Ateşten Buz (+18)

Bởi mammamia132

8.4M 463K 936K

(+18 cinsellik ve şiddet!!) ~•Can l kiss you, before l kill you..? 'Kötü deyin, bencil deyin, zalim deyin.. N... Xem Thêm

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 28
Bölüm 29 (kitabın adı değişiyor)
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 44
Bölüm 45
Bölüm 47
Bölüm 48
Bölüm 49
Bölüm 50/ Part1
Bölüm 50 Part/2
Bölüm 51
Bölüm 52
Bölüm 53
Bölüm 54
Bölüm 55
Bölüm 56
Bölüm 57/ Part1
Bölüm 57/ Part2
Bölüm 58/ Part1
Bölüm 58/ Part 2
Bölüm 59
Bölüm 60
Bölüm 61
Bölüm 62
Bölüm 63
Duyurudur!
Bölüm 64
Bölüm 65
Bölüm 66

Bölüm 46

120K 6.3K 16.8K
Bởi mammamia132

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar.

450K🎉





***

"Mavi olanı da alsana!" diye bağırdı Berşan, arabanın yanındaki elleri poşetlerle dolu Alparslan'a.

"Kaç tane kolum var amına koyayım!?" Alparslan'ın iki elinde en az yirmi beş tane bebek mağazası poşeti vardı.

Berşan gözlerini kocaman açarak bir elini hâlâ dümdüz olan karnına bastırdı ve "Doğru konuş çocuğumun yanında." diye cırladı öfke saçan bakışlarla.

Barlas ve Berşan henüz nokta tanesi kadar olan çocukları için resmen üç mağazalık alışveriş yapmışlardı ve sebebini anlayamadığım bir şekilde bazı poşetleri benim evime getiriyorlardı. Bahçemde oturduğum şezlongtan arabalarının yanında bağırşan insanları izlerken yarısını ısırdığım patates cipsinin diğer yarısını da hemen yanımda oturan Deimos'a verdim.

Barlas sıkıntıyla siyah cipine yaslanmış, tartışan Alparslan ve Berşan'a bakıyordu. Aralarına girmek istemiyor gibi duruyordu.

"Berşan'cığım," dedi Alparslan dişlerini sıkarak. "Hayatım, yeğenimin annesi.., çocuk daha nokta kadar nokta! Şişme havuzu ne yapsın?"

Berşan yerdeki şişirilmemesine rağmen kocaman duran şişme havuza baktı ve üzgün bir tavırla konuşmaya başladı. "Ama çocuğum yüzmesin mi?"

Alparslan derin bir nefes verdi. "Yüzsün tabi yüzsün de, hani önce bir doğsa mı acaba?"

Berşan yeniden kaşlarını çattı. "Erkenden hazırlık yapıyorum işte, hem sen ne anlarsın be. Kaç kere doğurdun?" Eli hâlâ poşetlerle dolu olan Alparslan'ı kenara ittirdi ve söylene söylene bana doğru gelmeye başladı. "Anayım ben ana!"

Kokteylimden bir yudum aldım.

"İzo," dedi Berşan kendini yanımdaki şezlonga atarken. "Senin bu sevgilin beni çok üzüyor. Gelirken çocuğumun canı Passiflora Edulis çekti, alamadık onun yüzünden."

Berşan hamileliğim keyfini dibine kadar sürüyordu. Bir doktor olarak elbette ki henüz bir aylık bir bebeğin canının egzotik meyve çekemeyeceğini o da farkındaydı ama neden bunu kullanmasındı ki. "Passiflora Edulis'i nerede bulmayı düşünüyordun acaba?" dedim kıkırdarken.

Omuz silkti. Onu tanımasam bunu gerçekten de kendine dert edindiğini düşünecektim.

Sehpadaki armut dilimlerine batırdığım çatalı ağzına doğru uzatırken "Al armut ye," dedim. "Anadolu çocuğuyuz kızım biz, öyle passiflora falan bozar bizi."

Bir kahkaha attıktan sonra çatalla ona uzattığım armut dilimini ağzına attı. Barlas ve Alparslan hâlâ neden benim evime getirdiklerini anlayamadığım kocaman poşetlerle buraya doğru yürüyorlardı.
"Onlar ne ya?" dedim poşetlere bakarken. Berşan, Barlas ve Alparslan mahzendelerdi. Bense bazı işlerimi halledip eve gelmiştim, bana gelmesi için Berşan'ı aradığımda o diğerlerini de çağırmıştı ve ben aradıktan yaklaşık üç buçuk saat sonra -yani şimdi- nihayet gelebiliyorlardı.

Berşan'ın kocaman sırıtması neredeyse kulaklarına ulaşırken tatlı bir sesle konuşmaya başladı. "Biz Barlas'la şöyle biraz bebek şeylerine bakınalım dedik." Kesinlikle biraz bakınmışlardı(!) "Sonra Barlas dedi eşyaları benim evime götürürüz, ben dedim hayır benim evim. Çünkü çocuk benim içimde değil mi? Hani ben doğuracağım falan.." İmâlı bakışları Barlas'ın üzerindeydi.

"Ee," dedim keyifle.

"Sonra bir baktık kavga ediyoruz. Ben de biliyorsun ki çok mükemmel bir zeka seviyesine sahip olduğum için dedim ki." Elini ağzına götürerek abartılı bir şaşkınlık nidası çıkarttı. "Aa bizim teyzoşumuz zengin. Onun evinde dedim bol bol yer vardır dedim. Biz çocuğumuzun yaşayacağı uygun yeri bulana kadar, çocuğumun teyzoşu onun eşyalarına kapısını açar dedim. İyi demişim değil mi?"

Gülmemek için kendimi sıkarken "İyi demişsin." dedim Berşan'a. Bu kız ciddi anlamda çatlaktı. "Bir tanecik yeğenimin," Barlas'a yandan bir bakış attım. Poşetleri az ilerideki verandaya doğru götürüyordu. "Yani İzel'in, tabi kız olursa. -Erkek olursa diye de aklımda birkaç alternatif var. Mesela İzcan veya İzhan.. henüz düşünme aşamasındayım.- Eşyaları tabiki evimde kalabilir."

Barlas arkası bize dönük bir hâlde yürürken "Çocuğumun adı İzel olmayacak," dedi melodik bir sesle. "İçinde İz de geçmeyecek."

Göremese de ona ters bir bakış attım.

"Her neyse, neler aldınız bu kadar?"

Berşan oturduğu yerden, ayakta dikilen Alparslan'a yanındaki poşetleri işaret etti. "Şunları versene."
Hakikaten de sekiz ay boyunca Berşan'dan çekeceğimiz vardı.

Alparslan şaşırtıcı bir şekilde söylenmeden poşetleri aldı ve benim oturduğum şezlongta yanıma oturdu. "Al." Berşan, Alparslan'ın uzattığı poşetleri açarak içerisinden bir şeyler çıkartmaya başlarken hevesli görünüyordu. Bu hâli beni gülümsetti. Onlar için mutluydum. Gerçekten öyleydim. Benim bebeğimin aksine o bebek çok şanslıydı. Evet, içine doğacağı dünya zaten yeterince kötüyken bir de ailesi yüzünden iyice kötü ve tehlikeli bir dünyaya doğmak zorunda kalacaktı ama onun arkasında hep onu gözünden sakınacak, koruyacak kişiler olacaktı. Biz olacaktık.

Çünkü onun annesi bulunduğumuz duruma rağmen ondan vazgeçemeyecek kadar güçlüydü.

Çünkü onun babası gerçekten de, bebeğini öğrendiğinde beklenmedik ve tehlikeli olmasına rağmen bir saniye bile tereddüt etmeden onu bağrına basabilecek kadar iyi bir adamdı.

Çünkü onların bebeği bir kazaydı. Ama herkesin onayladığı bir kaza.. İki tarafın da razı olduğu bir kaza..

Benim bebeğim de melek olmuştu değil mi, oralardan bir yerlerden bizi görüyordu?

Berşan onu asla öğrenmeyecekti. Biliyordum, adım kadar iyi biliyordum ki eğer öğrenirse yanımda her bebek mevzusu açıldığında gerilecekti. Bunu konuşmak istemeyecek, heyecanını yaşayamayacaktı.. Bunu istemiyordum. Berşan her şeyin en iyisini hak ediyordu. O hâlde en iyisini yaşamalıydı.

Berşan hışırtılar eşliğinde poştlerden birkaçını şezlonga boşalttığında gördüklerimle gözlerim kocaman açılmıştı. "Berşan bunlar ne?" diye sordum gözlerimi, Berşan'ın nasıl bir anne olacağı konusunda endişelenmeme sebep olacak şeylerin üzerinde gezdirirken.

"Oyuncak silahlar." dedi rahatça.

Pembe baskılı bir tabancayı kavrarken resmen oyuncağa sevgiyle bakıyordu. "Şuna bak çok şeker."

Alparslan sanırım bir şokun etkisi altındaydı. "Hadi havuzu bile anladım ama, doğmamış çocuğa bir sürü tabanca mı aldınız?"

Berşan elindeki pembe silahı bırakarak bir başka oldukça gerçekçi görünen bir tabancayı kavradı. Küçük bir modeldi ama bildiğin gerçeğinin kopyası olmuştu.
"Siz kafayı sıyırmışsınız." dedi Alparslan başını iki yana sallarken. Gerçekten de Berşan'ın delirdiğini düşünüyormuş gibi bakıyordu. Pek haksız da sayılmazdı açıkçası..
Berşan sırıttı ve "Çok güzeller değil mi?" diye sordu Alparslan'ın sözlerini umursamadığını belli edercesine. Elindeki silahı havaya kaldırarak tek gözünü kapatırken "Böyle oyun falan oynarız," diye mırıldandı keyifle, hemen ardından ağzıyla 'pew pew'a benzer bir silah sesi çıkarttı. Tetikteki parmağını bastırdığında birden patlyan silahın içinden çıkan gerçek kurşun, Berşan'ın nişan aldığı verandadaki saatin tam ortasına -yani akrep ve yelkovanın birleştiği o noktaya- isabet ederek saatin yere düşmesine sebep olmuştu.

"Berşan!" dedim bağırırcasına. Elindeki gerçek silahtı.

"Aa," Berşan elindeki tabancayı yan çevirdi ve mermi yatağını açtı. Alt dudağını dişleri arasına alırken "Ben arabadayken kendiminkini de atıvermiştim poşetlerden birine, bir yanlışlık olmuş." dedi gergin bir gülümsemeyle.

Göz devirdim. "Berşan allah için kaldır şunları. Çocuğa ne bileyim oyuncak bebek, araba falan alınır. Silah ne?"

Alparslan söylene söylene ayağa kalkarken "Ruh hastası," diye mırıldandı ağzının içinden. Berşan plastik oyuncaklardan birini bize arkasını dönen Alparlsan'ın kafasına fırlattı, Alparslan arkasını bile dönmeden kolunu geriye atarak oyuncağı kendine çarpmadan yakaladığında Hyena'nın havlamaları bahçenin içinde yankılanıyordu.

"Alparslan, Hyena'nın zincirini çözsene. Dolaşsın." diye seslendim arkasından. Alparslan beni onaylayarak havuzun etrafından dolaşarak Hyena'nın geniş kulübesine doğru ilerlerken ben kaslı sırını izliyordum. Üzerinde siyah, vücudunu tam ölçüsünde saran bir gömlek ve yine aynı renk bir pantolon vardı. Ayakkabıları ve saati de dahil baştan aşağı siyahlara bulanmıştı. Kısacası yine epey karizmatik görünüyordu.

Hyena'nın kulübesinin yanında sabitli olan zinciri çözerken Hyana ona doğru yaklaşmıştı. Asil bebeğim kendini Alparslan'a sürtmüyordu fakat ondan bir sevgi hamlesi görmeyi beklediği belliydi. Zaman geçtikçe üçü de Alparslan'a ısınmışlardı ama cinsleri gereği ne yapacakları pek de belli olmazdı. Sonuçta onu o kadar da uzun zamandır tanımıyorlardı, benim onunla olan samimiyetimdi onlara güvence veren.

Alparslan zinciri çözdükten sonra duyamadığım bir şeyler mırıldanarak Hyena'nın kafasını sevdi.

İkisi bir süre bahçede koşuştururken Deimos ve Brandel de onlara katılmıştı. Köpeklerin dişlerini geçirmekten delik deşik ettikleri top oradan oraya uçuşurken neredeyse onları takip edemiyordum. Güneş batmaya başlamış, günün son ışıkları bahçete tatlı bir kızıllık katmıştı. Hava pek sıcak sayılmazdı ancak çok soğuk da değildi.

Koşuşturmaktan olsa gerek saçları nemlenen Alparslan bana doğru gelirken köpekler de kendilerini bahçenin bir köşesine atmış, sesli soluklar alıp veriyolardı. Yarım saattir durmadan oynamışlardı ve yorulmuş olmaları normaldi. "Bebeğim, Ahu da gelecek. Bakıcısı getirecek birazdan sorun olmaz değil mi?"

Gözlerimi devirdim. "Ne sorunu Alparslan?Gelsin tabiki."

Ona balıksırtı -veya Alparslan'ın deyimiyle balık ağzı- örme sözüm vardı. Ancak son zamanların yoğunluğundan arada kaynamıştı. Bahçenin ileri kısmında, mangaldaki etleri yelleyen Barlas dakikalar önce sıcakladığından olsa gerek gömleğini çıkartmıştı. Bir anda mangal yapma fikri nereden çıkmıştı bilmiyordum ama burnuma dolan et kokusu karnımın guruldamasına sebep oluyordu.

Dördümüzün de bir olduğu tüm anlarda kendimi, bu hâle nasıl geldiğimizi düşünmekten alıkoyamıyordum.

Aradan dakikalar akıp gittiğinde bahçemin girişindeki güvenliğin beni arayarak içeri girecekler onay istemesi üzerine onu onu onaylamıştım, bahçede yankılanan araba motorunun sesi ise Ahu'nun geldiğini gösteriyordu. Hâlâ kalkmadığım şezlongun az ilerisindeki araba yerine park eden taksinin arka kapısı açıldı ve Ahu yüzündeki her zamanki kocaman gülümsemesiyle beraber arabadan inerek etrafına bakındı.

Oturduğum yerden doğrularak Ahu'ya el salladım. Bana doğru gelmeye başlayan Ahu'nun hemen ardından arabadan bir kişi daha inmişti. Bu kadının bakıcı olduğunu tahmin ediyordum. Bakıcı demeye bin şahit isteyen kadın salına salına Ahu'nun arkasından ilerlerken taksici hareketlenerek bahçemden çıkış yapmak üzere geriye dönmüştü.

Beline uzanan saçları tam olarak sarı sayılmasa da çok açık bir kumraldı, dolayısıyla uzaktan sarı gibi görünüyordu. Boyunun bir yetmiş civarlarında olduğunu tahmin ediyordum, koyu renk gözleri, biçimli ve kıvrımlı bir vücudu vardı. Üzerinde kalçalarını sıkıca saran mini, siyah bir etek; üzerindeyse beyaz, dekolteli bir kazak vardı. Kombinini tamamlayan topuklu botlarıyla şık görünüyordu. Sık sık Alparslan'la aynı evin içinde olduğunu düşündüğümde omuzlarımın gerilmesine sebep olacak kadar şık.

En fazla yirmi beş yaşlarında olmalıydı. Masum bir güzelliktense, çekici bir yüzü vardı. Tam olarak kitaplardaki, başrol erkeğin eski sevgilisi havası yayıyordu.

"İz!" diye cıvıldadı Ahu bana yaklaşarak kollarını bedenime sararken. Eğildim ve kollarımı minik vücuduna doladım. "Hoşgeldin." dedim tatlı bir sesle. Alparslan da etlerin yanındaki Barlas'tan ayrılarak bu tarafa doğru gelmeye başlamıştı.

Ahu benden ayrılarak hızla Alparslan'a doğru koşuşturduğunda, Alparslan eğilerek onu kucağına alarak havaya kaldırdı. "Hoşgeldin birtanem." dedi ve Ahu'nun yanağına sevgi dolu bir öpücük bıraktı.

Alparslan birkaç adım daha atarak iyice bu tarafa doğru gelirken ayakta duran kadına baktı ve "Hoşgeldin Birsu." dedi.

Birsu kocaman gülümsedi. "Hoşbuldum Alparslan Bey, nasılsınız?"

"İyiyim sağ ol, sen?"

"İyiyim ben de, teşekkürler."

Tabiki de sevgilimin kardeşinin bakıcısı olan güzel bir kadını kıskanmamıştım. Sonuçta kaçıncı yüzyılda yaşıyorduk değil mi? Çağ, medeniyet çağıydı.

İçimdeki medeniyetsiz taş devri insanının şu anda bu kadını kaç saniyede yere serebileceğini düşünmesi ise kesinlikle benimle ilgili değildi.

Oturduğum şezlongtan kalktım. "Merhaba," dedi kadın sonunda gözlerini Alparslan'ın üzerinden çekerek bana sabitlerken.

"Hoşgeldin." dedim normal bir tavırla.

Alparslan bir koluyla Ahu'yu kucağında tutarken diğer koluyla beni kavrayarak kendine çekti ve şakağıma bir öpücük kondurdu. "Sevgilim," dedi çenesiyle beni işaret ederken. Birsu'ya kim olduğumu açıklıyordu."İz."

Kadının yüzündeki sarsılmaya saniyesi saniyesine şahit olduğuma yemin edebilirdim. "Aa," dedi bozulduğunu saklamak için gereksiz bir neşe kattığı sesiyle. "Memnun oldum."

"Ben de."

İkimiz de olmamıştık.

Ahu'yu yere bırakan Alparslan bana yandan bir bakış attıktan sonra dudaklarını ıslattı. Birsu'nun bakışları Alparslan'ın pempebelşmiş nemli dudaklarını bulurken büyüyen göz bebekleri her şeyin kanıtı niteliğindeydi zaten.

"Geç." dedim Birsu'ya ithafen. Aniden sesim fazla sert çıkmış olmalı ki kadın yüzüme gergin bir bakış atma gereği duymuştu. Otokontrolümü sağladım ve "Otur yani," dedim daha normal bir tonda.

Kadın bana samimi olmadığına kalıbımı basabileceğim bir gülümseme yolladı ve bahçe masasının kenarındaki sandalyelerden birine oturdu. Kendimi onu kıskanmamın saçmalık seviyesinin nirvanada olduğu konusunda telkin etmeye çalışıyordum ancak Alparslan'ın üzerinden ayrılmayan bakışları bunu epey zorlaştırıyordu.

Ahu'nun bahçenin içinde koşuştururken bir anda yüksek sesli bir çığlık atmasıyla bakışlarımı Birsu'dan çekerek kaşlarımı çattım, tam ne olduğunu soracaktım ki aklıma gelen şeyle resmen şezlongtan fırlayarak ayağa kalkarken ağzımdan ince bir ses çıkmıştı. Köpekler salıktı!

Hızlı adımlarla Ahu'ya doğru adeta koşarken Ahu bahçenin ortasında donakalmış bir hâlde üzerine yürüyen Hyena'ya bakıyordu. Hyena'nın ona zarar vereceğini sanmıyordum ancak sağı solu belli olmazdı. Aniden oyun sanarak Ahu'nun üzerine atlayabilir, istemeyerek de olsa onu incitebilirdi. Ben Ahu'nun yanına ulaştığımda Alparslan da hemen arkamdan geliyordu. Onun yanına çöktüm ve "Kal öyle," dedim emir veren bir tonda, Hyena'ya ithafen.

Ahu hızlıca koluma tutunurken gözleri neredeyse yaşarmak üzereydi. Haklıydı tabi. Karşısında bir anda neredeyse iki katı olan, inkâr edemeyeceğim şekilde onun yaşındaki biri için korkunç görünen bir köpek bulmayı beklemiyor olmalıydı. "Şşt," diye mırıldandım saçlarını okşarken. "Sakinleş bebeğim, bir şey yapmıyor bak."

Ahu "Korktum." dedi pürüzlü bir sesle.

Önüne gelen saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdım. O ayaktaydı, bense yanına çömelerek boyumu onunla eşitlemiştim.

"Hayvanlardan korkma Ahu," dedim sıcak bir sesle. "İnsanlardan kork."

Gözlerini kırpıştırdı. Hyena tam karşımızda oturmuş, dikkatle bize bakıyordu. Dili dışarıdaydı. "Nasıl yani?"

"Hayvanlar onlara veya sevdiklerine zarar vermediğin, onları korkutmadığın, canlarını yakmadığın sürece sana isteyerek zarar vermezler. Tabiki bazıları doğaları gereği tehlikelidir ama eğer sen onlar için bir besin değilsen hiçbiri sana zarar vermez. Onlar sadece sevgi ister." Duraksadım. Dikkatle beni inceliyordu. "Ama bazı insanlar.. sadece sen üzül ister. Sırf moralin bozulsun diye, sen kötü hisset diye kötülük yaparlar. Bundan zevk alırlar. İnsanların ne düşündüğünü bilemezsin Ahu. Hiçbir hayvan savaş çıkartmaz, hiçbir hayvan doğayı katletmez, hiçbir hayvan acıdan zevk almaz. Ama insanlar yapar. Hayvanlar evcilleşir, insanlar evcilleşmez."

Şu anda köpekten korkan beş yaşında bir çocuğa hayat dersi veriyordum ancak bir şekilde Ahu'nun beni gayet iyi anladığını hissedebiliyordum.

"Bir gün ben olmasam bile, bu sözlerimi hiç unutma olur mu?"

Yavaşça başını salladı. "Tamam."

Bir elimi kaldırarak Hyena'nın başına yaklaştırdım. Sırtımdaki bakışları hissedebiliyordum. Muhtemelen Alparslan'a ait olan bakışlar. Sakince Hyena'nın başına dokundum ve okşadım. Hyena kafasını elime doğru bastırdı. "Bak," dedim. "Hadi sen de dene."

Bazı korkular küçük gibi görünse de hayat boyu süren fobilere yol açabilirdi. Bunun önüne geçmek için o korkunun o anda üzerine gidilmeliydi. Ahu bir an tereddütte kalsa da yavaşça elini kaldırdı. Biraz bekledikten sonra işaret parmağını Hyena'nın burnunun ucuna dokundurduğunda, köpeğin elini yalaması onu güldürmüştü.

Bu manzara da beni güldürdü.

Alparslan'ın "Ahu?" diyen sesi başımın ona dönmesine sebep olurken, o yanımıza ulaşmıştı bile.

"Abi," dedi Ahu neşeyle, Hyena'nın kulağıyla oynarken. "Bak çok tatlı."

"Evet birtanem, çok tatlı."

Alparslan bir elini omzuma koyduğunda yanağımı onun eline bastırdım.

"Barlas etleri pişirmiştir. Hadi,"

Hep beraber ayaklanarak Barlas'ın olduğu kısma doğru ilerlerken Berşan yanıma gelerek koluma girdi ve başını kulağıma yaklaştırdı. Alparslan, Ahu'nun elini tutmuştu ve hemen önümüzden yürüyorlardı. "Bak," dedi Berşan çenesiyle, çaktırmadan Birsu'yu işaret ederken. Kafamı o tarafa doğru çevirdim. Birsu gözlerini Alparslan'a dikmiş, resmen hülyalı hülyalı bakıyordu. Hatta öyle ki, şu an bu manzarayı çok başka şekilde hayal ettiğine emindim. Gözlerim kısıldı.

"Birsu da, bir içim su maaşallah." dedi Berşan ve kendince komik bulduğu esprisine gülmeye başladı.

Ona ters bir bakış attım.

Berşan yan adımlarla benden uzaklaşırken bu sefer de önümüzdeki Alparslan'ın koluna girmişti. Birsu bize biraz daha uzak yürüdüğü için bizi duyabilecek mesafede değildi ancak ben Berşan'ı hâlâ gayet net bir şekilde duyabiliyordum. "Lan enişte, çalışanlarını ajanstan mı seçiyorsun?"

Alparslan kafasını yan çevirerek koluna giren Berşan'a baktı. Yan profilinden göz devirdiğini anlayabilmiştim. Tam lafa girecekti ki Berşan yeniden konuşmaya başladı. "İz'e de aynısını diyorum hep." Baş ve işaret parmağını birleştirdikten sonra dudağına değdirerek 'maaşallah' der gibisinden bir hareket yaptı. "Onun da bir çalışanları var, sanarsın 'uluslarası en kaslı yakışıklı erkek seçmeleri'nden kaçmışlar. Boy desen boy, pos desen pos, kas desen kas." Alparslan'ın kaşları hızla havalandığında Berşan onun da kolunu bıraktı ve gereksiz bir neşeyle, neredeyse koşarcasına, görüş açımıza giren Barlas'a doğru ilerlemeye başladı. "Ay çok acıktım!"

Berşan'ın yapmaya çalıştığı şeyi anlamıştım.

Alparslan'ın arkaya dönen başı, adımlarının durmasına sebep olduğunda önümde olduğu için haliyle ben de durmak zorunda kalmıştım. Kirpiklerimi kırpıştırdım "Sevgilim?"

Çenesini sıkmaktan kemikleri iyice belirginlik kazanmıştı. "Sevgilim." dedi gür sesiyle. "Gel sen böyle." Ahu'nun elini tutmadığı kolunu kaldırdı ve altına girmem için beklemeye başladı. Gülerek ilerledim ve bir koluyla beni sarmasına izin verdim. Eğilerek şakağıma sert bir öpücük kondurdu. "Bu konu hakkında sonradan küçük bir konuşma yapmamız gerekebilir."

Gülmekle yetindim.

En sonunda arka bahçede mangalın başında duran Barlas'ın yanına ulaşmıştık. Masa kurulmuş, rakılar doldurulmuştu. Aslında hepsi rakının balıkla daha iyi gittiği taraftarıydı ama balık sevmezdim. Dolayısıyla et benim için daha iyiydi.

Kucağına aldığı Ahu'yla gülerek bir şeyler konuşan Berşan'ı izleyen Barlas'a baktığımda, aklından geçenleri çok iyi okuyabiliyordum. O kadının kucağında kendi çocuklarını tutacağı günü iple çekiyor gibiydi.

Güzellerdi. Çok güzellerdi..

"Oturalım o zaman," Alparslan geniş masada oturduğu sandalyenin hemen yanındaki sandalyeyi benim için çektiğinde yanına yerleştim. Bir kolu rahat bir tavırla sandalyemin sırtında duruyordu.

Berşan ve Barlas tam karşımıza oturmuş ve ortalarına Ahu'yu almışlardı. Birsu'ysa benim yanımda kalıyordu. Üç, üç karşılıklıydık. Tabağımdaki etin kestiğim bir parçasını ağzıma atarken herkes yemeklere yumulmuştu. Sofraya oturana kadar ne kadar acıktığımı fark etmemiştim bile.

Hep beraber keyifli bir sohbet tutturmuş hem yemek yiyor, hem de konuşuyorduk. Birsu araya fazla girmese de kimi yerlerde yorumlarda bulunuyordu. Ona kızgın değildim aslında. Alparslan çekici bir adamdı ve onunla vakit geçiren birisi olarak etkilenmesi normaldi. Sevgilisi olduğunu da bugün öğrenmişti. Bu saatten sonra eğer ki ona yürürse veya farklı tavırlar sergilerse işte o zaman sinirlenecektim. Şu anlık o kadar da rahatsız edici bir durum yoktu, ama yine de içimde yanan o küçük kıskançlık alevine engel olamıyordum.

Barlas, Ahu'nun tabağına koyduğu bir et parçasını onun daha rahat yiyebilmesi için keserken Berşan da onunla sohbet ediyordu. Dirseğimle yavaşça Alparslan'ın karnını dürttüm ve kaşlarımla onları işaret ettim.

Alparslan'ın dudaklarında yamuk bir gülümseme oluştu. Farklı bir gülümsemeydi bu. Gözlerinde hüzün vardı ancak dudakları yukarı kıvrılmıştı. Ne düşünüyordu? Düşündüğü şeyin, düşündüğüm şey olma ihtimali canımı acıtıyordu. Alparslan uzandı ve masadaki rakı bardağını kafasına dikerek tek bir yudumda yüzümü dahi buruşturmadan sıvının hepsini mideye indirdi.

Düşündüğüm şeyi düşünüyordu.

Bizim bir çocuğumuz olamayacağını..
Bu heyecanı ve sevinci hiç tatamayacağımızı.

Ona yaşadıklarımı anlattığım gece bu konuyu konuşmamıştık ama biliyordu. O yaşta o kadar ağır bir şekilde tecavüze uğrayarak hamile kalan, sonrasında bu bebeği aldıran birinin bir daha bebeği olamayacağını biliyordu..

Çok çok çok düşük bir ihtimaldi bu. Hamile kalabilirdim ancak yüksek ihtimal doğuramazdım. Kadın doğum uzmanı arkadaşım da bu şekilde söylemişti. Rahmim zedelenmişti ve bebek orada aylarca tutunamazdı.

'Denemek hayal kırıklığı olur senin için.' demişti. Bir doktor olarak 'imkansız' diyemezdi tabiki ama bu onun imkansız deme şekliydi.

Zaten bir bebeğim olmasını istemiyordum. Böyle bir şansım olsa da aklımda anne olmak gibi bir düşünce yoktu ama değişik hissettiriyordu işte.. Bir şeyi yapma ihtimalin varken yapmamak normaldi. Ama o şeyi istesen de yapamayacağını öğrenmek.. biraz yıkıcıydı.

Hiçbir zaman bunu dert edinmemiştim. Bırak anne olmayı, kalbime bir adamı alacağımı bile düşünmemiştim. Ta ki şu ana kadar.. Alparslan'ın gözlerindeki hissettirmemeye çalıştığı bu hüznü görene kadar.

Yine mi bencillik yapıyordum? Onun elinden baba olma şansını alıyordum.

Onu severken bile ona zarar veriyordum. Bunu hiçbir zaman bana söylemeyecekti ama Alparslan bir gün baba olmak istiyordu. Ve ben onun elinden bunu alıyordum.

Evlatlık edinme.. diye düşündüm kısa bir an. Hemen sonrasında tüm bunları aklımdan sildim. Düşündüklerim yüzünden kendimi tokatlamak istiyordum. Ben anne olamayacaktım değil, ben anne olmayacaktım. Çünkü ben zaten hamile kalmak istemiyordum.
Yeniden..

Alparslan sandalyemi kendine doğru çekerek beni adeta kendine yapıştırdı ve dudaklarını kulağıma eğdi. "Düşünme."

Biliyordu aklımdakileri. Hissetmişti. Aynı benim onunkileri hissettiğim gibi..

İki kalp bir olunca, hisler de bir oluyordu sanki.


***

(Kombin altta, altında dar bir pantolon varmış gibi düşünün lütfen.)



Sarca Holding'in yakılan binasının yerine yaptırdığım yeni binayı incelerken yanımdaki adam bana bir şeyler anlatıyordu. Aslında her şeyin bu kadar çabuk bitmesi epey zordu. Ama bu işin bu kadar kısa sürede hallolabilmesi için neredeyse normalde harcayacağım bütçenin iki katını harcamıştım.

İki binadan oluşan yapı, ortada birleşiyordu. Dünyaca ünlü bir mimarın tasarımını satın almış, kendi aklımdakileri de ekleyerek ortaya böyle bir şey çıkartmıştım. Daha doğrusu ben çıkartmamıştım, burası için gece gündüz çalışan görevliler çıkartmıştı. Tamamen simsiyah olan binaları birleştiren küçük yapının üzerinde kocaman, parlak bir 'S' harfi vardı.



Sarca Holding'in önceki binası da epey şatafatlıydı ama yeni bina öncekine oranla daha büyük ve şıktı. Böylesi daha iyiydi, bana yakışıyordu.

Yanımdaki görevli çalan telefonunu açmak için izin isteyerek uzaklaşırken ben de girişe doğru ilerlemeye başladım. Açılış dün yapılmıştı, bugünse çoğu kişi odalarına yerleşiyordu. Bir iki güne kalmaz düzen tamamen oturur ve iş akışı yeniden eski hızına kavuşurdu.

Lobideki görevli kadın beni görmesiyle hızla sandalyesinden kalktı ve "Hoşgeldiniz İz Hanım." dedi kibar bir resmilikle.

"Hoşbuldum." diye yanıtladım onu.

"Sancar Bey'le görüşecekmişsiniz. Kendisi az önce geldi, özel terasta bekliyor sizi."

Kadını onaylayarak teşekkür ettim ve sol taraftaki asansörlere doğru ilerlemeye başladım. Mermer zeminde yankılanan topuk seslerim birkaç bakışın kısa bir an üzerime uğramasına sebep oluyordu.
Sarca Holding, İstanbul'daki şubesinde bin iki yüz çalışan barındırıyordu. Sarca Holding, ilk kez Korhan Sarca tarafından kurulmuş ve hiçbir zaman yurt dışına açılmamıştı. Babamın böyle bir fikri varsa bile uygulama fırsatı veya girişimi olmamıştı. Ben şirketin başına geçtiğimden beri ciddi değişimler yaşanmış ve şirket önceki hâline oranla neredeyse yüz kat daha büyümüştü. Birkaç Avrupa ülkesinde yeni şubeler açılmış, iş gücü epey arttırılmıştı.

Ben yapmıştım.

Bana bakığında insanları yanıtlan en büyük nokta yaşım olurdu her zaman. Yaşı güç sanarlardı, yaşı zeka sanarlardı. Ama boş bir insan yirmi yaşında da boş olurdu, altmış yaşında da boş olurdu. Yaşın bununla bir ilgisi yoktu. Elbette tecrübe kazanıyordum fakat yaş tecrübe demek de değildi. Ne olgun insanlar olmuştu karşımda ayakta bile duramayan..

Bindiğim asansörden inerek koyu renk ağırlıklı koridora adımımı attım ve sağa dönerek sondaki özel terasa doğru yürümeye başladım. Bu teras otuz altıncı katta, sadece benim ve özel misafirlerimin kullanabileceği bir terastı. Tüm şirket çalışanlarına açık olan Holding'in diğer yanında bulunuyordu.

Teras kapısını yana çekerek dışarıya ilk adımımı attığımda, ortadaki masanın yanındaki geniş sandalyelerden birinde oturan Sancar'ın bakışları bu tarafa doğru dönmüştü. Beni görmesiyle gülümsedi ve ayağa kalktı. "Gel. Naber?"

"İyi," dedim ona doğru ilerlerken. "Sen?"

"İyi ben de." Güçlü kollarıyla beni sardı ve hep yaptığı gibi başımın tepesine tek bir öpücük kondurdu.

"Kaçmaya devam mı?" Sancar'ın başı her zaman olduğu gibi beladaydı. Yine birilerinden kaçıyor, saklanıyor, oradan oraya koşuşturuyordu. Tüm bunlara rağmen peşindekileri engelleyerek onu koruyabileceğimi biliyordu ama istemiyordu. Onun hayatı yaşama şekli buydu. Böyle mutluydu. Hatta bu durum onu eğlendiriyordu.

"Her zamanki gibi," dedi serseri bir şekilde gülümserken. Havada hafif bir esinti vardı, üşütmüyordu. Sancar'a yakın bir sandalyeye otururken gözlerimi devirdim.

"Sen her zamanki gibi değilsin ama," Sanki bir anda aklına bir şey gelmiş gibi ciddileşti. Ne geldiğini çok iyi biliyordum. "Hayırdır inci'm? Bana mı özeniyorsun?"

İnci'm.

Sancar incim derdi hep bana. İlk çok küçükken tanımıştım onu. İsmimi beğenmemişti, burun kıvırmış ve 'adını İnci olarak değiştir bence' demişti. Ona kızmış ve benim adımın güzel olduğunu söylemiştim. Fikri hiç değişmemişti. Beni sinir ettiğin bilerek beraber olduğumuz çocukluk dönemlerinde hep 'İnci' demişti bana. Bir sebepten ayrı düşmüştük ve hayat bizi yeniden bir araya getirdiğinde Sancar'ın beni gördüğünde söylediği ilk kelime 'İncim' olmuştu.
Sonradan öğrenmiştim ki meğerse İnci onun çocukluk aşkıymış. İlkokul aşkı.. O çocuk aklıyla çok seviyormuş İnci'yi. Derslerde her gün yanyana otururlarmış. Bir gün Sancar okula gitmiş ve İnci'yi beklemiş. Ama İnci hiç gelmemiş.. Lösemiymiş, vefat etmiş.
Onun da gözleri mavi olduğu için hep İnci'yi hatırlatırmışım ona. O yüzden İnci diyormuş bana, İnci'm. 'Hiç gitmeyecek olan İnci'm.'

Yıllar yıllar önce ikimiz de henüz çocukken, dünyadan bir haber hâlde kendi küçük hayatlarımızda mutluyken bana taktığı o lakap; yıllar sonra hayatın sillesini yemiş, ruhları yaşlanmış ama bedenleri genç kalmış iki insanın arasında asılı kalmıştı.

Hayatın duygularını köreltmediği genç bir kız olduğum zamanlarda hep biri beni Sancar'ın İnci'sini sevdiği gibi sevsin istemiştim. Çocukken gördüğü o mavi gözlü kızı, yirmi sene sonra bile her ölüm yıl dönümünde mezarının başında sabahlayabilecek kadar çok seven bu adam göründüğünün aksine yaralıydı. Hepimiz gibi..

Seviliyordum işte şimdi. Hayatım küçükken kafamı yastığa koyduğumda hayal ettiğim gibi değildi belki ama en azından kalbimde hissetmek istediğim sevgi öyleydi.

"Karşımdaki kadının, herifin teki için girdiği risk.." Duraksadı. Gözlerimin en içine bakıyordu. O gözlerde İnci'yi arıyordu. Başını iki yana salladı. "İnanılacak gibi değil."

Omuz silktim. "Başka çarem yoktu."

"Senin her zaman bir çaren vardır."

"Tek çarem vardı, o da buydu."

Kısa bir an yüzüme baktıktan sonra güldü. "Vay be," Esen rüzgâr fazla uzun olmayan saçlarının uçlarını uçuşturuyordu. "..inci'm aşık olmuş ha?"

Başımı salladım. "Bana iyi geliyor." Gözlerim sonbahar havasının soğukluğunu taşıyan gök yüzündeydi. Hava kapalıydı. "Nasıl bir karmaşanın içinde olursak olalım onunlayken tüm sorunlar silikleşiyor."

Sancar bana bakarken dudaklarında bir gülümseme peydah oldu. "Hep çok mutlu ol."

"Sen de öyle."

Kısa bir süre öylece gökyüzünü izledikten sonra Sancar buraya gelme amacım olan, masadaki gri kapaklı dosyayı kucağıma bıraktı. "CIA'den kovdurttuğun adam, Benjamin. Seni tek başına takip ediyor."

Dosyayı açarak Benjamin'in peşime takılmaya çalışırken çekilen birkaç fotoğrafını inceledim. Bunların hepsinden haberdardım ama o bunu düşünemeyecek kadar salak bir adamdı. Evet ben de hırslıydım ama en azından zekiydim. Bu adam hem hırslı hem de aptaldı. Düşünmüyor, planlamıyor ve saçmalıyordu.

Şu anda dudaklarımın arasından çıkacak iki kelime.. Bu kadardı işte geleceği. Emir verirdim, ölürdü. Kendim bile uğraşmazdım.

"Etsin bakalım," diye mırıldandım. "Ölümüne geliyor."

Üzerinde durmaya değmezdi. Peşimde bu kadar insan varken artık bir yere bile bağlı olmayan bir ajan için endişelenemeyecektim.

Yanıma Drew'i yollarken beni öldürmek istemesi farklı bir sebeptendi. Şimdi ise beni öldürtmeye çalışırken Kuzgun'un bunu öğrenerek onu CIA'den attırması ağırına gidiyor olmalıydı. Beni suçluyor ve sadece intikam almak istiyordu. Dediğim gibi, üzerinde durmaya bile değmeyecek bir aptaldı. Onu halletmek iki dakikamı alırdı.

Sancar da Benajamin'in çok tehlike içerdiğini düşünmüyor olmalı ki bana karşı gelecek bir şey söylememişti. "Dikkatli ol, yine de. N'olur ne olmaz." demekle yetindi.

"Olurum." demek üzere ağzımı açmıştım ki telefonumun melodisi kelimemi bitirmemi engelledi. Pantolonumun cebinden çıkarttığım telefonu, aramayı onaylayarak kulağıma götürdüğümde lobideki görevli Esra'nın sesi kulaklarıma ulaştı. "İz Hanım, Alparslan Bey geldiler, belinde silah var. Haberinizin olduğunu söylüyor ancak teyit etmek istedim."

"Tamam Esra, gelsin. Özel terastayım."

"İletiyorum."

Alparslan'ın uğrayacağından haberim yoktu aslında, geçerken yeni Holding binasını görmek istemiş olmalıydı. Sancar rahatça oturduğu sandalyeden kalkarken "Bana müsaade o zaman." dedi. "Belki sevgilinle ofis fantazisi falan yaparsınız, hiç rahatsızlık vermeyeyim."

Sözlerine hafifçe gülerken telefonumu masanın üzerine bırakarak ayağa kalktım ve yanağımı yanağına değdirerek onunla vedalaştım. "Görüşürüz."

"Görüşürüz inci'm."

Sancar arkasını dönerek terastan çıktıktan yaklaşık bir dakika sonra Alparslan terasa gelmişti. Arkam kapıya dönük bir hâlde, dirseklerim terasın kalın beton korkuluklarına yaslı dışarıyı izliyordum ancak göremesem de arkamdakinin o olduğunu biliyordum. "Bebeğim?" dedi tınısı hoş, kalın ses.

Doğrularak Alparslan'a doğru döndüm ve gülümsedim. "Hoşgeldin."

Birkaç büyük adımda bana doğru yaklaşarak büyük avuçlarıyla belimi kavradı ve dudağıma, bordo rujumun bir kısmının onun dudaklarına bulaşmasına sebep olacak kadar sert bir öpücük kondurdu. "Hoşbuldum."

Geri çekildiğinde yüzlerimiz hâlâ birbirine yakındı, kıkırdamamaya çalışarak baş parmağımı dudaklarına sürttüm ve bulaşan rujumu çıkartmaya çalıştım. Alparslan'ın kaşları çatıldı. "Ne diye sürüyorsan zaten şu şeyi? Dudaklarının tadını alamıyorum." Sesi neredeyse homurdanırcasına çıkmıştı.

"Güzel diye."

"Sen zaten güzelsin."

Hafifçe güldüm. "Biliyorum." diye mırıldandım, parmağımı temizlediğim dudağından çekerken. "Bunu duymak için söylemiştim zaten."

Alparslan'ın ifadesi keyifli bir hâl aldı. "Bir de bana kediye döndün diyorsun kartal yavrusu. Sen serçe olmuşsun da haberin yok."

Göz bebeklerim kocaman olurken yüzüme yerleşen ifadenin, Alparslan sanki yedi ceddime sövmüş gibi bir hâle büründüğünü biliyordum. "Serçe?"

Serçe olacak kadın mıydım ben?
Ah aşk, sen nelere kadirsin..

Alaylı bir tavırla başını aşağı yukarı salladı.

Kaşlarım çatılırken dişlerimi sıktım.
"Serçe gibi uçarım, piton gibi sokarım."

Alparslan bu sefer gerçekten alaylı bir kahkaha atarken işaret parmağıyla burnuma bir fiske vurdu. "Evet meleğim, uçarsın da sokarsın da."

"Alparslan," dedim söylenircesine. "Benimle dalga geçme."

Ellerini teslim olurcasına iki yana kaldırdı. "Sustum."

"Neyse," dedim konuyu değiştirmek istercesine. "Dün konuştuklarımızı hallettim."

Kaşları havalandı. "Bu kadar hızlı?"

Başımı salladım. Rüzgâr saçlarımın bazı tutamlarını uçuşturuyordu ve Alparslan bıkmadan o tutamları kulağımın arkasına sıkıştırıyordu. "İlk tesisi Fransa'da kuracağım. Güney sınırından 5.290 kilometre karelik bir arazi satın aldım."

Yeni başlayacağım uçak üretim zincileri için KML bünyesine biraz daha arazi eklemem gerekiyordu. Güney sınırından aldığım arazinin büyüklüğü ise neredeyse İstanbul'un büyüklüğüne yakındı. İstanbul 5.343 kilometre kareyken benim aldığım arazi 5.290 kilometre kareydi. Orası için ciddi bir servet yatırmıştım, her ne kadar benim için önemsiz bir miktar olsa da bazı ülkeleri kalkındırmaya yetecek bir meblâydı.

Bu işe bir an önce girmek istiyordum. Bütçe, malzeme veya yer konusunda engellere takılmıyordum. Hiçbir konuda engellere takılmıyordum çünkü ben Kuzgun Mabel Lorenz'dim.

KML'nin uçak üretim tesislerinden ilkini Fransa'da kuracaktım. Ciddi bir işti, malzemelerin yapılacağı veya bulunacağı yerler ayrı olacak, uçakların üretileceği ve satışa çıkarılacağı yerler farklı olacaktı. Aynı şekilde birkaç devlet büyüğüyle yaptığım görüşmelerden sonra KML'nin onların da ülkelerinde birer -veya daha fazla- tesisleri olacaktı. Ben hiçbirini aramamıştım. Onlar kendileri bana teklif yollamışlardı. Bense değerlendirmiş ve kararlarımı belirtmiştim.

"Ana hat orası olacak o zaman?" dedi Alparslan sorarcasına. "Almanya'yla sıkıntı yaşamayacak mısın, diğer işlerin ana hattı orada ya."

"Hayır." dedim ciddiyetle. "Almanya'nın KML'ye ihtiyacı var. Ben emri veriyorum, onlarsa uyguluyorlar. İtiraz etme gibi bir hakkı yok."

Devlet adamlarını yönetebilecek kadar güçlüydüm. Bu demek oluyordu ki bir noktada ülkelere müdahale ederek ülkelerin yönetimine karışıyordum. Yine bu da demek oluyordu ki, Kuzgun Mabel Lorenz dolaylı yoldan dünyaya hükmedebilecek kadar güçlüydü.
Bunu yapıyordu da. Yapıyordum.

Her zaman devletleri, devlet büyükleri yönetirmiş gibi dururdu. Ama beyin başkaydı. Beyin parça parçaydı, onlarsa çoğunlukla o beynin kararlarını uygularlardı. Bense o beynin büyük bir bölümüydüm.

Almanya bana karşı gelemezdi. Çünkü Almanya'nın beyni zaten bendim.

Aniden babam düştü aklıma. Ölürken bile güçlü olması için tembihlediği kızının bu hâllerini görse ne düşünürdü acaba.. Onun sayesinde Kuzgun değildim. Bir nevi, bugün olduğum hiçbir şeyin sebebi veya suçlusu o değildi. Babam yeraltının ilk lideri ve Sarca Holding'in Türkiye'deki bir şubesinin sahibiydi sadece. Bana yeraltını bırakma demişti. Yeraltında babadan çocuğa gibi bir saltanat sistemi yoktu, ben o koltuğu kendim kazanmıştım. Herhangi bir insan gibi oraya oturmak için çaba harcamak zorunda kalmıştım, babamın ölümünden sonra direkt oraya oturmamıştım. En sonunda başarmıştım. Yeraltı babamın olduğu zamandan çok daha ileri bir hâldeydi.
Holding de öyle.. Türkiye'den çıkmış birçok Avrupa ülkesine kadar adını duyurmuş, başarılarını kazımıştı. Bunu ben yapmıştım.

Zekiydim. Güç, para.. bunlar değildi olay. Ben zekiydim. Ben aklımı kullanmayı biliyordum. Aptal bir kadın olsam babamın bana bıraktığı birikimi yiyip bitirmem bir yılımı bile almazdı. Para akmaya devam etmediği sürece, ettiremediğim sürece elbet biterdi. Şimdi ne olmuştu? Hem bana kalan para hem de güç kentilyonlarca kez katlanarak artmıştı.

Kuzgun apayrıydı. Kuzgun bir iş olamayacak, bir kimlik olamayacak, sadece bir imparatorluk bile olamayacak kadar büyük bir teşkilattı.

Kısacası, ben babamın krallığının prensesi değil; kendi evrenimin kraliçesiydim.

Ve kendimle gurur duyuyordum.

"İngiltere'de bana ait olduğu bilinmeyen yüz ölçümü epey geniş bir arazim var. Ben değerlendirmiyorum, sana devredebilirim. Tesisin devamı için kullanabilirsin." Burnuma minik bir öpücük kondurdu. "Sevgili kıyağı."

Düşünceli bir tavır takındım. "Sağ ol bebeğim ama belki ileride değerlendirmek falan istersin. Kalsın sende. Zaten şu birkaç gün içerisinde farklı ülkelerden epey büyük araziler alacağım. Benim elimde kullanılmayan da var bir iki tane, bakacağım."

Araziden kastımız arazi değildi aslında. Hepsini birleştirsek bazı ülkelerden daha geniş bir alan elde edebilirdik.

"Sen bilirsin." dedi yumuşak bir sesle. Gözlerine bir muziplik ifadesi yerleşirken dudaklarını yeniden araladı. "Gerçekten bir gün uzay istasyonun falan da çıkacak diye korkmaya başlıyorum."

Dudaklarıma yamuk bir gülüş oturdu. Anlamlı bir gülüş..

Alparslan'ın göz bebekleri büyürken yaptığı şakanın gerçeklik ihtimalini ölçüyor gibiydi. "Saçmalama." dedi, ama sesi kendisine inanamıyor gibiydi. "Uzay istasyonun yok."

"KML sadece silah ve bomba üretimiyle ihracatı yapan bir fabrikalar zinciri veya teşkilat değil." diyerek kısa bir bilgilendirme yaptım. "Ben şu anda istesem uzay mekiği bile üretebilirim. Veya ne bileyim uzaydan arsa alıp orayı bile kullanabilirim. Olay hiçbir zaman para değil sevgilim, Kuzgun'un olmasının bir amacı var."

Alparslan gözlerinden silinmeyen bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Zenginliğin gözlerimi alıyor." dedi alayla. "Her şeye sahip olabilirsin öyle değil mi?" Bunu yeni oluşan bir farkındalıkla söylemişti.

Uzanarak dudaklarını kısaca öptüm ve geri çekildim. "Her şeye zaten sahibim. Ama her şeyin daha da fazlasına olabilirim. Bir zaman var, plan var, işleyiş var ve ben bu doğrultuda ilerliyorum."

Gerçekten de öyleydi. Dünyada alamayacağım bir şey olduğunu sanmıyordum. Sahip olduğum paranın ne bir sınırı vardı ne bir sonu.. Almaktan da daha fazlasıydı aslında, ben bu dünyada istediğim her şeyi kendim üretebilirdim.

Uzay işine gelecek olursak ise, oralar biraz daha karışıktı.

Alparslan başını salladı. "Sağlam yere kapak atmışım desene."

Kısa bir kahkaha attım.

Alparslan birden beni kendisine çekerek vücudumu tamamiyle vücuduna yasladığında ani sevgi patlaması karşısında şaşırsam da fazla oyalanmadan ben de kollarımı ona sardım. "Seni özledim." dedi boğuk bir sesle, başını boynuma gömerken.

"Buradayım ya iş-" Cümlemi bitiremeden bir anda özlemekten kastının ne olduğunu anlayarak sözlerimi yuttum. Alparslan'ınki ani sevgi patlaması değil, ani azgınlık patlamasıydı anlaşılan.

Sahi, biz birlikte olalı epey zaman geçmiş gibiydi. En son oteldeyken sevişmiştik.

"Eve gidelim." dedi Alparslan beni sıkıca sarmaya devam ederken. "Kokun beni azdırıyor."

"Ama iş-"

Beni susturan şey Alparslan'ın dudakları oldu. O alt dudağımı kendine doğru çekerek emerken kalçalarımı avuçlayan büyün elleri bana işimin ne olduğunu unutturmuştu bile. Lanet adam..!

Alparslan başını geriye çektiğinde "Gerçekten öneml-"

Beni yeniden öptü.

Aradan geçen saniyelerin ardından yüzünü yüzümden uzaklaştırarak gözlerimin içine bakarken neredeyse bana muhtaçmış gibi bakıyordu. "Bir daha iş dersen atacağım kendimi şuradan."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken "Ama ben çalışmazsam kim eve ekmek getirecek sevgilim?" diye sordum tatlı bir tavırla.

Gerçi böyle dalgasını geçiyorduk falan ama Alparslan'ın da ciddi anlamda küçümsenemeyecek bir varlığı olduğunu biliyordum. Parayı su gibi harcayan bir adamdı.

Alparslan göz devirdi ve "Ukala." diye mırıldandı ağzının içinden. Ardından elimi sıkıca kavradı ve beni terasın kapısına doğru çekiştirmeye başladı. "Eve gidiyoruz." dedi sahte bir sertlik kattığı sesiyle. "Müstakbel kocanın sözünü dinle."

Bu gülüşümün yüzümde adeta donmasına sebep olan cümleydi. Ne demişti o?

"Neyim?"

Alparslan adımlarını durdurarak yüzüme bakarken keyiflenmişti.
"Ne sandın? Böyle sevgili hayatı falan bizi bozar kızım. Birbirimizi gördük beğendik, evleneceğiz işte. Başla çeyizini toplamaya."

Yüzümü buruşturdum, dalga geçiyordu. "Kıro musun Alparslan?"

"Yo." dedi rahatça. "Aşığım!"

Sesi normal tonundan yüksek çıktığında gülmemi bastırarak "Bağırma," diye uyardım onu. "Burası kurumsal bir şirket."

'Öyle mi' dercesine kaşlarını kaldırdı, hemen ardından boğazlarının acımasına ve muhtemelen tüm şehrin bizi duymasına sebep olacak kadar yüksek bir tonda bağırdı. "Çok aşığım amına koyayım!" Sesi yüksek binalara çarparak yankı yapmış ve şiddetini düşürerek birkaç kez arka arkaya kulaklarımıza ulaşmıştı.

Bir elimle alnımı sıvazlarken asıl amacım kulaklarıma varan gülümsememi gizlemekti. "Salak." diye mırıldandım. "Git ağaçlara Alparslan İzel'i seviyor falan diye kazı bir de istiyorsan."

"Kazırız aslan." dedi Alparslan yanağımdan bir makas alırken.

Ona baktım başımı iki yana salladım. "Kıro."

Alparslan beni umursamadan gülerken, beni de peşi sıra sürükleyerek terastan çıkartmıştı bile. Beraber asansöre bindik ve zemin kata inerek lobiye giriş yaptık. Şirket ilk geldiğimdeki gibi ordadan oraya koşuşturan ve yeni düzenlerini oturtmaya çalışan insanlarla doluydu. Bana selam veren birkaç kişi eşliğinde dışarıya çıkış yaptığımızda "Benim arabam arkada. Onunla gidelim." dedi Alparslan.

Başımı salladım. "Olur."

Şirketin ön çıkışından çıkarak sağa döndüğümüzde dar ara sokağa giriş yapmıştık. Binalar birbirine yakın olduğundan sokak araları epey dardı. Alparslan'ın arabası arkadaki açık otopartkta olmalıydı çünkü şu an yürüdüğümüz yollar arabaların giriş yapabileceği kadar geniş değildi.

El ele ilerleken birden sırtımın soğuk mermere yapışmasıyla dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken dudaklarımı bugün kaçıncı olduğunu sayamadığım kez örten sıcak dudaklar Alparslan'a aitti.

Aramızda oluşan kısa boşluktan faydalanarak "N'apıyorsun?" diye sordum bunu beklemediğimi yansıtan sesimle.

Koyulaşan karamellerini, aynı şekilde koyulaştığını bildiğim lacivertlerime sabitledi. "Özledim." dedi sadece. Nefes nefeseydi.
Ve bu resmen ona yapışmama neden olan son kelimesi olmuştu.

Ellerim enesinde kavuşurken Alparslan avuçlarını kalçalarıma indirdi ve beni havaya kaldırarak bacaklarımı beline sarmamı istediğini belirtti. Sıcak dili benim dilimle adeta dans ediyor, ağzımın içini büyük bir keyifle keşfediyordu. Ensesindeki yumuşak saç tutamlarını okşarken Alparslan beni sırtımın değdiği soğuk duvara biraz daha bastırdı.

Sokak bomboştu. Buranın fazla kullanılmadığını biliyordum, aynı şekilde kamera da yoktu. Bulunduğumuz kısım şirketimin hemen yan kısmıydı aslında. Sırtımın yaslı olduğu duvarın kenarındaki çıkıntı bizi -pek ihtimal olmasa da- yola girebilecek herhangi birinin görüş açısından çıkartıyordu.

Alparslan bir eliyle kalçalarımın altından sabitlediği bedenimi kolaylıkla kucağında tutarken diğer eli ensemi kavrayarak dudaklarımı kendisine yaslıyordu.

Ne kadar sürdüğünü sayamadığım dakikaların sonunda dudaklarımız birbirinden ayrıldığında bordo rujum dağılmış, az sayılamayacak bir kısmı Alparslan'ın dudakları ve çevresini kırmızıya bulamıştı. Alparslan bunun farkında olarak beni sabitlemediği elini yüzüne çıkarttı ve elinin tersiyle çenesini silerek ruj izlerini teninden çıkarttı. Ona yardımcı olarak baş parmağımla, ona bulaşan kırmızılıkları tamamen silerken o da benim tahminimce dudaklarımın etrafına taşan rujumun taşan kısımlarını silmişti.

Ben beni indireceğini düşünürken o yeniden beklemediğim bir şey yaptı ve öpülmekten ıslanmış, aynı zamanda şişmiş dudaklarını boynumun üzerine bastırdı. Etik bir insan olarak ona itiraz etmem gerektiğinin farkında olarak başımı ona yer açmak istercesine kenara yatırdım.

Dudaklarının hemen ardından tenimi kıstıran dişleri zevk verecek kadar ne yaptığını biliyordu ancak aynı zamanda bana tatlı bir sızı da bırakmıştı. Sıcak dili sanki bıraktığı sızıyı almak istercesine tenimde dolaşırken zevkten yarı kapalı hâle gelen gözlerim Alparslan'ın çaprazında kalan o noktaya değdi.

Kısılan bakışlarım hemen kocaman açılırken bir saniye bile oyalanmadım. Kalbimin atışları hızlanmıştı. Hiçbir şeyi farkında olmayan Alparslan'ın belinde olduğunu bildiğim silahına doğru eğilerek soğuk metali kavradım ve elimde çevirerek emniyetini açtım. Alparslan bir şeyleri idrak etmek istercesine kafasını boynumdan çektiğinde ben onun başının biraz yanından ileriye doğru uzattığım tabancayı ateşlemiştim bile.

Susrucu takılı olduğu için ses çıkartmayan silahın içinden çıkan kurşun bir saniyeden bile kısa sürede, köşede durmuş elindeki silahla bize doğru nişan almış olan adamın göğsüne saplanarak onu yere yığdığında Alparslan hızla beni kucağından indirerek arka çaprazına baktı.

"Ne oldu az önce?"

Alayla gülümsedim. "Yine az daha sevişmek uğruna bok yoluna gidecektik."

Alparslan'ın kaşları çatıktı, gülmemişti. Haksız da sayılmazdı şimdi. Ben tam bir şey daha söyleyecektim ki bir anda geriye doğru itilerek duvara yapıştırılmamla Alparslan'ın kendisini üzerime kapatması bir olmuştu. Sokakta birden fazla kişiye ait olan, adım ve konuşma sesleri yankılanırken kalp atışlarımın ritmi değişti. Korkudan değil, adrenealinden.

"Kim bunlar?" diye sordum ciddiyetle. Fısıldıyordum. Yanında kaldığımız çıkıntı bizi gizlese de ortaya çıkmamızın fazla uzun sürmeyeceği aşikârdı. Gergin değildim, sorguluyordum.

Sokağın iki ucundan birine çıkmamız gerekiyordu. Onlar sol tarafta kalıyorlardı ve orası kalabalık olmayan bir tarafta olduğu, aynı zamanda benim şirketime bağlı olmadığı için haklı olarka güvenlik yoktu.

Düşünceli bir tavırla çatılan kaşlarım Alparslan'ın yüz ifadesiyle neredeyse aynıydı. "Bir şey olursa," diye fısıldadı Alparslan. Tüm vücudu bana yaslıydı, yani olası bir durumda ilk vurulacak olan oydu. Kalbim sıkıştı. "Sağ tarafa doğru koşacaksın."

"Saçmalama." dedim. Fısıldamama rağmen sesim öfkemi, bağırırsam yansıtabileceğim kadar iyi yansıtmıştı. Tabiki de onu yalnız başına burada bırakmayacaktım.

"İz!"

"Alparslan!" diye tısladım.

İkimiz de birbirimize fısıldayarak bağırıyorduk. Adım sesleri yaklaşıyor, en az on kişiye ait olduğunu seçebildiğim konuşmalar netleşiyordu.

Neden olaysız bir anımız bile geçmiyordu ki? Aksiyon filminin içindeydik sanki amına koyayım!

Alparslan sinirli bir şekilde gözlerimin içine bakarken öfkesinin bana olmadığını biliyordum. "Sakinleş." dedim sakin bir sesle. Böyle durumlarda gerginliğim veya korkum her zaman geride kalır, mantığım ön planda olurdu. "Tahminen on kişi falanlar, hallederiz."

Halledebilirdik. On kişiyi ben bile tek başıma halledebilirdim. Daha önceden yapmadığım şey değildi..

"Kurşun kolunu bile sıyırsa her şeyi siktir edip üstüne koşarım."

"Sonra da ikimiz de gebeririz." dedim göz devirerek. "Öyle bir şey yapma."

Alparslan sıkıntıyla belimdeki silahımı çıkarttı ve emniyetini açarak hazır bir pozisyona geldi. Onun silahı benim elimdeydi, kullanmayı sevdiğim bir modeldi bu yüzden bırakmak istememiştim. "Bak sevgilim, kalbim temizmiş görüyor musun?"

Yüzüme ne dediğimi kavramaya çalışırcasına baktı.

"Geçen gün demiştim ya çatışma çıksa falan diye, başka bir şey istesem olacakmış demekki."

Alparslan kısa bir an gülmekle kızmak arasında kalmış gibi göründükten sonra ikisini de yapmayarak başını iki yana salladı. "Şom ağzına sıçayım İz." dedi ters bir şekilde.

"Sıçma," dedim koruduğum rahatlığımla. "Başka altarnatifler bulabileceğimize eminim."

Aynı anda iki silah patladı. Bir kurşun Alparslan beni kenara ittiği için, duvarın az önce tam kafamın olduğu kısmına saplanırken diğer kurşun da Alparslan tarafından o silahı ateşleyen adamın tam kalbine saplanmıştı.

Nasıl fark edip de bu kadar hızlı müdahale edebildiğini düşünmekle vakit harcamadan silahımı havaya kaldırdım ve üst vücudumu duvarın kenarından çıkartarak bize doğru yaklaşan iki adamı arka arkaya vurdum. Onların siper alabilecekleri bir yer yoktu, dolayısıyla kabak gibi ortada kalıyorlardı.

"Bir araba daha geldi." dedi Alparslan yeniden bana dönerken. Sessiz bir küfür savurduğunu duyabilmiştim. "Telefonun yanında mı?"

Ceplerimi kontrol ettim ama olmadığını biliyordum. "Terasta kaldı." Bekledim. "Seninki?"

"Arabada."

Sıkıntılı bir nefes verirken hâlâ umutsuzluğa kapılmamıştım. Sayıları yirmiye çıkan adamları alt edemeyeceğimizi düşünmüyordum. Birkaç sıyrık alabilirdik ama hallederdik.

Alparslan az önce benim yaptığım gibi üst vücudunu duvardan çıkardığında bir kurşunun hemen kulağının dibinden geçmesi bir olmuştu. Onlarda da susturucu vardı. Bu iyi olmamıştı aslında çünkü silah sesi duyulmuyor, kimsenin dikkati bu tarafa çekilmiyordu. Silahını indirmeden sıktığı kurşunun adama isabet ettiğini göremesem de biliyordum. Kendimize siper aldığımız alan dardı, dolayısıyla hareketlerimiz kısıtlı kalıyordu. Birimizin karşıya geçmesi lazımdı. Hem, iki taraftan onlarla daha iyi baş edebilirdik.

"Karşıya geçeceğim." dediğimde Alparslan'ın bakışları hızla bana döndü.

Çenesi seğirdi. "Hayır."

"Al-" Sözümü kesti. "İz, yıllardır yeraltındayım, belki de yüzlerce kez çatışmanın ortasında kalmışımdır. Yeri geldiğinde tek başıma otuz adamı indirdiğimi bilirim ama bu farklı tamam mı? Senin hayatın riskteyken kafamı asla tam olarak karşıya veremem. Eğer yanımda olmazsan seni kontrol etmekten odaklanamam anlıyor musun? Yanımdan ayrılma."

Gerilmesinin sebebi bendim. Bana bir şey olabilecek olması..

"Alparslan," dedim ciddiyetle. "Arkana sığınıp adamların kendiliğinden yok olmasını bekleyemem." Uzanarak dudaklarına hızlı bir öpücük kondurdum. "İyi olacağım sevgilim."

Koşar adımlarla siper aldığım duvarın ardından çıktım ve ayağımdaki topuklulara rağmen oldukça hızlı bir şekilde karşıya doğru koşmaya başladım. Koşarken yola doğru çevirdiğim silahın mermilerini boşa harcamamak amaçlı havaya sıkmıyor, saliselik anlarda gördüğüm adamlara isabet etmesi için çabalıyordum.

Bir anda iç güdülerime güvenerek eğildiğimde üzerimden geçen kurşunun arkasında bıraktığı tiz uğultu sesi kulaklarımı doldurarak damarlarımda dolanan adrenealin seviyesini katlamıştı. Doğruldum ve bana ateş eden adamı tek bir kurşunla tam alnının ortasından vurarak kendimi resmen duvarın arkasına fırlattım. Şimdi Alparslan'la aynı sokağın farklı yanlarındaydık. Aynı hizzada kalıyorduk.

Ona bakmamla yüzünde sanki başına balyoz vurulmuş gibi bir ifade asılı kaldığını görmem bir olmuştu. Bana baktı ve "Seni varya ben geberteceğim!" diye bağırdı adamların yaklaşmasını engellemek amaçlı sokağa doğru bir kurşun sıkarken. "Şuradan bir kurtulalım. Seni kucağıma yatırıp kıçını saplaklayacağım."

Sözleriyle takındığım tüm ciddiyetim yok olurken bir kahkaha attım. Aynı anda sinsi sinsi buraya yaklaşan bir adamın karnına isabet eden o atışı yapmıştım.

"Çakma Grey'im benim." dedim, beni duyabilmesi için yüksek bir sesle. Hemen ardından düzelttim. "Gerçi sen Yerli Sins'tin, pardon."

Alparslan bana ciddi bir ifadeyle baktıktan sonra "Beni izleyeceğine önüne bak." dedi azarlarcasına.

Siper aldığım duvarın arkasından çıkmamaya dikkat ederek dar yolun sol tarafına doğru odaklandım. Sağ yolun bitimine ulaşırsak bu hengameden çıkardık aslında ama çatışmaya arkamızı dönüp oraya koşamazdık.

Yan binanın çaprazına sinen bir adamı görmemle silahımı havaya kaldırdım ve tek gözümü kapatarak adamın başının görünen küçük bir kısmına nişan aldım. O da kendisine yerden biraz yüksek bir duvarı siper almıştı ancak kafasının yarısından az bir kısmı dışarıda kalıyordu, bunu farkında değildi büyük ihtimalle. Onunla aramızda diğerlerinle oranla çok daha fazla mesafe vardı ama vurabilirdim.

Derin bir nefes aldım ve tetiğin üzerindeki parmağımı biraz hareketlendirdim. Boşa mermi harcama hakkım yoktu. Eğer mermiler biterse tamamen bilek gücüne kalacaktık çünkü. Sıktığım kurşunun ona isabet edeceğine emin olduktan sonra beklemeden tetiği çektim ve silahı ateşledim.

Tam isabet. Tabii ki.

Adamın beynin delen kurşunun geride bıraktığı tek şey bugüne armağan edilen bir ceset daha olmuştu.

"Oha amına koyayım!" diye bir ses geldi sokaktan. Bu ses Alparslan'a ait değildi, adamlardan birine aitti. "Sadık Abi'yi vurdu kadın. Abi," diye bağırdı birine seslenirmiş gibi. "Bunlar çok fena, yaklaşamıyoruz." Telefonla mı konuşuyordu yoksa yanındakilerle mi söylüyordu anlayamıyordum. "Kadın da erkek gibi kadın zaten. Vurduğu boşa çıkmıyor."

'Erkek' kelimesini benim atışlarımın başarılılığını vurgulamak için mi kullanmıştı o?

Yüzüm sanki bir hakaret işitmiş gibi buruşurken sindiğim duvardan biraz kenara çıkarak az ileride, bir eliyle kulağındaki siyah kulaklığı kulağına bastırmış hâlde konuşan adamın yanındaki iki adama birer mermi sıktım ve "Erkeklik sizin olsun!" dedim sert bir sesle. "Kadın gibi kadınım ben."

Şaşırmaya bile fırsatı olmadan vücudunda bir delikle yere yapışan adamın asfalta akan kanlarına göz gezdirme gereği bile duymadan yeniden duvarın arkasına sindim.

Amip beyinli bir takım insanların kullandıkları aptalca bir laf vardı. 'Kadına bak ya erkek gibi!' Bir de bunu övgü sanıyorlardı. Bir kadının bir işte iyi olması onun erkek gibi olduğu anlamına mı geliyordu yani? Neydi bu narsistlik, neydi bu gereksiz özgüven, neydi bu acizlik? Bazı insanlara sadece acıyordum.

Ben tam bir kez daha sokağa doğru dönerek ateş edecektim ki kulaklarımızı dolduran bir arabanın acı fren sesi bu girişimimi durdurdu. İçten içe onlara biraz daha destek gelmemiş olmasını umarken gelenin kim veya kimler olduğunu görmek amacıyla kafamı arkaya, yani sokağın sağ yanına doğru çevirdim.

Gördüğüm kişi ise şu anda sorsalar burada görmek isteyeceğim son kişi bile olmazdı.

Boğazımdan bir çığlık koptu "Berşan!"

Hayır, hayır, hayır.

Kendini arabadan resmen fırlatan Berşan'ın arkasından inen Barlas, Berşan'a bir şeyler söylüyordu ama o duymuyor gibiydi. Gözleri hızlıca etrafı taradı ve benim üzerimde durduğunda derin bir nefes verdi.

Allah kahretsin o hamileydi! Ne işi vardı burada!?

"Berşan git!" diye bağırdım sol tarafa doğru ateş ederken. Kalbim ağzıma gelmişti. "Ne işin var burada aptal?"

"İyi misin?" diye bağırdı söylediklerimi asla umursamadan bir binanın arasına girerken. Silahını çıkartmıştı bile.

"İyiydim!"

Barlas da kendisine bir yeri siper alırken onlarla aramızda epey mesafe vardı. İkisi sokağın sağ kısmında, en sonda kalıyorlardı. Alparslan ve ben ise en ortayadık. Nasıl haberleri olmuştu?

Alparslan sinirle geriye doğru bakarak Berşan'ı kontrol ettikten sonra "Başlayacağım sizin tehlike aşkınıza da size de!" diye gürledi sert bir sesle. "Ölmeyi bayılmak mı sanıyorsunuz amına koyayım!?"

Berşan yine asla umursamadı. Bulunduğu uzaklıktan üç adamı arka arkaya indirdikten sonra bakışları dikkatlice etrafta dolaştı.

Bir süre boyunca kimseden çıt çıkmamıştı. Herkes tüm odağını karşı tarafa vermiş, gördüğü herkesi tekte indirmişti. Dördümüzün çatışmada olduğu bu manzara bir an beni geçmişe götürdü. Farklı bir zamanda, farklı bir yerde dördümüzün elinde silahların olduğu o ana..

En sonunda ortalık durulmuş, mermiler havada uçuşmayı kesmişti. Berşan ve Barlas yer yer cesetlerle kaplanmış sokakta bize doğru ilerlerken Barlas'ın gözleri Berşan'ı tarıyor, bir sorun olup olmadığını inceliyordu. Çok şükür ki iyiydi.

Alparlsan'la ikimiz de siper aldığımız yerlerden çıktığımızda Alparslan birkaç büyük adımda bana doğru geldi ve yüzüme öfkeli bir bakış attı. Güçlü kollarıyla beni kendine doğru çekerek vücuduna yapıştırırken "Tam dayaklıksın." diye mırıldandı. Sesinde öfkenin kırıntıları hissediliyordu ancak rahatladığı belliydi. Kollarımı beline sararken kıkırdadım.

"İyi misiniz?" diye sordu Berşan bize bakarken. Yanımıza gelmişlerdi.

Başımı sallarken kaşlarım çatılmıştı bile. "Berşan senin ne işin var çatışmanın ortasında?" diye sordum azarlarcasına. "Nasıl haberiniz oldu?"

"Sağ kolun değil miyim kızım, öğrendim işte. Anlatırım oraları, ortalığı toparlarlatayım önce." Yerdeki cesetlere baktı, elini cebine atıyordu ki Alparslan'ın kollarından ayrılarak onu durdurdum.

"Berşan ben seni kovdum ya birtanem."

Yeraltı şu anda onun için çok tehlikeliydi, Berşan'ı oradan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyorduk. Kaşları aniden çatılan kadın sanki beni duymak istemiyormuş gibi elini havaya kaldırdı ve beni susturdu. "Hayır kovmadın."

Gözlerimi devirdim. Bu kadına laf anlatmak cidden çok zordu. Onu düşünüyordum ama gel gör ki bir şeyi aklına koyduysa asla vazgeçmiyordu.

Tam bir kez daha ağzımı açacakken bir şey oldu.

Bir koluyla beni Barlas'ın arkasında kalmama sebep olacak şekilde iten Alparslan, Berşan'ı kolundan çekerek hızla önüne geçtiğinde eş zamanlı olarak bir silah patlamıştı.

Dudaklarımın arasında bir boşluk belirirken henüz hiçbir şeyi algılayamamıştım. İçime oturan his, nefes almamı engellemek isteyen bir el gibi boğazımı sıkarken Berşan'ın çığlığı kulaklarımın uğultusunu bastırdı.

Önümde duran Barlas'ın ağzından ardı ardına bir sürü küfür dökülürken ben kalakamış bir hâlde, sokağın karşısında Barlas'ın silahından çıkan kurşun sebebiyle yerde yatan adama bakıyordum. Yanıma bakmak istemiyordum, o manzarayı görmek istemiyordum, Berşan'ın çığlığının sebebini anlasam da anlamamış gibi yapmak istiyordum.

Barlas bir anda karşıda beliren bir adamı vurmuştu. Çünkü o adam Berşan'ı vuracaktı. Ama vuramamıştı çünkü..

Dudaklarımın arasından bir feryat koptu.

Bir transtan çıkmışçasına kafamı yere çevirdiğimde gördüğüm şey üzerimde ardı ardına birkaç kurşun yemişim gibi bir acı bıraktı. Somut bir acı..

Vücudumu daha fazla taşıyamayan dizlerim ortadan kırılarak yere çökmeme sebep olurken hızla yerde yatan adama doğru ilerleyerek yüzünü ellerimin arasına aldım. "Hayır! Hayır, hayır, hayır. Alparslan hayır."

Berşan ayakta kalakalmış, bir eli korumak ister gibi karnındayken üzerinden sızan kanlarla beraber yere yığılan adama bakıyordu. "Yapma," diye bağırdım. Kelimeler dudaklarımdan dökülürken boğazımı acıtıyor, dilimi yakıyordu. Canımı yakıyordu. "Sen de gitme, hayır."

Titreyen parmaklarım yerde yatan sevgilimin yüzünde dolaşıyor, bir tepki arıyordu. Öyle ki, doktor olduğumu bile unutmuş Alparslan'ın yarasına bakmayı akıl edememiştim. Bakmamıştım. Bakamamıştım.

"Ölürüm." dedim dizlerimin üzerinde çökmüş bir hâlde ona tutunurken. "Bu sefer ölürüm.. gitme."

Vücuduma darbeler yiyordum. Bıçak, kılıç, silah, bomba darbeleri yiyor ve hepsini hissediyordum. En yakın arkadaşımın bebeğini korumak için onun önüne geçen sevgilimin kanlar içindeki bedenine baktıkça saydıklarımın hepsini hissediyormuş gibi oluyordum. Yüreğim sıkışıyordu.

Alparslan'ın göz kapakları titredi. Uzun kirpikleri titreyerek açılırken bana baktı. Odağını bulamıyomuş gibi bakan gözleri, lacivertlerime takılı kaldı ve yutkundu. Alnında boncuk boncuk terler birikmeye başlamıştı.

"Tanrıçam..," dedi pürüzlü sesiyle. "ağlama."

Dudaklarının arasından zar zor dökülen kelimeleri duyana kadar gözlerimden sızdığını bile fark etmediğim yaşları silmek için hiçbir çaba sarfetmedim.

"Ölürsen ölürüm," Sanki ben vurulmuşum gibi zar zor konuşuyordum. Elmacık kemiğini okşadım. "..beni öldürme."

"Yalvarırım bizi öldürme."




***

Bölüm hakkında düşünceler?

Evet evet, biliyorum çok pis bir yerde bitirdim.

Aranızda kitap kapak tasarımı yapmaktan anlayan birileri varsa bana yazabilirler mi lütfen? Özelden veya buranın altına.❤️


Đọc tiếp

Bạn Cũng Sẽ Thích

155K 7K 45
↝TAMAMLANDI 0540****: Cenk silahları aldın mi . 0540****: Cevap ver bana. Gece: Galiba yanlış numaraya mesaj yazdınız . Gece: Ne silahı ya . 0540****...
90K 5.2K 32
TAHASSÜR Cihan ve Kamerin hikayesi... Yıllar önce birbirine verilmiş sözler... Yıllarca birbiriyle kavuşmayı bekleyen iki insan yıllar sonra tekrarda...
225K 10.2K 34
Geçmişi yüzünden güven problemi olan Kadın, Kadını gördüğü anda Aşık olan adam. _________ "Sınırları aşma Yüzbaşı." dedim ciddiyetle. Aramızdaki boş...
22.1M 897K 116
İşte oradaydı... Muhtaç olduğum kadın bana korkuyla bakıyordu. Ona biraz daha dokunmazsam sanki ölecektim. Bu hastalıklı duygular beni resmen ele geç...