GECENİN HİKAYESİ

By thekabal

1.9M 65.6K 99.4K

Sıradan bir günün akşamında, geçmeye çalıştığı köprüden nehre düşmek üzereyken ölüm tarafından kulağına fısıl... More

AYLEMA|GİRİŞ
1. BÖLÜM
2. BÖLÜM
3. BÖLÜM
4. BÖLÜM
5. BÖLÜM
6. BÖLÜM
7. BÖLÜM
8. BÖLÜM
9. BÖLÜM
10. BÖLÜM
11. BÖLÜM
12. BÖLÜM
13. BÖLÜM
AŞEKA|GİRİŞ
14. BÖLÜM
15. BÖLÜM
16. BÖLÜM
17. BÖLÜM: ilk part
17. BÖLÜM: ikinci part
18. BÖLÜM
19. BÖLÜM
20. BÖLÜM
21. BÖLÜM
22. BÖLÜM:
23. BÖLÜM
24. BÖLÜM
DORA|GİRİŞ
25. BÖLÜM
26. BÖLÜM
27. BÖLÜM
28. BÖLÜM
29. BÖLÜM
30. BÖLÜM
31. BÖLÜM
32. BÖLÜM
33. BÖLÜM
AMELYA: 1. BÖLÜM
AMELYA: 2 - 3 ve 4. BÖLÜM
AMELYA: 5. BÖLÜM
AMELYA: 6. BÖLÜM
AMELYA: 9 ve 10. BÖLÜM
AMELYA: 11 ve 12. BÖLÜM
AMELYA: 13. ve 14. BÖLÜM
AMELYA: 15. ve 16. BÖLÜM
AMELYA 17 ve 18. BÖLÜM:
AMELYA 19 ve 20. BÖLÜM:
AMELYA 21 ve 22. BÖLÜM:
AMELYA 23'ten 26'ya
AMELYA 27. ve 28. BÖLÜM:
AMELYA 29, 30, 31, 32. BÖLÜM:
AMELYA 33. BÖLÜM:
AMELYA: FİNAL
GİRİŞ
SOKAK LAMBASININ ALTINDA, BİR BANKIN ÜZERİNDE

AMELYA: 7 ve 8. BÖLÜM

13.4K 926 994
By thekabal


7. BÖLÜM: BUZ SARKITLARI

Neredeyse iyi idare ettiğimi sanıyordum. Fetih, gece yarısından sonra odaya geldiğinde yarı uykuluydum. Önceki gece onun uyuyabiliyor oluşunu seyrederken hiç gözümü kırpmamıştım, bu yüzden onun gelişini bekleyememiştim. Yankı'yla neler konuştuklarını ve nasıl bir program yaptıklarını öğrenmek istiyordum ama yanağımdan öpüp "Yarın konuşuruz," dedi ve ben de uykunun kollarına, ona sarıldığım kadar sıkı sarıldım.

Kafamın içinde bir ses vardı, daima oradaydı. Gölgelerin arasındaki aksim diye konuşurdum onunla ama gerçek birine ait olacağını hiç düşünmemiştim. Delirdiğim ihtimali daha mantıklıydı. Bir süredir o sesi duymuyordum, bu yüzden belki saatler sonra bana seslendiğinde uyanık olduğumu düşündüm. İlk kez bu kadar gerçek ve ilk kez bu kadar yakındı. Kulaklarımı kapatmamın imkânsız olduğu bir çağrıydı.

"Bana gel, Yıkıcı..."

Örtünün içinden çıktığımı hatırlıyorum. Yine zihinsel bir körlüğün içindeydim ama örtüyü kaldırdığımı, bacaklarımı sarkıttığımı ve yataktan çıktığımı biliyordum. Ayaklarım bu defa çıplak değildi. Botları ayaklarımda hissediyordum ama onları giymediğimi biliyordum. Üzerimde bir ceket oluşunu hissediyordum ama onu giymediğimi de biliyordum. Sadece yürümeye devam ettim. Bir kuş sürüsü aydınlanmaya başlayan kasvetli gökyüzünde kanatlanıp uçtu. Daha önce hiç böylesine kuş görmemiştim. Bembeyazdı, uzun gagası vardı ve birlikte süzülüyorlardı.

"Denizleri severler," dedi ses kafamın içinde. Kuşlardan bahsettiğini bir şekilde biliyordum. "Tıpkı senin gibi."

Kaşlarımı çatmama neden oldu. Durmadan ilerlemeyi sürdürdüm. Yokuştan aşağı doğru neredeyse koşar adımlarla gitmeye başladım. Bilincim bunun garip olduğunu söylüyordu. İpsela'ya geldiğimden beri hiç yokuş görmemiştim. Bu kale alabildiğine geniş bir araziden oluşuyordu, her yer bir ova gibi dümdüzdü. Titrediğini düşündüğüm ellerime bakmak istedim ama ağır havanın etkisiyle sis bulutu onları çevrelemişti. Geriye doğru bakmak istedim ama yapamadım, bir şey buna engel oldu ve acıyla inlememe sebep oldu. Birisinin başıma baskı uyguladığını hissediyordum.

"Bana gel..." dedi. "Direnme."

Onu dinlemenin ne kadar kolay olduğunu düşününce irkildim. Bana söylediği her şeyi yapmalıymışım gibi hissediyordum ama aynı anda bunun yanlış olduğunun da farkındaydım. Tamamıyla olmasa da kendi bilincimin kırıntıları benimleydi. Sıkı sıkı o parçalara tutunmayı denedim.

Bu defa etrafta hiç ağaç yoktu. Çiçek yoktu. Kocaman, buz gibi bir beyazlık vardı. Havanın aydınlanmaya başladığını hatırlıyordum ama yeniden karanlıkla göz göze geldim. Kar taneleri görünmez oldu. Gökyüzüne baktım, kuşlar artık orada değildi. Çok hızlı bir şekilde değişiyor, diye düşündüm. Tıpkı bir film karesi gibi. Görüntü hızla akıyor ve ben onları yakalayamıyorum.

Pıt. Pıt. Pıt.

Bir taşın üzerine damlayan su sesini duydum. Çok yakınımdaymış gibi netti. Belki de bir buz sarkıtıdır diye düşündüm, buz erimeye başlamıştır ve sadece akan damlalar yere çarpıyordur. Bir göl veya nehir değildir. Bir deniz olmasının imkânı yoktu. Tek bildiğim artık nehirleri ve köprüleri sevmediğimdi.

Biraz daha yürüdüm. Bir mağaranın kapısının girişinde kimsenin geçememesi için buz sarkıtları üst üste binmişti sanki. Çok sivri olan bir tanesinin ucundan damlalar akıyor ve başka bir kayayı siyah lekelere boyuyordu.

"Zamanınız doluyor," dedi. "Buzlar eridiğinde her şey sona erecek."

Sesle birlikte arkamı döndüm ve bu defa dönebildim. Ses neredeyse kulağımın dibindeydi ve bunun gerçek olduğunu gördüm.

"Sen..." diye fısıldadım. Başka bir zihinsel körlük. Onu görüyordum ama onunla ilgili düşünemiyordum. Karşımdaydı, gözlerine bakıyordum ama gözlerinin hangi renk olduğunu düşünemiyor ya da söyleyemiyordum. Korkunç bir dalga hemen üzerimdeydi.

"Merhaba, Amelya," dedi gülümseyerek.

"Merhaba, Amelya..." Kelimeleri tekrar mı ettim yoksa gerçekten onunla mı konuştum, emin değildim.

"Her şey bitmeden önce sana teşekkür etmek istedim."

"Neden?" Belki de doğru soru bu değildi. Sormam gereken çok şey vardı.

"Orada beni savundun." Hüzünlü bir gülümsemesi ve acı içinde bağıran gözleri vardı. "Aptal bilim insanlarına... Yaptıklarının yanlış olduğunu söyledin. Haksız olduklarını, suçlu olduklarını söyledin."

"Öyleler," diye onayladım bir robot gibi.

"Daha önce kimse bunu yapmamıştı." Çıldırmış gibi güldü. Çıldırmış gibi gülmenin nasıl olduğunu biliyordum. "Her şey için beni suçladılar."

"Masum olduğunu düşünmüyorum," dedim. "Ama suçlu değilsin. Bütün bunları yapabilmeni anlıyorum."

"Evet," dedi. "Evet. Hepsini hak ettiler. Daha fazlasını hak ettiler." Bahar gelmişti. Sis bulutu dağıldı. "Ve nihayet bitecek. Ben özgür kaldığımda hepsi bedelini ödeyecek."

"Ölecek mi demek istiyorsun?"

"Ölmeliler."

"Ama," diye itiraz ettim. "Neden herkes ölmeli? Birçoğu masum. Neden sadece sana bütün bunları yapanları cezalandırmıyorsun?"

"Benim yaşadığımı yaşamaları gerekiyor." Kendini onaylarcasına başını salladı. "Aynı acıyı yaşamaları gerekiyor. Benim çocuğuma karşı, onların çocuğu."

"Ama çocuklar masum."

"Çocuklar masum değildir," dedi. "Yanılıyorsun. Çocuklar masum değildir."

"Bu doğru olamaz."

"Aptal!" dedi bağırarak. "Hâlâ aynı yalanları söylüyorsun. Anneler... Anneler masum değildir."

"Anlamıyorum!"

"Önce onlar terk eder!" dedi. "Önce en sevdiklerin terk eder. Bunu öğrenmiş olman gerekiyordu. Bu yüzden onlar da çocukları tarafından terk edilmeliydi. Çocukları da aynı acıyı çekmeliydi. Herkes cezalandırılmalı."

"Yanılıyorsun," dedim. "Seni anladım. Sana hak verdim ama yanılıyorsun. Ben sana hiçbir şey yapmadım. Ben kimseye bir şey yapmadım. Ama sen bana birçok şey yapıyorsun."

"Sana iyilik ediyorum."

"Sadece bir şans versen olmaz mı, bir çıkış bileti."

Güldü. O kadar şiddetli güldü ki kulaklarımın kanadığını sandım.

"Yeşil Yol'dan çıkış yok. Bitecek. Hepsi bitecek."

Birden beni dışarıya itti. O kadar hızlı oldu ki yerimde sendeledim, düşmek üzereyken biri tarafından son anda yakalandım. Gördüğüm ilk şey açık gökyüzüydü. Karanlık yok olmuştu. Kar taneleri üzerime geliyordu.

"Maya?" Karamel rengi gözleri görüş alanıma girdi. Yavaşça doğrulmaya çalıştığımda sırtımdan destekledi. Etrafıma baktım. Daha önce çıktığım, Esila'nın kendini attığı tepenin yamacındaydım. Ne bir mağara vardı ne de buz sarkıtı.

"İyi misin?" diye sordu.

"Sanırım." Başımı eğip üzerime baktım. Botlar ayağımdaydı. Üzerimde Fetih'in kokusunun sindiği bir ceket vardı. "Neler oldu?"

"Yataktan kalktın, kendinde değildin. Seni tutmayı düşündüm ama bunun sana zarar verebileceğini düşündüm. Peşinden geldim."

"Bunları sen mi giydirdin?" diye sordum tek önemli olan buymuş gibi.

"Evet, kolay olmadı. Hareket halindeydin ama gözlerin kapalıydı."

Demek ki o haldeyken başkalarının müdahalesini göremiyordum.

"Onu gördüm," dedim. "İsis, benimle konuştu."

Onu görmeyi beklermiş gibi gergince etrafa baktı. "Ne söyledi?"

"Buradan gidebilir miyiz?" Bu ıssız alan huzursuz hissetmeme neden oluyordu.

Elini uzatınca doğrudan koluna girip ağırlığımı onun üzerine bıraktım. Uyuşmuş değildim ama dalgındım. Biraz daha uyumaya ihtiyacım vardı, içten içe uyuyamayacağımı bilmeme rağmen. Rüzgâr saçlarımı yüzüme doğru sertçe savuruyordu. Onları çekmek için bile ellerimi ceplerimden çıkaramadım. Çok soğuktu. Ağaçlığa kadar sessizce nefes almama izin verdi. Kalenin arka girişinden içeriye sızdık. Yeraltı merkezine inen devasa çelik kapağın üzerinden yürüdük. Etrafta birileri vardı ama hiçbiri dönüp bize bakmadı. En azından kendi işlerine bakıyorlardı ve meraklarını dizginlemeyi biliyorlardı. Onların türü için beklenmedik olsa da bundan fazlasıyla memnundum.

Daha önce Pars'la birlikte gittiğimiz taşlıktaki mutfağa geçtik. Fetih, şöminenin yanında durabilmem için kolunu ellerimin arasından kurtardı. Ateşe dönüp ısınmaya çalıştım. O kahve demlerken konuşmayı tekrar tekrar kafamın içinde oynatıyor ve söylediği her şeyi ezberlemeye çalışıyordum.

"Onu gördüm," dedim şaşkınlıkla. "Onu gördüm ama onunla ilgili düşünemiyor ya da konuşamıyorum. Bu nasıl olabilir? Onu gördüm, Fetih! Gözlerine baktım, saçlarına, üstüne ama kafamda canlandıramıyorum bile."

"Şş," dedi etrafı kontrol edip. "İşte bu şekilde engel olabiliyor, bu yüzden sana bütün bunları uzun süre anlatamadık. Onun istediği kadarını sadece."

"Tanrım!" diye mırıldandım.

Kahve fincanını alıp elimi tuttu, birlikte yeniden odaya döndük. İçeri girer girmez kendimi örtünün altına attım. Saç diplerim hatta kirpik diplerim bile üşüyordu. Buraya geldiğimden beri hava soğuktu ama ilk kez bu kadar şiddetli üşüyordum. Kahve fincanını avucuma bırakıp karşıma gelecek şekilde oturdu.

"Anlat bana."

"Bir ses duydum, kalktığımı hatırlıyorum ama etrafı göremiyordum. Nereye gittiğimi de göremiyordum, sadece bir çağrıya doğru yürümeye başladım. Yokuş aşağı indiğimi hatırlıyorum, bu defa diğerlerinden farklı olarak bilincimin bir kısmı açıktı sanki. İpsela'da hiç yokuş olmadığını ayırt edebiliyordum. Bir mağaraya kadar yürüdüm, mağarayı çok net hatırlıyorum. Girişinde buz sarkıtları vardı. Bir tanesinin ucundan su damlıyordu. Sesini hâlâ hissediyorum. Burada hiç mağara var mı?"

"Sanmıyorum." Kaşlarını çatmıştı. "Devam et."

"Sonra onu gördüm. Tarif edemiyorum. Bana kendi çapında teşekkür etti sanırım. Onu savunduğum için memnundu, bunu daha önce kimsenin yapmadığını söyledi."

"Anlaşılabilir..."

Nefes alma ihtiyacıyla yutkunarak kahvemden içtim.

"Sonra buz sarkıtlarını işaret etti, buzlar eridiğinde her şeyin biteceğini söyledi. Herkesin hak ettiğinden bahsediyordu, bunları ailelerin yaptığını. Çocukların masum olduğunu söyledim ama bu onu çok kızdırdı. Çocuklar hak etti, dedi. Çok ürkütücüydü." Biraz daha kahve içtim. "Yaptığımız her şeyin boşa olduğunu söyledi, Yeşil Yol'dan çıkış olmadığını. Yakında özgür kalacağını ve herkes için her şeyin sona ereceğini."

"Bilmediğimiz bir şey söylememiş." Uzanıp elini dizime koydu. "Üzgünüm, nasıl hissediyorsun?"

"Artık hissetmiyorum. Olmayan cesaretimi iyice kırdığını biliyorum ama." Söyledikleri çok inandırıcıydı. Sanki gerçekten buradan çıkamayacaktık.

"Seninle oynamasına izin verme." Elini yanağıma bastırdı. "Bir çıkış olduğunu biliyoruz, her kalkanın hassas bir noktası vardır. Hepsi kırılır. Sadece doğru yeri bulmamız gerekiyor."

"Belki de şansım varken daha çok şey öğrenmeye çalışmalıydım."

"Aslında öğrenmişsin."

Sorgularcasına ona baktım.

"Çocuklarla ilgili söylediği şey. Bütün bunları ondan alınan çocuğu için yaptığını düşünüyorduk. O çocuğa da kızgın olabileceğini düşünmedik."

"Onu tanımayan birine neden kızgın olsun ki?" Daha doğrusu, nasıl bir anne çocuğuna bu denli kin besleyecek kadar kızgın olabilir ki? Normal bir gerçeklikte mümkün değilse de aklıma birkaç anne ismi geldi ve sorgulamayı bırakmama yetti.

"Adım adım," diye hatırlattı. "Elimizde artık bir şey daha var. Şimdi sebebinin peşine düşeceğiz."

"Aynı anda bu kadar şeyi nasıl yapacağız?"

"Sen kendi zihnin üzerinde çalışırken ben de bunlar üzerinde çalışacağım."

"Fetih!" diye şikâyet ederek inledim. "Beni Yankı'nın eline bırakma."

"Güzelim, yanında olacağım ama bu benim bildiğim bir alan değil. Bırak, Yankı işini yapsın. Gözüm elbette üzerinde olacak, bir an bile gözümü senden ayırmam. Gerçekten riskli olacağını düşünsem buna izin verir miyim sanıyorsun?"

İzin vermeyeceğini biliyordum, gerçekten yapmam gerekmese benden bunu istemeyeceğini de biliyordum ama yine de huzursuzdum.

"Ona senin kadar inanmıyorum."

"Ben onunla büyüdüm, bana inan. Buradan çıkmak için daha istekli kimse yok."

"Ama onu duydun," diye itiraz ettim bu defa. "Bunun için bana her şeyi yapabilecek potansiyeli var. Kendisi itiraf etti."

"Aşkım," dedi ciddiyetle ki o andan sonra söyleyeceklerine odaklanmak çok zordu. "Yankı, sana zarar verecek bir şey yapamaz, sen ona zarar verecek çok şey yapabilirsin." Küçük, yabani bir gülümseme yukarı doğru kıvrıldı. "Yapacağınız tek şey kendi zihninin sınırlarını genişletmek. Daha da güçlendirmek. Senin tek bir saç teline bile zarar gelse neler yapacağımı biliyorlar."

"Ne yaparsın?"

"Hepsini öldürürüm."

"Sana inanmak çok kolay," diye mırıldandım fincana bakarak. "Bu haksızlık."

"Seni sevmek de öyle." Çok kolay. Gülümsediğini duyunca bakışlarımı tekrar ona çevirdim. "Ve daha önce hiç bu kadar haklı olmamıştım."

Dudaklarım kıvrıldı. Hâlâ bunu, bu kadar kolay ve doğal söylüyor olmasını aklım almıyordu. Hayal etmekten bile daha güzeldi.

"Biraz daha uyumak ister misin?" diye sordu. "Saat henüz çok erken."

Bu pencereye dönmeme neden oldu. Gökyüzü açıktı, kar yağmıyordu ve bu artık bir kum saatinin tersine döndüğünü işaret ediyordu.

"Hayır," dedim. "Artık uyumak istemiyorum. İşe koyulalım."

"Çok erken."

"Pekâlâ..." Kahvenin sonunu da kafama diktim. "Burada ne yapıyordunuz?" diye sordum yataktan çıkıp. "Her şeyden önce, sen buradan gitmeden önce? Zamanını nasıl geçiriyordun?"

"Görmek ister misin?" Bu onu epey şaşırtmıştı.

"Deli misin," dedim inanamayarak. "Çok isterim."

"O zaman hazırlan, sana kısa bir tur attıralım."

"Tamam." Memnuniyetle gülümseyip banyoya girdim. Zamanımız daralıyordu, zamanımız kalmamıştı ve artık en önemli şey birlikte olabilmemizdi. Birlikte kalabilmemiz. Derin derin nefes alıp aynaya bakmadan yüzümü yıkamaya koyuldum.

***

Kalenin etrafında biraz yürüdük, tahmin ettiğimden daha büyüktü. Fetih, buranın her zaman bu kadar soğuk olduğundan bahsetmişti, İsis en zor hayat şartlarına zorluyordu onları ama buzların arasında bile yaşamayı hatta daha ileriye gidip yine deneyler yapmayı becerebilmişlerdi. Bütün bunların ne kadar uzun zamandır farkında olduğunu bilmiyordu, kimse zamanı tam anlamıyla çözemiyordu ve hepsinin zihin boşluğu dedikleri bir engeli vardı. İsis, en büyük cezayı Hükümdarlara vermişti, her şeyin sorumlusu oldukları için. Aileleri en başından beri olanları hatırlıyordu ama Pars, İklim ve Fetih ne zamandır bir şeylerin bilincinde olduklarını bilmiyorlardı. Bir gün biliyorduk, demişti Pars. Ama konuşamıyorduk.

İpsela'da devasa bir kütüphane bulunuyordu. Sürekli yanından geçtiğimiz beyaz binanın eski bir saray olduğunu düşünmüştüm ama betondan duvarları olan gerçek bir kütüphaneydi. Uzun zamandır böyle bir yerde bulunmamıştım. Eskiden zamanımın çoğunu geçirdiğim Ilgaz Kütüphanesi bir hayalet gibi etrafımda dolanmaya başladı ama bu histen çabucak kurtuldum.

"İşte burası," dedi Fetih ışıkları açıp. "Çalışıyordum, çok okuyordum, araştırıyordum."

"Ne hakkında?" Ona bakmadan rafların arasında dolaşmaya başladım. Gerçekten çok donanımlıydı. İşlerimi hallettikten sonra ben de okurdum, eskiden haftada iki kitap bitirirdim. Onun aksine ben kurgu romanları okumayı seviyordum. Araştırma yapmak bana göre değildi. Daha çok, beni başka dünyalara götüren kitap kapaklarını aralamayı severdim. Beni kendi dünyamdan uzaklaştıran kitapları...

"Her şey," dedi basitçe. "Son yıllarda insan beyni üzerine çalışıyordum ama sonunun nasıl bittiğini biliyorsun."

Çok tuhaftı, kitapların arasında dolaşırken bir anlığına da olsa her şey eskisi gibiymiş gibi hissettim, sıcak ve basit küçük bir dünyam varmış gibi ve bütün bunlar başıma gelmemiş gibi. Bu hissi başka bir gerçeklikte daha yaşayacak mıyım diye merak etmeden duramadım. Üçüncü bir kütüphane görme şansım olacak mıydı, böyle rafların arasında dolaşacak mıydım? O zaman öğrenmeye daha istekli olurdum belki. Her şey benimle ilgili olmadığı zaman, yaşam daha anlamlı olurdu. Her şey benim canımı yakmadığı zaman, yaşamak daha kolay olurdu.

Gözlerimi kapatıp kitapların, eskimiş derilerin, ahşabın ve kitap sayfalarının nahoş kokusunu içime çektim. Tanıdık bir yer. Neredeyse bir ev gibi. Ki bu bana evlerle ilgili aidiyet hissini anımsattı. Duvarların arasında ya da bir çatının altında hiç evdeymiş gibi hissetmemiştim ama kitaplarla çevrili bir kütüphanede ve masmavi gözlerin ışığında kendimi hep bir yuvadaymış gibi hissetmiştim. Şimdi ikisine de kilometrelerce uzaktaydım ve bir daha benzer bir duyguyu yaşayıp yaşayamayacağımı bilmiyordum. Bir daha bir yuva arayacak mıydım, onu da bilmiyordum.

Kendimi bilmez bir şekilde, hakkım varmış gibi hayal kurmaya başladım. Kafamın içinde birden belirdi. Bir sahil kıyısındaydım, dalgaların sesini dinliyordum. Yargıç, suyun içine girip çıkıyordu. Ben güneşlenirken buzlu çayımı içiyordum. Fetih, Yargıç'ın arkasından sudan çıkıyordu. Onu bana doğru gelirken hayal etmesi çok kolaydı. Saçları ıslakken ve kaburgasındaki kanat dövmesinin üzerinden su damlaları akarken bile. Güneşin altında daha çok parlayan gözlerini çok kolay resmedebiliyordum. Ona bir havlu götürdüğümü, uzatırken bileğimi tutup beni kendine çektiğini... Hava sıcacıkken ve deniz gibi kokarken beni öptüğünü ve bu defa hiç korkmadığımı.

Bir arabanın koltuğunda ikimizi hayal edebiliyordum. Güneşli bir günün altında, camlar sonuna kadar açık, rüzgâr saçlarımı okşarken başka bir şehre doğru yola çıktığımızı. Yol kenarında, rastgele bir yerde durup yıldızları seyrettiğimizi. Bu defa benim uzanıp onu öptüğümü. Hiçbir şey düşünmeden, nereye gideceğimizi bile planlamadan. Artık hiç plan yapmadan. Sadece, öylece yaşayabildiğimizi.

Gözlerimi açtım, tam karşımdaki rafa yaslanmış, kollarını göğsünde bağlamış ve ayağını diğerinin önüne kırmıştı. Hep yaptığı gibi beni izliyordu.

"Ne düşünüyorsun öyle?" diye sordu şüpheyle.

Kocaman gülümsedim.

"Her şeyi de bilme," dedim. Ki ona küfretsem muhtemelen daha az canı yanardı. Bilmemek onun cehennemiydi, bilmek benimki. Yüzünün asılması kıkırdamama neden oldu.

"Öyle mi?" Bana doğru bir adım attı. Gözleri biraz anlaşılmaz bakıyordu. Ama yine de gülümsememe engel olamıyordum. Sanki bakışlarıyla çözebilecekmiş gibi karamel irisler yüzümde dolaşıp duruyordu. O kadar dikkatliydi ki neredeyse düşüncelerimi göreceğini sandım.

"Ama merak ettim," dedi. "Neye öyle gülümsediğini..."

Sırtım rafa yaslandı. Kitapları hissedebiliyordum ve üzerime doğru eğildiğinde yüzüme vuran buz gibi nefesini. Kalp atışlarımı her defasında hızlandıran yakıcı bakışları, düşüncelerimi saniyeler içinde allak bullak etti.

"Biz faniler böyle şeyleri sürekli merak ediyoruz," diye gülümsedim. "Herkeste senin gibi insanların yüzünü okuma özelliği yok."

"Siz faniler..." Kaşlarını kaldırdı ama gamzesinin hafif çukurunu görebiliyordum. Gülümsemesi bile gölgelerin altında gizliydi.

"Öyle," diye mırıldandım, daha da geriye çekilmeye çalışarak.

"Öyle olsun." İki yanıma bastırdığı elleriyle kendini iterek geri çekildi. Dudaklarımdan küçük bir nefes verdim. Bu kadar çabuk vazgeçmesini sorgulamak üzereydim ama çok geçmeden kapı tarafında bir hareketlilik işittim. O elbette bunu benden önce duymuş olmalıydı.

"Selam," dedi İklim. Koridorun başından bize doğru gelirken toparlandım ve ilgimi kitaplara vermeye çalıştım. "Selam," diye mırıldandım öylesine.

"N'aber?" diye sordu Fetih.

"Fena değil." İklim'in sesi pek iyi olmadığını belli ediyordu. "Bu tarafa geldiğinizi gördüm. Kahvaltı getirmek istedim."

Ona doğru dönüp bu defa ben onun yüzünü okumaya çalıştım. Durgundu.

"Bunlardan yiyordun, değil mi?" Bana doğru Pars'ın her gün hazırladığı sandviçlerden bir tane gösterdi. Biraz şaşırsam da elinden aldım.

"Teşekkür ederim."

"Önemli değil. Yankı, benden seninle ilgilenmemi istedi. Doğru beslenmen de bunun başında geliyor. Çoğunlukla tek öğün, en fazla iki öğün besleniyorsun."

"Dikkatlisin," diye mırıldandım, bu hiç rahatsız edici değilmiş gibi.

"Pars'la takılıyorum," diye omuz silkti. "Görüyorum. O Fetih'e yardım ederken ben de bununla ilgilenebilirim diye düşündük. Artık üç öğün beslenmen ve ne yediğine dikkat etmen gerekiyor. Kafeini de azaltmalısın."

"Haklı," dedi Fetih. "Bedenin ne kadar dinç olursa zihnin de öyle olur. Tüm gücüne ihtiyacın olacak."

"Elimden geleni yaparım." Sandviçe sarılı şeffaf jelatini açıp bir ısırık aldım. Şimdi yiyebiliyor olsam da çoğunlukla midem bulanıyor ya da hiç iştahım olmuyordu. Yanımda Pars ve Fetih gibi hiçbir şekilde insani besinler tüketmeyen varlıklar olduğunda yemek yemeyi unutmak benim için çok kolaydı. Bu yüzden onlar önüme bir şey koyana kadar neredeyse aranmıyordum.

"O halde Maya sana emanet," dedi Fetih ona göz kırparak. "Ben gidip işlere başlayayım."

"Hey!" dedim lokmamı yutmak için hızlı hızlı çiğnerken. "Nereye?"

"Seni hayatta tutmak mesai isteyen bir iş." Ellerini cebine sıkıştırıp geri geri yürümeye koyuldu.

"Ben ne zaman başlayacağım?" diye sordum.

"İklim?" diye ona pas attı.

"İki saat sonra. Hazır olursan Yankı seni görmek istiyor."

Hazır olursan ayrıntısı hoşuma gitmişti. Bu iyiydi, demek ki Yankı kimin patron olduğunu nihayet kabul etmişti.

"Pekâlâ," dedim itiraz edebileceğim başka bir şey kalmamıştı.

"Ben de orada olacağım," diyen Fetih'e anladığımı belli edercesine başımı salladım.

Huysuzca sandviçi ısırmaya devam ettim. Yanımda durmasına gerek yoktu ama beni İklim'le yalnız bırakmak zorunda değildi. Onunla ilk tanıştığımızdan beri dikleşip duruyorduk. Ara ara komik gelse de o bana karşı Esilacı biriydi ve bu yüzden yıldızlarımız pek barışmamıştı.

"Arka tarafta şömine var, orada oturalım mı?" diye sordu. Öylece ayakta dikilip birbirimize bakmamızdan rahatsız olmuş olmalıydı. Yavaş yavaş başımı sallayıp onayladım. Önden geçmesi için bekledim. Bir Hükümdara arkamı dönmezdim. Dikkatli oluşumu anlamış gibi hoşnutsuz bir ifadeyle yürümeye koyuldu.

Arka tarafta, rafların bittiği yerde büyük, taştan yapılmış bir şömine vardı ve hemen önünde de kırmızı kadife kaplamalı bir koltuk takımı. İpsela için fazla modern bir havası vardı ama ortama kesinlikle sıcaklık katmıştı. İklim şömineyi yakarken ben koltuklardan her yeri görebileceğim şekilde, duvar tarafında olana yerleştim.

Ateşi tutuşturması o kadar kolay olmamıştı, ben sandviçimi bitirdiğimde nihayet yakaladığı kıvılcımı yelliyordu. Küçük odun parçaları tutuşunca üzerine iri bir kütük atıp demir çubukla onları harladı. Dumana burnunu kırıştırarak karşımdaki koltuğa oturdu. Yorgun ve mutsuz görünüyordu.

"Ne oldu sana böyle?" diye sordum kendimi tutamayıp.

"Bana kibarlık etmek zorunda değilsin," dedi. "Benden hoşlanmadığını biliyorum."

"Genel olarak Hükümdarlardan hoşlanmıyorum. Kişisel değil."

"Hepimiz içine düştüğümüz hayatları yaşıyoruz," dedi. "Senin de Yıkıcı olmayı seçtiğini sanmıyorum."

"Olmamayı da seçemem." Gömleğin cebine sıkıştırdığım sigarayı dudaklarıma kıstırmadan ekledim. "Ama sizler olmamayı seçebilirsiniz."

"Öyle değil." Atışmayı bırakıp zorlukla konuştu. "Şu an nasıl herkesin kurtuluş bileti sensen Hükümdar olmak da böyle bir şey. En azından burada böyle." Burada derken hapsedildiğimiz bu illüzyondan bahsediyordu. "Yıllardır çıkış kapısını arıyoruz. Herkes bizden onu bulmamızı bekliyor. Senden çok da farklı değiliz."

"Fark şu ki," diye neredeyse sinirle konuştum. "Bunu başımıza açan ben değilim."

"Ben de değilim, Maya," diye o da benzer bir hiddetle konuştu. "Olanlarla başa çıkmaya çalışıyorum sadece. En yakın arkadaşım öldü. Hem de her şeyin düzeleceğini sandığım anda. İnan bana, olan bitenden ben de memnun değilim."

Bu biraz geri adım atmama neden oldu. Herkesin Esila'nın gidişini çok normal bir olaymış gibi karşıladığını görmek, onun üzülebileceği ihtimalini hesaba katmamama neden olmuştu. Belli ki yas tutuyordu.

"Üzgünüm," dedim içtenlikle. "Engel olmaya çalıştım."

"Ben de," dedi başını ellerinin arasına alıp. "Hem de çok uzun bir süre çalıştım."

"Eminim elinden geleni yapmıştır." Esila'nın denediğini biliyordum, uçurum kenarındaki o kız, öylece çekip gitmek isteyen bir kız değildi.

"Buraya döndüğünü duyduğumda..." Sesi boğuk çıkıyordu, yere bakarak yüzünü, belki de gözyaşlarını gizledi. "Her şey bitti, yeniden bir aradayız diye düşünmüştüm. Ama şimdi onu sonsuza kadar kaybettim."

"Ölmediğini söylüyorlar."

"Söylüyorlar." Başını salladı. "Sadece söylüyorlar. Bunu bilmiyorlar. Bilemezler."

Buna verecek cevabım yoktu. Benzer çelişkiyi ben de yaşıyordum. Sevdiklerime karşı. Ve fazlasıyla suçluluk duygusuyla... Neler olduğunu bilmiyordum bile. Nasıl gittiklerini, giderken ne düşündüklerini... Her şey bir tahmin ya da olasılıktı. Kesin olan tek şey, hiçbir şeyin kesin olmadığı olabilirdi. Bilinmezlik, her zaman her şeyi daha kötü hale getiriyordu.

"Mutluydu," dedim. "Bu senin için teselli olur mu bilmiyorum ama yüzünde bir gülümsemeyle veda etti. Bunu yapmak istediği için yaptı. Geride soru işaretleri bıraktı ama en azından bu onun seçimiydi."

"Burada seçim diye bir şey yok, bunu en iyi sen biliyorsun."

"O konuda haklısın."

"Üzgünüm..." Başını kaldırıp iri gözleriyle bana baktı. "Sana çıkışmak istemedim. Benim ailem yok." Yutkundu. "O sahip olduğum tek şeydi. Sadece bir arkadaş değil, kız kardeş gibi."

Ve bu sözler, birden onunla aramızdaki bütün mesafeleri indirebildiği kadar aza indirdi. Ailem yok. O sadece bir arkadaş değil. O sahip olduğum tek şeydi. Bu hissi bu kadar iyi biliyor olmak benim de gözlerimin dolmasına, kirpiklerimin bile sızlamasına neden oldu.

"Benim için de öyle biri vardı," diye mırıldandım. Neden yaptığımı bile bilmiyordum. Belki de onun gibi sadece ateş başında yanımda olabilen tek kişiye içimi dökmek içindi.

"Ailem yoktu, o vardı. Bütün hayatımız birlikte geçmişti. Sonra bir gün gitti. Sonra ben peşinden gittim. Sonra o öldü." Hem de benim ellerimde. Hem de benim ellerimle. "Ondan uzak kalmaya o kadar alışmıştım ki ölümü bir şaka gibi geliyordu kulağıma. Biz aynı yoldaydık en başında ama yollarımız birbirine çıkmadı. Sanırım söz konusu kayıplar olduğunda yüzleştiğimiz tek şey, hiçbirimizin yeterince çabalamadığı." Kirpiklerim ıslandı ateşi seyrederken.

"Aynı gemideydik. Birine ne kadar çok değer verirsen güverte o kadar büyük olur. Ne kadar büyük olursa gemi, o kadar geç fark edersin sızıntıyı. Su bir gün ayaklarınıza dolaşır ve artık gemiyi kurtarmak için geç kalmışsınızdır. Gemi batar. Her şeyle birlikte. Bazen boğulmazsın ama akıntıyla sürüklenirsin. Farklı kıyılara vurursunuz. Ama o gemi batar. En kötüsü bu sanırım. Ölümden bile daha kötü olan şey, bir daha asla o gemiye binemeyeceğinizi bilmek." Batan gemiden kurtardığın birkaç tahta parçasına tutunur biriniz, diğeri artık orada bile değilken. Tekrar tekrar suyun içine dalıp daha fazlasını kurtarmaya çalışırsın. Yeniden inşa edebilirim diye düşünürsün. Belki de gemiyi kaybetti diye düşünürsün. Gemiyi ona götürmeyi bile düşünürsün. Geminin gittiğini, onun gittiğini, bittiğini artık düşünemezsin. Sonra denizi seversin, gemi artık onun içindedir.  Sonra deniz olur en yakın arkadaşın. Gemi battı değil, gemi denize karıştı sanırsın.

"Doruk Ilgaz," dedi. "Senin batan gemin."

Doruk Ilgaz, benim denizim.

"Gerçekten bilmediğiniz bir şey yok, değil mi?" Sinir bozucusun diyen ifademi yeniden takındım ama yüzünde içten bir gülümseme vardı. Alevlere bakarken kirpiklerimin kurumasını umuyordum.

"Haklısın," dedi. "Geminin su aldığını anlamadık ve sonunda hepimiz battık."

"Yanlış anlama sadece meraktan soracağım, yargıladığım için değil," diye uyardım. "Ama neden daha önce onun peşinden gitmedin, ilk kez gittiğinde?"

Bir süre düşündü, sanırım kendi içinde o da bir çıkmaz yaşıyordu. Ne çok çıkmaz vardı.

"İlk gidişi değildi," dedi. "Esila, aynı zamanda iyi bir araştırmacıydı. Kendini buna adamıştı. Yıkıcı olmakla ilgili bir problemi yoktu. Olduğu şeyi benimsemişti. Sık sık buradan ayrılır ve birileriyle görüşürdü. Araştırmalar yapardı. Gidişlerinin kontrolsüz olduğunu uzun süre bilmiyorduk."

Kaşlarımı kaldırdım. Benim bilinç dışı gezilerim onu daha uzaklara sürüklemiş olmalıydı. Bununla tek başına mücadele etmesi bir an ona saygı duymama neden oldu.

"Fetih gittiğinde, Esila'nın peşinden gittiğini düşünmüştüm. Neler olduğunu bize söylemediler." Güldü. "Söylemezler. Burada herkes bilmesi gerektiği kadarını bilir. Ama artık sonuna geldik, herkes her şeyi biliyor. Kalanlar bununla yaşamak zorunda."

"Zor olmalı," diye kabul ettim.

"Teşekkür ederim," dedi. "Beni dinlediğin için de öyle. Konuşmak iyi geldi."

Bana da.

"Önemli değil." Yapacak başka bir şeyimiz olmadığını düşününce "Yankı'nın yanına gidelim mi?" diye sordum. Eminim Saruhan biraz erken gitmemi sorun etmez hatta memnun olurdu.

"Olur."

İkimiz birlikte ayağa kalktık. Kütüphaneden çıkarken kolumdan tutup durdurdu. "Maya," dedi birilerinin duymasından endişe ediyormuş gibi. "Onu en son gördüğümde çok korkuyordu," diye fısıldadı. "Çok korkuyordu. Neyden bilmiyorum ama çok korkuyordu ve Esila, kolay korkan biri değildi. Gölge olduğunu düşündüğünde, beklendik bir durum da değildi."

Çünkü Gölgeler hissedemez.

Ne söyleyeceğimi bilememiştim, içgüdüsel olarak kolumu ondan kurtarıp sessizce başımı salladım.

8. BÖLÜM: GECEYE ÖRÜLMÜŞ AĞLAR

Yeraltı merkezine indik. Bu kapaktan ilk kez yanımda Fetih olmadan geçiyordum ve bu biraz rahatsız ediciydi. Belki onu beklemeliydim ve bir yanım bunu destekliyordu ama onun yapması gerekenler vardı ve geldiğimizden beri ilgilendiği tek şey ben olmuştum. Onu kendi yüzleşmesi gerekenlerle bırakmam gerektiğini bilerek İklim'in arkasından ilerlemeye devam ettim. Merdivenden inip koridora geldik. Cam kaplı ve her zaman jaluzileri inik olan tarafa doğru yürüdüğünde adımlarım ağırlaştı. Diğer gelişlerimde hep ters istikamete gitmiştik, burayı hiç görmemiştim.

İklim kapıyı açtı, geçmem için tuttu. Eşikten geçip tehlikeyi ararcasına gözlerimi etrafta gezdirdim. Çok büyüktü. Dikdörtgeni andıran bir odanın içinde yedi doktor önlüklü bilim insanı saydım. Dördü kadın, üçü erkek. Çoğunda şeffaf koruyucu gözlüklerden vardı. Odanın ortasında uzun bir çizgi gibi odayı ikiye bölen uzun beyaz masalar uç uca birleştirilmişti. Masaların üzerinde ismini bilmediğim birçok farklı cihaz vardı. Bir köşede, kafesteki hayvanları görünce kaşlarımı çattım. Deney fareleri.

Biz oradan geçerken bu defa dönüp baktılar. İpsela'da genel olarak herkes işine baktığı için bu rahatsız hissetmeme neden oldu. Ama onların devasa deney faresi bendim. Baştan aşağı beni süzdüklerinde iğrenç bir his midemde boy gösterdi. Başka bir kapıdan daha geçtik, sessiz koridorun sonunda merdiven yerine demirden bir kafese benzeyen asansör vardı. İklim tek kelime etmeden asansörün kapısını açıp içeriye girdi. Bir an duvarlar üzerime gelmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp sağduyumu korumaya çalıştım. İçeriye girdim, kapıyı kapattı, kolu çekti ve asansör kabini sarsıntılı bir şekilde aşağıya kaymaya başladı.

Üç kat. Yeraltında üç kat daha aşağıya indik. Baş döndürücü ve kesinlikle mide bulandırıcı bir yolculuk olmuştu. Ve kesinlikle Fetih'i beklemeliydim diye düşündüm. Ya da Pars'ın bana eşlik etmesini istemeliydim.

Ya da biraz cesur olur ve sızlanmayı keserdim.

"Bu taraftan," dedi İklim, benim geride kaldığımı fark edince. Yanıp sönen beyaz lambalar cesaretimi desteklemiyordu ama açtığı başka bir kapıdan içeriye girdim. Üst kattaki kadar geniş olmasa da küçük sayılmazdı. Neredeyse aynı eşyalarla doluydu. Farklı olarak duvarın bir köşesinde deney hayvanları değil, bilgisayarlar bulunuyordu. Diğer tarafta, beyaz masadan uzak kısımda iki tane deri koltuk vardı. Tepelerinde örümcek bacaklarına benzeyen ince uçlu bir alet duruyordu.

"Onlara örümcek diyoruz." Yankı Saruhan, bilgisayarın başında oturduğu koltuktan kalkıp gülümseyerek yanıma geldi. Baktığım şey dikkatini çekmişti. Uzattığı elini üstünkörü sıktım. Fetih'e ona bir şans vereceğim konusunda söz vermiştim ya da saldırmayacağım konusunda. İkisi de son zamanlarda aynı şeydi.

"Ne işe yarıyorlar?" diye sordum.

"Zihin taraması diyebiliriz," dedi. "Basitçe." En azından konuşma şekli daima sinirimi bozduğu gibi küstahlık veya kibir barındırmıyordu. Sadece açıklıyordu.

"Basitçe," diye tekrarladım ama bana hiç öyle gelmemişti.

"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu ama bakışları hemen İklim'e döndü. "Yemek yedi mi?"

"Yedim," diye cevap verdim. "Ve uzun zamandır kendi adıma konuşabiliyorum." Masanın etrafında dönüp ne var ne yok diye incelemeye çalışıyordum ama anladığım söylenemezdi.

"Gergin olmanı anlıyorum." Bunu masanın önündeki sandalyelerden birini çekerken söyledi. Oturdu ve benim de oturmam için işaret etti ama şimdilik ayakta daha rahat hissediyordum.

"Süreci anlatmamı ister misin?"

Başlaması için başımı salladım.

"İnsan beyninin sınırları bir sonsuzluk ağacına benzer. Henüz beynimizin ne kadar kısmını kullandığımızın bilimsel bir dayanağı yok ama yüzde yüzünü kullanmadığımızı biliyoruz. Bu projenin amacı buydu. Beynimizin sınırlarını keşfedersek neler yapabilirdik?"

"Bu öylesine bir girişim değildi," diye araya girdi İklim. "Uzun yıllar boyunca beynimizin ön ve yan loplarının ne işe yaradığını da bilmiyorduk. Motor becerilerine ya da duygusal kayıplara yol açmıyordu. Çok uzun süre hiçbir işe yaramayan sessiz bölgeler olarak kabullenildi." Gülümsedi. "Ama öyle değildi. Soyut akıl," dedi kelimeleri yeni keşfetmiş gibi vurgulayarak.

"Aklın temel düşünce yasaları vardır; özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı. Bir düşünceden, başka bir düşünceye ulaşmak."

"Ve?" dedim, daha şimdiden kafam karışmaya başlamıştı.

"Bu da bizi en baştaki teoriye döndürüyor. Beynin ne kadarını kullanabiliyoruz? Aslında hepsini kullanıyoruz ama sorun şu ki aynı anda beynin tümünü kullanamıyoruz. Bazı bölgelerin gün içinde aktif olmadığı gözlemlendi. Bu da bizi esas sorumuza getirdi, beynimizin tamamını aynı anda kullanabilir miyiz?"

"Neden sadece kullanabildiğiniz kısımla yetinemediniz ki?" diye mırıldandım. Doyumsuzluk, desteklediğim bir insani özellik değildi.

İkisi de buna güldü. "Her şeyi olduğu gibi kabul etseydik, Bayan Efnan," dedi Yankı. "Şu an birçok hastalığın tedavisi olmazdı."

"Beyindeki tümör için araştırma yapmıyorsunuz," diye itiraz ettim. "Daha fazlasının peşindeydiniz. Bunu sadece bilim olarak göstermeye çalışmayın."

"Her zaman bir merakla başlar," dedi İklim. "Tüm bu olup bitenden memnun değiliz elbette ama sonuca bakacak olursan bu bir başarısızlık değil çünkü İsis bunu yapabildi. Akıl sınırlarını aştı. Beynini aynı anda tüm işlevselliğiyle kullandığı için buradayız. Bu sayede bütün hepimizin düşüncelerinde, kendi aklının içinde dolaşırmış gibi dolaşabiliyor."

"Peki bu sizi nereye götürdü?" diye sordum bu defa. "Tamam, bunu yapabildi diyelim. Sonuç?"

"Tüm bunları yapabilen beyin," dedi, eliyle etrafı işaret ederken ama bahsettiği şey şu an birinin zihninde yaşıyor oluşumuzdu. "Kim bilir başka neler yapabilir?"

"Şunu keselim," dedim masaya yaslanıp. "Sinirimi bozmak dışında bir işe yaramıyor."

Tepkim İklim'in kıkırdamasına neden oldu.

"İnsan aklı bazı şeyleri bastırır, öncelikle aklının sınırlarını görmene yardımcı olacağım ve sonra o sınırların dışına çıkmana. Bir aklı ancak onun gibi hareket edebilirsen alt edersin."

"Yani beni de onun gibi beynini kullanabilen bir hale çevireceksin."

"Basitçe evet," dedi.

"Basitçe," diye tekrar ettim yeniden. "Bunun olasılığı yüzde kaç? Diğerleri neden yapamadı?"

"Zor kısım orası," dedi İklim. "Beyin bazı şeyleri unutturur, bu yaşamaya devam etmemizi sağlar. Bir olay olur, canını sıkar ama zamanla atlatırsın. Çünkü beynin bu şekilde işler. Düşünceler birbirine takip eder. Odaklandığın şey değişir. İsis ise kafasının içinde aynı döngüleri tekrar tekrar yaşıyor. Atlatamıyor. Senin kendi kafanın içinde rastlayacağın şeylerin ne olduğunu bilemiyoruz ama çoğunun çıldırmasına neden oluyor."

"Çok iyi motivasyon konuşması." Elimi saçlarımın arasında dolaştırdım. Unuttuğum çok şey vardı ve her zaman aklımın bir bildiği vardır diye düşünmüştüm. Şimdi o kapıların arkasında beni bekleyenin ne olduğunu düşünmek panik atak geçirmeme neden olabilirdi.

Annem orada beni bekliyor olacaktı.

Babam.

Büyükannem.

Dila.

Doruk.

Bütün travmalar. Bütün terk edilişler. Yalnızlığımın bin bir tonu orada olacaktı.

"Seni diğer Yıkıcılardan farklı kılan bir şey var," dedi Yankı dikkatle gözlerini üzerime dikerek. "Onların hiçbiri senin kadar acı çekmemişti. Istırapları yoktu. Acı eşikleri çok düşüktü, tecrübelerime dayanarak seninkinin yüksek olduğuna eminim. Ve bu hiç de hafife alınacak bir farklılık değil."

"İlk kez acınası yaşamım benim için bir artı mı oluyor yani?"

"Acı insanı güçlü kılar, Bayan Efnan," dedi.

Ve onlardan bende ne çok var...

"Başlayalım mı?" diye sordum bir ileri bir geri giderken. Gerilmiştim ve bir an önce bir şeylerin olup bitmesini istiyordum. Başıma ne gelirse gelsin ama bitsin artık. Ne oluyorsa olsun, bitsin.

"Stres altındasın," dedi İklim. "Kendini kontrol edemezsen aklını da edemezsin. Burada otokontrolünün sağlam olması gerekiyor."

"Pekâlâ." Dudaklarımı ısırdım. "Ne öneriyorsunuz? Çünkü belli ki gerginim." Derin bir nefes verdim. Kapı açılınca üçümüzün de dikkati dağıldı. Fetih, Pars'la birlikte içeri girdiğinde kalbimin bu kadar hızlı attığını fark etmemiştim. Onları görünce bariz şekilde rahatladım ama yeterince değildi.

"Erken gelmişsin," dedi kaşlarını çatarak. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Bir sorun olduğunu düşünüyor gibiydi.

"Bir an önce bitmesini istiyorum." Sesim daha güçlü çıktı ama yine de devam etmek için yutkunmam gerekti. Terliyordum ama parmak uçlarım da buz tutmuştu. Nefes alıp vermek o kadar kolay gelmiyordu şimdi.

"Bana haber vermeliydin." İklim'e dönüp ikaz edercesine uyardı.

"Affedersin," dedi İklim gerçekten mahcup olmuş şekilde. "Erken başlamak isteyen o'ydu."

Bana baktığında başımı salladım.

Pars, yanıma gelip kolumdan tuttu. Destek vermek için dokunuyordu yalnızca. "Her şey yolunda mı bebek?" diye sordu.

Onu beraberimde masadan daha uzak köşeye çektim. Genzime bir şey kaçmış gibi öksürdüm. "Rahatsız hissediyorum, Pars," dedim. "Kalbim çok hızlı atıyor."

"Panik oluyorsun." Fetih de bizim olduğumuz tarafa yürüdü. Yüzünde hâlâ o rahatsız ifade vardı. "Şu an ihtiyacın olan son şey bir atak geçirmek." İki kolumdan tuttu. Pars geriye çekilmişti.

"Biliyorum, biliyorum ama elimde değil."

"Hey," dedi. "Üzerinde baskı hissediyorsun, bu çok normal."

"Fetih, beni tanıyorsun." Başımı kaldırıp kollarının arasından çıktım. "Ben kaçarım. Ben her şeyden kaçarım. Bunu biliyorsun." Yüzümü ekşittim. "Şimdi tüm olanlarla yüzleşmem gerekiyor. Hepsiyle. Herkesle. Acı çekmekten yoruldum."

"Bugün başlamak zorunda değilsin." Yeniden bu defa ellerimi tuttu. "Çıkalım buradan, şimdi yapmak zorunda değilsin."

"Hayır." Başımı iki yana salladım. "Öyle ya da böyle yapmak zorundayım. Ertelemek bu gerçeği değiştirmeyecek."

"Daha iyi hissetmen için yapabileceğimiz bir şey var mı?" diye sordu Pars.

"Yanımda kalsanız?" Başımı yana yatırdım. "Biliyorum işleriniz var, biliyorum ama yanımda olmanızı istiyorum. Tek başıma yapmak istemiyorum."

"Tek başına yapmayacaksın," dedi Fetih. "Saati konuşmuştuk, yanına gelecektim. Sakin ol." İçimi ısıtacak şekilde gülümsedi. "Hiçbir şeyi tek başına yapmayacaksın."

"Bütün yükü sen üstleniyorsun zaten Maya," dedi Pars. "Tabii ki yanında olacağız. Şu an kimsenin senin yaptığın şeyden daha önemli bir işi yok." Sırıttı. "İstersen herkesi buraya toplayabiliriz."

Sinirle karışık güldüm. "Saçmalama."

"Daha önce, ilk hatırladığımda. Kafamın içinde çok fazla ses vardı. Ama sonra sen geldin. Kafamın içindeydin. Bunu nasıl yaptın?" diye sordum Fetih'e. O karanlığın içinde nasıl elimi tutup beni yine ayağa kaldırdın?

"Bilincini seninkine bağladılar," diye Pars açıkladı. "Ama bunu yapamayız, prenses. Tehlikeli. Arkadaş fazla kahraman filmi seyrettiği için engel olamasak da..."

Gözlerim korkuyla Fetih'e döndü.

"Abartıyor," dedi.

"Evet," dedim. "Söz konusu ben olduğumda ölme ihtimali seni çok korkutur çünkü!" Sitemle söylemiştim ama bu onu güldürdü.

"Gülme!" diye terslendim.

"Maya," diye seslendi İklim, o ürkütücü koltuklardan birinin yanında duruyordu. "Birkaç şey söyleyebilirim. Esila bunu yaparken yanındaydım."

Tahmin edilebilirdi. Daha zeki olan Yıkıcı, eminim o koltuğa benim kadar panik içinde oturmuyordur.

"O nasıldı?" diye sordum yanına yürürken.

"İstekli," dedi beni şaşırtmayarak. "Esila'nın ailesi bilim insanı. Gerçi senin annen de onlardan biriydi ama Esila onların içinde büyüdü. Muhtemelen hepimiz bu koltuğa hevesle otururduk." Basitçe omuz silkti.

"Ben oturmazdım," dedi Pars. "Yani anormal olan onlar, bence bu çok korkutucu. Hatta hiçbir şey sikimde olmaz, ben olsam bunu asla yapmazdım."

Rahatlatma çabasına minnet ettim, işe yaramıştı da.

"Korkman çok normal," diye onu destekledi İklim. "Bu senin için tamamen bilinmez. Çoğumuz yirmi yaşından önce bir sürü canlı beyin görüyoruz."

"Bu işleri daha az tuhaf gösterdi gerçekten..." diye söylendim.

Güldüler.

"Kafanın içinde bir anı belirlersen zihnin seni oraya çeker ve sonra onlar arasında dolaşmaya başlarsın. Kontrol sende ama bunun farkında olman gerekiyor. Bir rüyadaymışsın gibi düşün, yapman gereken tek şey rüyada olduğun bilincine erişmek."

"Anılar neye göre beliriyor?"

"Değişken," dedi. "Belki bir yüzleşme olabilir, hesaplaşma. Çözülmemiş bir dava. Belki seni çok üzen bir an. Belki çok mutlu olduğun, tekrar gitmek istediğin bir an. Kötü anılardan korkuyorsun ama mutlu anılar daha tehlikelidir. Hayatta kalma içgüdün seni otomatik olarak zaten kötü andan çıkarmaya çalışır ama mutlu olduğun anlar... Onları ayırt etmek çok daha zordur. Beynin orayı güvenli alan olarak işaretlerse çıkamayabilirsin."

"Hiç cazip değil diyemeyeceğim." Ellerimi pantolonun yüzeyine sildim. "Ama dert etmeyin, pek fazla mutlu anım yok." Ki bunun bir espri olması gerekiyordu ama kimse gülmedi.

"Ne kadar sürecek?" diye sordum kimse bir şey söyleyemeyince.

"Bu sana bağlı."

"En çok ne kadar sürdü?"

İklim dudaklarını ıslatıp Fetih'e döndü. Bir süredir sessiz olan Yankı da ona bakıyordu. Cevap vermeseler de olurdu. Zaten ne kadar kötü olduğunu anlamıştım.

"Saatler," dedi Fetih. "Uzun saatler."

"İstediğim an çıkamıyorum ve siz de beni çıkaramıyorsunuz sanırım?" Bunu bir soru gibi yöneltsem de cevabını zaten biliyordum.

"Hayır, kafanın içine giremeyiz. Onu izleyebiliriz sadece."

"İzleyebiliriz derken? Neyin içinde boğulduğumu görecek misiniz?" Sanırım bu rahatsız edici olurdu ama aynı zamanda iyi de olabilirdi. Bunu bilirsem daha farklı bir reaksiyon göstereceğimi düşünüyordum.

"Hayır, göremeyiz," dedi Yankı. Ceketini ve kravatını çıkarmıştı. Hatta gömleğinin birkaç düğmesini açmıştı. "Bu cihazlar senin yaşam fonksiyonlarını takip edecek, bir tanesi duygu durumunu. Hangi duygunun baskın olduğunu çözmeye çalışacağız. Böylece sen de o duyguyu bir çeşit motivasyon olarak kullanabileceksin."

"O duygunun ne olduğunu biliyorsam bütün bunları yine de yapmam gerekir mi?"

Yankı güldü.

"Söz konusu duygularımız olduğunda kendimizi kandırmaya meyilli oluruz. Muhtemelen sandığın şey değildir. Ama cevabı biliyor olsan da bunu yapmamız gerekiyor çünkü zihnini geliştirmeyi öğrenmen gerekli."

"Tamam," dedim yerimde hareket edip duruyordum. "Başlamadan önce bana vermek istediğiniz birkaç tüyo var mı? Orada bir yere kısılırsam ne yapacağım? Çıkmak istersem ne yapmalıyım?"

"Var," dedi İklim, bir anda parmakları burnumu sıktı. Nefes alamayınca ağzımı açıp onu ittim. "Ne yapıyorsun?"

"Gör istiyorum." Saçlarını omzundan geri atıp güldü. "Burnunu kapatınca içgüdüsel olarak ağzını açıp nefes alırsın. Otokontrole sahipsin. İradeye sahipsin. Bedenin de beynin de seni hayatta tutmak için savaşıyor. Ağzını da kapatabiliriz, saldırıya geçersin. Bir bacağını kırsam topallayarak ilerlersin. İkisini kırsam sürünmeye başlarsın. Her zaman çıkış yolu vardır, bunu hatırlamaya çalış. Bazen sadece nerede olduğunu bilmediğin için görmezsin ama orada olduğuna inanırsan bir pencere açılır."

"Tamam, filozof," diye gözlerimi devirdim ama ne demek istediğini anladığımı düşünüyordum.     

"Hazırsan..." Yankı, yatay halde olan koltuğu işaret etti.

"Neden önce oraya alışmıyorsun?" diye sordu Fetih. Elimi tuttu, midem gerilmişti ama yine de koltuğun ucuna oturmayı başardım. Şimdi dört çift göz beni izliyordu.

"Yaslan," dedi Pars. "Koltuk sana bir şey yapamaz."

"Bir sigara içebilir miyim?" Yaslandım ama uzanmadım, dik duruyordum ve hâlâ tedirgindim.

"Sigara beyin hücrelerini öldürür," dedi İklim. "İçmemeni tavsiye etmek-"

"İklim bazen ne çok konuşuyorsun." Pars, cebinden sigara paketini çıkarıp bana bir tane uzatınca kıkırdadım. Bana attığı çakmağı havada yakalayıp sigarayı yaktım. Yankı, külü dökmem için boş bir karton bardak uzattı.

"Sıcak çikolata istiyorum," dedim. "Uyandığımda. Olur mu?"

"Olur," dedi Yankı. "Çikolata iyi hissetmene yardımcı olur. Yemek istediğin bir şey var mı?"

"Fark etmez." Omuz silktim. Dik durmak sırtımın ağrımasına neden olunca koltuğa biraz daha yerleştim. "Bir de lütfen kimse o beyaz önlüklerden giymesin, rahatsız hissetmeme neden oluyor." İklim de Yankı da giymemişti ama yine de söylemek istedim, belki de sadece konuşmak için konuşuyordum.

"Fetih'e çok yakışıyor," dedi İklim. "Ona giymesini söyle."

Fetih, ona gözlerini devirdi ama benim de bir saniyeliğine hayal edince gülümseme neden oldu. Onu beyaz gömleğin içinde görmeyi seviyordum ve bir önlük de fena olmazdı.

"Hımm..." dedi Pars. "Fantezilerden mi bahsedeceğiz?"

Ayağımla kaburgasına doğru bir tane geçirdim. Yüzünü asarak uzaklaştı ama bu İklim'i ve Yankı'yı güldürmüştü. Fetih artık onun sululuklarına gülemiyordu. Ve muhtemelen şu an benden daha çok endişeleniyordu. Bu beni cesur olmam için harekete geçirdi. Bitmemiş sigarayı bardağın içinde söndürüp "Hazırım," dedim.

Bardağı elimden aldılar. Koltuğa iyice yerleşip baş kısmındaki çıkıntıya kafamı yerleştirdim. Kollarımı kenarlara serbest bir şekilde bıraktım.

"Bu kablolar yaşam fonksiyonlarını izlemek için," dedi İklim. "Üzerini çıkarman gerekiyor, sana önlük vermemi ister misin?"

"Üzerimi neden çıkarıyorum?"

"Kabloları göğsüne yapıştırmam lazım."

"İçimde askılı bir tişört var."

"Yakası açıksa olur," dedi. Başımı sallayıp üzerimdeki gömleği çıkardım. "Isıtıcıyı biraz açarsanız sevinirim," diye geveledim. Soğuk hava birden tenime vurmuştu. Fetih, gömleği elimden aldı. Buz gibi ifadesi yardımcı olmuyordu ama dudaklarını büzmesinden anladığım kadarıyla paniğim ona geçmişti. Bu benimkini neredeyse tamamen yok etti. Yanınızda sizden daha çok korkan biri olunca o kadar yoğun hissedemediğinizi okumuştum.

Askılı bluzumu biraz çekiştirdi ama neyse ki fazla değil. Jel kıvamında bir sıvıyı önce göğsüme sonra ayak ve kol bileklerime ve en son da şakaklarıma sürdü. Soğukluğuyla irkilip yanağımın içini ısırdım. Ucunda yuvarlak, yapışkan bantlar olan kabloları jel sürdüğü yerlere yapıştırmaya koyuldu. İki tane göğsüme, iki tane şakağıma, ikişer tane de bileklerime. Yankı, birkaç cihazı tekerleklerinden çekerek koltuğa yanaştırdı. Cihazların düğmesine basıldığını gelen sinyal sesiyle işittim. Başımdaki ekranda kalp atışlarımı gösteren o çizgiler vardı, bir diğerinde sadece sayılar. Arkada kalanları göremiyordum.

"İyi durumdayız," dedi ekranları kontrol edip. "Şimdi örümceği indireceğiz. Sen hazır olana kadar başlatmayacağım. Tamam mı?" Yumuşak sesine karşılık başımı salladım. Bunu yaparken rahatsızlığımdan zevk alacağını düşünüyordum ama beni bir hayli şaşırtmıştı.

Tepemde duran cihazı aşağıya çekti, örümcek bacaklarının ucundaki vakumlu bantlar saçlarımın üzerinden derime yapışınca omuzlarımı hareket ettirdim. İğne batması gibiydi ve biraz da kaşındırmıştı.

"İyi misin?" diye sordu.

"Evet."

"Çalıştırıyorum."

Başımı salladım. Gürültülü bir ses bekliyordum ama Yankı yeniden önümde belirdiğinde sinyal sesi bile yoktu.

"Çalıştı mı?" diye sordum.

"Evet, oldukça sessizdir." Parlak bir gülümsemeyle baktı. "Beyin taramanı yapıyorum."

Sessizlik.

Fetih hemen önümde duruyordu, bir kolunu etrafına dolamış ve baş parmağı, çenesindeki çıkıntıyla uğraşıyordu. Dudaklarımı kımıldatarak iyiyim, deyip gülümsedim. Karşılık verdi ama sahici bir gülümsemeyle değildi. Belki saatlerce kendi aklımın içinde kaybolacaktım ve olabilecek herhangi bir şeye karşılık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Eli kolu bağlı olmak Fetih Yargıcı'yı canlı canlı gömmekten daha kötüydü. Bu yüzden Pars'a baktım, hafifçe başını salladı. Onun yanında olacaktı. Daha önce konuşmuştuk. Aptalca bir şey yapmaya kalkarsa engel olacaktı. Birbirlerine bakabilirler. Birkaç saat sadece. 

"Her şey iyi durumda," dedi Yankı, cihazdan bana doğru dönüp. "İstediğin zaman başlayabiliriz."

Derin bir nefes aldım.

"Başlayalım," dedim. Son kez yutkundum. Yankı cihaza eğildi, parmaklarının hareketini duydum. Fetih kaşlarını çattı, gözleri cihazla benim gözlerim arasında gidip geliyordu. Kafa derimde bir soğukluk ve beraberinde bir kaşıntı hissetim. Küçük bir yanma hissi. Gözlerimi kapatıp kapatmamam gerektiğini sormak için dudaklarımı araladım ama kontrolü kaybettim, gözlerim kendiliğinden kapandı. İplerini koparmış onlarca düşünce aklıma hücum etmeye başladı.

Önce yavaştı. Bir balonun içindeydim. Aydınlıkta. Anılar, kişiler, anlar, düşünceler, hayaller, kâbuslar... Hepsi etrafımda bir sıra halinde akıyordu. Ayaktaydım. Önce kendimdeydim. Neyin içinde olduğumu, biraz önce ne yapmak için gözlerimin kapandığını biliyordum. Üzerimdeki kıyafetler koltukta otururken giydiklerimle aynıydı. Sadece kablolar yoktu. Kendimdeydim ve iyiydim. Bir anlığına belki de kolay oluyordur, diye düşündüm. Belki de Yankı haklıdır, bunca yıldır çektiğim acılar nihayet bir işe yarıyordur ve benim için o kadar zor olmaz. İlk adımı atarken yüzümde bir gülümseme oluşturdu bu düşünce. Ama hareket eder etmez akan anlar, kâbuslar, hayaller, tüm o düşünceler ve bilincimin içindeki her şey hızla akmaya başladı. Birden o kadar hızlandılar ki onları takip edemedim, düz bir sıra halinde akarlarken birden etrafımda bir çember oluşturmaya başladılar. Bir hortumun içinde kalmışım gibi saçlarım savruldu. Başka bir adım, farkında olmadan kaçınmaya çalışırken bir adım daha attım ve çarpıldım. Geriye doğru çekildim. Hangisini seçtiğimi bilmiyordum ama artık karanlıktaydım.

Büyükannemin verandasının önündeydim, havada ılık bir rüzgârın tatlı esintisi vardı. Çok sevdiğim yaz akşamlarından birindeyim diye düşündüm. Hâlâ kendimdeydim. Hâlâ neyin içinde olduğumu biliyordum. O ana uzaktan bir seyirciydim sadece. Neyin geleceğini beklemeye koyuldum, bu evde bir ömür geçirmiştim ve birçok üzgün anım vardı ama hiçbiri beni mahvedecek şiddette değildi. O zaman, oradayken ve yaşarken öyleydi belki ama burada, durduğum yerde, seyirci Maya için hepsi şimdi neredeyse güzel diyebileceği bir hatıraydı. Bu yüzden korkmadım.

Anahtarını uzun yıllar boyunca boynumda taşıdığım ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. Eşikten dışarıya en güzel haliyle, ipek saçlarıyla annem çıktı. Bunu beklemiyordum. Kollarının arasında, belki sadece bir yaşında olan bir bebek vardı. Ben olmalıydım. Annem bebeğin yüzüne bakıyordu. Elinde bir biberon vardı. Verandaya çıktı, küçük masanın üzerine bıraktı bebeği. Bebeğin küçük elleri biberonun etrafını sarmıştı. Kaşlarımı çattım. Kötü bir his, beklenmedik bir şekilde beni ele geçirmeye başladı.

Bebek huysuzlanmaya başladı. Annem verandanın korkuluklarına yaslanmış onu seyrediyordu. Bebek ağlamaya başladı ama kısa sürdü. Bebek ağlayamamaya başladı. Annemin verandanın korkuluklarını sıkan parmaklarına baktım.

"Boğuluyor!" dedim. "Boğuluyor, bir şey yapsana!"

Biberon yere düştü, verandanın üzerinde yuvarlandı.

"Yardım et!" diye bağırdım. "Anne, yardım et!"

Öksüremiyordu. Ağlayamıyordu. Önce kızardı. Karanlığın altında, verandanın cılız ışığının altında morarmaya başladı.

"Boğuluyor. Neden bakıyorsun? Görmüyor musun, boğuluyor!"

Boğuluyorum.

Annem yaslandı. Seyretti. Gözlerini üzerinden ayırmadı.

Kapı tekrar açıldı.

Babam, eşikten dışarıya adımını attığında önce gülümseyerek anneme baktı. Sonra masanın üzerindeki bebeği gördü. Yüzü asıldı. Tek adımda masaya gitti. Bebeği kucağına alıp dik bir konuma getirdi. Karnına biraz baskı uyguladı. Parmaklarıyla ağzını araladı.

"Miray," dedi. "Neyin var senin!"

Bebek ağlamaya başladı. Babam rahat bir nefes aldı.

Nefes aldı...

Derin bir nefes aldım.

"Gözüm karardı," dedi annem. "Başım döndü. Maya iyi mi?"

"İyi," dedi babam. "Sen iyi misin? Çok sık başın dönüyor."

"İyiyim," dedi. "Gidip biraz uzanacağım."

"Sen dinlen." Babam onu saçlarının üzerinden öptü. "Kızımıza ben bakarım."

Annem başını sallayıp içeriye girdi. Babam korkuluklara yaslandı. Kollarının arasındaki küçük Maya'ya bakıp gülümsedi.

Hiçbir şeyden haberi yok muydu...

Hiç haberi yok muydu...

Ağaçların arasına doğru yürümeye başladım. Adımlarım hızlandıkça nefes alıp verişim de hızlanıyordu. Kolumu burnuma bastırdım.

Beni kaç kez öldürmeye çalıştın anne...

Ne yapıyordun... Ne yapıyordun... Beni kurtarmaya mı çalışıyordun, ne yapıyordun?

Düşünceler başka bir anıyı, ormanın içinden ayaklarıma kadar getirdi. Bu defa annemin yanında büyükannem de vardı. İkisi de hararetli bir konuşmanın içindeydi. Çekinsem de duyabilmek için onlara doğru yürüdüm. Yerdeki onlarca çam iğnesine rağmen havada süzülüyormuşum gibi hiç ses çıkmıyordu.

"Emsal hiçbir şeyin farkında değil," dedi yaşlı adam. Fetih'in büyükbabası. "Bu nasıl mümkün oluyor?"

"Bana eziyet etmek istiyor!" dedi annem.

Yanlarına yaklaştıkça karnındaki şişkinliği gördüm. Hamileydi. İlk önce Pamir olduğunu düşündüm ama yüzüne bakınca oradakinin ben olduğumu anladım. Çok gençti ve en eski resimlerindeki gibi upuzundu saçları.

"Her şeyi planlamış," dedi adam. "Bizi buraya hapsetmekle kalmadı, her şeyi planladı..."

Biliyordu. Elbette biliyordu. En başından beri biliyordu.

"Emsal hiçbir şey hatırlamıyor, anlatmayı denedim ama anlatamadım bile! Konuşmama izin vermiyor. Bu çılgınlık!" diye bağırdı annem. "Çocuğum burada doğacak, bunun sonuçlarını bile bilmiyoruz!"

"O güçlü bir çocuk." Elini annemin karnına koydu. 

"Bunu yapmamalıydık!" diye ağlamaya başladı. "Bunların hiçbirini yapmamalıydık."

"Kendine gel!" diye bağırdı adam. "Saruhanlar bir yolunu bulacak. O zaman ailen de kazananların arasında olacak. Bu hepimizin başarısı olacak, sen de bunun parçasısın Miray. Sen..."

Görüntü silikleşti. Buhar olup aniden yok oldu sanki. Adamın, sen diyen sesi azalarak birkaç kez daha kendini tekrar etti ama nihayetinde o da sustu.

"Gerçekler yüzleşmeye hazır mısın, Amelya?"

İsis...

Karanlık.

Sadece filmlerden aşina olduğum bir ses ilişti kulaklarıma. Dalga sesi. Deniz kıyısı. Köpük köpük kıyıya vuran dalganın serin esintisi. Ve bir ağıt. Hüzün. Çok hüzünlüydü. Sonra onu duydum.

"Doruk!" diye seslendim ama ses, bir yankının sona ermesi gibi uzaklaştı. Etrafıma bakınmaya çalışıyordum ama yeniden körlük. Hiçlik. Sadece bir düşünce yığını.

"Doruk!" diye yeniden bağırmayı denedim. Sesim çıkmıyordu. Sadece kafamın içindeki bir düşünceydi. Dalga sesleri yok oldu.

Görüntü yeniden geldiğinde bunalmaya başlamıştım. Nefes alıp vermek yine zorlaştı. Hava azalıyordu. Oksijen yetmiyordu. Duvarlar üzerime geliyordu.

"Ona böyle bir yalanı söylememi nasıl istersiniz?" Yeniden Doruk ama duyduğum ana ait değildi. Yaşı küçüktü. On sekiz bile değildi. "Babası yaşıyor!" dedi. "Bunu nasıl saklayacağız?"

"Saklayacaksın," dedi büyükannem. "Onun iyiliği için."

"Açıkla," dedi Doruk sertçe.

"Yaşadığını öğrenirse onun peşine düşer. Emsal kendinde değil. Maya'yı bu yaşında Soğukların ortasına atmak mı istiyorsun?"

"O da bir Avcı olabilir."

"Olamaz," dedi büyükannem. "Armoni var. Emsal'in bir kızı var, Maya'dan büyük. Akademi'de yaşıyor. Onu bu dünyadan uzak tutacağım."

"Babasına ihtiyacı var. O çok küçük, annesini kaybetti. Bırak babası yanında olsun. Emsal abi kötü biri değil." Doruk koltukta uyuklayan Maya'ya baktı. Halimi görünce orada uyuklamadığımı, bayıldığımı düşündüm.

"Emsal yolunu şaşıralı çok oldu. Maya'ya yardım edemez."

"Buna sen karar veremezsin!"

"Yakında gideceksin, Doruk," dedi büyükannem. "Onu görmene izin vermem. Kafasını karıştırma. Babasına ihtiyacı yok. Maya'dan uzak dur. Dila seçilecek. Dila'ya göz kulak olmalısın. Maya, senin meselen değil."

"Maya, her zaman benim meselem!"

"Sen Akademi'ye aitsin. Avcı olmayan kimse oraya giremez. Ona körü körüne tutamayacağın sözler verme."

"Onu bırakmam."

"Seçim şansın yok," dedi büyükannem. "Akademi'yi reddedemezsin. Ailen dışlanır. Kamer insan içine çıkamaz. Söz hakkını elinden almak istiyorsan sen bilirsin. Annen gibi baban da sürgün edilsin."

"Ne diyorsun sen?"

"Annen kendiliğinden mi gitti sanıyordun? Akademi'yi reddedemezsin. Akademi'yi reddedersen herkes seni reddeder. Bütün ailen bundan etkilenir. Sen de çekilirsen sıra Meyra'ya geçer. Kardeşinin bu dünyaya girmesini ister misin?"

Doruk, sinirden kaskatı kesildi.

"Ben de öyle düşündüm," dedi büyükannem.

Zihnim kıvranmaya başladı. Elimi uzatıp ona dokunmak istiyordum. Ağlama, Doruk... Senin suçun değil. Senin suçun değildi. Sorun değil.

Ağlama, Doruk...

Baskı şiddetini artırdı.

Dalga sesleri kulağımı yakmaya başladı.

"Maya..."

"Bir kurşun var, Maya..."

Sesler çok yakından geliyordu, o kadar yüksek şiddetle bağırıyordu ki duyamıyordum. Kelimeleri seçemiyordum. Oradaydı. Ses yeniydi. Ses sahiciydi. Ama ona ulaşamıyordum. Çıkmak istiyordum. Buradan çıkmak istiyordum. Yeter. Bu kadarı yeter. Daha fazla görmek istemiyorum. Hayatımı nasıl planladıklarını bilmek istemiyorum. Hayatımı nasıl bir uçurumdan aşağı yuvarladıklarını izlemek istemiyorum. Bitsin. Çıkmak istiyorum. Gözlerimi açmam lazım. Bitmesi lazım.

Gözlerimi açtım. Makineden çıkan sinyal sesleri. Isıtıcının uğultusu. Hareket eden birileri. Daha çok parlayan ışık.

Uyandı. Nasıl? Ne hissediyor? İyi görünmüyor? Neler oldu? O iyi mi?

"Sessiz ol, Pars," diye mırıldandım. "Lütfen sessiz ol, iyiyim." Kulaklarım çınlıyor, gözlerim ışığa alışmakta zorluk çekiyor ve kafamın içi uğulduyordu.

"Neden öyle bakıyorsunuz?" diye fısıldadım. Dermanım kalmamıştı.

"Pars bir şey söylemiyor, Maya..." dedi İklim dikkatle.

"Söylemiyordum," dedi Pars. "Düşünüyordum."

Gözlerimi kapattım. Midem bulanıyordu. Dilimin ucunda tuhaf bir tat vardı. İsli bir şey. Sanki bir yangını içime çekmiştim.

"İyi haber," dedi Yankı. "Bu iyi haber." Kontrollerini yaparken, Fetih yanıma gelip elimi tuttu, diğer eli alnımdaydı. Ateşimi kontrol ediyordu, dokunduğu anda ürpererek tepki verince çekildi.

"Çok sıcak," dedi Yankı'ya sonra hemen bana döndü. "Nasıl hissediyorsun güzelim?"

"Ne kadar oldu?"

"Neredeyse dört saat."

Yutkunmaya çalıştım ama acı bir tat mide borumdan yukarıya inip iyice yüzümü buruşturmama neden oldu.

"İyi görünmüyor!" dedi neredeyse öfkeyle.

"İyi," dedi İklim. "Bu etki normal. Bütün fonksiyonları iyi durumda." Kabloları çıkardığını hissettim. Başımın tepesindeki örümcek bacakları çekilince nihayet derin bir nefes aldım. Elimi uzattım, Fetih tuttu, doğrulmama yardımcı oldu. İklim bir peçete uzattı ama parmaklarım hareket etmeye hazır değildi. Fetih peçeteyi alıp jelden kalanları silmeye koyuldu. İşini bitirdiğinde Pars üzerimden çıkardığım gömleği uzattı, Fetih giydirirken kollarımı kaldırdım. Tek istediğim sandalyeden kalkmaktı. Anlamış olacak ki iki elimden tutup beni ayağa kaldırdı. Dengemi birkaç saniye gözlerimi kapatarak zar zor buldum.

"Biraz su iç," dedi Yankı. Küçük bir şişe suyu açıp elime tutuşturdu. Birkaç yudum zorlanarak içtim, sıvı boğazımdan akarken başka bir karıncalanma hissi boy gösterdi.

"Bir ara çok heyecanlandın," dedi İklim. "Ne olduğunu hatırlıyor musun? Kalp atışların çok yüksekti." Not alıyor ve beklentiyle bana bakıyordu.

Her şeyi hatırlıyordum. Ne yazık ki her birini.

"Buraya ait olamayacak bir ses duydum," dedim masaya yaslanıp ağırlığımdan kurtuldum. "Dalga sesi. Sanki öyle bir yerden biri bana sesleniyordu." Zorlukla bir nefes daha aldım. "Doruk sesleniyordu ama duyamadım. Başka bir ana gittim."

"Tuhaf," dedi Yankı, İklim hızlı hızlı notlarını alırken.

"Ve sanırım İsis'i duydum. Tek bir şey söyledi. Gerçeklere hazır mısın, gibi bir şey. Nasıl kafamın içinde olabiliyor?"

"Oyun oynuyor," dedi Yankı. "Onun bariyerini aşamayacağımızı düşünüyor. Daha fazlasını da yapacak, buna hazırlıklı olmalısın."

"Sıraya girsin." Biraz daha su içmek için kendimi zorladım. Pars, elinde karton bardakla yanıma geldi. "Sıcak çikolata," dedi.

"Üzgünüm," diye mırıldandım. "Şu an içebileceğimi sanmıyorum." Şekerli bir şeyi düşünmek bile kusmak istememe sebep oluyordu.

"İstersen içeride dinlenme odası var, bir süre uzanıp kendini topla. Zor olduğunu biliyorum ama bir şeyler yemelisin. Değerlerin düşüşe geçti, direncini kaybetmeni istemeyiz."

İklim'in içten nezaketine başımı zorlukla iki yana salladım.

"Buradan çıkıp biraz hava alırsam daha iyi hissedeceğim."

"Elbette," dedi. "Çok iyi iş çıkardın. Bir sonraki seferde görüşürüz. Ne zaman istersen."

Başımı sallamakla yetindim.

"Sana yemek gönderirim," diye seslendi İklim ama ona tepki veremeyecek kadar bitik haldeydim.

Fetih, kolunu etrafıma sarınca başımı göğsüne yasladım. Tüm ağırlığımı üzerine bırakmıştım ama zorlanıyor gibi görünmüyordu. Pars diğer tarafımdaydı. Beni dışarıya çıkardıklarını bile hayal meyal hatırlıyordum. Soğuk hava ve yeraltı merkezinin kapağı kapandığında çıkan ses olmasaydı, başka bir uyku halinde olduğuma emin olurdum.

"Biraz duralım," dedim. Kenardaki oturaklardan birine gidip oturmama izin verdiler. Pars, epey tedirgindi ki bu gülme isteği yaratıyordu.

"Sandığım kadar kötü değildi," dedim beklenti dolu gözlerine. "Bilmediğim birkaç anıydı sadece. Çok zorlamadı. Bilincim açıktı."

"Hayal kırıklığına uğramıştın," dedi Pars.

"Aile draması..." diye açıkladım çünkü Fetih'in aklına başka bir şey gelmesini istemiyordum. "Onlar için hayatım boyunca acı çektim, izlemesi keyifli değildi ama sarsılmadım. Sadece bedensel olarak üzerimden tır geçmiş gibi hissediyorum."

"Duyguların ağırlığı," dedi Fetih.

"Gerçekten iyiyim," diye güvence verdim eline uzanıp. "Daha kötü olmasını bekliyordum." Kendimi tutamayıp güldüm. "O kadar kötüsünü bekliyordum ki kötümserliğim ilk kez işe yaradı ve daha az kötüye, bu muydu yani diyebiliyorum..."

"Hangi noktada tamamen aklını kaçıracaksın acaba." Pars, kahkaha atmaya başlayınca ben de midemi tutarak ona eşlik ettim. Temiz havaya çıkmak şimdiden daha iyi hissettirmişti.

"Üşüyeceksin," dedi Fetih. "İçeri gidelim mi?"

Uzattığı elini tuttum. Buna benim değil, onun ihtiyacı vardı anlaşılan.

"Ben bir arkadaşınla köpeğine bakayım, sabahtan beri uğramadım." Pars yanıma gelip kollarını etrafıma doladı. "İhtiyacın olursa bir telefon uzağındayım. İyi ol bebeğim."

"Teşekkür ederim," dedim. "İyiyim."

"Dikkat et ona." Fetih'e kaş göz yapıp diğer tarafa doğru yürümeye koyuldu. Parmaklarımı yeniden onun parmaklarına kenetledim. Odaya girene kadar bir şey söylemedi. Kapıyı arkamızdan kapattı. Beni bir anda kendine çekip sarıldı. Çok sıkı sarıldı.

Gülümsedim. Kollarımı boynuna doladım, nefes aldım. Parmaklarım sakinleştirmek için saçlarının arasında dolaşmaya başladı. Kumral tutamlar, her zaman olduğu gibi yumuşak ve dünyanın en güzel hissiyle doluydu.

"Sen iyi misin?" diye mırıldandım boynuna doğru.

"İdare ediyorum."

"Yalan söylemiyorum, biliyorsun, değil mi?" Yavaşça geri çekildim. "İyiyim ben. Endişelenme."

"Bu bana daha kötü hissettiriyor," dedi çatık kaşlarının arasından. "İyi olman. Bu kadar şeye alışman." Sitemle güldü. "Acıya bağışıklık kazanman."

"Çok bilmiş Saruhan'a göre acı insanı güçlü kılıyormuş."

"Ve sen dünyanın en güçlü kızısın." Saçlarımı yüzümden nazikçe çekti. Gülümsedim, uzanıp yanağından öptüm.

"İşlerin varsa yalnız kalabilirim, bütün gün başımda bekledin." Temiz hava, biraz yürüyüş ve Fetih Yargıcı'nın kolları şimdiden çok daha iyi hissetmeme neden olmuştu.

"Olmak istediğim başka bir yer yok. Kâinatın hiçbir yerinde."

"O halde yapacak bir şeyler bulsak iyi olur," dedim sadece onu rahatlatabilmek için.

"Aklıma birkaç şey geliyor ama yine sinir krizi geçirirsin diye çekimserim."

"İkimizden birini öldürmeyecek bir şeyi tercih edeceğim."

Sırıttı.

"Seninle hiç film seyretmedik," dedi. "İster misin?"

"Daha çok isteyeceğim hiçbir şey yok," diye mırıldandım. "Kâinatın hiçbir yerinde." Anlık bir irkilme yaşadım. "Ama duş alayım, üzerime sinmiş bir şeyler var gibi hissediyorum."

"Tamam." Burnumun ucundan öptü. "Gidip bilgisayarımı alayım ve sana yiyecek bir şeyler getireyim."

"Anlaştık."

Ben banyoya girene kadar arkamdan baktı. Bir toz bulutuna dönüşüp dağılacakmışım gibi... Ama iyiydim. Suyun altında düşündüğüm tek şey, o dalga sesinin nereden geldiğiydi. O dalga sesini nereden bildiğimdi.

Continue Reading

You'll Also Like

5.5K 142 11
15 temmuz darbe girişiminden saati saatine dakika dakikasına resimlerle neler yaşandı . Tekrar o destanı hatırlayalım
2.5M 103K 27
Psikiyatrist, karanlık kadar çekici ve zeki bir adam... Şizofren, öldürücü güzellikte bir kadın... Her şey çok normaldi ta ki kadının aslında şizofre...
367 120 6
Anne ve babamın öldüğünü duyduğum an benim kalbim durmuştu, tek hissettiğim buydu acı. Kalbim acıyordu, çok acıyordu...
196K 12.9K 61
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...