Geceye Hapsolduk

By culukok

370 22 1

Eskiden Sicilya'ya kaçırılan küçük bir çocuktum, şimdi ise bir uyuşturucu satıcısı. Geçmişim peşimi bıraktı... More

GİRİŞ BÖLÜMÜ
BÖLÜM 2
BÖLÜM 3
BÖLÜM 4-Bölüm 5
BÖLÜM 6
BÖLÜM 9
BÖLÜM 10
BÖLÜM 11
BÖLÜM 12
BÖLÜM 13
BÖLÜM 14
BÖLÜM 15-BÖLÜM 16
BÖLÜM 17
BÖLÜM 18-19
BÖLÜM 20
BÖLÜM 21-FİNAL ÖNCESİ BÖLÜM
BÖLÜM 22- FİNAL

BÖLÜM 7-8

11 0 0
By culukok

Kusurlu merhamet algım, çelişen düşüncelerim ve birbirine hiç uymayan fikirlerimle kendim dışımda herkese vicdanımı sunuyordum. Düşüncelerinin durulması için elimden gelen her şeyi yapıyor, üstelik kendimi çok anlıyormuş gibi bir de onlara yardım ediyordum.

Peki ben ne olacaktım? Algısı kusurlu olan bendim! Merhametinin göreceli olduğunu düşünen bendim! Fikirleri çelişen de bendim! Asıl yardıma ihtiyacı olan bendim ama bunu görmem için kendime zarar verdiğimi belli eden somut şeyler yapmalıydım. Çünkü dikkatli bakmayan birisi, insanın içindeki ruhu göremezdi. 

Eh, Zincir'de olduğumuz sürece de ruhumuza yakından bakılması imkansızdı. 

İnsanlar neden delirirdi? Çok düşünmekten mi? Hiç düşünmemekten mi? Takıntıdan mı? Ben neyden delirmiştim? Vincenzo yüzünden mi?

Bu zamana kadar onu hayal etmiştim, defalarca kez odamın kapısından gireceğini ve kollarını açarak, "Ben buradayım" diye bağıracağını... Ama hayallerimin hepsinde yaşı sekizdi. Hiçbir hayalim bu kadar gerçekçi, böylesine anlamlı olmamıştı, ve hiçbir hayalimde benim yaşlarımda değildi. Şimdi ise... Ne olmuştu bana?

Zincir'in hemşiresi rutin kontrollerimi yapıp kafa sarsıntısı geçirmediğimi söylemişti, yaralarıma pansuman yapılması gerekiyordu ama kandan hiçbir şey belli olmadığından önceliğim temizlenmekti. Bu yüzden ortak kullandığımız banyodaydım, yanımda bana yardım etmek için gelen -normalde hiç kimse sorumluluk almak istemezdi ama halim gerçekten çok kötüydü- Yıkım vardı. Açık kumral saçlarını dağınık bir topuz yaptığından küçük yüzü ortaya çıkmıştı. Üzerinde askılı siyah bir atlet ve aynı renk kısa bir şort vardı. içinde oturduğum mermer, eski su dolu beyaz küvetin yanına çökmüştü. Benden beş altı yaş büyüktü.

Parlak mermer duvarlara vuran yansımama bakmadan loş ışığın altında ağrıyan bacaklarımı kendime çekip derin bir nefes alırken kolumu dizlerimin üzerine yatırıp çenemi onun üzerine boydum. Kandan arınmış saçlarım boynuma yapışmıştı, kahküllerimi kulaklarımın arkasına sıkıştırmıştım. Sıcak su düşüncelerimi berraklaştırmış, algılarımı açmış ve ağrıyan bedenimin biraz olsun normale döndürmüştü. Ağrıyan göğsüm yüzünden kısa bir nefes alıp nemli havayı ciğerlerime çektim. 

Düşünmek istemiyordum, hayal gördüğümü biliyordum kendimi daha fazla üzmek istemediğimden düşünmemeye çalışarak gözlerimi yumduğumda safir mavisi gözler gözümün önünde belirdi. Koyu kahve saçları, esmer teni... On senedir görmediğim yüz tekrar tekrar zihnime gelirken o kadar gerçekçiydi ki... Hayal görmediğime neredeyse inanacaktım.

"Hata sende." diye mırıldandı Yıkım kolumdaki kuruyan kanların nedenini ortaya çıkartmak için kahve kokan bir duş jeli ve küçük bir banyo lifini kolumda gezdirirken sabunun etkisiyle kanlar çözülüp beyaz tenimin üzerinde hafifçe pembe olan bir renk bırakıyordu. "Zihin'in gözlerine bakıp sözlerini inkar etmek ne demek Kurşun? Yürek mi yedin?"

"Beni ihanetle suçladı." çatlayan titrek sesim banyonun mermerleri arasında yankılanıp bana geri dönerken başımı iki yana salladım. "Bunu kaldıramazdım."

"Ve sen de dayak yemeyi seçtin ha? Mükemmel seçim." derken başını iki yana sallayıp bozuk musluktan damla damla akan suyun altına lifi götürdü. İkimiz de çıt çıkartmadan yapacağını izledik. Lifi biraz daha ıslatıp kanımla pembeye dönmüş köpükleri küvetin içine sıkıp beyaz köpüklerin yanına onların da düşmelerini sağladıktan sonra geri çekip  sırtıma koydu. Musluktan akan su soğuk olduğu için ürperdim. 

"Yeni eğitmeni gördün mü? Esrar seni kurtarırken onun yanındaymış diye duydum." dayak yememin dedikodusunun bu kadar hızlı yayılmasına şaşırmadan önce duyduğum şeyle donakaldım. Yeni eğitmen? O kimdi? Başımı çevirip kaşlarımı çattığımda anlamadığımı fark ederek iç çekti. "Zehir öldürüldükten sonra-"

"Zehir öldürüldü mü?" dedim kendimi tutamayarak oldukça yüksek çıkan sesimle. Zehir on senedir Zincir'de kiralık katillerin eğitmeniydi, çok  ön planda olmadığından onu tanımazlardı bile...

"Bilmiyor muydun? Geçen hafta depolardan birinin önünde kurşuna dizilmiş." demesiyle neye uğradığımı şaşırarak gözlerimi şaşkınlıkla açtım. Kurşuna mı dizilmişti? Onun tek yaptığı eğitim vermekti!

"Kim yapmış." Yıkım omuzunu silkip iç çektikten sonra başını usul usul iki yana sallarken merakım daha da artıp bir kurt gibi içimi kemirmeye başladı. 

"Sicilya mafyaları olduğunu düşünüyoruz, neden bize bulaştıkları bilinmez ama... tehdit mesajından sonra-"

"Tehdit mesajı mı?" diye bağırdım istemsizce çünkü sinirlerim bozulmuştu. Ben burada yaşamıyor muydum? Neden hiçbir şeyden haberim yoktu? Neden kimse bana cevap vermiyordu. ve Sicilya mafyalarıysa... Ben hayal görmemiş olabilirdim.

Belki de Vincenzo gerçekten yanıma gelmişti. On sene sonra mektuplarımdan yerimi bulmuş, beni bulmaya ve korumaya gelmişti? İçimde yok yere bir umut yeşermesini istemesem de gerçek apaçık ortadayken itiraz edebilir miydim?

"Evet, Zihin bağlanma töreni için acele ettiğinden ve bu gün onun için çok önemli olduğundan sizi strese sokmak istemedi ama bize söyledi. Gelen mektubun içinde sadece üç safir mavisi nokta varmış. Altında 'Kadın, kitap, at ödünç verilmez' yazıyormuş. Ve Zihin, Zehir'e otopsi yaptırdığında çıkan kurşunların üzerine tuhaf şeyler kazındığını görmüş. Safir mavisi üç noktanın asıl sahibi L'ucelo Zaffiro olduğu için Sicilyalı mafyaların uyuşturucu ticaretimizi ele geçirmek istediğini düşünüyoruz." dedikten sonra kahverengi gözlerini kısaca üzerimde tutup hemen kaçırdı. "Ya da birini..." ima ettiği şeyi anlamamak elde değildi. Vincenzo'yu unutamadığımı, her hafta ona mektup yazdığımı bilmeyen yoktu, ayrıca Sicilya mafyasıyla geçmişi olan tek kişi bendim. Çoğu İzmir'den dışarı hiç çıkmamışken ben doğduğumda İstanbul'da yetimhanedeydim, daha sonra altı yaşına geldiğimde hayatı merak edip oradan kaçmıştım, aylarca İstanbul'un sokaklarında yaşamıştım ve bir insan kaçakçısının eline düşüp Sicilya'ya gönderilmiştim. Şimdi ise yolum İzmir'deydi, ve bu şehri terk etmeyi düşünmüyordum. 

"İşler karışacak diyorsun yani..." derken ona bakmayı kesip köpüklü suya elimi daldırmıştım. Elim hareket ettikçe sular merhametime kalarak çaresizce elimin darbesini bekliyorlardı. Ruhum, hayatım ve bedenim de o sular gibi, çaresizce bir darbe bekliyorlardı. Bu darbe Zihin'den, Esrar'dan, eğitmenlerimden aldığım darbeler değildi. Asıl darbe mektuplarımı alıp okumayan, cevap vermeye tenezzül etmeyen Vincenzo'nun darbesiydi. Asıl suçlu oydu ama ben bir umutla ona mektup yazmayı sürdürecektim. 

"Öyle... ve ben bu durumda eğitmen almanın sağlıklı bir düşünce olmadığını düşünüyorum." derken sesi içinde bulunduğu sıkıntıyı fark ettirircesine kısılmıştı. Ağır ağır omuzumu silktim, bedenim aldığı darbelerin acısıyla ağrıyordu. 

"Eğitmene ihtiyaç var."

"Ya da daha fazla yandaşa..." bakış açısının yanlış olduğunu söyleyemezdim. Olası bir baskın, düşmanlık ya da herhangi bir olayda hepimiz batacaktık, dokunulmazlar, eğitmenler, acemiler, bağlar, hiçbirimiz ayrılmayacaktık. Kurtulan bir tek Zihin olacaktı. Başını hafifçe iki yana sallayarak, "her neyse." diye geçiştirdi. 

"Fazla eminsin, ya Sicilya mafyaları değilse? Bir grup... Serseriyse?" ama bu söylediğime kendim bile inanmamıştım, onun inanmasını da beklemiyordum. Nitekim bana attığı yargılayıcı bakışlar düşüncelerimi doğruladı. 

"Ne fark eder? Kan dökülecek."

"Umalım da dökülen kan bizim olsun, masumların değil." banyodaki fayanslara çarpıp bana geri dönen sözlerim sahte değildi. Her bir kelimesini içimden gelerek söylemiştim çünkü buradaki çocuklara bir şey olmasını gerçekten istemiyordum. Ellerine yedi yaşında çakı tutuşturulan bu çocukların suçları neydi? Masum bir beden neden günahkarların arasında kaybolmak zorundaydı? 

"Sen bırak masumu günahkarı da söyle... Eğitmeni gördün mü?" sesinin barındırdığı heyecanı anlayarak başımı ona çevirdiğimde hafifçe tebessüm ettiğini fark ettim. 

"Neden bu konunun üzerinde duruyorsun?"

"Çünkü ben gördüm..." derken neşesi giderek artıyordu ve dudaklarındaki tebessüm her saniye daha da büyüyordu. 

"Ve..." dedim devam etmesi için. Derin bir nefes alıp oflayarak gözlerini devirdi.

"Ve sana şu İtalyan Hanzo'sunu unutturabileceğini düşünüyorum."

"Vincenzo." diyerek doğrusunu söylediğimde sonrasındaki sözleri aklıma tak etti. Belki gerçekten o gelmişti? Kalbim ihtimal doğrultusunda hızla çarpmaya başlamıştı. "Ne yönden?"

"Çünkü tam bir Akdeniz insanı tipi var. Esmer, kaslı, çekici, seksi, ayrıca senden olsa olsa iki yaş büyüktür." heyecanım bir balon gibi yavaşça sönerken gördüğüm kişiyi kuru bir umutla Vincenzo'ya benzettiğimi anladım. Esmerdi, ve kaslıydı, ama Vincenzo değildi.

"Ne yani? Sadece esmer olduğu için İtalyanlara benzediğini mi düşünüyorsun?" umudumun sönüşü sesime de yansımıştı ve bakışlarımla beraber suratını astı, dudağını büzerek buharın yoğunlaştığı tavana bakarken,

"Böyle söyleyince tuhaf geldi." diye mırıldandı. "Ama gözleri maviydi, ve senin Şanzo'nun da-"

"Vincenzo." diye düzelttim tekrarlayarak ve istemsizce oflayıp çenemi yeniden dizlerime koydum. 

"Vincenzo'nun da gözlerinin mavi olduğunu söylemiştin. Hem... aranızda bir bakışma geçtiğini, ve senin bu bakışmayı ciddiye aldığını duymayan kalmadı. Şu meşhur İtalyan'ının modasının geçtiğine inanıyorlar." Zincir'de dolaşan insanların kenar mahalle kadınlarından çok daha fazla dedikodu yaptığını bilmek sinirlerimi tepetaklak ederken günlerce bunun konuşulacağını bilmek moralimi bozmuştu. Vincenzo'yu unutacağımı mı düşünüyorlardı? Onu unutmak için delirmem gerekirdi. Bu gün yaşadığım şey de delirmeme ramak kaldığını belli edercesine acı vericiydi.

"Bu gün onu gördüm sandım... Kafamı duvara çarptıktan hemen sonra, o yüzden saçmaladım." desem de içimde bir ses, onun gerçekten Vincenzo olduğuna inanmak için çırpınıyordu. Vincenzo olduğuna inanmak istiyordu.

Hayır, buna ihtiyacı vardı. 

Bu kez iç çekme sırası Yıkım'daydı. Başını usul usul iki yana sallarken önemsememesi için çok absürt duran, yüzüme yapıştırdığım ucuz bir etiketten farksız gülümsememi yerleştirip omuzumu silktim. "Önemi yok, bekleyeceğim." 

Dudaklarımdan çıkan kelimelerden, yutamadığım her bir harften akan kan bariz belliydi. Ruhumdaki yaranın deşildiği, kabuk bağladıkça bir mazoşist gibi durmadan kabuğunu soyup acıya dayanıklı olmak için tuzu bastığım yaramdan akan kan harflerime damlarken fiziksel olarak hissettiğim acının ruhsal acımın yanında bir hiç olduğunun farkına vardım. 

Ben, beni üç kurşunla yaralayıp üzerimde sigaralarını söndüren o adamların yanında kalıp bu halden çok daha berbat bir duruma düşmeye razıydım, yanımda çocukluğumun bir kısmını çocuk olarak geçirmemi sağlayan o adam da olursa...  

"On sene." dedi sıkıntılı bir şekilde nefes verirken. Konuşmayı sevmediğim bu konu önüme konulduğu için istemsizce kıpırdanıp başımı dizlerimin üzerinde olan kolumun üzerine yatırdım. "Bıkmadın mı kurşun? Her hafta sıkılmadan mektup gönderip cevap alamamaktan... Seni umursamayıp ruhunu paramparça etmesinden... Canını anne babandan bile çok yakmasından..." gerçekler yüzüme çarptıkça bir elektrik teline yaklaştığımı hissettim. Yaklaştıkça elektriğin dozajı arttı, tehlike limiti zirveye çıktı ama umursayamadım çünkü o limit sınandığında karşıma gerçekler çıkacaktı. 

"İşin kötü yanı da o ya," dedim yüzümdeki gülümsemeyi silmeden, buruk tebessümüm yüzünü aklıma getirdiğimde ve gözlerimi kapatıp hayalini karşımda düşündüğümde yerini daha gerçek bir gülümsemeye bıraktı. Safir mavileri inanılmaz gerçekti, onlar için ölmeyi bile yeğlerdim. "Bana hiçbir zaman cevap yazmasa da... Beni umursamasa da... Ruhumu paramparça etse de... Canımı en çok ve tek yakan kişi olsa da bir anda karşıma çıkması ihtimaliyle aklım başımdan gidiyor." derken boğazıma gerçeklerin oluşturduğu bir yumru oturmuştu. Bir anda silip içimin derinliklerine gömmek istercesine sertçe yutkunarak yumruyu yutmaya çalıştığımda tahmin ettiğim gibi olmadı. Gözlerimi açtığım an, beyaz fayanslarla karşılaştım. "Ben ilk ve son kez onunla çocuk oldum, Yıkım. Onunla yaşadığımı hissettim, ona tutundum ve yokluğu bile bana gerçek olduğumu hissettirdi. Kim ne söylerse söylesin, o benim ilk ve tek umudum, hiç sönmeyecek." ve yıllar sonunda gözlerime yaşların toplaştığını hissettim. Anılarımı canlandıran tuzlu su gözlerime toplanırken titrek bir nefes aldım.

"Vay be... Seni hiç ağlarken görmemiştim." dedi şakaya vurarak ve bunun ciddiyetini aynı anda fark ettik. Zincir'e geldiğimden beri ağlamak bir yana dursun, Kor'a gülmek dışında başka hiçbir duygu belirtisi göstermemiştim ama şimdi... göz yaşlarım beni on sene önce unutan, hayalini gördüğüm adam için göz pınarlarımdaydı.

"Göremeyeceksin de zaten." derken ondan çok kendimi inandırmaya çalışıyordum. "Çık sen, ben durulanayım." üstüme gelmek istemedi ve elindeki lifi itaat ederek elime tutuşturduktan sonra derin bir nefesle ayağı kalkıp çıplak ayaklarının fayansta çıkarttığı sesle banyodan çıkıp kapıyı kapattı.

Beş dakika içinde tamamen köpükten ve kandan arınmış bir şekilde bedenime havluyu doluyordum. Saçlarımdan dökülen sular beyaz fayansa düşüp küçük ve eski banyoda yankı yapıyordu. Ayaklarım soğuk zemin yüzünden uyuşmuşken, eski musluğun üzerinde olan buğulu aynadaki yansıma baktım. Burnumun üzerinde ve çenemde, elmacık kemiğimin üzerinde alnıma doğru devam eden morluklar vardı. Dudağım patlamıştı, kaşımın hemen üzerinde bir yarık vardı, bir gözüm morarmıştı ve tamamen mahvolmuş görünüyordum. Kendimi savunamayacakmışım gibi. Çaresiz gibi... 

Asıl sorun yüzümde değil bedenimdeydi bana kalırsa, sigara yanık izlerinin olduğu omuzlarımda çürükler, kollarımda morluklar ve boynumda yanlış anlaşılması çok muhtemel kızarıklıklar vardı. Kollarım ve bacaklarım tamamen morluklarla kaplıydı, başımdaki yara çok derin olmasa da şişmişti ve bakım istiyordu. Uğraşılması gerekiyordu. 

Başımı çevirmeye halim yokken duvara tutunup ağrıyan kaburgalarımdaki basıncı azaltmaya çalışarak banyonun kapısını açtıktan sonra kendimi buhar dolu banyodan dışarı atıp bir elimle havluyu sıkıca tuttum. Zincir'in kuralları yoktu. İsteyen istediği kişiyle farklı katlarda kalabiliyordu bu yüzden güvenlik açısından tedirgindim. 

Çıplak ayaklarımla koşarcasına odamın kapısına ilerleyip uzun süre suda durmaktan buruşmuş elimi kapının koluna atıp hızla kapıyı açtım ve içeri geçtikten sonra kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim. Küçücük odamın içinde, altı boş olan ranzamın tam karşısında küçücük bir dolap vardı, kıyafetlerim için fazla bile geliyordu. Küçük bir çalışma masası lekeli duvarın kenarına yaslanmıştı ve bir pencere Zincir'in ön bahçesine bakıyordu. Hava yeni aydınlandığından bahçede tek tük kişi vardı. Daha doğrusu beş kişi... bir yanda durmuş, kocaman bahçenin kenarına çökmüş sigara içen kişinin kim olduğunu biliyordum, Kor'du. Sabahın bu saatlerinde Zincir denizdeki kayalıklara beş dakika uzaklığında olduğundan normalde kayalıklara gidip bir şeyler atıştırmadan ciğerlerimizi, Zincir'de kirletilen masum çocukların acısını çıkartırcasına zehirlerdik. Günde birkaç kere bunu yapardık. Bir nevi sessiz protestomuz olmuştu. Gezinen Esrar'dı ve yanında iki kişi vardı. Devasa uzun, Zincir'e döndükleri için yüzlerini seçebildiğim adamlar. 

Upuzun boylar, bronz tenler, gömleklerin kumaşını zorlayan kaslar ve doğrudan gözlerimin içine bakan safir mavisi gözler. Bunlar Lucelo Zaffiro üyeleriydi, ve sabah gördüğüm kişi de Vincenzo'ydu. Bu kesinlikle oydu. Ben hayal falan görmüyordum. 

Eğer hayal görüyor olsam ne kaybederdim ki? İçimde en ufak bir umut dahi olsa onun olma ihtimali vardı. Ve ben bu ihtimali boşa harcamayacaktım. 

Hiçbir şey duyamıyordum, duyabildiğim tek şey kulaklarımda uğuldayan kanımdı, hissedebildiğim tek şey boğazımda atan nabzımdı, fark ettiğim tek şey onun beni almış olmaya gelmesiydi. 

Islak ve çıplak ayaklarımla yerde kaymayı umursamadan siyah, kadife perdeyi küçük penceremin önüne hızla çekerek ranzanın altına bıraktığım küçük tuşlu telefona koştum. Dokunmatik telefona ihtiyacım yoktu, almayı aklımdan hiç geçirmemiştim. 

Telefonu kaptığım gibi Kor'un numarasını bulup yeşil tuşa bastıktan sonra telefonu omuzum ve kulağım arasına sıkıştırıp dolabıma koştum ve içinden altıklarıma bakmadan kıyafetleri yatağıma fırlattım. İlk çalışta telefon açıldı.

"efendim yavrum?" dedi oldukça neşeli olduğu sesinden belli olan kor, onu suçlayamazdım, tehlike geçmişti. Yani onun için...

"Kor, yemekhanede buluşacağız, hemen içeri gir ve esrarla gezinenlerin orada olmadığına emin ol." dedim nefes nefese çünkü onunla konuşurken bir yandan da üzerimi kurulayıp giyinmeye çalışıyordum. Üzerimdeki havluyu yarım yamalak kurulanıp attıktan sonra üzerimi giymeye başladım. 

"Ne? Neden? Ne oldu..."

"Sorma Kor." diye bağırdım istemsizce, sanılanın aksine dar kot pantolonu ıslak bacaklara giymek hiç kolay değildi... "Anlatacağım, koş yemekhaneye, mantıklı düşünmek için kafeine ihtiyacım var, bekleme sakın!" 

"Siktir bir şey olmuş!"

"Günaydın!" ve bir şey demesine izin vermeden telefonu kulağımdan çekip kırmızı tuşa bastım, aynı anda üzerime siyah kısa kollu tişörtümü geçirip kollarımdaki morluklarıma, siyah kotumun dizlerinde olan yırtıklardan görünen çürüklere ve yüzümdeki araba çarpmış da metrelerce sürüklenmişim gibi belirgin olan mor izlere bakmadan, dolayısıyla kendime acımadan ıslak saçlarım tişörtümü ıslatırken alışkanlıktan yaz kış fark etmeksizin giydiğim bağcıklı postalları ayağıma geçirdim. Bağcıklarını içine tıkıştırdıktan sonra arkamda bıraktığım hiçbir şeye bakmadan kapıyı çarparak koridorun sonundaki mermer merdivene ilerledim. Beyaz duvarlardan yüklü bir rutubet kokusu yükseliyordu ve bahçe katına göre çok daha havasızdık. Zincir toplam altı kattan oluşuyordu. En alt katı, yerin altında duran kısım depoydu, işkence gördüğümüz yer. Bir üst katı yemekhaneydi, ana kat oydu, sonrası sınıflardan oluşuyordu, Esrar'ın ısrarıyla Zihin birkaç öğretmen tutmuş, bize okula gideceğimiz düzeyde eğitimler verdiriyordu. dördüncü kat eğitimleri aldığımız yerdi, toplam dört oda vardı; uyuşturucu satıcıları için bir oda, tetikçiler için bir oda, kiralık katiller için bir oda, yasal olmayan ring dövüşü yapanlar için başka bir oda ve sonuncusu eğitmenlerin toplanma alanıydı. Orada bir şeyler döndüğüne emindim. Üst katlarda ise yatakhaneler vardı. Alt kattaki onlarca odanın içlerinde onu geçik ranzalar olurdu, odalar küçük olduğundan havasız kaldığı düşünülür, kimse o yatakhanelerde kalmak istemezdi. Zihin ise hata yapanları yerlerine başka biri geçene kadar orada kalırlardı. Kor geçen sene oraya bir adamı öldürmesi gerekirken sakat bıraktığı için kapanmıştı ve hala kurtulamamıştı. Normalde odada onunla beraber kalırdım ama o gittiği oda bana kalmıştı. 

Mermer zeminde kayıp düşmeyi umursamadan merdivenleri ikişer üçer atlayarak damarlarımda her saniye biraz daha çoğalan adrenalinle koşuyordum. Bir an önce yemekhaneye inmem gerekiyordu, sıcak kahve dilimi yakarken zihnimi açan ağır kokusunu içime çekmem ve Kor'a da düşündüklerimi söylemem gerekiyordu. Belki o beni kendime getirecek birkaç alaycı söz söyler, ona Vincenzo olup olmadığını sormamı engellerdi. 

"Kurşun." diye bir ses geldi arkamdan ve adımlarım ayaklarıma beton dökülmüş gibi aniden durup tüm bedenimi sarstı, elim korkulukta, üçüncü katın sonundaki merdivenlerin başındaydım ve arkamdan gelen ses kalbimi heyecanla çarptıracak kadar güçlüydü. Ses tonu kadifemsi, kalın ve yaz ayında yağan sağanak yağmuru kadar aykırıydı. Buraya ait değildi. "Kurşun'du, yanlış hatırlamıyorum değil mi?" yumruklarımı sıkıp siyah ojeli tırnaklarımı avuç içime gömerken gözlerimi ağır ağır açıp kapattım. Sesinde aksan yoktu, oldukça güzel konuşuyordu ve tınısında hiçbir duraksama yoktu. Benimle çocukken konuşan Vincenzo aksanla konuşurdu, dili bazı kelimelerini söylemesini engelleyerek dolanır, ikimize de eğlence çıkarırdı. Bu adam ana dili gibi konuşuyordu. Ve belki de öyleydi? Kendimi boşu boşuna mı umutlandırmıştım. Sertçe yutkunup aklımdaki ihtimali göz ardı ederek başımı iki yana salladıktan sonra onunla yüzleşmek ve hayal görüp görmediğimi anlamak için aniden arkamı döndüm. Oradaydı. Safir mavisi gözleri üzerimde dolaşıyordu, tepeden yansıyan sarı loş ışık uzun kirpiklerinin gölgesini yanağına düşürüyor ve karanlık, bulutlu bir gecenin ortasında beliren açık mavi dingin sular gibi olan gözlerini ortaya çıkartıyordu. Göğsü büyük bir sakinlikle inip kalkıyor olsa da pantolonun cebine koyduğu elinin stresle seğirdiğini, dirseklerine kadar sıyırdığı kollarındaki belirgin damarların ve kasların hareketinden anlıyordum. Sırtında bir çanta vardı, siyah bir sırt çantası. Üste göre daha dolgun olan alt dudağında minik siyah bir halka vardı, üzerindeki gömleğin ve pantolonun İtalyan markalarına ait olduğunu bulmayı umut ederek derin bir nefes alırken başımı iki yana salladım.

"Sen şu yeni eğitmen misin?" derken kalbimin çarpıntısının bastırmak için yanaklarımı ısırıyordum. Gözleri gözlerimdeyken başını yavaşça yukarı aşağı salladı. Benimle yabancıyı oynamak mı istiyordu? On sene sonunda karşıma geçip yapmak istediği bu muydu? Öyle ise istediğini verecektim. "Kurşuna dizilen bir eğitmenin yerine geçmek cesaret ister. Sendeki ne cesareti? Deli mi temelli mi?" 

"Onu zaman gösterir." dedi omuz silkip. O kadar soğukkanlı ve yabancı gibiydi ki... inanmak üzereydim. İlk kez karşılaştığımıza, onun Vincenzo olmadığına... Boğazıma görünmeyen ellerin yapıştığını hissederken nefes alabilmek için sertçe yutkundum. Aramızda bir metreden fazla mesafe olsa da onun tarafından boğuluyormuş gibi hissettiriyordu. 

"Hiç adil değil." dedim kendimden beklemediğim bir cesaretle arkamdaki demir korkuluklara yaslanırken. Saçlarının bir kısmını gizlediği düzgün kaşındaki küçük demir, ucunda minik iki top olan küpemsi şeye gözlerim takıldı, ne söyleyeceğimi merakla beklerken kaşlarını çattı. Pantolonunun cebindeki elini açıp kapattığının farkındaydım.

"Neymiş adil olmayan?"

"Beni salak yerine koyuyor olman, yalancı." dudaklarımın arasından bir tıslamadan farksız çıkan sözlerim ikimizi de elektrik çarpmışçasına ürpertti. Bunu belli etmeyen tek şey gözleriydi, beni mahvetmeye yeminli gibi davranarak gözlerini gözlerimden ayırmadan bana doğru bir adım attığında içimdeki ses ihtimalimin yanıldığı konusunda bas bas bağırıyordu. O zaman ne olurdu? Yeni eğitmenlerden birine yalancı demiş ve onu bir zamanlar yanımda olan ama unutamadığım saplantılı olduğum adama benzetmiş olurdum ve emindim ki bu hiç iyi olmazdı. 

"Beni kim sanıyorsun sen?" derken kaşlarını çatmış üzerimi inceliyordu. Sesi kısılmıştı, tıpkı gözleri gibi. Utanç bedenime dalga dalga yayılırken gözlerimi kaçırmak istedim. Eğer o Vincenzo olsa bile... benimle yabancıyı oynamak istiyordu. Bense yüzsüz gibi ona yapışamazdım. Hem, dünyadaki tek bronz tenli ve mavi gözlü adam o olamazdı değil mi? Gururum onun gururunun altında ezilmeyi reddederek başımı dik tutmamı sağlarken duruşumu biraz daha dikleştirdim. "Daha doğrusu asıl sorulacak soru ; 'Asi Öğretmenim' genellemesindeki iğrenç eğitmen-öğrenci arasındaki aşkı ballandırarak anlatan kitapları okumayı ne zaman bırakacaksın? Bilindik numara, ufaklık, ama yemem." 

"Pardon?" dedim dehşete düşmüş bir halde ona bakarak. Şimdi kesinlikle emindim. Bu adamın Vincenzo olma ihtimali sıfırdı. O bana böyle iğrenç davranmazdı. "Adımı seslenen sendin, yanılmıyorum değil mi? Şimdi gelmiş bana sana kur yaptığımı falan mı söylemeye çalışıyorsun?"

"Ben buna flört derdim." dedi kaşlarını kaldırarak ve bu benim daha da şaşırmama neden oldu. Flört? Nereden çıkarmıştı bu piç kurusu bunu? "Ayrıca adını seslenmemin tek sebebi o dayaktan sonra nasıl olduğunu görmek içindi."

"Seni ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmamalısın belki de? Tanımadığın birinin dayağıyla ilgilenmemelisin?"

"Tanımadığın birini yalancı diye etiketlendiren sen mi bunu söylüyorsun?" dediğinde yaptığım hatanın büyüklüğünün farkına bir kez daha farkına vardığımda aniden kan yanaklarıma hücum etti. Boynumun hafifçe ısındığını ve yanaklarıma kan oturduğunu biliyordum. Bundan nefret ediyordum, ama utandığımda yanaklarım kıpkırmızı oluyordu. 

"Kafamı vurmuştum." diye itiraz ettim kıpkırmızı olan yanaklarımı gizlemek için başımı çaktırmadan öne eğip ıslak kahküllerimin yüzümü gizlemelerini umarken. Kendi dalgalarına kavuşmuş olduklarından pek etki etmemiş olsa da kendimi daha iyi hissediyordum. 

"Kafanı duvara vurmasına izin vermiştin, arada büyük bir fark var, ufaklık." sabrım bu gün yeterince taşırılmıştı ve bir pamuk ipliğine bağlıydı, karşımda böyle bir herif varken kopmaması imkansızdı! Nitekim öyle de olmuştu...

"Ne sanıyorsun sen kendini ya? Adnan Oktar çakması mısın? O kedicik sen ufaklık, tövbe ya..." diye patladıktan sonra hiçbir şey anlamadığını ifade eden bakışlarından sıyrılıp Kor'un yanına gitmek için merdivenlerden öfkeli adımlarla inmeye başladım.

Sinirlerim tamamen bozulmuştu. Onunla daha fazla uğraşmak istemiyordum. Vincenzo olmadığını öğrenmek zaten yeterince moralimin bozulmasını sağlamıştı ve daha fazla uğraşmak kesinlikle akıl karı değildi. 

Islak saçlarım üst katta olan serinlik yüzünden beni üşütürken alt kata, yemekhaneye doğru ilerledikçe ısındığımı hissettim. Belki de uzun merdivenleri koşarak inmektendi bu? Ya da yeni eğitmenim tarafından onunla flört ettiğimi düşünmesinden kaynaklanıyor olabilirdi...

Yemekhaneye indiğimde normalde dolu olan açık büfede kimsenin olmadığını, hiçbir kahvaltılığın orada bulunmadığını fark ettim. Değişmeyen tek şey, normalde kahvaltılıkların olması gerektiği ama Zihin yüzünden günde yiyebildiğimiz tek öğün, akşam yemeğine yiyeceğimiz makarnayla dolu olan ama şimdi bomboş tabakların konulduğu açık büfenin cam kapağının üzerine konan kahve makinesiydi. 

Yemekhanede kimse yoktu, Kor haricinde. Elinde iki tane porselen kupayla cama yakın küçük yuvarlak masalardan birindeydi, iki parmağının arasında yarısını içebildiği sigarayla oturuyordu. gözleri endişe doluydu. Elini saçlarına atıp kulağının üzerini kıvırcık dalgalarla kapatan açık kumral, sarıya yakın saçlarını karıştırdıktan sonra masaya yasladığı bileğini kaldırıp sigarasını dudaklarına götürdü. Onu boş yere endişelendirdiğimi nasıl söyleyeceğimi bilmediğimden yemekhanenin fayans duvarları arasında yankılanan adım seslerimle beraber hızlıca yanına ilerlediğimde bir elini yana açıp boş bakışlarla beni izledi.

"Yavrum neredesin sen? Geldiğimde minicik bir tohumdum, bekleye bekleye gencecik bir fidan oldum, kıçıma odun çakıp güneşin insafına bırakıldım..."

"Şu tohum edebiyatını yapmayı keser misin?" diye mırıldandım ahşap sandalyeyi geri çekip otururken, benim oturduğum yere konmuş kahve bardağını avuçlarımın arasına alıp dudaklarıma götürdüm ve dilimi yakan sıcaklığını umursamadan sade kahveyi mideme gönderdim. En son yediğim şey dünkü Akşam yemeğiydi. Midem bunu belirtircesine kavrulurken yüzümü buruşturup bardağı masaya geri bıraktım ve iki parmağının arasında tuttuğu sigarayı elinden kapıp ucundaki külü masanın ortasında duran demir küllüğe attıktan sonra etrafta Esrar'ın olmamasından faydalanarak sigarayı dudaklarıma götürdüm.

Esrar hiçbir şeye kızmadığı kadar benim sigara içmeme kızıyordu. Tek nedeninin ergence bir hava içinde olmama bağlıyordu, dikkat çekme çabam olduğuna... Bir insan dikkat çekmek ya da havalı(!) olmak için neden kendini zehirlerdi ki? Kim bunu yapacak kadar akılsızdı? Benim içmemin nedeni üzerime sinmiş kokuyu kaplayabilecek daha ağır bir koku olmasıydı. 

Kan kokusu üzerime sinmişti, gözümün önünde öldürülen çocuklukların kanıydı bu koku. Ne olursa olsun çıkmayacak, üzerime sinmeye devam edecek bir koku. Ellerindeki oyuncakları ateşe atıp ellerine çakılarını aldıklarında yerine geçen o vahşi ruhun oluşturduğu koku. 

O koku bendim. Ölen çocukluğumu içimde saklıyordum ve asıl beni görebilen herkes, içimde yatan ölüyü görebilirdi ama tek sorun kimsenin asıl beni görmek istememesiydi. Kor için eğlence kaynağıydım, beni eğlendirmeye çalışıyordu ve buna minnettardım ama içimdeki ölünün üzerime yansıttığı kasvetten kurtulamayacağımı bir türlü anlamıyordu. O bile asıl benliğime gözlerini yumarken Sicilya'da ki o çocuk bana kollarını açmıştı, hiçbir bağı olmamasına rağmen beni bağrına basmıştı, hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen benimle korkularımı görmüş, bana yardım etmişti. Beni görebilen tek kişi oydu. 

"Yeni eğitmen... O... Kişilik olarak değil ama Vincenzo'ya çok benziyor." dedim dudaklarımdan sigarayı çekip ciğerlerimi iyice kirletmek için yutkunurken. Duman boğazımdan kolayca aşağı kayıp bedenimi içten içe zehirlerken sesimin hırıltısı beni bile ürpertti. Daha önce böyle konuştuğumu hatırlamıyordum. Sesim genelde normal bir tınıda olurdu, bazen, harçlık olarak Zihin'den aldığımız paranın artmasını istediğim için -genelde kafama yeni bir postal almayı koymuş oluyordum- gece kulübünde şarkı söylerdim, onda sesime hayran olan kişiler şimdiki halini duysalar korkudan ödleri patlardı. 

"Mezar mı?"

"Adı Mezar mı?" diye sordum şaşkınlıkla çünkü ondan daha anlam dolu bir isim beklerdim. Belki Enkaz, belki Harabe... Gerçi gözleri mezardan beterdi. İnsanı içine alıp karanlığa gömmek istercesine koyuydu. Gözlerinin dikkat çeken kısmı mavisi değil, siyahıydı. İlk bakıldığında doğrudan onunla karşılaşıyordum o mezarsa, ben gömülmek için can atan bir cesetten farksız hissediyordum. Baş ve işaret parmağımın arasında tuttuğum sigarayı dudaklarıma bir kez daha götürüp dumanı içime çektiğimde üzerimde gezinen gözlerinin endişeli olduğunu biliyordum.

"Ne kadar benziyor?" dedi hafifçe masaya eğilerek. Boğazımdan geçen dumanı yutarcasına yutkunup kahveme odaklandım. 

"Çok." diye bir mırıltı çıktı dudaklarımdan. "Ya da ben deliriyorum, Kor. Bilmiyorum." sesimdeki yakarışı duymamak imkansıza yakın olduğu gibi Kor'un bunu anlaması da öyleydi. Bundan önce hiçbir zaman ondan yardım istememiştim, ne işim varsa kendim çözmüştüm ya da ben yardım istemeden o yardım etmişti. 

Bileğimde duran, hiç çıkartmadığım siyah kordonlu saate baktım. Aslında sıradan bir saat değildi. Üst kısmı çıkınca içinden madalyon gibi bir resim çıkıyordu. Vincenzo ve benim resmim. Sigarayı iki parmağımın arasına yerleştirip baş ve yüzük parmağımla saatin üst kısmını tek çekişte açtım. Kor şaşkınlıkla ne yaptığımı izliyordu. 

Saatin içinde senelerdir açıp bakmaya korktuğum siyah beyaz fotoğrafı saatin içinden çıkarttım. Fotoğraf kalbimin binbir parçaya bölünüyormuş gibi hissetmeme neden oldu. Küçüklüğüm ve Vincenzo'nun küçüklüğü yan yanaydı. Saçlarım dalgalarla sırtıma dökülüyordu, kollarımı iki yana açmıştım, üzerimde bir elbise vardı ve tepeden minik yağmur damlaları süzülüyordu. Vincenzo da benimle aynı şekilde kollarını iki yana açmıştı. onun üzerinde bir tişört ve pantolon vardı. Boylarımız arasındaki fark oldukça fazlaydı, o yaşta bile benden çok daha uzundu ama benzer yönümüz vardı ki o da yüzlerimizdeki kocaman gülümsemeler ve birbirimize bakarken mutlulukla parlayan gözlerimizdi. Ses çıkartmamak için sigarayı dudaklarıma yerleştirerek umursamaz görünmeye çalışıp resmi masanın üzerine bıraktım ve sessizce ona itledim. Resimden bile yüz hatları, gözleri, dişleri ve saçlarının dalgası belli oluyordu, ayrıca dudakları da... 

"Yanımdaki o." dediğimde masadaki fotoğrafı tereddütle eline aldı. Deşildiğini hissettiğim kalbimle baş başa olduğum birkaç saniyenin ardından Kor'un yüzünde buruk bir gülümseme yer etti, donakaldım. Gözleri yavaşça gözlerime tırmandıktan sonra başını usul usul iki yana salladı.

"Seni böyle güldürebilmek için neler yapardım." fısıltıları kulaklarıma geldiği  an içinde biriken harabe beni de altına alarak yıkılmaya başladığında bundan sağ kurtulamayacak tek şeyin göz yaşım olduğunu fark ettim. Ona ve kendime yaşattığım eziyeti yeni fark ediyormuşçasına ürpererek gözlerimi utançla masaya eğdim. Sigarayı dudaklarımdan çekip izmariti küllüğe bastırırken dumandan olduğuna inanmak isteyeceğim şekilde gözlerim yanıyordu. "Bir kere... Bir kere bile böyle gülmedin,Kurşun." zaten ağrıyan göğsüme biraz daha yük binerken mideme taş oturmuş gibi hissediyordum. Adımın anlamını taşıyan kurşunlar içimde geziyormuş gibiydi. Elini yüzüne götürüp ovuşturduktan sonra gözlerini yumduğunda titreyen dudağımı ısırıp ne kadar bencil olduğumu kendime hatırlattım. Kolumu masaya koyduktan sonra eğilip çenemi de onun üzerine koydum. Dolan gözlerim yüzünden etraf bulanıktı. Işıklar gözlerime çok daha belirgin şekilde geliyordu ama gözlerim doğrudan masadaydı çünkü Kor'a bakamıyordum. 

"Özür dilerim." diye bir mırıltı çıktı dudaklarımdan ve titreyen sesimi fark ettiği gibi gözleri üzerime çevrildi. "Seninle de öyle olmayı istedim ama başaramadım."

"Önemli değil." dediğinde bu kez gerçekten içten olduğunu anladım. Yüzündeki gülümseme de düşünceleri gibi gerçekti. "Yeni eğitmenimizin seni kurtarmak için gönderilmiş bir İtalyan elçi, Honzo olduğu ve artık mektup yazmana gerek olmadığını düşünüp göbek atman gerekiyor senin. Üzülmen ve o mavilerinin kızarması değil." dedikten sonra elini masanın üzerinden uzatıp yavaşça yanağıma yerleştirdiğinde bir kedi yavrusu gibi yanağımı onun eline yerleştirdim. Baş parmağı yavaşça yanağımı okşadı. "Bağ töreni ertelendi." dediğinde istemsizce gözlerimi devirdim. Elbette ertelenecekti. Sürekli bir bahane uydururdu Zihin, ya yeterli parayı bulamazdı, ya da parasını o an pahalı yemeklere harcamak içinden gelmezdi. Zaten bağ töreni yalnızca bir şovdu, birimiz Zincir'le bağımızı kopartmaya çalışsak aynı anda karşımızda alnımıza silah dayayan birini bulurduk. "Dolayısıyla birazdan çalışmaya gitmemiz gerekiyor, topla kendini."...

Continue Reading

You'll Also Like

123K 7.4K 56
Buraya bak cılız okur. Senin geçirdiğin tüm o uykusuz geceler gibi yüzyıllar geçiren Carryhall Lisesi öğrencilerine bak. Bak ve elindeki loş telefon...
24.8K 2.1K 21
Gözlerimi kırpıştırdım. Bu bir çeşit şaka mıydı? "Sen kimsin?" "Reyna Hodwick," parlak yeşil teni ve küçük kel bir kafası olan zayıf kıza istemsiz...
ELIYS (+18) By Duru

Mystery / Thriller

159K 9.5K 54
Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye nefret ettiği, öte yandan da, yüzyıllarca...
14.9M 604K 54
"Soyun!" "Ne?" Yaşlı adam oturduğu masada kaşlarını çatmıştı ki yanındaki kadın tebessüm ederek bana döndü. "Sadece hırkanı çıkar ve bize sol kolunu...