ELEM: ÖLÜM YEŞİLİ

By melikegvnc

80.9K 37.3K 58.8K

Onunla aynı yaranın kanamasıydık. Geçmiş bizim kalpteki yaramızdı, ve ben onunla aynı yaranın en orta yerinde... More

ELEM: ÖLÜM YEŞİLİ
1. "Hayat Kumarı"
2. "Kanlı Kafes"
3. "İlk Mağlubiyet"
4. "Kanayan Çocukluğum"
5. "Mezarlığın Kalbini Acıtmak"
6. "Yaraya Susamak"
7. "Bıçak Sırtı Dağlar"
8. "Düşümden Ayrı Kalan"
9. "Göğü Kanatan Şimşek"
10. "Göğe Uçan Kuşun Selâsı"
11. "Yalnızlar Mezarlığı"
12. "Nabzı Lâl Eden Sağır Hisler"
13. "Küstüm Çiçeğinin Küskün Yüreği"
14. "Yanık İzleri ve Düşüşler"
15. "Yaraya Üfleyip Yangını Harlamak"
16. "Yaralı Dizlerin Yamalı İzleri"
17. "His Kordonu"
18. "Toprağın Yuvasıdır Yaralı Çiçekler"
19. "Sahneyi Aralayan Sırlar"
20. "Ölü Ruhların Kefen Gözleri"
21. "Doğumun Yankısıdır Ölüm"
ASEF BERZAH KORKARA
23. "Enkaz Kadın ve Yangın Adam"
24. "Yanılgı Çıkmazının Gölgesidir Yenilgi"
25. "Geçmiş Har, Gelecek İntihardır"
26. "Kandan Adam"
27. "Kırık Kadının Ceset Yarası"
28. "Kelepçelenmeden Tutuklu Kalmak"
29. "Gökler ve Kuşakları"
30. "Kar ve Kan"
31. "Kazanmak ve Kaybetmek" || Birinci Yıl.
33. Yolun Sonundaki Ev ve Yıkılış
"MELÂL RUHŞİNA AKARSU"

32. "Dudaklar Kavuşunca"

597 104 2.4K
By melikegvnc

Yorgun bir akşam 19.00 seansından merhaba.

O kadar uzun zaman olmuş ki yeni bölüm atmayalı...Çok özlemişim gece bölüm bittiğinde buraya önsöz olarak bir şeyler yazmayı.

Oy ve yorumunuzu lütfen eksik etmeyin, aslında gerçekten buna ihtiyacım var. Her gelen oyda bir arkadaşım bana kalp atmış ve yanımda olduğunu söylemiş gibi hissediyorum...

Güzel okumalar<3

Bölüm Şarkıları:
Duman-Dibine Kadar
Aviva-Princesses Don't Cry


Yaşamayı istiyorsam, katilimi öldürmeliydim. Nefes almak için nefes kesmem mi gerekiyordu? Bunu yapardım ve elim asla titremezdi.

Bunu yapacaktım.

Annemi, daha cinsiyetini bilmediğim, onunla gülüşemediğim ve saçlarını tarayamadığım kardeşimi öldüren o katili öldürmek zorundaydım.

Adım Melâl. Yıllar sonra ilk defa bugün nefesim kesildi, annem bir kez daha öldü gözlerimin önünde ve bir kez daha kitlendi o ev üzerime.

Adım Ruhşina. Ölmeyi istemem ama öldürmekse konu, bunu memnuniyetle yaparım.

Hemen yanıma düşen telefondan gelen o cızırtılı kahkaha sesi kesildiğinde kalbimin üzerine annemin ölü toprağı serpildi ve onu izledim.

Annemi.

Bahçeyi suluyordu, dudaklarının etrafında bir sürü yara vardı ve babam yoldukça dökülen saçları hâlâ çok güzeldi. Üzerinde kırmızı, kolları sökük bir kazak, altında da beyaz uzun bir etek vardı. Ayakları çıplaktı, sadece bir tane ayakkabısı vardı ve onu da bahçede giyerek kirletemezdi.

Ben bahçenin kenarına oturmuş onu izliyordum, beni görmüyordu, sesimi de duymuyordu. Gülerek çiçekleri suluyordu. Bir anda gülmeyi bırakıp elleriyle karnını tuttuğunda, içeride gülerek çizgi film izleyen çocuğun elindeki ekmek sofranın üzerine düştü, elektrikler kesildi, annesine seslendiğinde küçük rutubetli odanın penceresine iki kurşun isabet etti.

Kulaklarımı birbirine bastırıp yeniden anneme baktım.

Annem büyük bir çığlık atarak dizleri üzerine çöktüğünde beyaz eteğinin ortası kırmızıya boyanıyor ilk önce, sonra bir bebeğin ağlaması kulağıma geliyor.

Bahçenin diğer köşesinde kundağa sarılmış kanlarla kaplı bir bebek. Artık sesi gelmiyor kulağıma. Bebek ağlamıyor. Bebek ölü.

Gözlerimi anneme çeviriyorum bu sefer, gözleri evimize çevrilmiş bir şekilde sessizce acı çekiyor. Silah sesi duyuyorum, birileri bana sesleniyor. Annemin kalbi kanıyor. Yere düşüyor, bahçeyi suladığı hortumdan akan su onun kanlarını bahçeye dağıtıyor.

O andayım ama o anda yokum.

Büyüdüm, ama hâlâ o ânda, o cinayetin şahidiyim.

Kalbi kanamaya devam ediyor annemin, karnını tutuyor hep.

Birkaç dakika daha kanıyor kalbi. Bacaklarının arasından akan kanlarla kalbinden akan kan karışıyor. Sonra annemin kalbi kanamıyor.

Sevinmeli miyim?

Anne, öldün mü?

Anne, öldün.

Öldürüldün.

Katilin hâlâ yaşıyor.

Boncuk kızın artık çok zor nefes alıyor, onu öldürmek zorundayım.

O ândan yavaşça silinirken gülümsedim. Annem gözlerini kapadı, kardeşim hiç uyanmadı.

"Melâl!" diye bağıran o ses artık daha yakınımdaydı, izlediğim boşluktan gözlerimi ayırıp ona baktığımda yüzümdeki gülümseme hızla soldu. "Asef Berzah Korkara." dedim, onu seven evsiz olarak değil; annesiz kalan o çocuk olarak. "Nasıl yapacağın umurumda değil, yapacaksın. Bana annemin katilini bulmamda yardım edeceksin, ve onu öldüreceğim. Onu bir kez değil, on altı kez öldüreceğim. Bir kez kaçabilecek, iki kez keseceğim bacaklarını. Ama ilk önce dilini keseceğim. Bağıramayacak. Bağıramadan çekecek acıyı." Gözlerimden yaşlar akarken gülümsedim. "Melâl Ruhşina Akarsu. Ölümünden önce yaşamayı dilediği o katil ben olacağım."

Gözyaşlarımdan öperek yutkunduğunda gözlerinde gördüğüm acının anlamını bilmiyordum. "Uyu, güzel bebeğim," dediğinde odaya kontrol için gören doktor hızlanan kalp ritmimle ve sargı bezimin üzerine dağılan kırmızı kanı gördüğünde koşar adımlarla yanıma geldi.

"Ne oldu?" diye Asef'e sorduğu soruya bir cevap gelmesini beklemeden bitmesine az kalan serumumu yeniledi, "Uyutmalıyız," dediğinde küçük cam şişenin kapağını kırıp şırıngaya aldı ve iğneyi seruma batırdığında endişeyle bana baktı. "Kriz geçirirsen seni kurtaramam, uyumanı istiyorum." dedi.

Doktoru onaylayıp korkuyla kalbime gözlerini çevirdi ve sertçe yutkundu, dudaklarıma ufak bir öpücük kondurup gözlerime baktı. "Uyandığında sana onu getirmiş olacağım."

"Söz mü?" diye fısıldadığımda doktor az sonra geleceğini söyleyerek odadan ayrıldı. Acıyı hissetmiyordum, sadece uyumayı istiyordum.

"Öldürmezsen yaşayamazsın, bu yüzden söz." dedi, gözlerimi kapayıp elini sıktığımda kaybolan bilincim yüzünden elini daha fazla tutamadım, annemin rüyası beni kolları arasına almadan önceyse onu duydum. "Ama öldürmen gereken sadece bir kişi değil."

Bazen öyle anlar olurdu ki, göğsün bir mayın tarlası da tüm dünya senin kalbinde yürüyormuş gibi hissederdin. Duvarları lekesiz bir dünya denirdi sana ama her bir adımda duvarlarına kan sıçrayan bir mezarlık olurdun.

Benim kalbimin üzerinde geçmişimin kanlı duvarları vardı, kaç mayın tarlası patlamıştı göğsümde? Annemin kanı vardı o duvarlarda, ilk annem yürümüştü kalbimde ve ilk duvarı kana boyayan o olmuştu.

Dünyanın ölüsü göğsümdeydi.

Sınandığım ilk günah bir cinayetti, mayın tarlasına adım atmadan önce gördüğüm son çiçekli bahçenin adı annemdi.

Annemin cinayeti tam göğsümde işlenmişti ve duvarlar o cinayetin kanıyla doluydu.

O duvarı yıkmalı, altında da tüm dünya ölüsünü bırakmalıydım.

Burhan Göreçalı. Nefes aldığı her anı ölümle sınayacağım ilk mezar taşının adıydı.

Bembeyaz karların üzerinde yatan beyaz kadife elbiseli o kız gitgide kapkara bir cenazeye büründüğünde onun ben olduğumu yeni fark ediyordum. Rüyadaydım, görmeyi istediğim annemin hayaliydi ama gördüğüm şey sadece öfkemdi.

Karlar gökyüzünden yüzüme doğru düşerken beyaz kadife elbisemin yakaları kırmızıya boyanıyordu, ileride bir yerlerde on altı yıl önce bir çocuk annesinin ölümünü izliyordu.

Kar artık yağmıyordu, on altı yıl önce annesini kaybeden o kız çocuğu şimdi annesi için kendini bulmak zorundaydı.

Uyan, Melâl. Bir kez daha uyan.

Onun için, oğlanın.

Gözlerimi kapayıp ellerimi gökyüzüne uzattım ve gülümseyerek uyanmayı bekledim.

Üzerimdeki elbisenin her yeri kana bulandığında gözlerimi son kez açarak sol tarafıma baktım ve yıllar sonra ilk kez yüzünü bilmediğim annemin sesini duydum.

"Boncuk kızım, boncuğum kızım." dediğinde elbisem beyaz; kar kırmızıydı artık, yüzü yoktu ama sesi elini uzatıyordu bana yeniden güçlü olmam için. "Ben iyiyim," dedi, "O da iyi. Yanımda yatıyor, ama senin kadar büyüyemedi o...Uyuyor, kardeşin sadece uyuyor."

Silik gölgesinden yükselen o hayali ses duymak istediklerim miydi?

"Melâl, bak ne diyeceğim sana. Saçlarım upuzun oldu, belime kadar uzadı. Sapsarı oldular yine. İpek gibi." Gözyaşım üstüne uzandığım kara damladığında gülümsemeye çalıştım, kalbim acıyordu. Annemin hayali ve duymak istediklerimi dinliyordum. "Kara kızım, uyanmalısın. Onun için." dedi, sonra kar yağmayı bıraktı ve üzerine uzandığım kar hızla erimeye başladı.

"Güven," dedi ince sesiyle, on altı yıl önce duyduğum sesini şimdi bir kez daha duyuyordum. Buluşmuştum onunla, on altı yıl sonra rüyalarda. "Melâl'im, ona güven. Oğlanına."

Üzerimdeki elbise siyaha boyanırken kalbimin üzerine solmuş bir çiçeğin yaprağı düştü ve annemin sesini duydum yine. "Ama hep değil."

Kalbimin üzerindeki yaprak alev aldığında tekrar annemin olduğu tarafa baktım, kara yeşil bir sis dumanı vardı sadece ve o dumanın içinden on altı yıl önce ölmeden önce attığı çığlıkların sesi geliyordu.

Yeşil.

Duman sesinin geldiği her yeri kara yeşil bir yangın sardığında acı içinde çığlıklar atmaya devam etti. "Göğe baktığında ölen hep benim, hiçbir şey tesadüf değil." dedi.

Onu son kez duydum.

Ve göğsümde yanan ateşi izledim.

Göğe baktım, ölümü izledim ama ölmedim.

Henüz değil.

×

Rüyalar, kâğıda çizilmiş hayallerdir. Tenimi ürperten soğuk rüzgârı artık daha fazla hissetmeye başladığımda rüyanın bittiğini ve gerçeklerin benimle beraber hâlâ yaşamaya devam ettiğini anlamaya da başlamıştım.

Yaşıyordum.

"Melâl." Mirza'ya ait olan çatallı sesi duyunca gözlerimi daha sıkı yumup bir süre bekledim. "Uyandın." dedi, heyecanlı bir ses tonuyla. Gözlerimi birkaç saniyenin ardından açtığımda karşılaştığım beyaz ışığa kısa süre daha bakıp alışmaya çalıştım ve aynı zamanda derin bir nefes aldım.

"Uyandım." dedim sakince. Gözlerimi sol tarafımdaki büyük pencereye çevirdim ve aralık olan pencereden odaya dağılan soğuğun benim de tenime çarpmasını izledim. "Akşama kadar uyudum mu?" Gözlerimi kapamadan önce sabahtı ve Asef o zaman yanımdaydı, şu an yoktu.

"Dört gündür uyuyorsun," dedi Mirza, sağ elimi elleri arasına alıp öptüğünde. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda mavi harelerinin içi özlem doluydu, "Dört gün mü?" diye şaşkınlıkla yanıtlayınca başını aşağı yukarı sallayıp yatağın yanına çöktü ve beni izlemeye başladı.

"Dört gündür senin çocuğun arkadaşları burada, hiçbirinin seninle herhangi bir yakınlığı olmamasına rağmen burada beklemesinin tabiki bir sebebi var ve ben yine bu sebebi bilmiyorum." Sesinde hayal kırıklığı vardı ve haklıydı bu tepkiyi göstermekte. "Melâl, odaya giren doktorun boynundaki steteskopu bile saatlerce incelediler, bu hayra alamet bir şey değil."

Sessiz kalıp yüzünü izledim. Üzerine giydiği mavi boğazlı kazağın örtemediği kısmı yaralarla doluydu, sol kaşı yine yarılmıştı ve vişne çürüğü rengindeki dudakları soğuktan çatlamıştı. Kavisli burnunun kemerinde kedi tırmalamasına benzeyen bir çizik vardı, yanakları solgundu, yüzünde hiç kan yoktu sanki. Kumral saçları iyice uzamıştı, alnına düşen birkaç saç tutamı nefes aldıkça hareket ediyordu.

Onu çok özlemiştim.

"Cevabın yüzümü seyretmek mi? Bir şey bilmiyor musun?"

"Hayır, seni özlemişim ve eğer biraz daha beni öpmezsen özlemimden öleceğim. Tek bildiğim bu." Gözlerini devirip kısa süre odaya göz gezdirdi ve ardından ayağa kalkıp yüzüme doğru eğildi. "Eşek sıpası," dedi şefkatle. "Ağzını yüzünü ısırırım, ben de seni çok özledim bıcırık çocuk."

Alnımdaki kısa saçlara üfleyip eliyle geriye itti ve ardından alnıma dudaklarını değdirdikten sonra derin bir nefes aldı. Saçımı severken alnımdaki dudaklarını yanaklarıma da değdirdi ve gülümsedi, uzun zaman sonra ilk kez nefes alıyormuş gibi gülümsedi.

"Kalbim artık acımıyor, neden hâlâ hastanedeyim?" Geriye doğru çekilip tuttuğu elimi bıraktığında mavi boğazlı kazağının üzerine giydiği siyah kot ceketi hızla çıkarttı ve arkadaki siyah tekli koltuğa fırlatıp tekrar yanıma geldi. Elimi yeniden elleri arasına aldığında yine yatağın yanına çöktü ve ofladı.

"Sen onu meymenetsiz Cihat'a sor. Dün çıkışın verilecekti ama o meymenetsiz Asef'in kıçı kırık arkadaşı Cihat yüzünden iki gün daha burada tıkılı kaldık. Hayır benlik bir sıkıntı yok ama yemekler çok kötü, kilo verdim, iğneden ipliğe döndüm. Yakışıklı abi reyonundan çürük mallar kasasına düştüm." Çenesini yatağa dayayıp gülüşümü izlerken dudaklarını diliyle ıslattı ve içini çekti. "Hâlâ yakışıklı abin miyim?"

"Hım...Bilmem...Yakışıklı değil gibisin artık, bilemedim yani."

"Bana bak bana, üstüne atlarım nefessiz bırakırım seni. Uyanır uyanmaz neden hemen kalbimi kırıyorsun?"

"Tamam, tamam." dedim gülerken, "Hâlâ yakışıklı abimsin, gül bir bakayım." Göz kırpıp güldüğünde kısılan gözlerine ve gülünce yanaklarında çıkan uzun çizgilere baktım. Çok güzeldi, benim abimdi ve benim abim çok güzeldi.

"Şimdi dinle beni. Gözlerini kapat ve dinle, uyuyakalırsan kulaklarını keserim senin." Derin bir nefes alarak ciddi bir şekilde beni izlemeye başladı.

"Melâl, Asef neden dört gündür yok ve neden arkadaşları burada? Neden sen hastanedesin? Grip olduğunda bile zorla sürükleyerek hastaneye getirdiğim kız şimdi silahla vurulmuş bir şekilde yatıyor. Acil kısmında gaz sancısı için bekleyip yaşlı teyzelerle ve amcalarla tepişerek doktor odasına girerken şimdi durumu riskli olan hasta deniyor sana." Nefes almak için durduğunda odaya bir kez daha göz gezdirdim, Sima'nın yokluğu beni kısa bir anlığına duraksattı.

"Düşünüyor musun? Bu Asef kim de hayatıma girdiğinden beri ben bir türlü normal bir şey yaşayamıyorum diye hiç düşünüyor musun? Canımın ciğeri kardeşim, sen şimdi bana boşver abi ben mutluyum de, ağzımı açarsam şerefsizim ama gözünü seveyim neredeyse kalbinden vurulmuşsun, mutlu musun gerçekten?" Mirza hiçbir dediğinde haksız değildi, dedikleri doğruydu ve haklıydı.

"Her şeyi anlatacağım, söz veriyorum. Söylediklerinde haklısın, Asef hayatıma girdiğinden beri yolunda giden bir hayatım olmamaya başladı ve her gün yeni bir olay oldu. Bunların hepsi çok saçma. Ama daha önemli bir durum var şu an, Asef de o durum için yok ve arkadaşları da muhtemelen o durum için dört gündür burada." Kaşlarını çatıp son dediklerime sorgulayıcı bir yüz ifadesiyle karşılık verdiğinde derin bir nefes alarak tavana baktım.

"Annemin katili sandığımızın aksine hapiste değilmiş ve dört gün önce Asef yanımdayken beni aradı. Annemin katili." Yutkundum: "Katillerinden biri."

Öfkeyle gözlerimi kapattım. "Mirza, annemin tek bir katili yok, katilleri var ve onlardan birini zor yakalamışken şu an o da serbest. Bana, beni annemin yanına göndereceğini söyledi. Sorun ben değilim. Dinle. Yaşayacak bir hayatım var belki ama annemin tüm katilleri şu an elini kolunu sallayarak dışarıda gezerken benim tüm hayatım onları öldürmekten ibaret olmalı."

"Ne?"

"Bana öğrettiğin şeylerden birisi neydi, yanan senin canınsa diğer insanlar sadece sönen kibriti görerek davranır. Benim canım yanıyor, sen sönen kibriti görüp yapma diyeceksin ama artık çok geç. Evet, haklısın Asef benim hayatımı yerle bir etti, ama zaten benim hayatım hiç yerinde olmadı."

Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktığında bana sırtını döndü ve bir süre sadece bekledi. "Sima nerede? O da bilsin istiyorum, bu olanları bir başkasına tekrar anlatacak gücüm yok."

"Fatih'le eve gönderdim, birkaç dakikaya gelirler." dedi, sırtı bana hâlâ dönükken. Başımı aşağı yukarı sallayıp pencereye gözlerimi çevirdiğimde Mirza da karşı duvara doğru sessizce yürüdü, yüzünü bana dönüp duvara sırtını yaslayarak yere çöktü ve başını önüne eğdi yine hiçbir şey demeden.

"Melâl, yanan senin canın olduğunda benim gördüğüm sönen kibrit olmuyor, bunu biliyorsun değil mi?" Cevap vermedim. "Bak," dedi, gözlerini kapattı ve dişlerini sıkarak konuşmaya devam etti: "Sana gövdemi siper ediyorum ama sen hep sırtından vuruluyorsun. Ben ne yaparım bilmiyorum. Abim, abiciğim...Söyle, gözünü seveyim şunu yap acım geçer de, yapayım. Ama bu söylediklerin..." Yutkundu, yere tamamen oturup ayaklarını uzattı ve gözlerini kapattı yavaşça.

Dakikalar sonra belli belirsiz gülümseyip pencereye bakışlarını çevirdiğinde, "Kan kardeşiydik," dedi kısık bir sesle. "Asef'le." diye cümlesine devam ettiğinde kaşlarım anında çatıldı.

"Tanımıyordu-"

"Aksine, birbirimizi çok iyi tanıyorduk." diye kesti konuşmamı.

Serçe parmağını gösterip gülümsemeye devam etti. "Bizim evimizin önündeki okula her gün bir sürü farklı çocuğu ellerinden tutarak getirirdi, okulu izler ve sonra giderlerdi. Karşı kaldırıma oturup onu izlerdim sadece. Birkaç hafta sadece onun için uyanıp yüzümü yıkamadan balkondan okulun önüne bakmaya başlamıştım. Sonra bir gün yine kaldırıma oturup onu bekledim, gelmedi. Üç hafta daha bekledim gelmesini. Okula getirdiği çocuklar da gelmedi hiç." Serçe parmağını yanına indirip başını önüne eğdi.

"Üç haftanın sonunda akşam ezanı okunurken aşağı indim ve kaldırıma oturup gelir diye onu bekledim. Arkadaşım olsun istiyordum, gerçekten çok istiyordum. Ellerimi dizlerime sarmış yine okulu izlerken yanıma biri oturdu, dönüp kim olduğuna baktığımda onu gördüm işte. İt gibi titriyordu, üstü başı kurumuş kanlarla doluydu. Kıvırcık saçlarında bile kan vardı," Sesi titrediğinde sertçe yutkundu. "Hiçbir şey söylemeden serçe parmağındaki yarayı bana gösterdi, benden büyüktü ama o an benden küçüktü ve kimsesiz kalmış bir çocuktu sanki. Canının acıdığını söyledi, kardeşlerim gitti dedi."

Kardeşleri.

Onlar.

Mirza'nın bakışları pencereden dışarıya, gökyüzüne kaydığında gülümsedi.

Göğe bak ve gülümse.

"Canının acısı azalır diye ben de serçe parmağımı kaldırıma sürterek kanattım, ona gösterdim. Bilirsin işte, sevgi paylaştıkça çoğalıyor ya, acı da paylaştıkça azalırdı belki. Üzerimdeki kırmızı süveterimi çıkartıp titremesin diye ona verdim, başını önüne eğip kanayan parmağını diğer elindeki cam parçasıyla daha çok kanattı sonra parmağını serçe parmağımın üzerine koydu, sıcak kanı elimi de kırmızıya boyamıştı. Gülerek kan kardeşi olduğumuzu söyledim ona, duraksadı. 'Kardeşim yok.' diye mırıldandı. Sonra gökyüzüne baktı, yanağında kuruyan kan gözyaşıyla boynuna damladığında gülümsedi." Göğe bakmaya devam etti.

"Göğe bak, gülümse dedi bana, göğe baktıkça acıdan inliyordu ama gülmeyi asla bırakmıyordu. Ben de onun gibi göğe baktım. Okulu izledi. Okula gideceklerdi, dedi. Onları da okula götürecektim, dedi." Gözlerini pencereden uzaklaştırıp bana baktığında dolan gözlerini ellerinin tersiyle sildi. "Ve sonra sessizce, hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Melâl, ertesi gün evin önüne indiğimde yine onu gördüm. Gözlerinde nefret vardı, ona ne yapmış olabilirdim ki? Şakacıktan kardeşiz demiştim sadece."

"Ondan nefret mi ediyorsun şu an?"

"O gün onu yine gördüğümde, beni kolumdan sürükleyerek bir kafese kapatıp ölene kadar dövülmem için beklemeseydi, onu şu an hâlâ çok seviyor olurdum." Dehşetle Mirza'ya baktığımda başını aşağı yukarı salladı gülerek. "Babam sana okul gezisine gittiğimi söylediğinde hastanedeydim, iki hafta boyunca hastanede yatırıldım."

"Kim kurtardı? Neden ölmeni istedi?" Omzunu silkti. "Fatih kurtardı." Derin bir nefes alıp saçlarını sertçe kaşıdı. "Neden ölmemi istediğini bilmiyorum, o günden sonra da ona karşı sadece nefret besledim. Adımı duyabileceği her ortamda en iyisi oldum, ondan intikam almak istedim, ölmesini de."

"Onun sokağında, onun kafesinde yıllarca dövüştün?" Beni onayladı.

"Onun da olduğu yerlerde en iyisi olmak istedim çünkü, kafesin en iyisi oydu ve ben ondan iyi olmayı istiyordum. Çünkü bir gün o kafese onunla girip onu öldürecektim, en iyisi olmak istiyorsam en güçlüsünü yok etmeliydim." O gün gözlerimin önüne düştüğünde ellerimi ağzıma örtüp Mirza'ya baktım.

"O gün, o kafes...Mirza, Lezâ için değil miydi?"

"Hayır. Lezâ için girdim o kafese ama onu öldürmeyi; parayı kazanmak için değil, her gün onunla arkadaş olabileceğimi düşünerek beklediğim kaldırımda beni sürükleyerek o kafese tıkıp ölmemi izlediği için istedim." Serçe parmağını izlerken camı açık olan pencereden içeriye sertçe bir rüzgâr esti ve bu beni ürpertti.

"Onunla hiç konuştun mu peki?"

"Hayır."

"Senin durduk yere ölmeni isteyecek birisi değil o."

"Biliyorum ama nedenini artık merak etmiyorum. Melâl, serçe parmağımdaki yara izini hiç geçmesin diye sürekli çiviyle deldim, ona karşı nefretim dinmesin diye." Elini yere vurup omuzlarını silkti ve belirsiz bir şekilde sırıttı. "Dindi. Dinmesi imkansızdı ama dindi. Onunla kardeş olduğum zamanki çocuk, kardeşlerinin birbirini öldürmesini izleyip kimsesiz kaldıysa, benim ona olan nefretim de, öfkem de dindi."

"Biliyorsun."

"En büyük korkusunu biliyorum, evet." dedi. "Onunla düşman olmayı becerebilseydim eğer, onu alt edebilirdim. Beceremedim. Ne kadar ölmemi istese de ben çocukken ona kardeş dedim. Kan kardeşi."

Beyaz çarşafı avuçlayıp sıktığımda ne diyeceğimi bilmiyordum. Asef neden onun ölmesini istemişti?

"İğrenç gözlü," Çatık kaşlarla tekrar Mirza'ya baktığımda durgun bakışlarla duvarı izlediğini gördüm. Gözlerinde hiçbir duygu yoktu. "Duydun mu hiç?"

"Evet," dedim sorgulayıcı bakışlarla onu izlerken. "Kim olduğunu biliyor musun? Söyledi mi, o?" diye sordu.

"Hayır."

"Tanış o hâlde iğrenç gözlüyle," dediğinde bana doğru el salladı ve güldü. "O benim."

Şaşkınlıkla ağzım aralanınca o gün arayanın Mirza olduğunu öğrenmiştim. "Sen o gün, vurulduğum gün aradın Asef'i." Beni onayladı ve bilmiş bir şekilde başını sallayarak, "Onu sadece ben öldürebilirdim, seni de benden bir Allah'ın kulu alamazdı." dedi.

"Nasıl öğrendin?"

"Fatih'in uçan kuşla bile bir muhabbeti vardı, o gün trafik polisleri yolda arabaları durdurup kimlik kontrolü yaparken adamların Asef'ten bahsettiklerini duymuş. Plakalarını da araştırınca Fatih'e ait olduğunu görmüşler. Fatih'le Asef tanışıyor diye Fatih'i aradı polis, bulundukları güzergâhı söyledi. Ben de Asef'i aradım. Bir bokluk olacağı belliydi, Asef de bunu anlayıp adresi verdi. Fatih, meymenetsiz arkadaşı Muhammed ve ben yetişmeye çalıştık ama..."

Sıkıntıyla nefes verip beni işaret etti. "Olan olmuştu biz geldiğimizde işte."

"Çok tiksindiğim bir hayatı yaşıyorum şu anda. Ben böyle bir hayatı istemiyorum Mirza, istemiyordum. Silah sesi, kan kokusu ve birinin ölümünü duymayı istemiyordum."

"O tiksindiğin hayat olacağını söyledin az önce. Kendinle çelişme. Sevmem." Cevap vermedim, başımı sağ tarafa çevirip krem rengindeki iki kapaklı dolabı, siyah tekli koltuğu ve ayaklı komodinin üzerindeki yeni alındığı belli olan küstüm çiçeklerini inceledim.

Kapı sessizce açıldığında gözlerim kapıya çevrildi ve elinde siyah poşetle odaya giren Sima'yı gördüm. Odada kısaca göz gezdirip yerde oturan Mirza'ya baktı ve sonra bana döndü gözleri, uyandığımı gördü. Kolundaki siyah mağaza poşetini sıkıca tuttuğunda gözleri fal taşı gibi açıldı ve üzerindeki beyaz kazağın uzun kollarına gözlerinin altını silerken yutkundu.

"Meloşum," dedi, titreyen sesiyle. "Canım cücem, üst dudaksızlık özlemi çeken cücem, güzel götlü cücem, götü yere yakın cücem..." Çığlık atarak bana doğru koştuğunda tam önümde zar zor kendini frenledi ve çığlık atmaya devam ederek kendini tokatladı. "Lan! Uyandın! Kış uykusuna yatan ayıların ne kadar uyuduğunu araştırmıştım ama bu kadar erken uyanacakları yazmıyordu! Bilim de yanıldı! Pofuduk ayım uyandı!"

"Boş yapıyorsun sen şu anda." dediğimde elleriyle sıktığı yanaklarımı öptü ve dudaklarımı da elleriyle sıkıp ördek gibi yaptı. Ellerimle onu durdurmak için çabalasam da gözlerini kocaman açarak beni engelledi.

"Kız etine buduna kurban olduğum, kes sesini! Yolarım seni! İmdat! Mutluluktan kalbimi doğuracağım ağzımdan! İmdat! Uyandı resmen. Gerçekten. Gözleri de açık. İmdat! Allah'ım ne güzel yaratmışsın sen bunu! Gözlere bak, gözlere. Yerim ulan. Dombişim ya!" Kafamdan tutup kalbine doğru bastırdığında bir yandan da çığlık atmaya devam ediyordu.

Mirza sessizce bizi izliyordu. "Boğuluyorum! İmdat!" dedim onun gibi, başımı tutarak kalbinden uzaklaştırdı ve gözlerimin içine bakıp güldü. "Seni yerim, tipe bak." Bir kez daha bağrına bastığında derin bir nefes aldı. Birkaç dakika sonra başımı dikkatlice yastığa geri koyduğunda yüzüne ilk defa doğru düzgün bakma fırsatıyla onu inceledim.

Göz altları mosmordu, gözleri şişti ve ela gözlerinin etrafını kan damarları sarmıştı. Beyaz teni bedeni çürüyen bir ölüye benziyordu, burnunun ucu dışarıdan geldiği için olacak ki kızarmıştı. Kalın ve biçimli dudağının kenarında büyük bir uçuk çıkmıştı, çenesindeki sivilce yeni çıkmıştı ve kırmızıydı.

Elmacık kemikleri daha belirgindi, zayıflamış olmalıydı. Gür kirpiklerine gelişigüzel sürdüğü maskara akmıştı, alnında strese her girdiğinde çıkan sivilceler doluydu yine. O sivilceleri hiç sevmiyordu. Kumral saçlarını toplamıştı, kısa saçları yüzüne düşüyordu, nefes alıp verdikçe onlar da hareket edip onu iyice rahatsız ediyordu.

Sima, "Yüzüme olan hasretini bir türlü bitiremedin." diye elini gözlerimin önünde salladığında kendime gelerek gülümsemeye çalıştım ve onu onayladım. "Özledim, gerçekten çok özledim sizi." dedim.

"Sizi mi? Sizi kim ya? Ben sizi mi oldum? Ha, şu Mirza denen amipten de mi bahsediyorsun? Unutmuşum ben onu, hatırlattığın iyi oldu." Mirza'ya baktığında ilk önce dalgaya alarak konuşup konuşmama konusunda arada kaldı ve en sonunda bana baktı. Yapmaması için kafamı iki yana sallayınca beni onayladı, Mirza'nın yanına doğru yürümeye başladığında sessizce onları izledim.

"Amiplerin en güzel amipi, iyi misin?" Yanına gidip dizleri üzerine çöktüğünde elini Mirza'nın alnına koydu, "Mirza?"

Mirza boşluğu izleyen gözlerini dakikalar sonra ona çevirdiğinde, "Hı?" diye kısa bir cevap verdi ve ardından tekrar boşluğa bakmaya başladı.

"Sorun ne evlatlarım? Kavga mı ettiniz?" dedi Sima, ikimize sırayla bakarken.

Mirza sakince, "Sorun, Melâl." diye cevapladı onu. Sima'nın ayağına giydiği topuklu botların zincirlerini incelerken sessiz bir şekilde yutkundum ve ikisine bakarak başımı onaylar anlamda salladım.

"Annemin katili aradı, dört gün önce." dedim, Sima'nın yüz ifadesi sarsıntıya uğrarken Mirza daha fazla boşluğa odaklandı. "Ne? Katili mi? Ama o-"

"Yakalanmıştı, yıllar önce evet yakalanmıştı ama şu an serbest." Sima da Mirza'nın yanına çöküp dizlerini kendine çekti ve beni izledi. "Annemin katili tek kişi değil, bunu hep biliyordum ama kimse bana inanmıyordu. Katilleri. Annemin katilleri var, kaç kişiler bilmiyorum ama hepsi şu an serbest. Beş yaşındayken annemi ve kardeşimi benden alanların hepsi serbest."

Sima boşluğa bakar gibi hissiz bir ifadeyle yüzümü seyrederken Mirza yumruklarını sıkmış bir şekilde hâlâ boşluğu izliyordu.

"Annemin doğum gününde bilinmeyen bir numara tarafından arandım ve öleceğimi öğrendim. Polise mi gitmeliyim? Hadi ama, biz bile polisi kullan at numaralarla defalarca kez kandırmışken o adam mı kandıramayacak?"

İkisinden de ses çıkmadığında kuruyan dudaklarımı ıslatarak kin dolu bir sesle, "Burhan Göreçalı." dedim. Sima'nın yüzü bembeyaz olduğunda ağzında bir şeyler geveleyerek camdan dışarı çevirdi bakışlarını. "Annemin katillerinden birinin adı bu. Asef bana onu getireceğini söyledi ve söz verdi. Bana onu getirdiğinde yapacağım tek şey öldürmek ve bedenini parçalara ayırmak olacak. Ondan önce de diğer katilleri öğreneceğim. Birini öldürebilir miyim? Düşündüm, birini öldüremem ama bir katili öldürebilirim."

"Ne?" diye fısıldadı Sima. İtiraz etmek istiyordu ama haklı olduğumu biliyordu. "Melâl, sen kimsin? Seri katil mi? Nasıl birini öldüreceğini bu kadar gamsızca söyleyebilirsin?"

"Babam öldü. Kırkı çıkmadan, annemin doğum gününde, annemin katili aradı beni. Annemi öldüren adam, annemin doğum gününü kutladı. Ben annemin kızıyım, o kemikleri paramparçayken dik durdu hep, şimdi kalbim dursa da ben durmayacağım. Annemin katilleri ölene kadar ben durmayacağım." Gök şiddetle gürlediğinde elimi kalbime götürdüm ve gözlerimi kapattım.

"Bu kadar kolay mı senin için her şey? Asef'e mi güveniyorsun? O mu koruyacak seni? Gerçekten mi?"

"Birinin korumasına ihtiyacım olmadan da başarabileceğime inansaydın keşke Sima. İtiraz mı edeceksin? Güzel. Baban anneni öldürdüğü için hapisteydi değil mi? Üstelik sen de babanı öldürebilmek için gün sayıyordun. Yanılıyor muyum, Mirza?" Mirza sert bakışlarını bana çevirip, "Birini alaşağı etmek için yarasıyla oynamaktan hep zevk alıyorsun değil mi?" dedi, öfkeyle.

"Haklı," dedi, Sima onu durdurarak. "Haklısın. Eğer teyzemin beni satmaya çalıştığını da söylemeyeceksen ben biraz hava alacağım ve eve gideceğim."

"Si-"

"Seni tanıyorum. Şu an amacın yaramı acıtmak değildi, kendimle çeliştiğimi göstermek için bunu söyledin. Meloş, daima seninleyim. Demek istediğim, söylediğin gibi öldürmeyi isteyen birisiydim; senin için de bir başkasını öldürürdüm. Her neyse." Oturduğu yerden kalkıp ellerini dizlerine sildi ve gülümsedi. Yere düşen siyah poşeti eğilip aldığında Mirza'ya doğru öpücük attı.

"Alttan iki dersim var, onlara çalışacağım. Birkaç hafta izin verin bana olur mu?" Yanıma gelip alnımdan öptü, "Pişman olma söylediklerin için. Tekrar diyorum, seni tanıyorum ve o bakışlarında yatan asıl anlamı görüyorum. Doktor durumunun gayet iyi olduğunu söyledi, ölmeyeceğine dair senet imzalattım ona. Bu yüzden gözüm arkada kalmadan gidiyorum. Seni çok seviyorum, canım ailem benim." Eliyle saçlarımı sevdi, gülümsedi.

Kalbimin üzerine bir ağacın kıymıkları batmıştı sanki. Ona böyle yapmamalıydım. Neden böyleydim?

Sırtını bana dönüp yavaşça kapıya yürüdü, "Sima, yavrum dur bir." Mirza'nın sesi odaya giren rüzgârla beraber her yere dağıldığında Sima durdu ve Mirza'ya baktı. "Boktan bir mevzu için bu kızı böyle bırakıp gidecek misin?"

"Boktan?" Elindeki siyah poşeti büyük bir öfkeyle dolabın olduğu yere fırlattığında histerik bir kahkaha attı. "Kes sesini! Dışarıda soyu sopu belirsiz üç tane piç kurusu bekliyor günlerdir! Ya biz kimiz?"

Mirza'ya baktı bir kez daha. "Boktan mevzu ha? Melâl'in ölüsü eline verildiğinde seni toparlayacak bir Sima da olmayacak, boktan dediğin mevzu bu. Siktirin gidin." Kapıya doğru yürüyüp hızla odadan çıktığında koridorda bir süre bekleyip, "O arkadaşına söyle, karşıma çıkmasın! Duydun mu beni, hayvan angut?" diye bağırdı kapının solunda kulaklarını zor gördüğüm birisine.

"O sesini alçalt," dedi Cihat'a ait olduğunu düşündüğüm ses. "Car car ötme. Asef sizin günah keçiniz değil. Yürü git şimdi." Mirza küfürler ederek onların yanına doğru gidecekken ona seslendim, "Bekle, bir şey de. Lütfen."

Sima, Cihat'ın olduğu yere tükürüp hızla yürümeye devam ettiğinde Mirza da bana döndü ve bir süre sessizce bekledi.

Onu izledim.

Altına giydiği siyah eşofmanının diz kısımları kirlenmişti, cebindeki telefonun ışığı yanıp sönüyordu ama ne o ne de ben önemsemiyorduk.

"Beni de mi yaramla vuracaksın kabul etmezsem? Ya da geçmişimle?"

"Mirza, lütfen."

"Pekâlâ. Sensiz bir yolum hiç olmadı, bensiz bir sonun da olsun istemem. Ölür müyüz? Bilmem. Yaşar mıyız? İlerleyen maçlara bakacağız." Ofladı. Sima için olan endişesi hâlâ onunlaydı.

"Düştüğünde seninle düşerim, çiçeklerin solduysa yenisini ekerim, inancın göğsündeyse ben de hep seninleyim." Başını önüne eğip ellerini birbirine doladı ve kapının açık olmasını umursamadan çocuk gibi omuzlarını silkti.

"Boynum sana kıldan ince. Bu yolun sonunda nefes alıyor olmasak bile, bunun suçlusu Asef olmayacak. Onun için olan gülümsemelerin oldukça suçlu o olmayacak. Seninleyim, bıcırık. Abiler her zaman kardeşlerinin dediğini kabul eder. Bir şartla." dedi, elini gösterip biri işaret ederek.

Kaşlarımı çatıp yattığım yerden kalkmaya çalıştığımda bunu başaramayıp tekrar başımı yastığa koydum ve onu dinledim. "Şartın ne?"

"Bütün bu olanlar bittiğinde dizlerinde soluklanmak."

"Söz." dedim, içimden gelen ağlama hissini gülerek yok etmeye çalışırken. "Şartın gerçekleşecek."

"Mafya mı olacağız şimdi?"

"Texas'ta bir gece geçirmeye ne dersin?"

"Kan tutar beni derim."

"Mafya olmayacağız. Bir oyun düşün, hedefe ulaşmak için kazanman gereken birkaç etap var. Kazanmak uğruna yapman gereken bir sürü fedakârlık. Oyunun sonunda ise zafer var. Benim zaferimin adı, annemin toprağı nefes alacak. Anlıyor musun?"

"Super Mario gibi?"

"Beni güldürmek için uğraşma."

"Hep seninle kalmak ve nefesin ağrısa kendi nefesimi sana vermek istiyorum, öyle muhtacım ki sana, bıcırık." Kafasını iki yanına sallayıp ellerini ensesinde birleştirdi.

"Gidiyorum ben." dedi. "Nereye?"

"Kimilerinin hoşuna, kimilerinin zoruna. Kapaat." Aynı anda güldüğümüzde o da sırtını dönüp açık kapıya doğru yürümeye başladı. "Senin bir de anneannen ve deden var, hatırlıyor musun? Hah işte, onlara senin Sima'yla beraber üniversite gezisine gittiğinizi söyledim. Onlar da duysa hastanede yattığını, senden önce onlar boylardı diğer tarafı çünkü. Onların yanına hesap vermeye gidiyorum."

"Dedemi tanıyorsam benimle konuşmadan sesimi duymadan asla inanmaz."

"Asef de yalanıma ortak olunca inandı. Sağ olsun, bir ara o kadar inandım ki söylediği yalana, seni hastanede böyle görünce ağıt yaka yaka ağlayacaktım." İstemsizce gülümsedim.

"Seni çok seviyorum." Omzunun üzerinden bana baktı. "Essahtan mı lan?" dedi şiveyle karışık bir şekilde. "Ay gerçekten çok seviyorum ya, canım abim benim. İyiki varsın."

"Kızım dur, sert yapıp sarılmayacağım öpmeyeceğim diyorum, beni zorluyorsun."

"Sen sevmiyor musun?"

"I ıh."

"Ayağım diyorum 36,5 numara mı oldu acaba?"

"Zorba."

"Aynen ondan."

"Yavrum, seni seviyorum biriciğim." Derin bir nefes aldım. Kalp ritmim hızlanmıştı ve içim bir tarafı huzur bir tarafı pişmanlık olarak ikiye ayrılmıştı. O huzur tarafımdı.

Kapıyı örtüp gittiğinde izlediğim duvardan gözlerimi uzaklaştırıp sessizce yutkundum ve oflayarak odayı aydınlatan lambaya baktım. Habire cızırdayıp başımı ağrıtıyordu.

Birkaç dakika boyunca lambayı izleyip garip hareketler yaptığımda odanın kapısı bir kez daha açıldı. Kimin girdiğine bakmak için kapıya gözlerimi çevirdim, Mihâl'le karşılaşmayı beklemiyordum.

Kapıyı örtmeden içeri girdiğinde arkasından birkaç saniye sonra Cihat da girdi. "Selâm, Melâl." dedi, soğuk ses tonuyla. "Selâm, hoş geldiniz."

"Hoş bulduk, güzel kardeşim. Nasılsın? Canın acıyor mu? Ağrı kesici takviyesi yapılmıştı ama bir sorun varsa çağırtayım hemen doktoru." diye ilgiyle suratıma baktı Cihat. Başımı iki yana sallayıp, "Teşekkür ederim, iyi hissediyorum. Bir sorun yok." dedim.

"Asef bir saate gelmiş olur, Mihâl sen yalnız hissetme diye seninle duracak. Ben de senin bodyguardlığını yapacağım, teşekküre hiç gerek yok. Asef'in amelesiyim ben sonuçta(!). İşsiz güçsüz ameleyim zaten ben." Sonlara doğru sinirle yükselen sesine Mihâl boğazını temizleyerek karşılık verdi.

"Homurdanma. Git işini yap, köle." dedi, Mihâl dalgayla karışık bir ciddiyetle.

"Sana buradan bir tokat çakarım, uçarsın vallaha soğuk diyarlara."

"Bir tekmemle nefesini keserim, çok iddialı konuşuyorsun abi."

"Kız, abine el mi kaldıracaksın?" Mihâl omzunu silkti. "Hayır, bacak kaldıracağım. Böyle de saygılı bir kardeşim."

Cihat başını önüne eğip güldüğünde Mihâl de güldü. Cihat'ın giydiklerini incelemek için ona tekrar baktım, siyah uzun kazak ve siyah kot pantolon giymişti ve ayakkabı olarak da parlak siyah yarım bir bot giymeyi tercih etmişti. Kazağının üzerine giydiği siyah deri ceketin ceplerindeki zincir detayı tek renkli olan şeydi sanırım.

Üçe vurulu saçları birkaç gün önce kesilmiş gibi duruyordu, sol kaşındaki ince çizgi de kezâ birkaç gün önceye ait gibiydi.
Kehribar renge sahip gözleriyle karşı karşıya geldiğimde yutkunarak bu sefer Mihâl'e baktım. "İçinden kombin eleştirisi mi yapıyorsun?" diye soran Cihat'a bakmadan onu onayladım. "Biraz renkli giyinirsen daha çekici olursun."

"Ben zaten çekiciyim."

"Evet, negatif çekici."

"Üzerinde sofra bezi desenli hastane elbisesi olmasına rağmen fazla iddialı konuşuyorsun."

"Sen bir de beni Marsu Pilamili geceliklerimle gör, taş çıkartırım tüm kıyafet markalarına."

"Lan!" Mihâl araya girip kaşlarını çatarak bana baktı ve, "Benim Oscar Çöllerde desenli geceliklerim daha güzel, Marsu Pilami ne ya? Sarı renkli siyah benekli bir karakter." dedi gözlerini devirerek.

Cihat, "Oscar da kertenkele. Sarı renkli siyah benekliye sürüngenden daha iyi." dedi, benden önce araya girerek. "İzliyor muydun Marsu Pilami'yi?"

"Hayır kızım, kaç yaşında adamım onları mı izlerim ben."

"Gumba-" Mihâl'in cümlesini tamamlamasına izin vermeden bağıran Cihat'a baktım dakikalar sonra. "Gumball'a laf edersen dilini o kertenkelenin kopan kuyruğu gibi kopartırım."

"Tamam ya. Gitsene sen." dedi, Mihâl dudaklarını bükerek.

"Geçmiş olsun," dedi, Cihat kapının kolundan tutup odadan çıkmadan önce. "Yeniden teşekkür ederim, kolay gelsin."

"Bacım, amele değilim ben normalde deme öyle ya." Cihat odanın kapısını örtmek üzereyken, kısık sesle "Amelesin, Asef paşamın amelesisin." dedi ama Cihat çoktan odadan çıkmıştı.

Mihâl ayakta durmayı bırakıp Mirza'nın ceketini attığı tekli koltuğa doğru yürüdü ve koltuğa oturmadan önce bana el sallayıp gülümsedi.

"Uzun zaman oldu karşılaşmayalı."

"Evet, biraz öyle oldu."

"Soğuk olmaya devam mı etmeliyim yoksa daha sıcak mı davranmalıyım?" diye sorduğunda ayağındaki koyu mor botları çıkartıp kenara attı ve yeşil çorapları siyah pantolonunun üzerine çektikten sonra en sonunda bana baktı.

"Soğuk hâlin ilk karşılaştığımızdaki seri katil bakışıysa, lütfen sıcak ol."

"O kadar mı soğuk bakıyorum ya?"

"Tanımadığın insanlara karşı öylesin biraz sanırım."

"Abim Cihat olunca sevgimi bile kafa göz dalarak gösterebilirim."

"Cihat, gerçekten katil gibi duruyor. Asef'ten daha korkutucu."

"Bak şimdi bizim bu ayı, bad boy. Tam bad boy değil, emekli bad boylardan. Yaşlandı biraz, şimdi sadece somurtuyor. Güldüğü falan da yok." Yüzünü elleri arasına alıp düşünür gibi uzaklara baktı. Burnundaki halka ve kaşındaki halka onu çok daha seksi gösteriyordu. Kızıl saçlarının ucuna gece mavisi ekletmişti ve saçları böyleyken daha güzeldi.

Sürdüğü dudak parlatıcısıyla daha güzel duran dudaklarını diliyle ıslatıp güldü. "Tiki var," dedi, ela gözlerini bana çevirirken. "Ondan habersiz ona dokunursan gülen bir tavşana dönüşüyor, ya da işte orangutan olur ondan anca. Gülen bir orangutana dönüşüyor."

"Asef'in var mı?"

"Tik mi?"

"Ne?"

"Ha, dur. Tamam. Evet. Tiki var, huylanıyor yani."

"Neresinden?"

"Valla onu biz bilemeyiz, ben sadece boynundan öpüldüğünde poposunun kaşındığını biliyorum. Onu da Muhammed, içip içip gece yarısı Asef'in boynunu emcüklediğinde öğrenmiştik." Dehşetle kaşlarımı çattığımda Mihâl'in kafamı dağıtıyor olmasına da bir yandan seviniyordum.

"Ne?"

"Onu ilk emcükleyenin Muhammed gibi bir imalat hatası olması çok garip, değil mi?"

"İşin içinde Muhammed varsa imkânsız yok, anladım artık."

"Tatlı konuşuyorsun, insanın içini ısıtıyorsun." dedi, yüzümü izleyip belli belirsiz gülümsediğinde.

"Teşekkür ederim, sen de."

"Avrupa Şampiyonası maçlarında finale çıktım," dedi, burnundaki halkayı eliyle düzeltirken. "Çok sevindim! Final maçın ne zaman?"

"İki ay sonra. Rakibin sakatlığı varmış, ertelemeyi teklif ettiler ben de kabul ettim. İşime gelir."

"Kaç yaşındaydın?"

"18, sen?"

"20."

"Minik bir şeysin, nasıl 20 olabilirsin ya?"

"Minik mi?" Gözlerimi bedenime çevirip kendime baktım ve tekrar Mihâl'e dönüp, "Gerçekten minik mi?(!)" diye sorumu tekrarladım.

"Boydan miniksin, diğer türlü etlisin butlusun çok tatlısın. Maşallah. Güzelliğin tartışılır ama tatlılığın kesinlikle tartışılmaz."

"Ya, teşekkür ederim." Yüzümü bir kez daha inceledi ve cıkladı. "Yok, yok...Kadın milleti genel olarak çok güzel. Bir de erkeklere bak! Hiç sevmiyorum onları, hiç. Köklerine kibrit suyu. Kadın can, erkek düşmandır."

"Nefretin bayağı güçlü ama tüm bu nefreti erkeklere de yıkmamalısın sanki."

"Yok, yok. Allah'ın cezaları hepsi. Biz erkeklerden bir günde nefret etmedik. Tabi o erkek Kıvanç Tatlıtuğ'ysa nefretim konusunda tartışabiliriz." Gülerek onu onayladığımda başımı pencereden tarafa döndürüp az önce rüzgârlı olan havanın şimdiki sakinliğine baktım.

Erkeklerden nefret edilmesi konusunun yanlış ve gereksiz bir öfke olduğunu düşünüyordum

Düşünmek istediğin gerçekten bu mu, Melâl?

Düşünmemek istiyorum sadece.

Annenin katilleri hâlâ dışarıda.

Kes sesini.

Ölürsen susarım, ölmeyi istemediğini sanıyordum.

"Hey, sen iyi misin? Canın mı yanıyor? Doktoru çağırayım mı?" Mihâl'in endişeli sesi kulağıma geldiğinde pencereden uzaklaştırdığım gözlerimi ona çevirdim ve sakince başımı aşağı yukarı salladım. "Hayır, iyiyim."

"Doktorun da maşallahı var, galiba ben erkeklere bir süre daha küsemeyeceğim ya." dedi, üzerindeki beyaz cropu çekiştirip Mirza'nın deri ceketini gelişigüzel giyerken. "Ceket kime ait? Üşüdüm, giyeceğim." Ceketin fermuarını çekip uzun kollarını elleriyle sımsıkı tuttuğunda, "Mirza'nın." dedim, "Yakıştı."

"Leş gibi sigara kokuyor," Yaka kısmından aşağı doğru inerek koklamaya devam ettiğinde bakışları yumuşadı, "Dalin kokuyor biraz da." dedi. "Evet, kokusu daline benziyor onun." dedim.

"Sevgilisi var mı?"

"Hayır."

"İyi, Allah sahibine bağışlasın bana ne." Anlamsız bakışlarla yüzüne bakıp kendimi tutamadan güldüğümde o da bana katılarak güldü. "Aklı olan sevgiliyle uğraşmaz, bulsun bir abi ya da erkek arkadaş. Geçirsin ömrünü onunla. Sevgili falan sadece dalgalı denizde fareli gemidir."

"Sevgilin olmadı mı hiç?"

"Hayır. Ben genelde dizilerde-filmlerde gördüğüm oyunculara platonik takılma taraftarıyım."

"Harikasın. Gerçekten."

"Sence Damon mu daha çok sevdi, Stefan mı?"

"Damon karizmasıyla yerle bir olan ama Stefan'ın sevgisine aşık olanlardanım ben. Kaldı ki bence Elena, Stefan'ı seçmeliydi." Hızla ayağa kalkıp beni alkışladı ve tekrar yerine oturup tekmelerini bir sağa bir sola salladı.

"Stefan...Üzümlü kekim...Evlenilecek erkekti, Elena onunla eğlendi...Kalbim acıyor, imdat!" dedi isyankâr bir ses tonuna bürünen sesiyle.

"Dizinin adı Vampir Günlükleri ama çoğu zaman izlediğimiz şey aşk üçgeni ve Elena'nın dengesiz tavırları oldu. Harcanmış bir kurgu diyebiliriz." Omzunu silkti. "Haklısın ama böyle şeylere asla kafa yoramam. İzler geçerim."

"Asef ne zaman gelecek?"

"Bana bir saate geleceğim diye mesaj attı, ona da günlerdir ulaşamıyoruz."

"Olanları anlattı mı?" Başını iki yana salladı. "Senin hakkında bize hiçbir şey anlatmıyor, sadece Muhammed biliyor."

"Anladım."

Koltukta geriye doğru yaslanıp, "Adının geçtiği herhangi bir cümlede onun gözlerine baktın mı hiç?" diye bir soru sordu. "Hayır."

"Bak bundan sonra."

"Peki."

"Çok konuşkansın."

"Öyle derler."

"Sana olan sevgisini kıskanıyorum, bu zamana kadar abim, Muhammed ya da Asef hiç birisini sevmemişti ve aylardır Asef'in gözünde başkasına olan o tapılası sevgiyi gördükçe kıskançlıktan ölecek gibi hissediyordum." Derin bir nefes alıp bacaklarını kendine çekti ve başını koltuğa yasladı.

"Sana karşı tanımadan oluşan bir öfkem vardı..." Bir gözünü açıp bana baktı. "Hâlâ var, bakma öyle."

"Olur öyle, sorun yok."

"Baban için üzgünüm." dedi, dakikalar sonra bakışları yüzümde gezinirken. "Ben değilim, üzgün olunacak bir adam değildi."

"Neden acıyı yaşamıyorsun? Gerçekten, merak ediyorum."

"Yaşayacak bir acı hissetmiyorum, Mihâl. Bazı çocukların babası, en sevdikleri oyuncağı kıran o misafir çocukları gibidir. Babam benim en sevdiğim oyuncağımı da kırmadı, çünkü oyuncak almadı hiç. Annemi kırdı. Benim üzerime kapıyı kilitleyip gitti, annem öldüğünde. Annemi bekledim, ölüsü geldi. Babamı beklemedim ama keşke onun da ölüsü gelseydi de bu yaşıma kadar içimde kanamasaydı." Beyaz çarşafı tırnaklarımın arasında ezdiğimde gözlerimi kapayıp kısa bir süreliğine sakinleşmek için bekledim.

"Aile, insanın aynasıdır ve aynan kirliyse hiçbir zaman gördüklerin temiz olmaz. Bir evde üç kişi yaşıyorduk, anne baba ve çocukları. Annem gitti, ilk önce ev yıkıldı. Babam gitti, ev sırtıma çöktü. Sonra da ben kaldım, bir de annem öldüğüyle kaldı." Derin bir nefes alıp gözlerimi açtım. "O yüzden, acı hissetmiyorum."

"Hayat işte. Kimine ağacı köküyle veriyor, kimine de kuraklığı veriyor. Özür dilerim, hatırlatmak istemezdim."

Kafamı iki yana sallayıp, "Sorun değil." dedikten birkaç saniye sonra tekrar ona baktım. "Peki sen? Hayat sana ne verdi?"

"İlk önce ailemi aldı ve sonra da Cihat'ı verdi, Asef'i, Muhammed'i verdi. Hayat gözümü oydu ama bana hayatı anlatan üç abi verdi. Aldıklarından dolayı hayattan nefret ediyor muyum diye sor..." Omzunu silkip güldü. "Benden alacağı daha üç canım varken hayattan nefret edemem."

"Ben de öyle." dedim, onu gizleyemediğim bir hayranlıkla dinlerken. "Muhabbetin hiç sarmıyor," dedi oturduğu koltuktan ileriye uzanıp botlarını aldığı sırada.

"Gidiyor musun?" Botları bağcıklarını bağlamadan özensiz bir şekilde giyip dizlerine vurarak koltuktan kalktı ve yanıma doğru yürüdü. Bacaklarını örten deri ceketin fermuarını iyice yukarı çekip saçlarını elleriyle düzeltti.

"Evet," Odanın kapısına doğru dönüp eliyle kapıyı işaret etti, "Çünkü geldi." dedi kısık sesle.

Heyecan içinde ellerimin arasındaki çarşafı kendime doğru çektim. Mihâl, ela gözlerini birkaç saniye sonra bana çevirdiğinde pantolonunun arka cebinden çıkardığı karpuzlu sakızı da ağzına attı ve elini omzuma götürüp sıktı.

"Sen nefret ediyor musun?" Dudaklarını diliyle nemlendirip kaşlarını kaldırdı ve, "Hayattan." diyerek tamamladı cümlesini.

Bir an olsun beklemeden, "Asla." dedim. Bu onu gülümsetti. "Hayatın benden alacağı üç kişi varken asla."

"O da var mı?" dedi, gözleriyle kapıyı işaret ederken.

"Var." Omzumdaki elini kendine çektiğinde pencereden dışarı bakıp göğsümü ağrıtan bir nefes aldım. "Allah yokluğunu göstermesin."

Cevap vermeden sırtını dönüp kapıya doğru yürürken, "Amin." dedi fısıltıyla.

Kapıyı açıp odadan hızlıca çıktığında sıkıntılı bir nefes vererek koridora bakındım. Yataktan destek alarak yavaşça oturur hâle geldim ve başımı öne eğip Asef'i görmek umuduyla koridoru izledim.

Dakikalar sonra Mihâl'in başından öpüp ondan ayrıldığını gördüğümde başımı geri çekip karşıdaki duvara gözlerimi sabitledim.

Odaya düşen gölgesini görünce gözlerimi kısa süreliğine yumdum ve hızla atan kalbimin sakinleşmesi için nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım.

Odaya girip kapıyı örttüğünde duvarda olan gözlerimi günler sonra göreceğim yüzüne çevirdim.

"Benim cânım." dedi fısıldayarak, uzayan kıvırcık saçları terli alnına yapışmıştı. Üzerindeki siyah deri ceketin çoğu yeri yırtıktı ve gri eşofmanı da çamurluydu.

"Ölürüm sana," dedi, bana doğru bir adım atmak için hareketlendiğinde adım atamadan durdu ve yüzümü izleyip derin bir nefes alarak gülümsedi. Başını sola eğip izlemeye devam etti. "Melâl, özür dilerim."

"Neden?"

"Bilmem...Çok güzelsin, biliyor musun?" Hâlâ aynı yerde duruyordu. "Asef, iyi misin?"

"İyiysen iyiyim, sen iyi misin? Benim kalbim acıyor, nefes aldıkça boğazımı sıkıyorlar sanki. Sen iyi değilsin, iyi olsan benim göğsümde çiçekler açardı. Melâl, çiçek kızım, biz ne zaman iyi olacağız?" Omuzlarını kaldırıp indirdi ve çaresizlikle başını salladı. "Şu hâlimize bak, seninle olmayı istediğim yer burası değil."

"Yanıma gelir misin? Benim olmayı istediğim yer senin göğsün, gel yanıma. Oğlum, kıvırcık oğlanım, seni çok özledim." Kollarımı açıp gülümsemeye çalıştım ve ona baktım.

Başını önüne eğerek küçük adımlarla yanıma yürümeye başladı, birkaç saniye sonra yanıma durduğunda bir süre yüzümü izledi sessizce. Gözlerimi devirerek hızla elimi siyah tişörtünün yakasına götürdüm ve sertçe üzerime çektim.

Ellerini iki yana açarak üzerime düştüğünde gözlerini kocaman açıp yüzüme baktı. Yakasındaki elimi boynuna sürterek yanağına götürdüm ve gülümsedim. Diğer elimi de ensesine koyup yüzünü izledim sessizce.

"Seni özledim, Asef. Birkaç dakika sonra öleceksem bile şimdi seni öpmek istiyorum. Sen benim canımsın oğlan, özledim ben oğlanımı." Başını göğsüme bastırıp saçlarına burnumu sürttüm ve kokusunu içime çektim. Terli alnı çıplak göğsümü ıslatırken nefesi de tenimi yakıyordu. "Nefesimi kesiyorsun," dedi, ellerini yanaklarıma götürüp başını göğsümden çektiğinde.

Elimi terli alnına götürüp yapışan saçları geriye ittim ve gülümsedim. "Aklımı durduruyorsun sen de." dedim, karşılık olarak. İki yanağımdan da derince öpüp dudaklarını alnımda durdurdu. Nefesi artık daha yakınımdaydı. "Hâlâ çok zekisin ama." dedi, alnıma nefesini üflerken.

Sessiz kalıp dakikalar boyu onun toprak kokusunu soludum ve biraz sonra öğreneceklerimin ağırlığını bilerek anı yaşadım, onu yaşadım. Kalbinin sesini dinledim. Kalbinden öptüm, oğlanımın kalbinden öptüm bugün de.

"Şimdi," dedim oturduğum yerde ondan ayrılmadan önce son kez kalbinden öperken. Ellerimi yüzünden çekip onun ellerini de boynumdan uzaklaştırdım ve yeşil gözlerine baktım. "Buldun mu bana onu?" Başını önüne eğdi, ellerini önünde birleştirip cıkladı sessizce.

Hayal kırıklığıyla, "Söz vermiştin." dedim fısıldayarak. "Sözümü tutacağım, sana onu getireceğim."

"Ne zaman, Asef?"

"On üç gün sonra bir düğün var, onun yeğeni evleniyor. Gelecek, gelmese bile onu tanıyanlardan birileri olacak. Öğrenmek için o düğünü beklemek zorundayım, diğer türlü onu tüm tanıyanları yakalasam da öğrenemem çünkü muhtemelen ben onları konuşturamadan ölürler." Az önce çektiğim için yakası yırtılan tişörte terleyen ellerini silerken ofladı.

"Düğünde değişen ne olacak? Öleceklerse o zaman da ölürler."

"Hepsi düğünde olacak, herhangi biri ölürse diğer tüm hepsini karşısına alır. Bunu göze alamaz hiç kimse, eğer arkanda onlarca adamdan daha güçlü birisi yoksa." Sessiz kalıp pencereden dışarı baktım tekrar. Ay tam karşımızdaydı.

"Düğüne ben de geleceğim."

"Gelin ve damat olarak mı girelim yani?" dedi imalı bir sesle. Bakışlarım tekrar ona döndüğünde siyah tekli koltuğu yatağın yanına çektiğini gördüm, koltuğa oturup sırtını arkaya yasladığında benimle göz göze geldi ve gözünü kırptı. "Bilmem, olur mu dersin?"

"Bulaşıkları sen yıkarsan neden olmasın."

"Git başımdan ya." dedim gülerek. Gülüşümü izledi bir süre ve o da gülümsedi.

Bacaklarını açıp koltuğa iyice yayıldığında kıvırcık saçlarını elleriyle karıştırıp beni izlemeye devam etti. Aklıma zor da olsa o adamın aradığı gece onun dedikleri yavaş yavaş düşerken yutkundum, amcasının yaptırdığını söylemişti. Yalan mıydı?

"Asef," Kaşlarımı çattım. "Yanlış hatırlamıyorsam bana amcanın yaptırdığını söylemiştin. Doğru mu bu?" diye mırıldandım, başını olumsuz anlamda aşağı yukarı sallayıp, "İkisi arasında bir bağlantı yok, 20 yıl önce de yok, şimdi de yok. Amcam olamaz." dedi.

"Neden olamaz?"

"Sana dokunmaya cesaret edemez."

"İddialı konuşma. Kanıtın yok, demek ki amcan da bu işin içinde."

"Amcam bu işin içindeyse senin çocukluğunun içinde de olabilir, ama sen onu tanımıyorsun. Tanıyor musun yoksa?" Kafamı iki yana salladım. "Hayır. Hiç duymadım."

"Bu yüzden amcam olamaz." Sessiz kaldım. Bu konuyu sonraya bırakmak istiyordum çünkü şu an çok güçsüz hissediyordum, ne dersem diyeyim beni kolaylıkla alt edebilirdi.

Birkaç dakika sonra alttan bakışlarını bana çevirip, "Dikişlerin nasıl? Doktor turp gibi olduğunu söyledi." diye mırıldandı, ses tonu aklımı yitirmem için güzel bir nedendi.

"Gerçekten turp gibi mi dedi?" dedim, şaşkınlıkla ve çatık kaşlarla onu baştan aşağı incelerken.

"Hayır be, tıpça konuştu ben de turp gibi olduğunu anladım. Nasıl, iyi anlamış mıyım?" Başımı aşağı yukarı sallayıp gülmeye devam ederken o da hafifçe tebessüm etti. "Çok iyi anlamış benim kıvırcığım."

"Marul oldum iyice değil mi? Berbere gitmeye vakit bulamıyorum, bitlenmiş gibi kaşınıyorum zaten."

"Ben memnunum marul olmandan, kestirme."

"Kızım imajımı zedeler kıvırcık saç. Düşünsene biriyle dövüşeceğim, dövüşmeden önce saçlarımı falan topluyorum. Allah'ım sen koru yarabbim." dedi dehşetle gözlerini kocaman açarak. "Bir saniye yelloz pezevenk, saçlarımı toplayacağım. Bekle, sadece bekle." dedim, Asef'in sesini taklit ederek.

"Sence ben yelloz pezevenk diye bir küfür eder miyim, Melâl?"

"Kötü kalplisin. Benim için etsen ne olur ki."

"Tamam, ilk dövüşümde çocuğa yelloz pezevenk diyeceğim." dedi, ve gözlerini kısıp burnunu kıvırdı. "Kittyli mittyli yara bandı takmış adamım ben, yelloz pezevenk mi zedeleyecek beni?"

"Adamsın sen be!"

"Tercihim senin oğlanın olmak."

"Hım."

"Hı hı."

Bir süre cevap vermeden onu izledim, uykusuzluktan moraran göz altlarından öpmek istiyordum. Elmacık kemiğinde hafif bir morluk vardı, dudakları çatlamıştı ve sakalları iyice uzamıştı.

Onu ilk tanıdığımda yüzünde hiç sakalı yoktu ve saçları üçe vuruluydu. Her iki hâline de o kadar içim gidiyor, nefesim kesiliyordu ki...

"Annenin mezarına gidecek misin?" Sesini duyduğumda kaşlarımı çatarak kafamı iki yana olumsuz anlamda salladım. "Doğum gününü kutlamak için mi?" Gülümsedim. "Gitmek pek iyi bir fikir değil."

Sessiz kalmayı tercih edip dakikalar boyu sadece yüzümü izledi, kaşımdaki yara izini, dudağımım kenarındaki yarayı ve bu zamana kadar hiç bilmediğim detaylarımı izledi.

En sonunda gözlerini birkaç kez kapatıp açtı. "Melâl, baksana. Ölmeyi istedin mi hiç?"

Belli belirsiz güldüm. "Yaşamak için bir sebep bulamadığımda istedim, ve denedim."

Ellerimi izleyerek ofladım. "Ölmedim. Ölmeyi istemedim. Yedi yaşında evdeki vitrinin camına kafa attım, ilk intihara teşebbüsüm bu oldu ve neden yaptığımı sorduklarında da annemin yanına gitmek istediğimi söyledim. Defalarca kez, tek yönlü bir bilet almışım da son anda otobüsü kaçırmışım gibi ölümün ucundan döndüm. Bir gün durup elime bıçağı aldım, on dört yaşındaydım. Kalbime sokmak istedim, yapamadım. O an anladım ki ben ölmeyi istememişim hiç." Parmak uçlarımdaki yanık izlerini okşarken Asef'e baktım.

"İnsan yaşamalı, ölmek için binlerce sebebi de olsa, yaşamaya devam ettikçe o sebepler artsa da, sürünse bile yaşamalı insan. Yaşayacağım. Yaşamak için birilerinin nefesini de keseceğim. Pişman olmayacağım. Çünkü yaşaması gereken benim, onlar değil." dedim, gözlerimin önünde bir mezarlık vardı ama hiçbir taşında adım yazmıyordu.

"Sensin," derken elini saçlarıma götürdü ve okşadı, onu tanıdığım andan beri ilk defa böyle gülümsedi. "Melâl, nasıl olur bilmiyorum ama ölme, tamam mı?"

"Yetkiliyle konuşmam lazım bunu." Ciddiyeti bozulduğunda gözlerini açarak güldü ve, "Tövbe lan." dedi.

"Lan mı? Ne kadar kabasın."

"Ay tövbe lan." Gülerek yüzünü izledim ve ellerimle yaklaş diye işaret ettim, yüzünü ellerimin arasına alıp yanaklarını sıktım ve öne çıkan dudaklarına bakarak gözlerimi şaşı yaptım. "Yerim lan," dedi, gözlerini devirdi ardından, "ay yerim lan." diye devam etti.

"Yesene. Neremi yersin meselâ?" Kaşlarını çattı ve gözlerini kısarak yüzümü incelemeye başladı. "Ben senin bildiğin erkeklerden değilim, kara kız." Ciddiyetini devam ettirerek, "Sıfatını yerim. Tipe bak. Sabahın beşi gibisin, Ay da yüzünde, Güneş de." dedi, ve yanaklarını sıkmayı bırakan ellerimi tutup dudaklarına götürdü.

"Özür dilerim, tüm bu yaşadıkların için özür dilerim. Çabalıyorum, Melâl. Bir şeyler için çabalıyorum ama ben bir mafya değilim, ya da tefeci. Kumarbaz da değilim. Dünyayı kötülükten arındıracak o melek de değilim. Neyim? Bilmiyorum. Sadece bildiğim tek şey şu, adaletin simgesi terazi değildir, hangi taraf ağır basarsa ona adalet derler ve benim terazimde ağır basan tek şey öfke." Başını belli belirsiz salladı ve gittikçe şiddetini arttıran rüzgârın sesini dinledi.

"Neden? Neden böyle oldum? Benimle aylardır berabersin ve benim sokak kurup insanlarla dövüşmem onlara acı çektirmem hakkında bir şey bilmiyorsun. Zaten kimse de bilmez. Sormadılar." Yanımdaki boşluğa oturup başını önüne eğdi ve ellerini izledi. "Aynı yaraya ikinci kez tuz basarsan acıyı hissetmezsin. Amcam beni sokağa attığında canım çok yanmıştı, e ana yok baba yok, kim okşardı o veledin başını? Derken, ilk önce köpeklerle, sonra benden hep kaçan kedilerle ve sonra da her kaldırımda farklı bir çocuğun olduğu sokakla tanıştım."

Derin bir nefes aldı.

"Madem, dedim; anam yok, babam yok, çatısı olan bir evim yok, e ben de baba olurum onlara, kollarım da uzun zaten sarılırım hepsine dedim. Çok da uzun değilmiş kollarım ama hepsine tek tek sarılınca oldu. Ondan sonra her gün aynı kaldırımda oturmaya başladık, ilk hırsızlığımı 14 yaşında yaptım, öğle vakti namazı kılarken hepsi tüm ayakkabıları çaldım ve onları satıp battaniye aldım. Üşüyorduk çünkü, babaları olarak benim de bir evim yoktu işte." Kardeşlerinden bahsediyordu, onların ölümü yüzünden mi böyle olmuştu?

"Sonra diğer sokağın çocuklarına takıldım ve misketlerinin hepsini alma karşılığında onlarla dövüştüm, kazanırsam misketler benim olurdu ve onları diğer sokaktaki çocuklara satarak para kazanırdım. İlk dövüştüğümde eğer Muhammed olmasaydı muhtemelen sakat kalacaktım, çok berbat dövüşüyordum, çünkü daha birkaç hafta önce çiçekler ürkmesin diye nefes almaya korkardım." Güldü.

"İlk bıçağım bir kalemtıraş jiletiydi, benden yaşça büyük bir adam bana çok kötü şeyler söylemişti ve onun kulağını kesmiştim, kestikten sonra özür dilemiştim zarar verdiğim için ama artık çok geçti." Kısa bir süreliğine bana gözlerini çevirdi ve kontrol edip tekrar ellerine baktı.

"Çok çalıştım, kağıt topladım, hile yaptım, ama en çok kavga ederken gücüm yerine geliyordu. Sokak dövüşlerine başladım, oralarda ölsen mezarının üstüne işerler, acımazlar. Tek fark ben isteyenle değil, istemeyenle, en suçlusuyla dövüşürdüm hep. Zamanla buna alıştım ve kendimi yetmiş sekiz çocuğun abisi olarak gördüm, onları korumak için dövüştüm ve dövdüklerim de masum değildi. Vicdan senin kemiğindir, vicdanın yok olmaz ama susturulabilir. Vicdanımı, onların hepsinin bir suçlu olduğunu bilerek susturdum." Ofladı.

"Çok konuştum yine." dedi. "İşin kısası...on sayfalık şey konuştum kısaya bak." diye mırıldandı kendi kendine. "Benim çocuklarım, kardeşlerim öldüğünde ikinci kez evsiz kalışım olmuştu bu ve artık vicdan benim nefesim bile olsa çok geçti, nefesim kesilse de acıyı hissetmezdim. Onlar gittikten sonra da vicdanım kalmadı. Bir cinayete ikinci kez..."

Gözlerini yumup birkaç saniye sustu. "Sadece kocaman bir sevgi ve gülümseme kaldı işte bana." Saçlarını elleriyle geriye itip gözlerini bana çevirdi ve kollarını iki yana açarak, "Ha, bir de artık kollarım daha kocaman." dedi. "Sarılmak istersen yani."

Başımı aşağı yukarı sallayıp kollarımı açabildiğim kadar açtım ve onu kendime çekip kokusunu içime çeke çeke sarıldım. Boynuna ufak öpücükler kondururken onun elleri de belimde dolanıyordu. "Senin yüzünden olmuş olsa bile, yanında olmayı ben isterken suçlu hiçbir zaman sen olmayacaksın." Başımı geriye çekip kısık gözlerle ona baktım. "Ha, tabi eğer bir gün yanlışlıkla ölürsem, seni karada havada doksan dokuz kere popondan bıçaklarım."

"Ölmeyi istemiyorsun."

"Yok Asef, günlerden Çarşamba tutkulardan intihar."

"Ölmeyeceksin."

"Teşekkür ediyorum ölmeyeceğim için, bir dahakine düşmanlarına söyle az daha omzumdan vursunlar. Kalpten vurmak falan...Yakışmıyor."

"Hah, gelelim o konuya." dedi ve elleri hâlâ belimdeyken arkası düğmeli olan hastane elbisesinin iki düğmesini açtı. Teni tenime değdi, irkildim. "Az önce gelmeyelim diyordun, ne değişik adamsın."

"Sonraya saklamak istemiyorum, olacaksa o an olsun ve yakacaksa canımızı o an yaksın." Dudaklarını ıslattı. Söyleceklerini kafasında bir düzene sokuyor gibiydi. "Benim peşimde olan tek şey, Muhammed'dir. O da anca yakın mesafede koklayarak bulur. Mafya dizisi de çekmediğimize göre, gelenlerden birisinin kim olduğunu muhtemelen tahmin edeceksindir."

Başımı göğsüne koyup sessizce karşı duvarı izledim. "Burhan Göreçalı'dan başkası aklıma gelmiyor."

"Benim adımı bilen birisi senin için neden gelsin?"

"Ne?"

"İkimize geldiler," dedi. O gün elini sıyırıp geçen kurşunun bıraktığı derin yaraya dikiş attırmıştı. "Yani?"

"Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama elime koz geçmeden onların kim olduğunu öğrenemem."

"Burhan Göreçalı, dedim ya?"

"Daha önce hiç duymadım, benim düşmanım genelde geçmişimde mutlaka bir iz bırakanlardan olur."

"Ama benim düşmanım. Geçmişimde annemi bıraktım, yapanlardan birisi de oydu. İstediğim tek şey ölmesi, ölmeleri." dedim, dudaklarını başımın üzerinde durdurup bir süre nefeslendi. "Beni anlayacağını umarak şunu söylemek istiyorum, birini öldürmek kolay değil. Gencecik kızsın, hayatının geri kalanını bu berbat hisle geçirmeni istemiyorum."

"Annemin katillerini öldürdüğüm için canım acır mı sence? Beni çok düşünceli biri sanıyorsun ama değilim. Acımaz canım." Beni onayladı. "Acı çekerken bile çok güçlüsün, acı çektiğini bildiğin için güçlüsün. Ben meselâ, göğsüm acırdı, üşüttüm sanırdım ama canım acıdığından öyle olurmuş. Sen böyle değilsin. Acıyı biliyorsun."

"Acından öperim seni, Asef. Kıvırcığım benim." Bileğimden sertçe öpüp parmaklarını tenime daha çok bastırdı.

"Melâl, tüm bu olanlar bittikten sonra evlenelim mi?"

"Ne?"

"Kandırdım, çok konuşuyorsun sen, evlenmem seninle."

"Üzdün."

Güldü ve daha sıkı sarıldı.

"Bir şey söyleyeceğim, ben böyle uzun uzun konuşmayınca dilim şişiyor gibi hissediyorum."

"Aç bir bakayım, şişmiş mi?" Başımı göğsünden kaldırıp merakla dudaklarına baktım. Dilini dışarı çıkartıp gösterdi, ve aşağı yukarı hareket ettirdi. "Şişmiş mi?"

Hayranlıkla pembe ve kıvrak dilini izlerken, "Kim?" dedim. "Hı?" dedi o da, anlamsız soruma karşılık olarak.

"Biz öpüşmüş müydük?" Sertçe yutkundu. "Hayır daha öpüşmedik."

"Öpüşelim mi?"

"Nasıl yani?" dedi, belimdeki eli artık daha soğuktu. Gözlerim kaymak üzereyken kendimi toparlayıp yutkundum. "Öpüşmek yani," Ellerimi kaldırıp dans eder gibi kıvırdım. "Demiştin ya, dans eder gibi hani. Alttan," Alt dudağına baktım, "bir de üstten."

"Dişlerimi fırçalamadım, sigara kokuyorumdur. Yarın akşam öpüşelim mi?"

"Randevu defterinde sadece yarın akşam mı boş, Asef?" Geriye çekilip sırtımı yatak başlığına yasladım ve gözlerimi devirdim. "Ayrıca sigara kokup kokmaman umurumda değil, tadını her şekilde seviyorum."

"Hımmm," dediğinde başını sola eğerek güldü, "Her şekilde mi?" Beklemeden başımı aşağı yukarı salladım. "Sev." dedi. "Sevelim," Elini çıplak bacağıma attı ve yutkundu, "sevişelim."

"Asef, kızardın." Bacağımdaki eline dokunup birkaç kez daha seslendim ona. "Ay çocuk kızardı, lan acaba ölüyor musun?"

Diğer elimi yanağına koyup alev gibi yanan tenini okşadım, kocaman olan gözlerini izledim. "Asef," dedim, içim gidiyordu. "Ben seni, sana olan sevgimi nasıl halledeceğim? Şuna bak, şu yüzüne bak. Çok güzelsin, çok güzelsin. Canım benim, çok seviyorum seni."

Bacağımdaki eli kasıldığında bakışlarını yere indirip gülümsedi, gamzeleri ortaya çıkınca dudaklarımı gamzesine götürdüm ve derince öptüm. "Meyve suyu alsana bana, vişneli." Başını hızla sallayıp ayağa kalkmak için hareketlendiğinde bacağımın üzerindeki elini tuttum ve onu durdurdum.

"Bu hastanede kocaman bir teras vardı sanırım, oraya çıkalım mı lütfen?" Kaşlarını çattı. "Neden? İntihar mı edeceksin?"

"Ölmeyi düşünmüyorum, henüz."

"Tamam," dediğinde durgundu. "Battaniye alayım sana, giydirmişler incecik elbiseyi durduruyorlar öyle. Kış geldi kış, bu havada böyle elbise mi giydirilir?"

"Üşümüyorum ki."

"Bana ne? Ben üşüyorum. Ben üşüyorsam sen de üşüyorsundur."

"Yürü git, deli."

"Sensin deli, asıl sen yürü git." dedi, elini tutan parmaklarımın ucundan öpüp sırtını döndüğünde. "Yatmaktan yürümeyi unutmuş olamaz mıyım?"

"Kucaklayayım?" Odanın kapısının önünde durup gözlerini kısarak bana baktı. Gri eşofmanının sol cebindeki telefonun ışığı yanıp söndü ama söyleme gereği duymadan tekrar gözlerine baktım. "Kucakla?"

"Kucağıma gelmek istiyorsun yani?"

"Hı hı." dedim. Odanın kapısını açmak için hareketlenen elini açmadan geri indirdi, "Kapıyı kilitlesem, alsam seni kucağıma?" Elini ensesine götürüp derin bir nefes aldı.

"Bana uyar." dedim, bu cesaret nereden geliyordu bilmiyordum. "Kucağımdayken ne yaparsın?" Sesi kısılmıştı. Gözlerimi devirip, "Çiftetelli oynarım?" dedim.

"Melâl, aklımı kaybediyorum ve bulduğum tek yer tenin. Bunun daha kaba hali, sana azıyorum. Anlaşıldı mı?" Kapattığı kapıyı tekrar açıp odaya koridorun ışığını misafir ettiğinde başını yukarı kaldırarak art arda birkaç kez yutkundu. "Çok güzelsin lan," dedi fısıltıyla. "Oğlum...Of." Bir kez daha yutkundu.

"Gelirim birkaç dakikaya, tamam mı?"

"Gel," dedim, sol elimle sağ kolumu okşayıp ısıtmaya çalışırken. Kapıyı örtüp odayı tekrar kendi karanlığıyla baş başa bıraktığında başımı pencereden görünen gökyüzüne çevirdim.

Kasıklarımda bir şeyler dolanıyordu sanki, tenim diken üstünde gibiydi ama buna rağmen rahattı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp gözlerimi kapadım ve onu düşünmeye başladım, kendimi tutamadan güldüğümde başımı iki yana sallayarak yutkundum.

"Anne," dedim, gözlerimi açıp gökyüzüne bakarken. "Şarkı..." diye mırıldandım, "Her adam bir şarkıdır, demiştin. Babamdan da, sağır olmayı dilediğim bir şarkıydı diye bahsediyordun." Az önce onun olduğu kapının önüne bakıp dudaklarımı birbirine bastırdım. "O adam benim duymayı istediğim tek şarkı."

Uzun bir süre sessizce bekledim. "Anne," diye mırıldandım tekrardan. "Asef de masum değil," dedim, Mirza'ya yaptıklarını düşünmeye başladım. "Bir sır var, seninle başladı, herhangi bir noktasında da o var. Ben artık küçük değilim, babam basmamış beni bağrına, elin oğlu neden bassın ki?"

Kendi kendime güldüm. "Elin oğlu mu?" Başımı iki yana sallayıp, "Benim oğlum," dedim. "oğlanım benim."

Dünyanın aslında renksiz bir palet olduğunu, onun gülüşünü gördüğümde anlamıştım meselâ. Gökkuşağını ilk gördüğümde değil, onun gözlerinde gökkuşağını gördüğümde renkleri sevmiştim.

Onu çok seviyordum, on canım olsa dokuzunu ona verir, kalan canımla da bir on canımı daha ona vermeye uğraşırdım.

Onu bu kadar sevmemeliydim.

"Anne," dedim, bu sefer fısıldıyordum. "Öldüğün için kutlayamadığım on altı yılımız var, yaşlandığını görememek mi daha kötü, büyüdüğünü görememek mi? Bilmiyorum." Başımı yukarı kaldırıp tavandaki ışıkları izlemeye başladım ve dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Beni sev, beni gör, beni duy..." Elimi yukarı kaldırıp anneme dokunacakmışım gibi uzattım. "Ve sarıl."

Gülümsedim. Kalbimin üzerine bir karanlık çöktüğünde, gülümsemeye devam ettim ve, "Annem," dedim. "Sensizliğimin on altıncı yılında, yine mumları üfleyemeyeceğin bir pasta alacağım. Artık güçlü kızın olmandan çok yoruldum, bu sefer öldüğün gündeki küçük kara kızın olsam, olur mu?"

Sessizlik.

Sorun değil.

Gölgesi benimle.

Kör bir ressam da görmeden çizer resimleri, sonra onu çok sever.

Ben de annemi severim, görmesem de büyütürüm. Ölmüş olsa da yaşlanır, ama ikinci bir cenazesi olmaz.

"Toparlan." dedim, gözlerimi kapatıp dizlerime kendime gelmek için birkaç kez vurduğumda. "Yapacak bir şey yok, yaşamak zorundayım. Bir yaşamak zorundaysam annem için iki kez yaşamak zorundayım ve böyle üzülerek yapamam. Melâl, Asef için de yaşamak zorundasın. Üç kez. Üç kez yaşamak zorundasın."

Gülümsedim.

"Toparlan kızım."

Böyle denilince oluyor muydu? Hayır. Sadece gerçeğin farkına varabiliyordum. Hayat benden ve üzüntülerimden ibaret değildi, ya da hayatımdakiler benim yüzümden hep üzgün olmamalıydı. Bu yüzden, her gece duvara çizdiğim kocaman göz yaşları olsa bile sabahlar benimdi.

Kapı bir kez tıklatıldığında ellerimi kendime yelpaze yapıp kendime gelmek için ağzımı bir sağa bir sola eğip gözlerimi şaşı yaptım.

"Gelebilirsiniz?" dedim, sorgulayıcı bir sesle. Kapıyı açanın Asef olduğunu görünce ciddiyeti bir yana bırakıp rahatladım ve ona el salladım. "Neden çalmadan girmedin?"

"Günlerdir lavaboya gitmiyorsun, yemek yemiyorsun...Belki işini falan halledersin diye yani, işte. Anla." Başımı onaylar anlamda sallayıp diğer koluna aldığı gece mavisi rengindeki iki kalın battaniyeye baktım. "Anladım...Bu arada gerçekten açım. Eğer bana üç lahmacun ısmarlarsan bir tanesini sana veririm."

Kaşlarımı çattım. "Şaka tabiki. Dört tane ısmarla, benim lahmacunuma göz dikemezsin bir kere."

"Param mı var?" Omuzlarımı düşürdüğümde odaya girip kapıyı ayağıyla örttü. Bana doğru yürürken kolundaki battaniyeleri yatağın üzerine fırlattı. Yakasını yırttığım siyah tişörtü yüzünden dikkatleri üzerine çekmiş olmalıydı.

"Aslında çok aç değilim ya...Almasan da olur. Hastanede hep makarna pişirirler, makarna yeriz. Makarnayı daha çok severim." Gülerek üzerime eğildi ve kollarını iki yana bastırıp alnımdan öptü. "Var param, alırım üç lahmacununu. Ama borcun çoğaldı, sonradan vermezsen bozuşuruz."

"Püh sana be, bir de bana aldıklarının listesini mi tutuyorsun? Cık cık. Vah vah." Başını yukarı kaldırarak kahkaha attığında adem elması gözlerimin önündeydi. "Kibar hâlini falan bilmem de, lan oğlum ben de insanım ya. Şöyle serme gözümün önüne her şeyini. Şey oluyor insan."

"Ne oluyor insan?" Vişne çürüğü dudaklarını yanaklarımda gezdirip kulağımdan öptü ve nefesini vererek fısıldadı: "Deliriyor değil mi? Düşündüğü tek şey oraya dokunup hissetmek oluyor, değil mi?" Yatağa bastırdığı elinin birini boynuma götürdü ve çeneme doğru okşayarak geldi, çenemden kavrayıp yüzüme baktığında yutkundu.

Kaşlarını çattı ve yüzümü izledi. Dudakları dudaklarıma dokunmak üzereyken bekledi. "Ama ben sana kıyamam," Dudaklarını gözlerimde durdurup çenemdeki elini enseme götürdü. "Yavrum benim." dedi, ensemden tutup başımı kalbine yasladı ve, "İyiki varsın, ölürüm sana." diye devam etti.

Gülümsedim.

İşte üç kez yaşamak zorunda olduğum hayat buydu. Onun kalbinde nefeslenmek.

Böyle hayata tüm canlarımı verirdim.

"Sen bana düşüyorsun, böyle manyağım oldun değil mi?" Boğuk sesle konuşup ellerimi beline götürdüm ve sigarayla karışık toprak kokan teninde nefeslendim. Başımı kaldırıp yukarıdan daha güzel görünen saçlarına, daha sonra da yüzüne baktım. "Evet desene be."

"Öyleyim, öyle oldum." dedi, saçlarımı okşayarak.

Eşofmanının cebine elini götürüp bir şey aldı ve yukarı kaldırarak bana gösterdi.

Vişneli meyve suyu almıştı.

"Bugün çok üzgünüm aslında," dedi, meyve suyunun pipetini dişleriyle tutup açtığında. "Ama seninleyken aynı dünyanın içinde farklı bir günde, farklı bir ândaymışız gibiyim. Ve şu an, seninle olmak istediğim gün, ân; yanımda omuzlarını düşürerek heyecanla içtiğin meyve suyu bitince dudaklarını büktüğün ân. O güne dönmek istiyorum, bugün o terasta bu meyve suyunu içeceksin. Benim kendimi çocuk gibi hissettiğim tek ân oydu çünkü. Şu an, çocuk olalım mı?"

Gülümsedim.

"Olur," dedim. "Olalım, çocuk olalım." Çocukken kaybetmiştim annemi, yine de eğer onun hayatında farklı bir çocukluğum olacaksa çocuk da olurdum. "Lahmacununu da aldım, biz odaya inene kadar getirmiş olurlar."

"Teşekkür ederim."

"Ben teşekkür ederim, varlığın için."

Kalbinden öpüp geriye doğru çekildiğimde meyve suyunu bana uzattı. "Asef," dedim, meyve suyunu elime alırken. "Hı?" dedi, çatık kaşlarla koltuğun üzerine attığı ceketi almak için koltuğa yürüdüğünde.

"Mirza'ya yaptıklarını biliyorum." Bir süre duraksadı, sert nefesler vermeye başladığında yavaşça uzanıp deri ceketi aldı ve sessizce üzerine giydi. "Güzel," dedi sadece.

"Bir şey demeyecek misin?"

"Hayır."

"Ölmesini istedin."

"Buna rağmen hâlâ yanımdasın, öyle mi?" dedi, sesini yükselterek. "Çünkü öyle yapmanın bir nedeni vardı."

"Yoktu. Ölsün istedim."

"Hayır." dedim, kafamı iki yana sallayarak. "Çıkıyor muyuz terasa?" dedi. "Senden nefret etmemi mi istiyorsun?"

"Edemezsin." dedi, yatağın üzerindeki battaniyeleri tek koluna alıp bana baktığında. "Ne bu özgüven? Mirza'nın tırnağı olamazsın benim için ve eğer ona bunu yaptıysa-"

Gülerek, "Yaptım." dedi. "Yaptıysam ne olacak?"

Ne olmuştu ona?

"Sen yaptım desen bile buna inanmayacak kadar seni tanıyorum."

"Beni tanıyorsan o zaman neden bu sikten konuyu bana hatırlatıyorsun Melâl?" Alnında beliren damara gözlerim değdiğinde kaşlarımı çattım. "Bana bağırma." dedim, kısık bir sesle.

"Yalvarırım, lütfen bu konuyu kapat. Lütfen." dedi, sakinleşmek adına art arda nefesler alıp verirken. "Peki." dedim, bulunduğumuz ânın gerginliğini yatıştırmak adına bir adım atarak.

Başka zaman soracaktım, bunu öğrenecektim.

Elini bana uzattığında tutmamı beklemeden kollarımın altına ellerini koydu ve ayağa kaldırdı. Ayaklarım kısa bir anlığına boşluğa düştüğünde düşecek gibi oldum ama Asef belimden kavrayıp endişeyle beni izledi. "Tekerlekli sandalye alıp geleyim mi? Yürümekte zorlanacağını söylemişti doktor." Kafamı iki yana salladım ve bir süre onun da desteğiyle ayakta bekledim.

Öne doğru bir adım atıp bekledim ve zor da olsa yürümeye başladım. "Özür dilerim," dedi, belimi okşayıp dikkatle adım atmama yardım ederken. "Ne için?"

Kapının önünde durduğumuzda ofladı. "Bağırdığım için." dedi. "Bağırılmasını hiç sevmiyorum, bir şeyleri kır dök ama kırdığın ya da bağırdığın bir başkası olmasın. Tamam mı?" Babamın sesleri kulaklarımda çınladı. Annemin inleyişleri. Acıdan ve ağrıdan gecelerce uykusuz kaldığı o günler kulaklarımdaydı.

"Tamam, bir daha asla olmayacak. Söz veriyorum." Başımı sallayıp kapıyı açmasını bekledim, kapıyı açtıktan sonra tekrar iki elini belime koydu ve beraberce yürümeye başladık. Gözlerimi acıtan ışıklar yüzünden bir süre başımı öne eğerek yürüdüm, önümdeki kırmızı yönlendirme işaretlerini izledim ve bazı işaretlerde Asef'i de güldürecek şekilde zıpladım.

"Kaldırımlarda çizgiye basarsam az sonra öleceğim diyerek oyun oynardım, hâlâ bunu oynarım ve çok seviyorum. Eğer çizgiye basarsam da 'zaten içimden söylemiştim, bir şey olmaz ki' diyordum. Çok eğlenceli bence. Bir gün seninle de oynayalım." Gülerek başını aşağı yukarı salladı.

"Çizgiye basarsanız ölürsünüz sizi lanet olası insanlar!" dedi sesini kalınlaştırarak. "Güzel oyun olurdu, otuz altı numara giyen kızlar ölmez; siz erkekler hemen ölürdünüz."

"O zaman erkeklere ölüm diyebilir miyiz?" Belli belirsiz onu onayladım.

"Erkek düşmanı olmak istemem ama isterseniz ölün, biz bir şey kaybetmeyiz." Uzun koridorda dümdüz yürüyüp iki tane asansörün bulunduğu yerde durduğumuzda belimden tutup beni kendine çekti ve cıkladı. "Bak bak bak bak, iki dakikada beni de öldürdü. Vay be. Sus sus, hayır konuşma. Duydun sesini, evet o ses kalbime aitti. Sus hayır, dinlemek istemiyorum."

Sessizce verdiği tepkileri izledim ve gülümsedim. "Öperim seni, deli adam."

"Delin adam, öp o adamı." Elimde sıktığım meyve suyunu sıkmayı bırakıp başımı göğsüne yasladım. Hastane gece vakti olduğu için neredeyse bomboştu, asansör kattaydı ama basmıyorduk.

"Çok güzelim değil mi? Hahayt! Şu yanaklara bak, şu gıdığa bi' bak. Hani deli olunacak kadar da güzelim be!" dedim, kıkırdayarak. "Hahayt!" dedi benim gibi. "Öylesin be. Valla öylesin."

Saçlarımda dudaklarını gezdirip öperken asansör düğmesine bastı ve birkaç saniye sonra asansörün kapısı açıldı, asansörün aynasından ikimizi gördüğümde duraksadım.

Başım göğsündeydi, diz kapağımın altında biten mavi elbiseye saçlarım dökülmüştü, yaka kısmında biraz kan vardı. Belimdeki elleri yüzünden kalçam daha belirgindi. Asef'in yanında kısa kalıyordum, ayaklarımı kaldırarak göğsüne anca geliyordum ve indirince daha aşağıda kalıyordum.

Gri eşofmanı kalçasını daha fazla belirginleştirmişti, az önce giydiği deri ceketi de sırtını çok daha güzel gösteriyordu.

Çok güzeldik böyle, biz çok güzeldik.

"Kapanacak," dedi, o da benim gibi bizi izliyordu ve dudaklarında ufak bir gülümseme asılıydı. "Kapısı yani." diye tamamladı. "Girelim." dedim, elimdeki meyve suyunu sıkıca kavrayıp göğsüme bastırırken.

"Bekle." diye adım atmadan belimden sıkıca kavradı ve elini cebine atıp telefonunu aldı. Ekranda bir süre oyalanıp en sonunda telefonu karşıya doğrulttu ve açtığı kamerada ikimizi gördüm.

"Ortaya mı basıyorduk çekmek için lan?" deyip kendi kendine homurdandığında kendimi tutamadan güldüm ve o anda kameranın sesi yankılandı kulaklarımda, asansörün aynasına baktığımda gülüşüm de görünüyordu ve o gülüşümü de çekmişti.

"Allah belamı versin ki o gülüşü kalbime çiviletip gezerim." Burnunu saçlarıma yaklaştırıp derin nefesler alırken telefonu kapatıp tekrar eşofmanının cebine attı. "Melâl, buram buram şiir kokuyorsun. Yorulduğunda geriye yaslanıp ellerini boynunda gezdirmen bile üç dizelik şiir. Öyle deliyim ki sana, bak harbiden diyorum öyle deliyim ki. Anlatamam."

Sessiz kalıp daha sıkı sarıldım ona, o da gülümseyerek sıkıca sardı beni ve yavaş adımlarla asansörün içine yürüyüp aynadan son kez birbirimize baktık. Sırtımızı aynaya verip kapanan kapıyı izlemeye başladığımızda koridordan yaşlı bir teyze bize bakarak geçti ve, "İyi geceler." diye mırıldandı sevecen bir sesle. Bir hastanın refakatçisi olmalıydı.

Biz cevap veremeden kapı tamamen kapandı.

Asef en üst katın düğmesine basıp birkaç düğmeye daha dokunduğunda bana bakarak göz kırptı ve tekrar numaralara basmaya başladı. Diğer eli hâlâ benim tenimdeydi, gözlerim kayıyordu bu detayı hatırladıkça.

"Asef?" diye mırıldandığım sırada yanıma yürüyüp aynaya yüzü dönük şekilde karşımda durdu ve dudaklarını büküp, "Hı?" dedi.

"Sana fena yanıyorum ben, biliyor musun?"

"Hı?"

"Yanmak. Cehennem sanki içimde, sana bakarken kalbimdeki bahçe adın oluyor; sana bakmazken de damarlarıma mayınlar döşenmiş gibiyim, tüm yangınlar göğsümde gibi." Başımı aynaya doğru yaslayıp yavaşça kolumu kaldırdım ve ellerimi yüzüne götürdüm, "Gözlerine bak...Kirpiklerin...Kusurların var mı hiç görmüyorum, öyle kusurun yok ki bende. Canım oğlanım benim." Derin bir nefes aldık aynı anda.

"Aşka mı geldin sen?" diye dalgalı bir ses tonuyla karışık konuştuğunda elimi yüzünden ayırdım ve omzumu silktim. "Hiç gitmedim."

"İyi bakalım." dedi sadece ve o da aynaya sırtını verip bekledi, birkaç saniye sonra başını eğip omzuma yaslandığında, "Seni sevip sevmediğimi bilmiyorum," diye fısıldadı. Cehennemin sönmez ateşi göğsüme sıçradı, göğsümde bitmek üzere olan bir mum eridi ve aynı hızda dondu.

"Anladım." dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. "Bunu bana söyleme amacın ne?"

"Sen beni seviyorsun, ben ise bundan emin bile değilim."

"Sen beni sevmesen bile, seni seveceğime emin ol. Bunu bil yeterli." Gözlerinin yüzümde olduğunu biliyordum ama dönüp de ona bakamıyordum. "Melâl...Sana körkütüğüm, sana bağlıyım, sana yangınım, evrende benim için var olan her şeyin ucunda sen varsın. Evden bir metre uzaklaşınca kaybolmuş hissedersin ya, ben sensizliğe öyleyim işte. Ama..." Sustu.

"Ama beni sevmiyorsun." diye tamamladım onu. Asansör en üst kata çıkıp sarsıntıyla durduğunda sırtımı aynadan uzaklaştırdım ve elimde sıktığım meyve suyuna baktım sessizce. "Açıkçası umurumda değil beni sevmemen. Senin için var olan her şeyde ben varım, kendin söyledin. Kafana silah dayamadığım sürece beni sevme." Gülerek ona omzumun üzerinden baktım ve sahte bir kızgınlıkla kaşlarımı çattım. "Ama kafana silah dayadığımda...Bittin sen oğlum."

"Kötü bir insansın sen, biliyor musun?" dedi o da oyunuma uyum sağlayarak. "Hı," dedim, "Günde beş öğün bunu duyuyorum."

"Oha, o kadar mı diyorum be? Neden kızmıyorsun bana?"

"Öyle konuşunca tatlı oluyorsun, kızasım kaçıyor."

"Öpesin geliyor mu peki?"

"Hıhı."

"Onu biz günde yirmi dört öğüne çıkarsak mı acaba ya?" dedi, asansör kapısı açıldığında adım atmama müsaade etmeyip hemen kolunu belime sararak.

"Git başımdan adam, tokat manyağı yaparım seni."

"O bıcırık minicik küçücük ellerinle beni sabahtan akşama kadar tokatla, sesim çıkarsa şerefsizim." Ters bir bakışla ona döndüğümde bir süre anlamsız bakışlarla beni izledi ve sonradan gözlerini açarak hemen bağırdı, "Beni tokatlarsan çığırırım, çığlıklar atarım. Şu bakışlara bak, bebek diye aldık Chucky çıktı içinden. Ay, içim gıdıklandı bakma lan öyle."

"Ay mı?"

"Şhh, kimse duymasın."

"Gerçekten bazen çok şaşırıyorum nasıl bu kadar korkuyorlar senden diye...Ay diyor ya, resmen ay diyor...Aslan miyavlıyormuş gibi bir his..." Asansörden karanlık koridora dağılan ışık kapının kapanmasıyla yok olduğunda ileriden sesi gelen rüzgârı dinlemeye başladım, Asef'in eli belimdeyken başka neye odaklanabilirdim, bilmiyordum.

"Korkmalarını istediğim için korkuyorlar."

"Senden korkmam mı gerekiyor?"

"İstersem evet."

"Senin de benden korkman gerekiyor, eğer bana korkuyu verirsen sana tüm zararları verecek kadar bencil olurum." Durduğumuz yerde ilerideki uzun lambadan gelen loş ışıktan başka bir ışık yoktu, yüzlerimiz birbirine çok yakındı ama karanlıktan dolayı bunu fark edemiyorduk. "Biliyorum," diye cevapladı beni. "Ama beni seviyorsun, bana vereceğin tek bir zarar senin de canını yakar. Yanılıyor muyum?"

"Senden önce senin yüzünden öleceğime, senden sonra senin ölümüne sebep olduğum için ölürüm." dedim sakin bir ses tonuyla.

Yavaşça bir adım atıp beni de hareketlendirdiğinde gülüşünü duydum. "Canım Melâl'im...Ulan, çok seviyorum var ya. Yemin ederim şu duruşuna, gücüne öyle deli oluyorum ki." Belimdeki elini omzuma götürüp beni sertçe göğsüne bastırdı ve saçımdan öptü.

"Benden hiçbir zaman korkmayacaksın, korkmazsın da. Korkmanı da istemem. Biliyorum çünkü." Dudakları birkaç kez hareket etti ama asla konuşamadı, en sonunda sessizce fısıldadığında, "Çünkü, ondan da korktun sen. Babandan. Ben asla o olmam, benim yıkılışım o olmak olur. Anladın mı beni?" dedi.

"Anladım," diye cevap verdim ona. "Artık çıkalım mı şu yukarı? Metrekareye düşen her adımda on dakika durup konuşuyoruz."

"Seninle konuşmayı çok seviyorum, sevmeyeyim mi?"

"Sev, sev ama ağır çekimde bir hayatı yaşıyormuşuz gibi konuşmayı sevme."

"Seni de çok seviyorum, daha çok seveyim mi?" Rüzgârın uğultusu artık daha yakınımızdan gelmeye başladığında adımlarım hızla kesildi ve yutkundum, önümüzdeki beyaz lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. "Ama..." Devamını getiremeden bir kez daha yutkundum.

"Melâl, daha ilk baştan beri bu böyleydi. İnandığım tek doğru seni sevmekti ve bu daima böyle olacak."

"Lan sen çift kişilikli misin? Lan sen manyak mısın?" diye bağırdığımda gülerek beni daha çok bağrına bastırdı. "Senin o büktüğün dudaklarını görmeyi çok seviyorum, ha bir de birinin sevgisine ihtiyacın olmadığını o kadar gösteriyorsun ki, bunu her gördüğümde de sana tekrar hayran kalıyorum."

"Ha, yani manyaksın!"

"Hı."

"Geriyorsun beni."

"Yaşlanmanı geciktiriyorum işte."

"Allah belanı vermesin."

"Lan, sıfata bak. Şhh, oğlum yerim." Eliyle yanaklarımı sıkıp dudaklarımı öne çıkardı ve gülerek beni izledi. Kalbim ağzımda atıyordu ve o hâlâ işin dalgasındaydı.

Beni sevdiğini söylemişti.

Nasıl anlatabilirdim ki bu hissi içimde bir yerlerde beş yaşında kalan o çocuğa?

Dinle. Sevgili çocuğum. Onun beni sevdiğini bilirken ilk hissettiğim şey şuydu: Yedi cephenin yedisinden de galip çıkmış bir vatan, yedi cephenin yedisinden de şehit olan yetmiş bin asker, yedi cephenin yedisinden de sağ salim çıkan ufacık çocuklar, yedi cepheden aynı anda çıkan ölüm, kalım, sevinç, yaşam, feryat, cenaze ve doğum.

Onun beni sevmesi bu işte.

"Boşluğa bakarken içinde neler olduğunu çok fazla merak ediyorum." diye mırıldanıp alnıma değdirdiği dudaklarını geri çekti. "Düşünceler işte, asla sonu gelmiyor."

"Bana kırgın mısın?"

"Kırgın olacağım bir şey mi yaptın ki?"

"Bazen bunu çok yaptığımı ve senin kendi kendine bana darılıp sonra barıştığını biliyorum, bunu istemiyorum, bana bağırıp çağırsan daha az acır canım."

"Beni tanıyorsun, nasıl?"

"İzin veriyorsun, bu sayede."

"Hadi çıkalım," dedim kısa bir süre yüzüne hayranlıkla bakakaldığımda. Omzum çok acıyordu ve soğuk her tenime değdiğinde bu acı katlanıyordu. Başını aşağı yukarı sallayarak üzerimizdeki lambanın yanında bulunan yuvarlak düğmeye dokundu ve önümüzde duran gri kapıya omzunu bastırdı.

Birkaç saniye sonra soğuk o kadar büyük bir hızla yüzüme çarptı ki olduğum yerde sendeleyip kaşlarımı çatarak açtığı kapıdan görünen yıldızlara ve yüksek binalara baktım. "Çok soğuk."

"3 ay kaldı güneşli günlere."

"Soğuğu severim."

"Ben de."

"Ama bu popomun donmayacağı anlamına gelmez."

"Katılıyorum." diye destekledi beni.

Asef bir süre sonra ciddi bir ses tonuyla, "Bundan sonrasında ne olacak?" diye merakla sorusunu sorduğunda omzumu silktim. "Hayatım normal bir şekilde devam edecek."

"Planlarım var. Bunlara uymalısın."

"Kendi planlarına kendin uy."

"Planları öğrenince görürüm ben seni. Şimdi anın güzelliğinde kalalım." dedi, bugün çok durgundu.

Soğuktan hiç etkilenir gibi bir hâli yoktu, kolundaki iki kalın battaniyeyi dikkatlice açıp bana doğru yürüdü ve iki battaniyeyi de sıkıca sardı üzerime. "Yirmi dakikadan fazla durursak donarız, Haziran'a kadar da matkapla delseler yine erimeyiz."

"Aşkım yakar, ikimizi de."

"Bak, bak. Edebiyatçıya bak."

"Şaka bu arada."

"Aşık değil misin bana şimdi?"

"E bir zahmet."

Duraksadı.

"Gel," deyip yüzümü ceketinin arasına sıkıştırdı ve ona engel olmama izin vermeden yürümeye başladık, kapıdan çıkıp soğuğu tam anlamıyla hissettiğimizde kapıyı ayağıyla örttü ve yüzümü ceketinin arasından çıkartıp bana baktı. "Hasta olacağız, dikişlerin sabaha kadar sızlayacak acıdan. Neden kabul ettim ki dışarı çıkmayı?"

"Acımayacak. Üşümüyorum, gerçekten." Sardığı battaniyeler o kadar soğuğu engelliyordu ki bacaklarım ve yüzüm dışında üşüyen ya da soğuğu hisseden başka bir yerim yoktu. "Sen üşüyorsan inelim, sadece biraz hava almak için çıkmak istemiştim zaten."

"Yok," dedi, "Üşümem ben."

"Burnun kızardı, yalancı."

"Senin de kızardı, sen de mi yalancısın?"

"Sus, cevap verme bana."

"Sustur."

"Ağzına yumruğumu sokmamı mı istiyorsun?"

"Lan, hani ayağını sokacaktın? Bu da mı yalandı be."

"Deli, öperim seni. Sus ve oturacağımız bir yer bul bize."

"Seni betona oturtur muyum ben? Bak bi' şu sıfata. Bu sıfat seni betona oturtur mu incecik elbiseyle?" Benim cevap vermeme gerek kalmadan cıkladı. "Ben şuraya oturuyorum," diyerek kapının yanındaki küçük bir deponun ve çatının olduğu duvarı gösterdi. "Sen de kucağıma oturuyorsun."

"Olur." dedim bir an olsun itiraz etmeyi düşünmeyerek. Serçe parmağından tutup gülümseyerek ona baktım. Parmağını tutan elimi gördüğünde sertçe yutkundu ve derin bir nefes aldı. Birkaç adımda duvarın yanına ulaştı ve ben de onunla beraber yürüdüm. Elimi hiç bırakmadan yere oturup sırtını duvara yasladı, diğer eliyle dizlerine iki kez vurup elimden tutarak beni üzerine çekti.

"Otur," dedi, "Melâl'im benim, canımı veririm senin o minicik, tombul ellerine." Bileğimden tutup elimi dudaklarına götürdü ve hafifçe avuç içimi öptü.

Gülümsedim.

Kucağına oturmak için eğilip ağırlığımı vermeye çekinerek yavaşça oturmak istediğimde beni hızla kucağına oturttu ve kollarını aynı hızda bana sardı.

"Hadi iç meyve suyunu." dedi, burnumun ucundan öpüp derin bir nefes alırken. "Ben içireyim mi? Ellerini de battaniyeye sok, üşümesinler." Elimdeki meyve suyunu almak istediğinde elimi geriye çekip onu durdurdum, "Üşümezler, kendim içeceğim." dedim, elini yanına indirdi ve, "Peki." diye mırıldandı.

Sırtını duvara iyice yaslayıp rüzgâr estikçe gözlerinin önüne düşen kıvırcık saçlarını geriye itti ve pipeti deliğe sertçe sokup bana doğru göz kırptı. Gülümseyerek pipeti dudaklarıma yaklaştırdım, başımı da göğsüne yaslayarak gözlerimi gökyüzüne çevirdim.

Vişne tadı ağzımda dağıldığında keyifle gözlerimi kapadım ve yutkundum, "Çok özlemişim bu tadı." dedim. "Ben de çok özledim." dedi.

"Meyve suyunu mu?"

"Annemden hiç bahsetmedim sana. Anlatmamı ister misin?"

"Hayır." dedim, beklediği bir cevap olacak ki hiç şaşırmadı. "Ben öğrettim ona yazı yazmayı, bilmezdi hiç. Gecenin bir köründe uyandırıp deftere çizdiği harfleri gösterip güzel mi diye meraklanırdı. Annem öyle çocuktu ki, Melâl; ben ondan daha büyüktüm. Sonra bir gece yarısı, ilk defa uyanmadım; uyandırmadı beni. Aynı saatte kalktım, sobanın kenarındaki mum bitmişti, defterin her yerinde adım yazıyordu." Yutkundu. "Anneme bakındım, adımı yazabildiği için ona kocaman sarılacaktım."

Bir süre konuşmadı. Yarayla dolu olan ellerini dizlerimin üstüne koyduğunda fısıldadı kulağıma doğru. "Yazdığı benim adım değilmiş, adımın anlamıymış." dedi. "Annem ölmeyi istiyormuş, istediği tek şey adımı yazabilmekti. Asef, ölüm demek. Kanlı yemenisi üstüme atıldığında öğrendim." diye devam etti.

"Ama-" diyeceğimi anlamış olacak ki beni başını sallayarak onayladı. "Ölmedi, yaşıyor. Biliyor musun? Bir tane de kızı var, adı Narin." Meyve suyunu tutan ellerim boşluğa düştüğünde benim yerime kutuyu tuttu. "Bugün gitti benim annem, geçmişle aram iyi değildir ama bıraktığı izlerin tarihi aklıma kazılıdır. Bugün adımdan o kadar nefret ediyorum ki, Melâl. O kadar istiyorum ki adsız olmayı."

Meyve suyunu dudaklarıma götürdü, özenle içirdi. "Sadece oğlun olayım mı bugün?"

"Her zaman öylesin," diye mırıldandım, göğsüne yasladığım başımı kaldırıp ellerimi yanaklarına götürdüm ve yüzünü sevdim. "Canım çocuğum benim, sarılalım mı? Dünyalar kadar." Meyve suyunu kenara bırakıp gülümsedi, başını sessizce aşağı yukarı salladı. "İyi olur." dedi.

Ellerini sırtıma sarıp beni sıkıca kendine bastırdı, "Bırakmasan beni, kalsan hep." Sesinde anlamadığım bir şekilde pişmanlık vardı. "Bırakmam, kalırım hep." dedim.

"Teşekkür ederim, Melâl."

"Rica ederim, oğlan."

"Artık eminim." Ensesinden boynuna doğru götürdüğüm ellerimi elleriyle tuttu, "Neden eminsin?" diye merakla ona baktığımda yeşil harelerinin etrafını saran kan damarlarını gördüm.

"Bilmeni istemem."

"İpucu?"

"Kaba bir şekilde mi, beyefendi bir şekilde mi?"

"Küfür mü edeceksin bana be?" Güldü. Derin bir nefes alıp bacaklarımı açtı ve kucağına iyice oturttu, çenemden tutup yüzümü yüzüne bir nefes kala durdurdu.

"Sevgilim ol." Omzunu silkti. "Daha kaba bir şekilde ise, sensiz geçen her günün amına koyayım. Anlıyor musun beni?" Kısa bir süre yüzümü izledi, "Bak, yirmi dokuz yaşındayım bir sana deliyim böyle, sevmedim ben kimseyi bu kadar. Canım...İki gözüm seni bir daha göremesin ki ben senden çok sevmedim kimseyi hiç, valla."

Yere koyduğu meyve suyunu eline alıp kalanını da içirdiğinde dudağımın kenarına akan meyve suyuna çevrildi gözleri. "Özür dilerim, kızma." Ne olduğunu anlayamadan ve daha ağzımdaki meyve suyunu yutmama fırsat vermeden dudaklarını dudaklarıma bastırdığında bundan sonra yaşayacağım hayatın ilk adımını o atmıştı.

Dudağımın kenarındaki meyve suyunu diliyle alıp oradan öptü ilk önce. Nefeslerim o kadar hızlıydı ki benden ayrılmadan onunla buluşuyordu.

Gözlerim kapandığında dudaklarımın üzerinde gezinen dilini hissettim, alt dudağımı dudaklarının arasına alıp kendine doğru çekti, ardından ağzımdaki meyve suyunu da susuz kalmış gibi içmeye başladı. Bir eli belimde gezinirken diğer eli boynumdaydı, nabzımı okşuyordu.

Eliyle boğazımı tutup üst dudağımı da diliyle ıslattı, ellerimi kıvırcık saçlarına götürüp kendimi ona bastırdığımda dudaklarımdan ayrılmadan tüm nefesimi kendine ait kılmak ister gibi öptü beni.

Bundan sonrası için ilk planım, öldüm sandığım ilk anda onun dudaklarındaki hayattan bir nefes almak olacaktı. Dudaklarında yaşıyordum, mümkün müydü bu?

Dakikalar sonra nefes nefese kendini geriye çektiğinde gülümsedi. "Dudaklarının üzerinde kurulu bir rönesans, tadında bir isyan kol geziyor. Canım, sen öyle güzelsin ki..." dedi, ters bir tepki vermemden korkuyordu, şu an tek verebileceğim tepki onu daha fazla öpmek olurdu.

"Ah canım," diye fısıldadı kulağıma doğru. "Tadın o kadar güzel ki. O kadar güzelsin ki." Boğazımdaki elini çenemde durdurup baş parmağıyla dudaklarımı okşadı. "Şimdi," Baş parmağını dişlerime sürterken yanağıma bir öpücük kondurup fısıldayarak, "Sevgilim misin?" dedi, bir kez daha öpmek için izin alır gibiydi.

Başımı iki yana sallayıp dudaklarımın üzerindeki parmağının ucunu öptüm.

"Hayır," dedim, "daha fazlasıyım."

Kendimi ona daha çok bastırıp ellerimi boğazından ensesine kadar tenini tırnaklayarak götürdüm ve uzun siyah saçlarım yüzüne düşerken dudaklarını öpmeye başladım. Dudaklarının arasından kısık bir inilti döküldüğünde gülümsedim, nefessiz kaldıkça nefeslerini çaldım.

Yorgun argın geldiğim dünyadan onsuz gitmek istemiyordum.

Yorgun argın bir Melike her onları yazdığında çok iyi hissediyor. Mutluyum.

Siz nasılsınız? Nasıl olduğunuzu yazdıysanız bir de bölüm hakkında düşüncelerinizi de almak isterim. Ay öpüştüler resmen. Şak diye pat diye öpüştüler.

Bu kadardı. Kendinize iyi bakın, çok seviyorum sizi, tüm güzel hisler içinizde olsun.

Twitter'dan #elemölümyeşili hashtagiyle sevdiğiniz kısımları paylaşırsanız mutlu olurum, sevinirim gülümserim.

Uf çok konuştun sus artık.

Instagram: mellikegvnc
Twitter: mellikegvnc
Wattpad: melikegvnc

Continue Reading

You'll Also Like

25.5M 907K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
308K 14.8K 72
4 arkadaşın numara komşuları üzerine iddiaya girmeleriyle başlar her şey... Argo, küfür vs. içerir!!!
172K 8.5K 20
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
1.2M 86.4K 59
Çilek Alança Yıldırım mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Çilek Alança Saruhan? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek...