FELAH

By lemveli

725K 67K 49.1K

❝Savaşı durduramam ama elime mikrofon alarak insanların sesini duyurabilirim.❞ Savaş kaybolmaktır. Ben bu sav... More

FELAH
1. KAYIP
2. DİP
3. KAYBOLMAK VE BULUNMAK
4. DOST VE DÜŞMAN
5. İKİ EL ATEŞ
7. MASALLARA İNAN
8. AY PARÇASI OPERASYONU
9. LEKELİ GERÇEKLER
10. YASAK BÖLGE
11. ÖFKE
12. ÖNCELİK
13. ATEŞİN TAM ORTASI
14. MERHAMET VE İHANET
15. CEZA
16. DÖRT
17. EV
18. FEDAKÂRLIKLAR
19. AİLE
20. SEKİZ KASIM (1.KİTAP FİNALİ)
21. GÖMÜLMEYEN BİR ÖLÜ
22. GERİ DÖNÜŞ
23. SUİKAST
24. PİYON
25. LAVİNİA
26. ŞÜPHE
27. KARABAĞ'A DÖNÜŞ
28. HER ŞEYE RAĞMEN
29. İNTİKAM
30. SONLAR VE BAŞLANGIÇLAR
31. YALANLAR VE DOĞRULAR
32. BOZKURT VE KARGA
33. MÜHÜRLÜ KALPLER VE BEDENLER
34. MUTLU SABAHLAR
35. İNANÇ

6. BAŞKA KOŞULLAR

21.4K 2.2K 1.5K
By lemveli

Sena Şener - Sendin Düşmanım


Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;

Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

6. BAŞKA KOŞULLAR

Birinin yaşamına son vermenin nasıl hissettirdiğini bilmiyordum. O tetiği çekmiştim. Çekmiştim, çünkü hayatımı borçlu olduğum birinin ölmesi, suçluluk duygusunun içinde boğulmama neden olurdu.

Çekmiştim, çünkü o an kesinlikle öyle olması gerekiyordu.

Ve çekmiştim, çünkü o göründüğü kişi değildi.

Kimdi, bilmiyordum ama tanıdığım Yüzbaşı Robert olmadığı saatler önce dokunduğum bileklik sayesinde kesinleşmişti.

İki ihtimal vardı.

Ya o bir Türk'tü.

Ya da demin tüm soğukkanlılığı ile Victor'u gömdüğü gibi bir Türk'ü öldürmüştü. Bileklik de kurbanına aitti.

İkinci ihtimale benzer diğer ihtimal ise bu bileklik ve ana dili gibi bildiği Türkçeyle bizlerin arasına sızan hain de olabilirdi.

İçten içe ilk ihtimalin olmasını istiyordum.

Sorular ve ihtimaller beynimin içerisini kuşatırken sessizlik ve yorgunluk üzerimize çörekleniyordu. Ben saatler önce birini kendi ellerimle öldürmüştüm. Parmaklarım yüzlerce kez tetiğe dokunmuş, gözlerim cansız hedefleri seçmiş, ellerimse nişan almıştı. Fakat ilk defa atan bir kalbi durdurmuştum.

Kim için?

Hangi ihtimal için?

Değer miydi? Bilmiyordum...

"Ne düşünüyorsun?" Sesiyle beraber odak noktamı değiştirdim ve ona baktım. Ellerinde iki kupa vardı ve beyaz olanını bana uzatıyordu.

Şu an sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacım olduğu için elindeki kupayı aldım ve sert kahveden kocaman bir yudum alarak, "Onu öldürdüm," dedim bu gerçeğin canımı acıtmasını umarak.

"Karşı tarafa iyilik yapmış oldun. Sevinmelisin bence."

Başımı şiddetle iki yana salladım. "Benim işim mikrofonla insanların duyuramadığı seslerini duyurmaktı. Elimde silah birilerini öldürmek değildi."

"İnan bana, iğrenç herifin tekiydi."

Bakışlarım ok gibi ona saplandı. "Nasıl bir yüzbaşınızı kaybettiğiniz için sevinirsin? Aklım almıyor. Aranız kötü olsa bile o sizin subayınızdı."

Siyah kupasını kaldırdığında yüz ifadesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kahvesinden birkaç yudum aldı, ardından kupayı indirerek dümdüz sesle, "Belki de rakibimi elediğin için sevinmişimdir. Sonuçta yeni biri atanana kadar buralar bana kaldı," dedi.

Kaşlarım çatıldı. "Sırf rakibin diye mi yani?"

"Aynen," dedi omuz silkerek. "Kahveni soğutma. Üç kaşık şeker attım ama yine de sert oldu tadı."

Gözlerimi kısarak, "Yoksa beni öldürmek mi niyetin? Şekerle hem de?" diye sordum.

"Nasıl da bildin," diyerek yalandan şaşırdı. Ardından ciddi bir tavırla iç çekti. "Bela mısın sen? Ciddi soruyorum. O tırdan hangi akılla indin? Sonraki tır ne zaman gidecek, bilmiyorum bile."

"Öldürecekti seni."

"Öldürsün, sana ne?" Kupasını sertçe sehpaya bıraktı. "Sence ben onun gibi birinin çektiği silahtan kurtulamaz mıydım? Bir hareketime bakardı kolunun kırılması. Sadece tırın gitmesini bekledim."

Ben de kupamı sehpaya bıraktım ve kollarımı göğsümde kavuşturarak, "Ya kurtulamasaydın?" diye sordum öfkeyle. "Teşekkür etmek yerine hesap mı soruyorsun? Ödeştik işte! Sen beni, ben de seni kurtardım. Kabul et."

"Kurtulurdum... Ama bundan sonra senin buradan nasıl kurtulacağını hiç bilmiyorum. Çok büyük aptallık yaptın." Dik dik ona bakmayı sürdürdüm. Derin nefes alıp, "Teşekkürler," dedi birkaç saniye sonra. "Aptal kız."

"Sensin aptal."

Sırıttı. "Ölmemi istemiyordun hani?"

"Vefadandır o. Senle bir ilgisi yok."

"Peki, öyle olsun."

Aniden, "Türkçeyi ne kadar sürede öğrendin?" diye sordum. Onunla ilgili olan ihtimallerimi zihnimde tartmaya başlıyordum.

Kahvesinden yudum alırken kaşlarını havalandı. "Sorguda mıyım?"

"Zor bir soru muydu?"

"Hayır," diyerek kupayı sehpanın üzerine bıraktı. Zaman kazanıyordu. Sorumu düşünüyordu besbelli. "Bir senede."

"Bir seneye göre gayet iyisin," dedim beğeni dolu gözlerle.

"Teşekkürler," diye mırıldandı ve tekrar kupasına doğru uzandı. Gergindi. Ve gerginliği hissedilecek kadar yoğundu.

"Atatürk'ü tanıyor musun, Dört?"

Gözlerimi kısarak onun ifadesini anbean izledim. Yüzünde tek bir mimik oynamadı, fakat kupayı kavrayan parmaklarında bir hareketlilik görür gibi oldum. Tek yudum aldığı kahvesini tekrar sehpaya bıraktı, ardından gözlerini bana dokundurdu. "Atatürk'ü tanımayan var mı?"

"Doğru, düşmanlarımızın daha iyi tanıması normal."

"Hilal," diye uyardı beni. Sanırım onunla düşman olduğumuz detayına değinmem pek de hoşuna gitmiyordu.

"Peki, sizin tarihinizde onun yeri ne? Merakımdan soruyorum. Mesleğim gereği bunu merak etmem bence oldukça doğal."

"Anadolu'daki Ermeni nüfuzunu yok etti?"

"Siz de 1909'da Maraş'ta katliam yaptınız!"

Başını iki yana salladı. "Boş yapma."

"Ne boş yapacağım?!" diye yükseldim. "Şehirde kalan Amerikalıların, bu olay hakkında İstanbul'daki temsilcilerine çektikleri telgraf yalanlanamayacak bir şekilde belirtiyor faciayı! Neden 1909'u unutup on yıl sonrasını konuşuyorsunuz?"

"Dünya size inanıyor mu?"

Gözlerimi kıstım, "Dünya bize inansaydı ne anlamı kalırdı?" diye sordum. "Türk olmak, yalnız olmaktır."

"Günlük tarih ve edebiyat dozumuzu aldık. Sırada ne var? Coğrafya?"

"Deliriyorsun değil mi?" Onun sınırlarını merak ediyordum. İhtimallerimden hangisini doğru çıkaracaktı ve ne zaman? "Karşında bilgili ve her dediğine cevap verecek biri var çünkü."

"Bu soruma cevap ver o zaman." Gözlerini kısarak bana baktı sert bakışlarla. "Savaşı kim kazanacak?"

"Biz."

"Savaşı kimse kazanmayacak," dedi başını iki yana sallarken. "Anneler ve babalar yas tutarken hangi galibiyetten bahsediyorsun?"

Sırıttım. "Bizi kendinizle karıştırmayın. Azerbaycan'da şehit annesi tabut taşınırken ellerini havaya kaldırıp dans etti. Oğlunun düğününde oynayamadı, şehadetinde oynadı. Bir baba, tek oğlunu şehit verip on oğlunu da vatan için feda edeceğini söyledi gururla. Bu insanları ölüm mü durduracak? Ölümle güçlendiler zaten! Hocalı ve 20 Ocak katliamlarını yaşayan bir milleti ölüm mü korkutacak?"

Sessizce ayağa kalktı. "Uyuyalım artık. Odaya geç sen."

Gözlerimi devirerek, "Kaç tabii," diye mırıldandım.

"Hilal." Sesi sakin, kısık ama öfkeliydi.

"Dört." Ona aynı şekilde karşılık vermekten zerre çekinmedim.

"Uyu lütfen," dedi sabır dilenir gibi bir ses tonuyla. "Sabah erkenden çıkacağım. Victor da olmadığına göre evde kalabilirsin. Önümüzdeki tıra kadar idare edelim."

"Tamam."

Başka hiçbir şey söylemeden içerideki odaya geçeceğim sırada arkamdan, "İyi geceler, Türk kızı. Ve teşekkürler," dedi. İstediği zaman gayet de kibar olabiliyordu demek ki.

Omzumun üzerinden ona baktım. "İyi geceler, yüzbaşı. Önemli değil."

🕊

Ertesi sabah uyandığımda Dört yoktu. Ev ürkütücü bir sessizliğe gömülüydü. Uyanır uyanmaz kazınan midemin seslerine son vermek adına kendime bir sandviç hazırladım ve çay demledim. Ardından tüm evi didik didik aradım kanıt bulmak adına ama ev tertemizdi. Buranın ona ait olmadığı aşikârdı. Savaş döneminde yerleşmiş olmalıydı. Her şey oldukça köhneydi ve ona ait olmadığı düşündüğüm kocaman bir sandık vardı. Sandığın içerisinden bir kadına ait olması muhtemel olan örtüler çıkmıştı.

Halıların altını bile kaldırmıştım ama bileklik gibi bir delil bulamamıştım.

İhtimaller tüm gün zihnimde dönerken en son onun uyuduğu ve yatağını bile toplamadığı kanepede uyuyakaldım. Parfümünün kokusu beni mayıştırmış olmalıydı çünkü burnumu yastığına sürtüyordum istemsizce. Parfümü gerçekten çok hoşuma gitmişti.

Geceye kadar gelmedi. Uyandığımda hava zifiri karanlıktı ve benim uğraşacak hiçbir şeyim kalmamıştı.

Babamı düşündüm bir süre. Beni arıyor muydu? Aklından hangi ihtimaller geçiyordu? Öldüğümü düşünmüş olabilir miydi?

Alp... O yüksek ihtimalle kendini suçluyordu. Yanımdan ayrılmaması gerektiğini düşünüp kendini yiyip bitiriyordur.

Peki... Görevimi kim üstleniyordu? Alp, Türkiye'ye dönmezdi, yeni bir gazeteci mi gelmişti acaba?

Ansızın bakışlarımın hedefi olan televizyonla şaşkınlığım büyüdü. Günlerdir burada duran televizyonu şimdi fark ediyordum resmen! Çalışıp çalışmadığını kontrol etmeliydim.

Duvara montelenmiş televizyonun fişi takılıydı. Altındaki dolaptan kumandayı aldım ve açtım. Çalışıyordu... Üstelik internet bağlantısı varsa YouTube'a bile girebiliyordum.

Şansıma WIFI'ye bağlıydı. YouTube'a tıklayarak arama kısmına kanalımızın ismini girdim ve son haberlere baktım.

Dudaklarım aralandı.

Son haberlerin başlığı kalbimi sıkıştırırken canlı bağlantıya tıkladım hemen.

Gence şehrine füze atmışlardı. Sivillerin yaşadığı bir apartmanı tamamen yok etmişti füze. Arama ve kurtarma ekiplerinin çalışmalara başladığı enkazlarda birçok ölü ve yaralanın olduğu söyleniyordu haberlerde.

Kanım dondu.

Gözlerimden akmak isteyen yaşlar kirpiklerimde donduğunda buz kestiğimi anlamam uzun bir süremi almıştı.

Canlı yayını dikkatli bir şekilde izlerken orada kucakta götürülen küçük bir beden çarptı gözüme. Üzeri örtülmüştü ama bu bir çocuktu.

Çocukları öldürmüşlerdi.

Öfkem bir anda gözümü kararttı. Hışımla dün gece uyuduğum odaya girdim ve bana verdiği silahı alarak tekrar salona döndüm. Elimdeki silahı tüm gücümle sıkarak onu beklemeye başladım.

Gözlerim ara sıra haberlere dalıyordu. Ailesini enkaz altında arayan kişileri gördüğüm an gözyaşlarım akmaya başladı. Bu kadar duygusal biri değildim ama neden kendimi durduramıyordum?

Şu an orada olmam gerekirdi. Şu an haykırarak dünyaya çağrı yapmam gerekirdi ama ben düşmanımın evinde ne zaman geleceğini kestiremediğim bir tırı bekliyordum. Ben... Düşmanım ölmesin diye burada kalmayı göze almıştım. Hata mı etmiştim? Belki. Pişman mıydım? Şu an bu haberden sonra kesinlikle pişmandım.

Kilidin içerisinde dönen anahtarın sesini duyduğum an silahı bacağımın altında sakladım ama televizyonu kapatmadım. Koridorun ışığı açıldı önce, ardından gölgesini gördüm.

Bir dakika kadar sonra salona giriş yaptığında gözleri ilk bana, sonra açıkta olan televizyona ve izlediğim canlı yayına kaydı.

Yaşlı gözlerle ona döndüm. "Neden yaptınız bunu?"

"Hilal," diyerek masanın üzerindeki kumandayı kapıp canlı yayını durdurdu.

"Çocuklar öldü."

"Hilal..." Sesindeki tınıyı çözemiyordum. Belki de artık çözmek istemiyordum.

"Anneler öldü," dediğimde istemsizce hıçkırdım. Benim gibi annesiz kalan kaç çocuk olmuştu bu gece?

"İyi görünmüyorsun."

"İnsanlar öldü," diyerek ona baktım. Öfkeli bakışlarımı ona kilitledim. "Buna nasıl izin verirsin?"

Karşımda durdu. "Benim ne suçum var?"

Gözüm daha önce böyle dönmemişti sanırım. Bacağımın altında sıkıştırdığım silahı aldım ve ayağa kalkarak onun üzerine yürüdüm. Şaşırmadı, irkilmedi. Silahı ona doğru doğrulttum, tam kalbini nişan aldım.

"Bu formayı giymen bir suç!" Var gücümle haykırıyordum. "Çocukları öldüren tarafta olman bir suç! Benim gözümün içine baka baka susman bir suç! Ben öğrenmesem asla anlatmayacaktın! Asla!"

Altın renkli hareleri korkusuzca yüzümde dolaştı, ardından elimde tuttuğum silaha odaklandı. "Beni vuracak mısın?"

"Bir yüzbaşıyı daha öldürmem karşı tarafa artı kazandırır ne de olsa. Değil mi?"

"Aynen," dedi beni onaylayarak. "Her güne bir cinayet. Fena değilsin. Belki de sırf bunun için gelmişsindir. Gazeteci kimliği olan bir ajan olabilirsin. Sonuçta baban da bir tümgeneral."

Dudaklarım aralandı. "Ne dedin?"

"Babanın kim olduğunu öğrenmeyeceğimi mi sandın? Ama seni hayal kırıklığına uğratacağım. Baban, seni aramıyor, Hilal. Kaybolduğunun duyulmasını engelledi. Medyaya yasak geldi, kimse senin hakkında tek bir haber bile yapmadı. Hiç yokmuşsun, hiç o bölgede kaybolmamışsın gibi davranıyor şu an herkes."

Silah tutan parmaklarım sıkılaştı. "Benim babam benden vazgeçmez."

"Senin baban seni bu savaş için harcadı!" diye bağırdı bir anda. "Seni feda etti. İsteseydi bu meseleyi çok yukarılara taşırdı ve sağ salim teslim edilirdin üst düzey kurumlara. Oradan da evine dönerdin ama baban bunu yapmak yerine şu an bizimle savaşmayı seçiyor."

Savaş kaybolmaktır.

Ben bu savaşta kayboldum.

Beni babam bile bulamadı.

Belki de hiç aramadı.

Çünkü savaşta zaaflara yer yoktur, var olması gereken tek şey taktiklerdir. Daha az can kaybı için herkes kendi yakınlarını feda edebilir.

Babam da belki beni feda etti ve bunun için ona asla kızmayacaktım.

"Onunla gurur duyuyorum," dedim gözlerinin tam içine bakarak. "Beni feda edecek kadar vatanına bağlı olmasıyla gurur duyuyorum. Anladın mı? Küçük şımarık bir kız yok senin karşında! Yıllardır onlarca cephede mikrofonumla savaştım ben!"

Alayla, "Elindeki mikrofona benzemiyor," diyerek tebessüm etti.

"Koşullar," diye fısıldadım.

"Peki, o zaman," dedi dümdüz sesle. "Babanın olduğu karargâhın koordinatları elimde. Tek bir emrime bakar karargâhın havaya uçması. Ne diyorsun? Sen babanın kızı mısın, Hilal? Onun gibi feda edebilir misin sevdiklerini? O yürek var mı sende?"

"Ben... Babamın kızıyım!"

Başını onayla salladı. "Beni öldürdükten sonra ne yapacaksın?"

"Seni gömebilirim. Belki."

Kaşları havalandı. "Çok incesin."

Sinirle, "Benimle alay etme!" diye bağırdım. "Victor gibi tam kalbinden vurmam gerekiyor seni!"

Bu sefer alaylı ifadesi tamamen kayboldu. "Victor'dan bir farkım yok mu gözünde?"

Acımasızca, "Yok," dedim. "Deminki tehdidinden sonra sen sadece düşmanımsın."

Parmağım tetiğin üzerine geldi. Şu an tetiğe bassam tam kalbinden vururdum onu. Birkaç saniyede ölürdü.

Fakat tetiğe basmak yerine gözlerinden geçen ifadeleri izledim bir süre. Şu an bana onu öldürmek üzere olan bir kadınmışım gibi bakmıyordu. Bana... Çok farklı bakıyordu.

Ama bunun zerre kadar önemi yoktu.

O benim düşmanımdı.

Gözlerimi gözlerinden çekmedim ve tetiğe bastım. Gürültülü ateş sesi kulağıma doldu.

Kıpırdayacağını asla hesaba katmamıştım ama çok az sol tarafa kaydığında kurşun kolunu delmişti.

Tepkisizliğini sürdürdü. Şu an koluna bir kurşun yemesine rağmen canı hiç acımamış gibi davranıyordu. "Babanın kızıymışsın gerçekten de. Ama unutma, ben asla senin kurşununla ölmem."

"Geber," diyerek elimdeki silahı bırakmadan yanından geçtim ve odaya girdim.

İçeriye girip kapıyı kapattığım an dizlerimin üzerinde yere düştüm. Babam gerçekten feda mı etmişti? Burada olduğumu biliyor muydu yani? Peki, ne için medyayı engellemişti? İtibarı için mi? Savaşın ortasında başka bir kaos çıkmaması için mi? Burada olduğumu bilen düşmanların ilgisini üzerime çekmemek için mi?

Babam bana kıymış mıydı?

Ona asla bunun için kızamazdım... Ama gerçekten tek kızına, tek çocuğuna ve kalan son aile üyesine kıymış mıydı?

Bacaklarıma sarıldım. Silahı da yere attım. Demin onu tam göğsünden vurmuştum. Son anda sol tarafa kaymasaydı şu an salonda ölü bedeni olacaktı.

Ben... Her zaman babamın kızı olmuştum. Haklıydı. Bunu demin iliklerime kadar hissetmiştim.

Victor'dan farksız mıydı peki gözümde? Onu da göğsünden vuracak kadar önemsiz miydi benim için?

Gözlerimi yumdum ve ölen çocukları düşündüm. Bu işte iyi ya da kötü bir parmağı vardı. Hizmet ettiği tarafın yaptığı saldırının bedelini gayet de ödeyebilirdi.

Canıyla ya da kanıyla. Bu sefer sadece kanıyla ödemişti.

Şu an kolunda bir kurşun vardı. Tek başına kurşunu çıkarabilir miydi?

Kafamı şiddetle iki yana salladım. Bunu umursayamazdım. Beni babamın olduğu karargâhı yok etmekle tehdit etmişti. Ne hâli varsa görebilirdi. Beni ilgilendirmezdi.

Ama ya... Ya bunu gerçekten yaparsa?

Babam ve Alp oradaydı.

İbrahim, Hüseyin, Aydın ve daha nice askerler de aynı şekilde... Ya gerçekten koordinatları biliyorsa? Ya onlara zarar verirse?

Artık benim kim olduğumu biliyordu. Bunu kullanır mıydı? Beni teslim eder miydi?

Dakikalar sonra kapım yavaşça tıklandığında, "Ne var?" diye sordum sertçe.

Kısık ve yorgun sesle, "Kolumu sarar mısın?" diye sordu.

"Kanamadan ölmeni tercih ederim," dedim.

"Bunu istemediğini ikimiz de biliyoruz," dedi benim aksime oldukça sakin sesle. "Bu saatte birini buraya çağıramam. Yardım et."

Yerdeki silahı alarak belime sıkıştırdım, ardından ayağa kalkıp kapıyı açtım. Fakat beklemediğim bir manzarayla karşılaşmıştım. Üzerindeki formayı, askeri kazağını çıkarmıştı. Askeri kazağını koluna bastırırken alnından akan terler göğsüne doğru yol çiziyordu.

"Havlu bulamadım," diyerek açıkladı çıplaklığını. "Kusura bakma."

Cevap vermeden ışığı açık olan mutfağa doğru ilerledim. Masanın üzerinde ilk yardım çantası ve kolundan çıkardığı kurşun vardı. Kurşunu hiç inlemeden, ses çıkarmadan kolundan alabilmesi sanırım acıya ne kadar dayanıklı olduğunu gösteriyordu.

Kolundan kurşun çıkaran birinin sargı yapamaması gülünçtü.

Sargıyı elime doladım, "Otur," dedim komut verircesine.

Gözlerini üzerimden ayırmadan gelip sandalyeye oturduğunda, "Şu merhemi sürer misin?" diye sordu. Ona cevap vermeden masanın üzerindeki merhemi aldım işaret parmağımla yaranın üzerine dokundurdum. Yarası çok kötü görünüyordu. Kurşunu çıkarırsan çok fazla uğraştığı belliydi.

Ona acımam gerekiyordu ama demin haberlerde gördüğüm enkazlardan sonra acıma duygum yok olmuştu sanki.

Kolunu sıkı bir şekilde sarmaya başladım. Yüzünü buruşturdu ama sesini çıkarmadı. Ona bakmıyordum ama onun bana baktığını hissedebiliyordum. Gözleri yüzümün her zerresinde gezinirken sabit ifademi bozmadım itinayla.

"Haberim yoktu," dedi bir anda. Sesi sanki yıllardır uyku uyumuyormuş gibi bitkindi. "Ben çocukların ölmesini istemezdim."

Yutkundum ve sargıya düğüm attıktan sonra bir adım geri çekildim. "Şimdi farkımızı anladın mı, yüzbaşı?"

"Yüzbaşı deme bana."

"Farkımızı," diye tekrar ettim. "Anladın mı, yüzbaşı?"

Derin iç çekti. "Sen ve ben farklı değiliz."

"Sen çocuk katilleri için savaşıyorsun," dedim hatırlatmak ister gibi.

"Haberim yoktu."

"Bu seni aklamaz."

"Hilal..."

"İsmimi söyleme," dedim öfkeyle. "Sen buna layık değilsin. Beni babamla tehdit ettin. Belki de sırf bunun için yanında tutuyorsundur. Söylesene, kime teslim edeceksin beni? Hangi üstüne vereceksin? İmasını da yapmıştın ne de olsa. Bir üstün beni beğenirse yaşama şansım vardı hani..."

Bir anda ayaklandı, "Hilal!" diye bağırdı. "Saçmalıyorsun."

"Ne?" diye bağırdım ondan daha yüksek sesle. "Babamın canıyla, karargâhı vurmakla tehdit eden, başkasının altına da yatırır beni pekâlâ!"

Bağırıp çağırmasını bekledim ama bir adım geri çekildi. Altın renkli gözlerinden geçen kederi anbean izledim. Kurduğum cümleler onu üzmüş müydü? Neden? Ben sadece ihtimallerden bahsediyordum. Ondan her şeyi beklerdim.

"Daha dün gece ben ölmeyeyim diye o tırdan atladın. Victor'u öldürdün, ölmemi istemediğini söyledin. Şimdi bu kadar mıyım gözünde?" Hayal kırıklığı. Şu an gözlerinde kocaman bir hayal kırıklığı vardı.

Dudaklarımı ıslattım. "Unutmuşum. Dostum değil, düşmanım olduğunu unutmuşum. Ve o tırdan atlayarak hata yapmışım. Sen... Buna değmezmişsin."

Gözlerini yumup açtı ve ardından bana baktı. "Seni o tıra bir daha bindireceğim. Değmeyen biri için birkaç gün daha burada kalmak zorundasın. Bunun için de özür dilerim."

"İyi."

Arkamı dönüp mutfaktan çıkacağım sırada, "Her şey için özür dilerim," diye düzeltti cümlesini. "Babana zarar vermeyecektim. Gözünü korkutmak istedim."

Ona doğru döndüm yavaşça. "Beni ölümle korkutamazsın. Bunu anla artık."

"Anladım," dedi anında. "Gözün dönmüş gibiydi. Sakinleşmen için yaptım."

"Çocuklar öldü! Nasıl sakin kalabilirim?" Elimi yumruk hâline getirdim ve ısırdım sertçe. "Gecenin bir yarısı, insanların mışıl mışıl uyuduğu bir saatte apartmanların olduğu bir konuma füze attınız! Savaşın da bir adabı, ahlakı vardır! Gence savaş bölgesi bile değildi üstelik."

Kaşları çatıldı. "Bilmiyordum. Bilseydim..." Sustu.

"Bilseydin engelleyecek miydin sanki?" Histerik bir şekilde güldüm. "O kadar saçma ki şu anki durumumuz. Çocuk katillerine hizmet eden bir yüzbaşıya neden yakınıyorum ki?"

"Ben bir insanım!" dedi çileden çıkmış bir halde. Ayağa kalktı ve tam önümde durdu. Onun gözlerinin içine bakmak adına başımı kaldırdım. "Benim duygularım yok mu? Ben ister miydim böyle olmasını?"

"Bilmem... İster miydin?"

Bir adım daha attı. Çıplak göğsü göğsüme değdiğinde, "İstemezdim," diye fısıldadı. Başını eğdi ve kulağıma yaklaştı. "Özür dilerim."

Nefesinin sıcaklığı kulağıma ve yanağıma çarparken, "Ne için?" diye sordum. Geri çekilmesini bekledim ama çekilmedi. Ben de inat ederek kıpırdamadım.

"Gördüklerin için," dedi haberleri kastederek. "Söylediklerim için," diye devam etti. "Asla gerçekleştirmeyeceğim tehditlerim için. Her şey için çok özür dilerim."

Başımı dik tuttum. "Kabul etmiyorum."

Dudakları kulağıma daha çok yaklaştı. "Özrümü kabul etmezsen... Bu gece uyuyamam."

"Uyuma... Gece seni tam alnının ortasından vurmayacağımın garantisi mi var?"

Keyifsiz bir şekilde güldü ve nefesi yine tenime çarptı. "Sen beni öldüreceksen, bunu gözümün içine bakarak yaparsın. Uykudayken değil."

"Bana çok güveniyorsun sen," diyerek başımı iki yana salladım. Kaşlarım havalandı. "Güvenme."

Yüzünü yüzümün hizasına getirdi bu sefer de. Yine... Olmaması gereken yakınlıktaydı. "Güvenirsem ne olur?"

Gözlerimi gözlerine kilitledim. "Seni vururum." Elimi kaldırdım ve işaret parmağımla çıplak göğsüne dokundum. Parmağımı kalbinin attığı göğsüne bastırırken, "Tam buradan vururum. Tereddüt dahi etmem," dedim kendimden emin bir sesle.

"Hak edersem bir gün gerçekten," dedi ve yutkundum. "Vur beni. Tam buradan." Elini elimin üzerine koydu avucum göğsüne yaslandı.

Önce ateş gibi yanan teninin sıcaklığını, ardından kalbinin şiddetli atışlarını avucumda hissettim ansızın.

"Yine son anda kaçmayasın?"

Alay dolu tavrıma karşılık ciddiliğini bozmadı. "Hak ettiğimi bilsem kıpırdamaz, o kurşunun kalbimi delmesine izin verirdim, Hilal. Senin elindeki silahtan çıkan kurşun, benim hayatıma son vermeyecek. Çünkü asla bunu hak ettiğim bir durum yaşanmayacak."

Gözlerim yanmaya başladı. Elim göğsünden çekilmezken hala çok yakındık. Bunun beni rahatsız etmesi gerekirdi ama tuhaf bir şekilde rahatsızlık duymuyordum. "Senden nefret etmeme izin ver." Soluklandım. "Bu doğru değil."

"Demin durdurmak istediğin bir kalbe şu an dokunman mı doğru olmayan?" Cevap vermedim. "Nefesini kesmek istediğin birinin nefeslerini hissetmek mi? Söyle... Doğru olmayan ne?" Altın hareleri gözlerimden çekilmemekte ısrarcıydı. "Beni öldürecek kadar gözün dönmüş olabilir ama sen benden nefret etmiyorsun. Bunu kabullen artık."

Elimi göğsünden çekmek istedim, buna izin vermedi. Kocaman eli, elimin üzerine bir yorgan gibi örtülmüştü sanki. "Benim bir kalbim var, Hilal." Sustu. Gözlerimin tam içine bakmayı sürdürürken, "Ben bir insanım," diye devam etti. "Bir çocuğun ölümüne sevinemem. Bir çocuğa düşmanlık besleyemem. Peki, neden başkalarının günahlarını sırtlanmak zorundayım?"

Yine ona cevap vermedim.

"Bana sırf düşmanınım diye inanmıyorsun değil mi? Başka biri olsam bu sözlerim senin için bir anlam ifade ederdi. Belki de..." Sustu yine.

Sorgu dolu ifadeyle, "Belki de?" dedim. Neden devam etmemişti?

"Düşmanın olmasaydım... Bana karşı farklı hisseder miydin?" Sorusu, beni bozguna uğrattığında dudaklarımın aralanmasına engel olamadım. Şaşkın ifademi izledi, ardından, "Başka koşullarda tanışsaydık bir şansımız olur muydu?" diye devam etti.

Tenim karıncalanmaya, kalbim ritimlerini şaşırmaya başladı. Tepkilerimi kontrol etmek adına kaşlarımı çattım ve ciddiyetimi takındım. "Ne saçmalıyorsun?"

Kalbinin üzerine yaslanan elimi kavradı ve tuttu. Parmakları elimi sardı, etkisi tüm içimde deprem gibi hissedildi. "Başka koşullarda, başka bir şekilde var olsaydık?"

"Realist ol. Şu an hangi konumdayız, hatırla."

"Şu an," diye fısıldadı ve bakışları aşağıya kaydı. Göğsünün üzerinde, kenetli duran ellerimize baktı. "Bu konumdayız?"

"Yüzbaşı!"

"Dört," diye düzeltti beni. "Bana Dört de... Ve bir kereliğine realist olma. Hayalperest ol. Hayal kurmak da mı yasak?"

"Sen," dedim ok etkisi yaratacak bir ses tonuyla. "Benimle bir hayal kuramazsın." Oysa tıra binmeden önce onun bizim üniformamızı giydiğini hayal eden bendim.

"Başka koşullarda?"

"Elimi bırak," dedim sert sesle.

Fakat elimi bırakmak yerine, parmaklarını parmaklarıma geçirdi ve kenetli olan ellerimiz aşağıya indi. Beni biraz daha kendine çekerken, yine göğsü göğsüme değmişti. "Hoşuna gitmediğini söyleme... Başka koşullarda bana şans vermeyeceğini iddia etme. Hiç olmazsa hayal kurmama izin ver."

"Elimi bırakmazsan bu sefer seni alnının ortasından vururum!"

"Eğer istemediğini bilsem..." Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. "Sana parmağımın ucuyla bile dokunmazdım. Ama hislerimde yanılmam. En az bir kere bile olsa hayalimi kurdun. Başka koşullar ihtimalini düşledin. Bundan eminim."

"Oturup burada seninle boş boş hayaller kurmayacağım," diyerek parmaklarımı parmaklarından çektim ve elini bıraktım. Bir adım geri çekildim ve iki elimi havalandırarak, "Bize bak," dedim. "Oluru var mı? Yok. Olamaz. Ben bu formayı taşıyan birini düşleyemem, bu bana yakışmaz."

"Şu an forma yok üstümde?" Haklıydı. Üstü tamamen çıplaktı, altında da siyah bir eşofman altı vardı ama bu durumumuzu asla değiştirmiyordu.

"Dalga geçme benimle," diyerek gözlerimi devirdim. "Haberleri izleyeceğim. Gözüme gözükme."

Arkamı dönüp salona doğru ilerlediğimde beni durdurmadı bu sefer. Gidip kanepeye oturdum ve demin büyük ihtimal onun duraklattığı canlı yayını izlemeye devam ettim.

Kayıplar daha fazlaydı.

Gözlerimi yumup açtım, tüm gücüm kayboldu o an. Gözlerimden akan yaşlar öfkemi, sinirimi, acımı, endişelerimi taşırmaya başladığında kendimi sıkamadım. Ağladım.

Kendimi saklamaya gerek duymadan ağlamaya başladığımda ağır adımlarla yanıma geldi. Ona bağırıp çağırmak için hazırlanırken hiç beklemediğim bir şey yaptı ve ben bu sefer de bozguna uğradım.

Önce sehpaya oturdu, ardından elindeki peçeteyle gözlerimden şiddetli bir nehir gibi akan yaşları sildi.

"Ağlamanı istemiyorum." Ona döndüğümde, "Çocukların ölmesini de istemiyorum," diye devam etti. "Bu savaşı da istemiyorum. İnan bana."

Cevap veremediğimde gözyaşlarımı silmeye devam etti. "Özür dilerim... Yemin ederim, önceden bilseydim engellemek için elimden gelen her şeyi yapardım. Bilemedim."

"Beni yalnız bırak..." Bana doğru uzanan elini kucağına koyarak onu kendimden uzaklaştırdım. "Lütfen."

Başını ağır ağır salladı ve ayağa kalkarak, "Peki," dedi sadece. Sessizce salondan çıkarken tekrar televizyona döndüm ve gözümü bir saniye bile olsun ekrandan ayırmadan enkaz çalışmalarını izledim.

Bölümden sağ çıkan birileri var mı?

Her geçen bölüm heyecan artıyooor.❤️‍🔥

^ Bölümü beğendiniz mi?

^ Hilal'in duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

^Dört hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bol yorum yapın lütfen, bu şekilde motive olup yazıyorum çünkü.

Görüşmek üzereee.🥰

Continue Reading

You'll Also Like

769 90 5
sanemi x giyuu Shinazugawa Sanemi, kör Tomioka Giyuu'ya aşık olmuştu.
11.8K 734 7
Yaşanmaya devam eden bir hayat hikayesidir. "Tanışan iki çocuk; giden bir genç, kalan bir kız. Ve bekleyen bir kadın." dedim. "Adam?" dedi. "Asker...
141K 9.9K 38
Biz adımız gibi özgür bir timdik. Hür Timi. Kendi kurallarımızı koyardık. Bu askeriye işleyişine ters olduğu için de sürekli azar işitirdik. "Hangi...