir ayda tanıdığını sandığı adamla evlenmesi ve evine taşınması sebebiyle onun suçuydu.

Babamın mezarındaki toprak soğumadan evlenmesinden dolayı cezalandırılıyor muydu yoksa kaderin cilvesi, zenginliğin ve şatafatın yanında mutluluğun pakete dahil olmadığını evren hatırlatıyor muydu... Asla bilemeyecektik.

Nihan Hanım'ın asansörden çıktığı "ching" sesiyle duyuldu. Tekerlekler yuvarlanmaya başladı, duraksadı.

"Sergen Bey..." diyen saygılı ve her nasılsa cilveli sesi duyunca başımı eğdim.

Adım sesleri iki olunca, Nihan Hanım ve Sergen'in beraber geldiklerini anladım. Bir saniye sonra Sergen önde, Nihan Hanım arkada yemek odasına girildi.

Sergen uzun, on iki kişilik masanın başına oturdu. Başının üstündeki Peter Paul Rubens tarafından yapılan "Çocuklarını yiyen Satürn" tablosu ve kahve gözlerindeki aç bakış sayesinde bütün bedenim kasıldı.

Neyse ki sonra gözlerini kapatıp avuçlarını göğsünde birleştirdi, her yemekten önce yaptığı gibi içinden dua etti.

Hepimiz onu bekledik. Genelde onu beklerken önümdeki kristal bardağa veya salonda gözlerimi gezdiriyordum.

Yemek salonu krem, gül pembe ve beyazın en açık tonlarındaydı. Kristal bir avize uzun ahşap masanın üzerine eğiliyor, duvarlardaki diğer manzara resimlerini gölgeliyordu. Masanın üstündeki beyaz, kenarlarında gül pembe işlemeler vardı. Masanın üstündeki antika takım ve sandalyelerin rengi birbirine uyuyordu.

Sergen, "Yemeye başlayabiliriz." dediği an Nihan Hanım kapakları açmaya başladı.

Kapaklar açıldığı zaman yayılan balık kokusuna midem hoplayarak cevap verdi.

"Bu akşamki menümüz nedir Nihan Hanım?" diye sordu kadına Sergen. Sesi neşeli ve meraklıydı.

Sergen yemek yemeye aşıktı. Hakiki bir gurme ve Şarap Üretim Teknolojisinden üstün başarı belgeli bir Degüstatör'dü.

Nihan, uzun çeneli ve sinsi bakışlı bir kadındı. Hareketleri akışkandı, eli tabağı altından nazikçe tutarken yemekleri koydu babama. Yani. Sergen'e.

Tabak boktan duruyordu.

"Başlangıçlarda kinoalı somon tartar, deniz börülcesi ve kaya koruğu var, efendim."

Sıra Yuşa'ya geldiğinde, Nihan'ın elleri profesyonel bir şekilde gezindi. Tabağını doldurdu.

"Ara sıcak olarak, kalamar ızgara ve isli tereyağlı ahtapot yapılmıştır."

İçimden, hayır diye bağırdım. Hayır! Balıktan nefret ediyordum. Ahtapottan ve kalamardan da nefret ediyordum. Sekiz yaşında yine bu masada, yine aynı sandalyede canlı istiridye yediğim için kusmuş ve o günden sonra bir tık deniz ürünleri nefret birimleri başkanlığına aday olmuştum.

"Ana yemek olarak hafif ateşte pişirilmiş levrek, tava barbun balığı, deniz mahsüllü makarna ve langustalı linguine bulunmakta."

Nihan devam ettikçe sinirlerim bozuldu ve dizimde duran ellerimi sıktım.

"Tatlı olarak ise elbette, fırında tahin helvası ve haşhaşlı şekerpare bulunmakta."
Neyse ki tatlı biraz mutluluk vericiydi.

"Şarap seçimi olarak, mahzenden 2014 Chamlija Thracian Chardonnay çıkarttık efendim. Dilerseniz, 2000 ve 2001 seçenekleri de var."

Sergen elini yeterli anlamında kaldırdı. Sonra yüzünde piçimtrik bir gülüş belirdi. Menüden, muhtemelen özellikle şaraptan bile zevk alarak ellerini çırptı. "Harika, harikasın Nihan." Nihan o sırada benim başımda, börülcelerimi koymakla meşgul olduğu için yüzünde nazik bir gülümseme vardı.

"Teveccühünüz." diyip başını eğdi.

Nihan, arabasıyla Sergen'in arkasındaki yerini aldı ve Sergen ellerini tek bir kez vurdu.

"Afiyet olsun."

Herkes çatal bıçağa sarıldı ve yavaşça yemeye başladık. Börülcenin tadının güzel olmasını ummuyordum ancak bu kadar boktan olması beni mahvetmişti.

Kaya tortuğu mudur nedir o salak ottan biraz ağzıma tıktığım sırada agresif hareketim fark edildi. Sergen tek kaşını kaldırınca gözlerim otomatikman çiçek desenli tabağıma kaydı.

"Yemeğin tadını çıkartmalısın Asya. Yavaş ve sakin."

Ne yersek yiyelim, üzerinde pembe güllerin olduğu antika ve kabartmalı yemek takımında yerdik. Takımdan bir parçanın kırılması kesinkes yasaktı. Daha önce Yuşa altın kaşığı yere düşürdüğü için yemekten sonra gözümüzün önünde öldürülesiye dövülmüş ve bir hizmetçi az kalsın çorba kasesini düşürüyor diye kovulmuştu.

Takımın önemi, Sergen'in ilk eşi Yaren'e dayanıyordu. Bu takımlar onun çeyiz takımıydı ve Sergen, ilk eşinin anısına tutunmayı seviyordu.

On senelik varlığım boyunca, yemek odasından korkmuş ve hep diken üstünde yemek yemiştim. Dikkat kesilmiştim masadaki her bir eşyaya. Çoğu zaman bu yüzden yediğim şeyin tadına varamıyordum.

"Üzgünüm." dedim.

Masaya bir tokat attı. Uyarırcasına.

"Üzgünüm, ne?"

"Üzgünüm baba."

Bana kalırsa Sergen'in birden fazla sorunu, birden fazla hastalığı vardı ancak benden ona baba dememi istemesinin altındaki hastalıklı sebebi çözemiyordum.

Sinirlenince beni çalışma odasına çağırır, soyunmamı ister ve kemerle döverdi, aynı babasının annesini dövmesi gibi. Eskiden bunları anneme yapıyordu. Ancak annem tekerlekli sandalyede olduğundan beri ona yapabildiği tek şey ona tecavüz etmekti. Sinirlenince Yuşa'yı boğazlar, itekler ve bazen yumruğunun, hatta kemerinin tadına bakmasını sağlardı.

Sergen canavardı. Bu diktatör, lanetli köşkün başrol canavarıydı. Onu sırasıyla Yuşa ve korumamız Engin takip ediyordu. Şef Emine ve şoför Adem şeklinde liste devam ediyordu. Özetlenecek olunursa, bu köşkte kendi öz iradesiyle yaşayan herkes, yemeklerimizi yenileyen Nihan bile, canavardı.

Uyanmak isteyeceğiniz ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın, Rüya Kapanına sarılarak uyusanız dahi, uyanamayacağınız bir kabusun başrolüydüler.

"Akasya... Uyan bebeğim."

Annemin genç ve güzel, henüz bozulmamış yüzü gözümün önünde belirince yutkunamadım. Dizimi sıkıp aniden beliren kabus giyimli hatıraları defetmeye çalıştım.

"Gidiyoruz." Annem kuşlu dolabımdan elbiselerimi bir sırt çantasına dolduruyordu.

İlk çığlığın ardından gelen isyandı bu.

"Nereye?" diye sordum. Neden diye değil, nereye diye. Çünkü annem ne kadar bana sırtını dönmüş olsa da açıklıktaki kollarında lavanta rengindeki morlukları görebiliyor, bacaklarından sızan kanın kokusunu duyumsuyordum.

Ayağa kalkıp anneme yürüdüğümü ve onun beyaz geceliğini tuttuğumu hayal meyal hatırlıyordum.

"Anne?.." İyi misin diyemedim. Sekiz yaşında olsam da, onun ne kadar korktuğunu hissedebiliyordum.

Ona dokunduğum an annem dağıldı. Yere çöküp kendisini kapatarak için için ağlamaya başladı. Sesi bir ıslık gibi kısık ve bir kuş gibi narindi.

Sonrasında her şey hızlı gerçekleşti. Annem hazırladığı çantası sırtında, beni elimden sımsıkı tutarak merdivenlerden indirdi. Köşkün ana kapısından yılan gibi sinsice çıktık.

"Gidiyoruz." diyerek nefes verdi annem. Sanki en kötüsü Köşkün kapısından çıkmakmış gibi davransa da az sonra anlayacağımız üzere altın varaklı geniş kapıdan çıkmak asıl işti.

Daha biz merdivenlerdeyken, on tane koruma dizildi açıklık alana. Annem gerildi gerildi ama duramadı, yanlarına vardığında sesi kırgın, sordu.

"Kapıyı açabilir misiniz?"

Engin ismindeki, genç delikanlı yanıtladı annemi.

"Evinize dönün Hanımım."

Annem tenindeki izleri gösterdi. "Bunu bana kimin yaptığını biliyor musun Engin?"

Engin, "Evinize dönün. Son kez uyarıyorum. Beyimi uyandırmak, işleri kızıştırmak istemiyorum."

Annem bir volkan gibi patladı. "Ne demek o ya?! Lanet olası, aç şu kapıyı dedim sana!"

Diğer korumalar akılsız, fikirsiz ve dilsizdi. Engin yeniden, "Hanımım!" diye bağırdı.

"Rica ediyorum!" Sesi hiç de rica eder gibi değildi.

"Asıl ben rica ediyorum." Annemin sesi titredi. Volkan oldu mu sana çarşaf gibi deniz... "Bu herif beni öldürecek... Gitmem gerekiyor. Bakın benim daha minicik bir kızım var..." diyerek eline sarılmış elimi gösterdi.

Kalbim küt küt çarparken Engin'e baktım. Beni değersiz bir çöpmüşüm gibi süzdü.

"Lütfen merhamet edin. Elinizi vicdanınıza koyun."

Engin bir nefes verdi. Sanki düşünüyormuş gibi gözlerini yumdu bir an.

Sonra omzunun arkasından nöbetçi kulübesine seslendi. "Köşkü arayın."

Annem haykırdı. "Hayır!" Onları durdurabilecekmiş gibi üzerlerine saldırdı ancak iri kıyım fıçı gibi adamlar üstüne çullanınca hiç şansı kalmadı.

"Hayır!" Beni ittirip bağırdı. "Akasya koş–"

Birisi beni ensemden kedi gibi tutmasaydı belki de koşardım. Annemin gözlerindeki son umut kırıntısı da benim yakalanmamı görmesiyle toprağa gömüldü ve gözyaşları çabasızca akarken yaralı bir ceylan gibi bağırdı.

"Bırakın beni!"

"Akasya Hanım!" Kendime geldim ve gözlerimi tepemdeki Nihan'a çevirdim.

"Kusura bakmayın. Ne demiştiniz, kaçırdım?"

"Kalamar mı, ahtapot mu arzu edersiniz?"

Beynim tamamen durduğu için dudaklarım son söylenen seçeneği, bekletmeden cevap niteliğinde söyleyince anında pişman oldum.

Lanet–

Tabağıma bir bütün ahtapot gelince pembe solungaçlarına bakmanın bile iğrenç olduğunu düşündüm. Yüzümün aldığı şekil Yuşa'nın sırıtmasına, Sergen'in sorgulamasına sebep oldu.

"Bir sorun mu var Asya?"

Hayatta ona söyleyemezdim. "Yok, baba."

"Sorunun ne olduğunu anlayamıyorum Ceyda?" diyen Genç Sergen'i görünce kalbim ters parendeler attı korkudan.

Yeniden geçmişteydim. Bu masada, bir kahvaltı sabahıydı. İlk kaçma girişimimizin ardından doğan güneşle, masanın iki yanında annemle suçlu çocuklar gibi oturmaktaydık.

Annem yüzü tamamen şiş, dudakları patlak ve kaşları yarık olmasına rağmen cesurca başını kaldırdı.

"Ben... Ben boşanmak istiyorum."

Sergen, ne olduğuna cidden anlam veremiyormuş gibi başını yana eğdi.

"Bana sorunu söyle, sevgilim."

Annem elini masaya vurdu. "Bana sevgilim deme! Bana bunu nasıl yaparsın!"

Sergen masaya vurulan eli tuttu ve avcunun içine aldı, nazik davranışı bir perdeydi annemin elini sıkmaya başladı ve annem ahlayarak elini kurtarmaya çalışırken olduğum yere sindim.

"Bırak elimi!" Dişlerinin arasından tıslayan annemi görmezden gelen Sergen, Yuşa'ya ve bana baktı.

"Çocuklarımızı korkutuyorsun Ceyda." dedi sahte bir endişeyle.

Yuşa gözlerini masa örtüsünün üstünden kaldırmıyordu ve ben de kaçamak gözlerle annemin elini izliyordum.

"Onları korkutan sensin! Ne yapıyordun, Akasya'nın odasında geçen gün?"

Gözlerini masa örtüsüne devirme sırası bendeydi. Başımı iki yana sallayıp duyduklarımı silmeye çalıştım. Gördüklerimi silemesem de...

"Ne yapıyormuşum canım?" dedi Sergen, gayet rahat.

"Aralık kapıdan onu izliyordun Sergen! Benim kızımı! Benim Akasya'mı! Giyinirken! İzliyordun!"

Bu cümleler masaya gülle gibi inince Sergen anneme nereden geldiği belli bile olmayan bir tokat attı. Gözlerim kocaman oldu ve dudaklarım aralandı. Bir çığlık boğazlarımı yırtarcasına kurtuldu benden.

Sergen ise ne beni ne de annemin devam eden isyankar sesini duydu. Tek bir hamlede annemin sandalyesini tekmeledi ve onu yerde kıstırdı.

"Sus lan! Sus orospu! Sus!"

Kriz geçirircesine bağırmaya ve ağlamaya başladığımda sandalyemden kalkıp minicik boyumla Sergen'i durdurmaya çalışacağımı biliyordum. Ancak Yuşa beni çevik bir hareketle yakaladı ve masanın altına çekti.

Bağırarak onu yumruklamaya çalıştığımda beni bileklerimden tuttu Yuşa.

"Ses çıkarma, Prenses. Ses çıkarma yalvarırım."

"Annem..." diye kahırlı bir sesle haykırdım.

"Anneni kurtaramazsın." dedi Yuşa.

Ellerinden kurtulup masadan sürüklenerek çıktım. Onu duymuyordum, yalnızca annemi duyabiliyordum.

Onu ve ağlamasını. Onu ve yalvarmasını.

"Kendini yaralarsın sadece!"

Yuşa masanın altından elini uzatıp beni yakalamaya çalışsa da bu kez başarılı olamadı. Kendimi bir anda Sergen'in önünde buldum.

"Dur!" dedim ancak şimşek hızında inen tekmesini yemekten, dur demekle kaçınamadım.

Tekmesi karnıma indi, kendimi duvara yapışmış halde buluverdim. Feci bir ağrı vücudumu keserken annem bir feryatla beni öteki tarafa ittirdi, yere yapıştım.

Yere yapışınca masanın altında hüzünlü ve umutsuzlukla bakan kahve gözlerle mavilerim kesişti. Akan bir damla yaşı da Yuşa'ya adamadan edemedim. Bu evdeki herkesin bir mahkum olduğunu da tam olarak o zaman anladım. Bu evin tamamı açık bir yaraydı.

Kokuşmuştu bu ev.

Ahtapot'un feci kokusuyla kendime geldim. Yeniden. Bir gün içinde yaşadığım halusinasyonlar boyumu aşmaya başlamıştı.

Zihnim, on yıldır bu köşkten dışarıya adım atmamamı artık kaldıramıyordu. Son bir yıldır anılar ve gerçeklik arasında bir yerde geziniyordum. Bazen öyle anlar oluyordu ki algımı tamamen kaybediyordum. İlk başlarda bunların anı olduklarını anlayabiliyordum, ayırt edip def ediyordum.

Ancak son zamanlarda iş iyice ilerlemişti. Akan gözyaşımın sıcaklığını yanağımda gerçekten de hissedebiliyordum artık.

Masanın öbür tarafından çatal ve bıçak birbirine iki kere, ardarda ancak hafifçe çarptı. Kulaklarım Retriever gibi dikildi. Bu küçük uyarı sesi, Sergen'in anlayamayacağı kadar keskin ve pürüzsüzdü. Yuşa'yla geliştirdiğimiz bir sesti.

Yuşa'ya baktım. Elini kendi yanağına atıp silince, hissettiğim yaşın gerçekten de yanağımda olduğunu anlamam zor olmadı.

Çaktırmadan sildirip yemeğime döndüm. Sergen yok yere ağladığımı görecek olursa bir sebep verip beni gerçekten ağlatmak isteyebilirdi.

"Benim size bir haberim var." dedi Sergen. Şarabını yudumladı asilzade gibi. "Biliyorsunuz ki bahçıvanımız Yaşar Usta birkaç ay önce vefat etti."

Bizlere tek tek baktı.

"Uzun zamandır aradığımız bahçıvanı, sonunda bulduk. Artık ne Asya'nın ne de bu evdeki hiçbir hizmetçinin çiçekleri yaşatmak için uğraşmasına gerek kalmadı. Asya, özellikle sana şu son birkaç ay için inanılmaz müteşekkirim."

Gülümsedi. "Ne kadar da fedakârsın ve ne de güzel bir iş başardın! Sayende bahçemiz hâlâ ışıl ışıl."

"Rica ederim."

"Tabii ki bir bahçıvan kadar iyi bir iş değildi. Çiçekler biraz solgun duruyor son günlerde ancak her neyse, artık uğraşmana gerek yok dediğim gibi. Yarın bahçıvanımız, Nehir Hanım'la tanışırsın; kendisini iş arkadaşım Turgut önerdi. Turgut'u biliyorsun Ceyda. Onun önerdiği hiç kimse kötü çıkamaz diye düşünüyorum, ona güvenebiliriz gibi."

Kimse sesini çıkartmadı. Sessizlik onaylandı.

Bahçeyle ilgilenmek son birkaç aydır kafamı dağıtan tek aktiviteydi, bütün gün bahçede gezinmek zaten hobimdi ama iş olarak görmek bir amaç verdiği için belki de, inanılmaz mutluluk vericiydi. Bu durumun
elimden alınmasına moralim bozulmuş olsa da, ses çıkartmadım elbette. Ne diyecektim ki?

Yemeğimiz bitince hep beraber tatlılarımızı yedik. Olaysız biten bir akşam olduğu için yemekten sonra rahatça odamda kitap okuyabilirdim.

Sergen telefonu çalınca kalktı ve merdivenleri tırmanmaya başlayınca çalışma odasına gömüleceğini anladık. Annemle birbirimize sevinçle baktık.

Yuşa'da aynı sevinçle ayağa kalktı, kucağındaki peçeteyi tabağına fırlattı.

"Ben çıkıyorum Prenses. Sana dışarıdan hava getirmemi ister misin? Biraz solursun?"

"Hayır." dedim aklımdaki binlerce kötücül yoruma rağmen en söylenilebilir olanını söylemeye gayret ederek. Bu akşamı odamda kitap okuyarak geçirebilirdim. Yuşa'ya kötü yorum yapıp onu kışkırtmak sonra onun acımasızlığıyla uğraşmak istemiyordum.

Sonunda Yuşa'da bana çok takılmaya gerek duymadan odasına geçti. İçten içe onun da benimle aynı şeyi düşündüğüne emindim. En yukarıda, Sergen'le aynı kattaydı Yuşa. Hazırlanıp babasına çıktığını söyleyecekti ve belki de sabaha kadar gelmeyecekti.

Anneme baktım. "Ne yapacaksın?"

"T-t-t-televizyon."

"Ooo!" dedim keyifle. "İyi seyirler o halde sana."

"B-b-beraber i-i-iiiiizleyelim mi?"

Aslında kitap okuma hayalim vardı ama annemle huzurlu bir akşam geçirme isteği ağır bastı o an. Böyle akşamlar her zaman ele geçmezdi.

Zihnimin ipleri, geçmişime bağlanmıştı. Ağır aksak yürüyen bir kağnı gibi sürekli aynı şekilde gıcırdıyor ve sinirimi bozuyordu. Bu hastalıklı hayatın tek bir sorumlusu vardı ve o da annemdi ancak onu suçlayamıyor, onu üzemiyordum.

Onu üzemediğim için kendimi parçalıyordum, ağlamaktan bitap düşüyordum ancak ona ağzımı açamıyordum. Onun yüzünden umutsuz, onun yüzünden çaresizdim. Onun ipleri tekerlekli sandalyesine ve Sergen'e, benim iplerimse anneme bağlıydı.

Bu yüzden gidemiyordum.

***

the end


yemek salonunun iki görüntüsü var aklimda. bu arka plan aynen tasvir ettigime benziyor. ancak sandalyeler ve masanin ustu bunlardan degil.

sandalyeler


yemek takimi

tabii ki siz kendi kendinize de hayal edebilirsiniz ama ben yine de fikir vermesi acisindan birakacagim.


Continue Reading

You'll Also Like

672K 19.3K 26
(Cinsel içerikli sahneler, yaş farkı ve daddy isuess içermektedir.) Ölü çocukluklar yaşamaya devam eden ölü insanlar doğurur... Kapak @-necirvan a ai...
118K 3.3K 47
Arkadaşı tarafından para için ihanete uğrayan bir kızzın adama mahküm edilmesi ön izleme : 3.bölüm Helin ben çok özür dilerim pişman oldum gerçektenn...
4.6M 342K 58
"Bu kitap babası tarafından sevilmeyen ve hiç bir zaman sevilmeyeceğini düşünen kızlara ithafen yazılmıştır..." (Haziran-Temmuz ayları arasında kitap...
1.1M 36.5K 40
Bir öğretmen ve bir mafya ? Bir kuralsız kaç kuralı birden yıkabilir ? Aşkın, acının ve heyecan kol gezdiği bir hikaye... Rüzgar&Mehir aşkına birlikt...