Ateşten Buz (+18)

By mammamia132

8.3M 460K 936K

(+18 cinsellik ve şiddet!!) ~•Can l kiss you, before l kill you..? 'Kötü deyin, bencil deyin, zalim deyin.. N... More

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 29 (kitabın adı değişiyor)
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 44
Bölüm 45
Bölüm 46
Bölüm 47
Bölüm 48
Bölüm 49
Bölüm 50/ Part1
Bölüm 50 Part/2
Bölüm 51
Bölüm 52
Bölüm 53
Bölüm 54
Bölüm 55
Bölüm 56
Bölüm 57/ Part1
Bölüm 57/ Part2
Bölüm 58/ Part1
Bölüm 58/ Part 2
Bölüm 59
Bölüm 60
Bölüm 61
Bölüm 62
Bölüm 63
Duyurudur!
Bölüm 64
Bölüm 65
Bölüm 66

Bölüm 28

110K 6.2K 6.4K
By mammamia132

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
Keyifli okumalar

İzel'in instagramda ilk açılan yazardan onaylı parodi hesabı @izellsarca

***

Bugün 2 Temmuz akşamıydı.

Yani birkaç saat sonra doğum günümdü..

Öyle kutlamalı organizasyonlardan falan hoşlanmazdım, herkes de bunu bildiği için kimse böyle bir şeye kalkışmıyordu.

Yirmi altı yaşına giriyordum. Vay be!

Evimin salonunda elimdeki domates çorbası ve ayranla beraber sinema ünitesinden film izliyordum. Minnoş bebeklerimi özlemiştim, köpeklerim iki haftadır falan eğitimdelerdi. Sanırım bir hafta daha kalıp dönecekelerdi.

Ayranımdan büyük bir yudum daha alırken kapının çalmasıyla bakışlarımı geniş ekrandan çektim. Berşan gelmiş olabilirdi.

Bardağımı da çorbanın durduğu sehpaya bırakarak ayağa kalktım ve kapıya doğru ilerlemeye başladım. O esnada zile bir kez daha basılmıştı. Söylene söylene birkaç adım daha atarak kapı kolunu indirdim, kapıyı açtığımda gördüğüm şey ise sadece karanlıktı.

Kimse yoktu?

Biraz eğilerek bahçeme bakındım ancak hiç bir kıpırtı görünmüyordu. Tam kapıyı geri kapatmaya karar vermişken yerde gördüğüm şeyle kaşlarımı çattım. Kapımın hemen önüne büyük kurdeleli bir kutu bırakılmıştı. Birisi doğum günüm için hediye yollamıştı sanırım. Berşan gerilim yaratmaya çalışıyor olabilir miydi? Severdi böyle şeyleri.

Daha fazla eşikte oyalanmadan eğildim ve kutuyu kucağıma aldım. Amma da ağırdı!

Kapıyı ayağımla kapattıktan sonra salona geri girerek ışığı açtım ve kutuyu büyük masanın üzerine koydum. Berşan'dan olmayadabilirdi ve kötü bir sürprizle de karşılaşabilirdim. Yüzlece düşmanı olan biri olarak gece yarısı evime gelen kutuyu tedbirsizce direkt açacak kadar salak değildim.

Bomba?

Kutuyu dikkatlice inceledim ve kenarlarına dokunarak içindekini anlamaya çalıştım. Bomba olamazdı, o kadar hafif değildi. Ki zaten bomba olsa ince bir cızırtı sesinin duyulması gerekliydi, kablo falan da yoktu. Bomba değilse çıkan şey o kadar sıkıntı yaratmazdı.

Elimi kutunun üzerine götürdüm ve kırmızı kurdeleyi çözdüm. Kapağın kenarını hafifçe kaldırdırdım ve bekledim. Bir şey olmamasıyla oyalanmamaya karar vererek kutunun kapağını kaldırdım.

Aynı anda kapağın elimden fırlayarak yere düşmesi de bir olmuştu.

Geriye doğru bir adım atarken çığlığımı bastırmak istercesine elimi ağzıma kapatmıştım.

Siktir, siktir, siktir!

Gördüğüm şeyle kısa bir an yutkunamazken göğsümü delecekmiş gibi atan kalbimin sesini neredeyse duyabiliyordum.

Derin bir nefes alarak kutuya yaklaştım ve üzerindeki küçük beyaz kağıda baktım. Kağıdın bazı kısımları kan olmuştu.

Kan, Carl'ın kanı..

Kutunun içindeki Carl'ın kellesinin kanı..

Vücudundan ayrılmış başının.

Titrememesi için çaba sarfettiğim parmaklarımı uzatarak küçük kağıdı elime aldım. Bunu yapanın tahmin ettiğim kişi olmamasını diliyordum. Gözlerimi mavi tükenmez kalemle yazılmış el yazısında gezdirken bedenim kaskatıydı.

Happy Birthday Love!
Umarım hediyeni beğenirsin Ma chèrie..
Aslında onu evime heykel olarak koyacaktım ancak tarihe bir baktım ki o da ne!? Bizim küçük kuzunun doğum günü gelmiş..
Karşımızda olmanın sonuçlarını anlayabilmişsindir umarım. Sevgilerimle...

Marilyn Laurance'

Şoka girmiştim.

Tam anlamıyla şoka girmiştim.

Hep içten içe Marliyn'in aslında Carl'a kıyamayacağını düşünüyordum. Onu öldürmek için çok çaba sarfetse de karşı karşıya geldikleri an yapamaz sanıyordum.

Yanılmışım..

Carl'ı öldürmüştü. Onun kellesini keserek hediye paketinde evime yollamıştı!

Hâla elimde duran kağıdın arkasını çevirdim. Bir fotoğraftı bu. Annem, Marliyn ve benim fotoğrafım.. Bebektim henüz fotoğrafta, Marliyn sapsarı saçları rüzgarda uçuşurken beni kucağında tutuyordu. Sevgiyle parlayan yeşil gözleri üzerimdeyken annem de kocaman gülümseyerek bizi izliyordu.

Yanımdaki elim yumruk olurken yaşların akmasına izin vermediğim gözlerimi kutuya çevirdim. Carl'a bir şekilde yardım ettiğimi anlamış olmalıydı. Olmalılardı. Frank ve o.

'Karşımızda olmanın sonuçlarını anlayabilmişsindir umarım' yazmıştı bir de. İşte ben buna sadece gülerdim.

Carl için üzülmüştüm. Hatta üzülmekten fazlasıydı. Ama sonuçlarını kabul etmişti onları karşısına alırken. Biliyordu sonunun bu şekilde de olabileceğini. Vazgçememişti ve amacına giden yolda ölmüştü.

Annesini öldürmek isterken annesi onu öldürmüştü.

Amacına ulaşamamıştı ama şanslıydı ki güzel dostlar biriktirmişti.

Onun bitiremediği işi arkasından tamamlayabilecek kadar güzel dostlar..

^^

Mahzendeki odamda Berşan'la oturmuş kara kara düşünüyorduk. Dün gece evime gelen 'doğum günü hediyesini' haber vermek için onu aramıştım. Alâlacele evime gelen Berşan da Carl için epey üzülmüştü.

Marliyn'in Türkiye'de olduğunu düşünüyordum. Normalde nerede yaşadığı bilinmiyordu, sık sık yer değiştiriyordu. Almanya'dan dönüşümün üçüncü günüydü ve Carl dün öldürülmüştü. Kanının tazeliğinden ve başının renginden yeni olduğu anlaşılıyordu.

Tahminimce Carl en son Almanya'da olduğu için Marliyn onu oradayken öldürecek ve benim onun orada olduğunu düşünmemi sağlayacaktı.

Bu bir plandı.

Marliyn, güya ben onu Almanya'da ararken aslında dibimde olacaktı.

Yutmuş gibi yapacaktım, onun kulağına gitmesini sağlayacak şekilde Almanya'da onu aratacaktım. Beni tuzağa çektiğini sanacaktı. Aslında Almanya'da olması benim için büyük kolaylık olurdu. Onun henüz Kuzgun'dan haberi olmadığı için oradaki gücümü bilmiyordu tabi.

Almanya benim mekanımdı.

Haberi olmadan onu kafeslemem dakikalarımı alırdı. Orada yeraltındaki ve derin devletteki gücüm yadsınamaz derecede büyüktü. Ülke büyükleriyle olan samimiyetim de cabasıydı.

Kapı tıklatıldığında dudaklarımın arasındaki, dişlediğim kalemi çıkartarak "Gel." dedim dalgınca. Sandalyemi sağa sola döndürmeyi bırakarak kapıya doğru baktım. Berşan dizüstü bilgisayarından bir şeyler yapıyordu.

Kapıyı aralayarak içeri giren Ertem takım elbisesinin düğmesini ilikleyerek odanın ortasında durdu. Yüzünde gergin ve hoşnutsuz bir ifade vardı. Kıvırcık saçları karıştırılmaktam olsa gerek dağılmış, yeşil gözleri tereddütlü bakıyordu. "Bir sorun mu var?" dedim tek kaşımı kaldırarak.

Boğazını temizledi. "Maalesef."

Hayat hayat değil marvel dizisi sanki amına koyayım.

"Ne oldu?" Berşan da kafasını bilgisayardan kaldırarak Ertem'e bakmıştı.

"Kanada'ya ulaşması gereken son sevkiyat baltalanmış, sevkiyat gemisi patlatılmış. Asıl kadrodan bir kaybımız var."

Duyduklarımla ellerim yumruk olurken hızla ayağa kalktım. "Ne demek patlatılmış!?" derken sesim boğazımının sınırlarını zorlarcasına çıkmıştı. Berşan da ayaklarını sehpadan indirmiş, laptobunu kenara koyarak düşünceli bir tavırla Ertem'e bakıyordu.

"Kayıp kim?"

"Şenol." dedi mahcup bir tavırla. 'Asıl kadro' dediği şey en güvenilir, birinci derece çalışanlarımın olduğu kadroydu. Şenol da bu ekibin önemli bir parçasıydı. Onun gemide olacağını kararlaştırmıştık.

"Bana," dedim sert bir tavırla ve taviz vermez bakışlarımı Ertem'e sabitledim. "Bunu yapanı bulmak için yarına kadar vaktin var."

"Ama İ-"

"Yarına kadar!" Sözünü keserek tekrar buz gibi sesimle konuştuğumda başını sallayarak odadan çıkmıştı.

Gerçi ben biliyor sayılırdım kim olduğunu.

"Marliyn." Bu isim Berşan ve benim ağzımdan aynı anda çıkmıştı.

"Amacı seni gaza getirmek."

"Farkındayım." derken masanın etrafından dolanarak kapıya ilerlemeye başlamıştım. "İçeride ajan var."

O sevkiyatın olacağının, yerinin, saatinin bilinmesine imkan yoktu. Kara-para aklama işi için 8 ton ağırlığındaki sahte paralar Kanada'daki paravan şirkete ulaştırılıyordu. Ve bu doğrudan yeraltıyla ilgili bir işti, masada konuşulmuştu.

Bu demek oluyordu ki içeride ajan vardı.

Odamdan çıktığımda kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Öfkeye kapılmanın sonu kıçının üstüne geri oturmaktı. Öncelikle sakin olacak, mantıklı ve planlı ilerleyecektim.

Önce o ajanın sonraysa da Marliyn'in vücutlarını binbir parçaya ayıracaktım.

Ve kesinlikle mecaz anlamda değil..

Mahzenin kordidorunda yankılanan sert topuk seslerimle beraber Alparslan'ın koridorun sonundaki odasına doğru ilerlerken birkaç meraklı bakışın bana döndüğünün farkındaydım. Berşan arkamdan gelmiyordu, muhtemelen birilerine haber vererek detayları öğrenmeye çalışıyordu.

Alparslan'a ajanı haber vermeliydim. Sandalye kavgamız hâla devam ediyordu ve hâla ikimiz de kendimizi lider olarak görüyorduk. Burayla ilgili herhangi bir konuda şuanda ondan habersiz iş yaparsam büyük kargaşalara sebep olabilirdik. İnatlaşacağım diye işleri bozamazdım. O da aynı şekilde önemli şeyleri benden gizlemiyordu. Oturduğumuz masada ajan olması ise epey önemli bir şeydi.

Ajan o olamazdı, çünkü sevkiyattan o da pay alacaktı. Gemide onun da iki tane adamı olduğunu biliyordum. Ki zaten onun böyle bir şey yapması için bir sebebi yoktu. Kendi kendini zarara sokmak isteyen ve adamlarının ölmesine göz yuman bir manyak değilse tabi..

Kapısına ulaştığımda her zamanki gibi tıklatma gereği duymadan direkt içeriye daldım. Kaşlarını çatan Alparslan başını elindeki dosyadan çekerek bana baktı ve alnını sıvazladı. "Ne var?"

"Ebenin amı var!" Öfkeli sesim odayı doldururken hızı adımlarımı masasına yönlendirmiştim.

"Ne oluyor? Doğru konuş benimle!" derken o da öfkelenmiş duruyordu.

Tepkim yersiz falan değildi, sinirlenmekte haklıydım. Ben yokluğumda olanlarla arayı kapatmayı çalışırken bir yandan şirket, restoranlar, oteller, yeraltı, sevkiyatlar, KML, mahzen, düşmanlar... O oturmuş düzenine rağmen şu masayı kontrol altında tutamıyordu. Ben burada otururken bir kez dahi böyle bir şey olmamıştı. Döneli henüz bir ay olmuştu ve resmi olarak Alparslan'ın liderlik ettiği masadan 10 kişi arasından iki hain çıkmıştı.

Madem beceremiyordu o zaman diretmeyip kalkacaktı ve bana da köstek olmayacaktı. Tüm bu saydıklarımla uğraşırken bir de Alparslan'ın çıkarttığı problemlerle uğraşıyordum. Evet bu birkaç haftada ben de fark edememiştim masadaki ajanı, ben de hatalıydım ancak işler yüzünden neredeyse uyuyamıyordum bile.

Dışarıdan duyulmaması için sesimi alçalttım ve "Masada ajan var." dedim. Fısıldayarak bağırıyordum.

"Ne?" derken sesinin ayarını kontrol edememiş ve ayağa fırlamıştı. "Ne diyorsun sen? Saçmalama!"

"Kanada'ya giden sevkiyat gemisi patlatıldı, senin iki adamın benimse bir adamım öldü. O masadakiler dışında kimsenin bundan haberi olması mümkün değil. Biri ajan ve-" dedikten sonra duraksadım. Marliyn'i ona anlatmalı mıydım?

Kaşları daha derinden çatılırken "Ve?" diye sordu devam etmemi istercesine. Anlatmalıydım, kendim de pekâla halledebilirdim ancak ikimiz de aynı anda farklı şeyler yaparsak işler boka sarabilirdi.

"Marliyn Laurance'den şüpheleniyorum. O büyük ihtimalle."

Bakışları düşünceli bir hâl alırken masanın arkasından dolaşarak masanın önündeki karşılıklı iki sandalyeden birine oturdu. Bacaklarını rahat bir tavırla açarak oturduğunda sağ elinin baş parmağıyla alt dudağını okşarken gözleri duvara odaklanmıştı.

"Nereden tanıyorsun Marliyn'i ve neden ondan şüpheleniyorsun?" Bu sözlerinden onun da tanıdığını çıkartabiliyordum. Karşısındaki tekli sandalyeye oturdum ve bacak bacak üstüne attım. Karşılıklıydık ve elbisemin açıkta bıraktığı çıplak bacaklarım onun siyah pantolonunun sardığı bacaklarına değiyordu.

"Annemin arkadaşıymış, ben de tanışmıştım sonradan. İyi anlaşırdık."

"Tabi Marliyn delirene kadar." diye tamamladı sözlerimi. Başımı salladım. "Sen nereden biliyorsun?"

"Zamanında Frank denen oropsu çocuğuyla az şey yaşamamıştık. Oradan biliyorum ama yakalaması neredeyse imkansız gibiler." Kaşlarım alayla havaya kalktı.

İmkansız? O da ne, yeniyor muydu?

"Ne demişler, İzel Sarca'ya imkansız de ve geç karşısına nasıl başardığını izle."

"Kim demiş bunu?"

"Ben dedim, yetmez mi?"

Alparslan da güldü. Samimi bir gülümsemeydi. "Bu İzel Sarca'yı bile bir tık aşar sanki."

İzel Sarca'yı bir tık aşabilirdi ama bu dünyada Kuzgun Mabel Lorenz'i aşabilecek tek bir şey dahi yoktu. Şu işe bakın ki Kuzgun da bendim!

Kapı tıklatıldığında Alparslan'ın "Gel." konutunu vermesiyle Berşan ve Barlas içeriye girmişti. Barlas'ın gergin vücudundan Berşan'ın ona olayları anlattığı veya bir şekilde kendisi öğrendiği anlaşılıyordu. İkisi ilerleyerek çift kişilik koltuğa oturduklarında hepimizin arasında kısaca sessiz bir bakışma geçmişti.

"Marliyn'den şüpheleniyoruz." diye açıkladı Alparslan, onlara bakarak.

Uz?

Barlas'ın yüzü 'sıçtık' der gibi bir hâl alırken Berşan başını aşağı yukarı sallamıştı. "Dün evime kendi oğlunun kellesini yolladı. Üzerinde bir doğum günü kartıyla."

Soğuk kanlılıkla söylediğim şeyler üzerine Alparslan ve Barlas'ın düşünceli ifadeleri yerlerini şaşkınlığa bıraktı. "Carl'ın mı?"

"Aynen."

Barlas'ın sorusuna cevap verdiğimde Alparslan da bana bakmıştı. Ancak o farklı bir noktaya takılmış gibiydi. "Bugün doğum günün mü?" Konumuz bu muydu gerçekten?

Başımı salladım. Bu kadar şaşırılacak ne vardı?

O anda aklıma üşüşen görüntüyle içimde bir merak baş gösterdi. Sırtında 3/7 yani üç temmuz dövmesi vardı. Bunu söylerkenki ifadesinden onun için kötü anısı olan bir tarih olduğunu çıkartmıştım. Evinde vurulduğum gün olmuştu bütün bunlar.

Her neyse, beni ilgilendiren bir durum yoktu.

"İmkansız." diye mırıldandı Barlas. "O kadın resmen hayalet gibi. Her ülkede ayrı bir bağlantısı çıkıyor."

Alparslan da onu küçük bir mırıltıyla onayladı. İmkansız kısmı dışında söyledikleri doğruydu. Frank zaten güçlü bir adamdı ve Marliyn'i öyle bir şeye dönüştürmüştü ki resmen onu bile geçmişti.

"Destek almalıyız birinden. Bazı ülkeler dışında yer altında o kadar söz hakkına sahip değilim." diyen Alparslan'ın beyninin içinde dönen çarkların sesini duyabiliyordum.

"Aklıma biri geldi ama-" dedi Barlas tereddütlü bir şekilde.

Aklıma gelen şeyle kaderime bir küfür daha yolladım. Biz yine mi işbirliği yapıyorduk şimdi!?

"Ama?" diyerek onun tamamlamasını istediğini belirten Berşan'a bakan Barlas cümlesini bitirdi. "Kuzgun'u tanıyor musunuz? Bir kere onun Frank'ı tanıdığı ama sevmediğiyle ilgili bir haber almıştık. Gerçi Kuzgun'a ulaşmak Marliyn'e ulaşmaktan da zor."

İçimden attığım alaylı kahkahalara rağmen dışarıdan derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordum.

"Şu dünyanın en büyük silah tüccarı olan Kuzgun mu?" dedi Berşan hayret içinde çıkarttığı sesiyle. Bence bu sene Oscar'a aday gösterilmeliydik.

"Ayrıca dünyanın en büyük bomba üreticisi, yaklaşık dokuz yüz tane savaş uçağına sahip ve arkasına devlet adamlarını almış bir ikinci Adolf Hitler de diyebiliriz." diye tamamladı Alparslan onu.

Biraz daha övün, sevdim.

"Kadınmış gibi gösteriliyor ama şaşırtmaca mı emin değilim."

Değildi. Önündeki üç santimlik et parçası yüzünden kendini kadınlardan üstün sanan bazı gerzeklerin bir şeyleri biraz olsun farkına varabilmesi için kadın olduğumu hiç bir zaman gizlememiştim.

"İz?"

Alparslan'a baktım. "Evet?"

"Acaba her yere soktuğun o parmağın Kuzgun'un işlerinden falan da çıkabilir mi?" derken ihtimal vermiyor da sormak için soruyor gibiydi.

Ah ah, şimdi Kuzgun olduğunu söylemek vardı..

"Bilmem," dedim rahatça. "Çıkabilir mi?"

Bu alaycı rahatlığım onu tedirgin etmiş olmalıydı ki yerinde dikleşti. "İmkanı yok."

Tamam İz, sakin ol. Gülme.

"Direkt olarak tanışmadım ancak ulaşabilirim."

At yalanı, öpeyim inananı- Namık İzel

Alparslan ve Barlas aynı anda kafalarını kaldırarak şaşkınlıkla bana baktıklarında gülümsedim. "Nasıl?"

"İzel Sarca ve süper güçleri bebeğim." dedim Barlas'a göz kırparken. Alparslan bir şey söyleyecekti ki telefonumun zil sesi melodisi odayı kapladı. Ona elimde 'bir dakika' gibi bir işaret yaparken telefonumun ekranına baktım. Gizli numara arıyordu.

Günlük tehdit araması dozumuzu alalım bakalım diye düşünerek aramayı onayladım ve kulağıma götürdüm. Fakat duymayı beklediğim ses melodik bir şekilde Fransız aksanıyla "İz!" diyen kadını duymak değildi.

Hızla telefonu kulağımdan ayırarak hoperlöre aldım ve "Marliyn?" dedim sorarcasına. "Evet ma chèrie." (Ma chèrie Fransızca'da 'tatlım' demek.) Belirgin Fransız aksanıyla neşeli bir şekilde konuşan kadını duyan içeridekiler de dikkatle telefona bakıyorlardı.

"Ne istiyorsun?" dedim soğukça. Yıllardır konuşmamıştık.

Cık cık'ladı. "Hülya'cığım bu kabalığını duysa eminim çok üzülürdü." Duraksadı. "Ah doğru ya, ölüler duyamıyordu." dedi ve kocaman bir kahkaha attı.

O kadının annemin adını ağzına alan dilini koparmazsam ben de Kuzgun değildim.

"Ne istiyorsun Marliyn?" Düz ses tonumu bozmadan tane tane sormuştum. Ona sinirimi belli etmek gibi bir acemilik yaparak keyiflenmesine sebep olmayacaktım.

"Biliyorsun ki hislerim çok kuvvetlidir ma chèrie. Ve nedense senin bir işler çevirdiğini hissediyorum."

"Yani?"

"Geri bas İzel. Sonunun oğlumunki gibi olmasını istemiyorsan o zeki beynindeki tilkileri durdur."

Bu sefer de benim ağzımdan alaylı bir kahkaha çıkmıştı. "Espri anlayışına hâla hayranım."

"Hâla inatçı küçük bir kız çocuğusun." Sesinden güldüğü anlaşılıyordu. Bu kadın ciddi bir ruh hastasıydı. "Hatırlıyor musun? Sen hemüz çok küçüktün, Fransa'daydık. Bisiklete binmek isterdin ama Hülya sana düşeceğini söylerdi. O fındık burnunu havaya kaldırıp 'düşmem' derdin. Ne olmuştu peki sonra İzel? Düşmüştün." Bahsettiği zamanlarda henüz çok küçüktüm, onu küçükken tanıdığımı bile hatırlamıyordum. Annemle resmini görüp de babama sorduğumda küçükken onu sevdiğimi anlatmıştı bana.

"Şuan çok güzel bisiklet sürebiliyorum biliyor musun Marliyn?" dedim. "Eğer annemi dinleyip binmeseydim şuanda hâla bilmiyor olacaktım."

Birkaç saniye hiç bir şey söylemedi. Ardından derin bir nefes verdi. "Ah ma chèrie, madem öyle diyorsun seni kıracak hâlim yok." dedi ve arkadan ona bir şeyler söyleyen birine Fransızca 'geliyorum' dedi. "Gitmem gerek. Görüşürüz."

"Görüşeceğiz."

Arama bittiğinde herkesin bakışları buradaydı. "Manyak lan bu." dedi Barlas masaya koyduğum telefona bakarken. En önde bayrak sallayanıydı hem de.

Alparslan ciddiyetle Barlas'a baktı. "Sen şimdi diyorsun ki bir manyağı alt etmek için bir başka manyaktan yardım isteyelim?"

Bak şimdi alındım ama(!)

"Daha mantıklı bir fikrin varsa?"

"Ara Kuzgun'u." dedi Alparslan ciddiyetle.

Aradığınız kişi şuanda bir başkasıyla konuşuyor aslancık.

"Twitterden tweet atayım istiyorsan?" dedim göz devirirken. "Kuzgun bu, öyle aramayla falan ulaşılmaz."

Kaşlarını çattı ve saçlarını karıştırdı. Bıkkın bir nefes vermeyi de ihmal etmemişti. "E nasıl ulaşacaksın o zaman?"

Aynaya bakacağım.

"Orasını bana bırak sen. Ama Kuzgun kalkıp da bunula kendisi uğraşmaz haberiniz olsun. Birkaç bilgi verir sadece, o da eğer canı isterse."

Başını salladı.

O anda odanın kapısı 'pat' diye açılmış ve içeriye bir telaşlı adam girmişti. "Koray?" dedi Alparslan. "Alparslan Bey," diyen Koray soluklandı.

"Bebek'deki restoran, kundaklanmış."

"Ne!?" derken ayağa fırlayan Alparslan'a Barlas da katılmıştı. Ben ve Berşan da bacak bacak üstüne atmış onları izliyorduk.

Ne? Ağlayayım mı?

"Nası kundaklanmış?"

Barlas'ın öfkeli sorusu üzerine Koray sanki karşısında kıt varmış gibi. "Yangın çıkmış. Yanmış yani. Alevler falan.." diye gereksiz bir açıklamada bulundu.

"Sikeyim, şimdi mi yanmış?"

Yok geçen sene(!)

"Evet, bir de dış duvara M.L harfleri kazınmış."

Marliyn Lauretta!?

Alparslan ne alakaydı? Biliyor muydu beraber bir şeyler yapacağımızı?

Herkes bu harflerin anlamını anlamış olmalı ki duraklamışlardı. Koray, Alparslan'a telefondan bir şeyler gösterirken Alparslan'ın sırtı gerilmiş ve elleri yumruk olmuştu. O, telefona bakmaya devam ederken Koray'ın açık bıraktığı kapıdan telaşlı biri daha girdi.

"Ertem?" dedim sorarcasına. Odadaki kalabalığın ardından gözlerini bana odaklayan Ertem "İz Hanım!" dedi gergince. Siktir, hayır.

Bana tek bir kuruşluk daha zarar vermemiş ol Marliyn. Aksi takdirde..

"Konuşsana Ertem!" dedim ayağa kalkarken. Ne demeye iki saat bekleyerek gerilim yaratıyordu?

"Etiler taraflarındaki İ.S. Gökdelen yanmış." Durakladı. "Yakılmış."

Kaşlarım neredeyse saç diplerime kadar havaya fırlarken bu sefer de benim"Ne!?" diyen sesim odayı doldurmuştu.

Ben böyle soyun sopunu sikeyim ya!

"Tam karşıdaki binanın duvarına ise önceden orada olmadığı teyit edilen büyük bir M.L. harfleri kazınmış."

Sağ elimle alnımı ovuştururken Berşan hemen telefonunu çıkartarak arama yapmaya başlamıştı. Koray, Ertem, Barlas, Alparslan, Berşan ve ben hep beraber ayakta dikilirken içimdeki öfkeyi tarif edecek kelime bulamıyordum. Tek kaybımız mal olsaydı, gökdelen olsaydı yemin ederim üzerinde durmazdım bile.

Ama içinde insanlar vardı, bir nevi otel olarak kullanılıyordu orası. Ofis olarak kullananlar da vardı. İçeride çalışanlar, misafirler, orada yaşayanlar ve daha nicesi vardı..

Çok fazla kayıp vermiş olmalıydık.

Berşan'ın güvenlik şirketinden tutun korumalara bağırınırken Alparslan kaşlarını çatmış telefonundan bir şeyler yapıyordu. Barlas ve bense düşünceli bir şekilde dikiliyorduk.

Aradan dakikalar geçtiğinde Alparslan bana dönmüştü. "Kuzguna ulaş, bize haber ver. Restorana gideceğim ben. Halledince de ararsın akşam buluşuruz."

Onayladım.

Herkes kendine düşenleri yapmak için dağılırken ben de mahzenden ayrılmıştım.

^

Yarım saattir ilerlediğim bomboş orman yollarında hızımı biraz yavaşlatarak etrafa bakındım. Her seferinde geçiyordum burayı. Kuzgun'a ulaşmaya, daha doğrusu Kuzgun'un bağlantılarına ulaşmaya gidiyordum. Öyle ha diyince telefonla bir şeyleri halledemiyordum maalesef. Riskliydi.

Gövdesinin orası oyulmuş ağacı gördüğümde direksiyonu sağa çevirerek ormanın içine girdim. Bozuk yolda ilerlerken işaretleri kaçırmamak için dikkatle dışarıyı inceliyordum.

Kısa bir süre daha ilerlediğimde iki katlı bir kulübenin önünde durmuştum. Arabadan indim ve ilerleyerek kapıyı belli bir ritimle dört kere tıklattım. Bir iki saniye geçer geçmez içeriden "Kim o?" diyen ses duyulmuştu. "Benim, İz."

Kapı açıldı ve 70li yaşlardaki yaşlı kadın beni karşıladı. Onunla kısaca ayak üstü sohbet ettim ve salona doğru ilerledim. Duvarın yanına konumlandırılmış televizyon sehpasını biraz kenara ittirerek altındaki kapağı gözler önüne çıkarttım. Risk oluşturabilecek bağlantıları kurmak için böyle gizli yöntemlerimiz vardı. Burası eskiden istihbarattan olan bir çiftin eviydi. Emeklilerdi. Dışarıdan gelen birinin burayı bulması hem çok zordu hem de bulsa bile şüphe oluşturacak bir şey yoktu.

Kapağı kaldırarak merdivenleri indim ve toprak tünelde biraz ilerledim. Telefon flaşım yolu aydınlatıyordu. Tünelde şüphe çekecek hiçbir şey yoktu. Normal biri girse sadece kısa ve boş bir tünel görüp geri çıkacaktı ama tabiki böyle değildi.

Merdivenden indiğim anda tam yedi buçuk adım attım ve sağa döndüm. Gelmeden önce özel kasadan aldığım kaleme benzeyen ince aparatı bakımsız duvarın yerden on üç karış üzerindeki çiziğe değdirdim. Çok ince bir 'klik' sesiyle beraber çiziğin hemen altında mavi bir ışık yanmıştı. Sol elimin yüzük parmağını ışığa bastırdıktan sonra duvar titredi. Titreyen duvar alttan yukarı doğru çıkarak aşağıda eğilerek geçebileceğim bir boşluk bıraktığında hızla eğildim.

Takip edilebilirdim, herkes tarafından. Ve eğer herhangi biri bir şekilde benden şüphelenirse kurduğum bağlantıları asla anlayamamalıydı. Sadece fiziksel olarak değil, teknolojik olarak da bu yolu kullandığımda herhangi bir ize rastlanmıyordu. Belirli işaretlerle konumlandırılmış yerlerin gizli bölmelerinde Kuzgun'un bağlantılarına ulaşmak için özel aletler vardı.

Eğilerek geçtiğim aralıktan sonra doğruldum ve gözlerimi içeride çeşit çeşit patlayıcı, silah ve özel telefonların olduğu yerde gezdirdim. Sinyal kesici vardı, dolayısıyla buradakiler dışarıdan anlaşılamıyordu.

Telefonlardan uygun olanına uzanarak klavyede parolayı tuşladım. Ardından da arayacağım numarayı girdim. Bunlar özel yapım, telefonlardı. Sesi tamamen değiştiriyor ve sinyalin her seferinde bambaşka bir yerden gelmesini sağlıyorlardı. Basitçe araştıran biri sinyal alamazdı ama derin bir şekilde kurcalanırsa bir sinyal kırıntısına ulaşılabilme ihtimali vardı. Eğer birisi sinyal alsa bile saçma sapan bir yerden alacaktı. Farklı bir ülkenin farklı bir şehri..

Bu görüşmelere ulaşılması demek hem gizli bağlantılarımın hem de benim ortaya çıkmam demekti. Yani kısaca 'facia' demekti. O yüzdendi bu kadar önlem.

On dakikalık bir şifreli görüşmenin ardından her şeyi eskisi gibi bırakarak geride en ufak bir kanıt bırakmadığıma emin olup oradan ayrılmıştım. Arabada herhangi bir gps vesaire olmadığını zaten kontrol etmiştim, ki araba bana ait değildi.

Alman adalet bakanlığındaki yüksek mevkideki bir tanıdığımdan ve bir başka bağlantımdan ricada bulunarak Marliyn'in yakın adamlarından birinin tespit edilmesini sağlamıştım. Kısa bir aramayla daha bu adam hakkındaki delil niteliğindeki kozlara ulaşmıştım. Adam gizli bir operasyonla yakalanarak tehdit edilecekti. Yüksek yıllar sürecek işenceli cezalar ve suçlamaların düşürülmesi için de işbirliği teklif edilecekti. Söyleyeceği en ufak bir bilgi bile bizi sonuca götürecek büyük bir adım olabilirdi.

Aslında güçlü olmak ne demekti biliyor musunuz?

Güçlü olmak doğru kişileri tanımak demekti. Ya da o kişileri yanında tutabilecek kozlara sahip olmak..

Ve Kuzgun Mabel Lorenz çok güçlüydü.

^^^

"Bunda mıymış şimdi flashbellek?" diyen Barlas, Berşan'ın tuttuğu tabletteki resmi inceliyordu.

"Evet." dedim düz bir şekilde.

Ben bağlantılarıma, bağlantılarım bağlantılarına haber vermiş ve Marliyn'in bir adamını almışlardı. Sorgulamış, tehdit etmiş, uğraşmış ve en sonunda adamdan laf alabilmişlerdi. Bir adam vardı, lakabı 'Lark' gerçek adıysa Oğuz'du. O adamda bir flashbellek olacakt ve bellekte Marliyn'in bir sonraki hamlelerinin bilgileri yer alacaktı. Bellek bugün Oğuz'dan Banu denen bir kadına transfer edilecekti.

Edilemeyecekti.

Alparslan'ı aramış ve Kuzgun'un ulaştığını söyleyerek öğrendiğim bilgileri onlara da anlatmıştım. Hava kararmak üzereydi ve biz benim evimin salonunda oturmuş plan yapıyorduk.

Evet, maalesef ki hep beraber.

Yine ve yine..

"Banu, Marliyn'in sağlam bir kaynağı. Çok fazla koruması olacak ve belleği alır almaz çıkacak. Oğuz'dayken almamız lazım." diye açıklama yaptı Alparslan. Haklıydı.

Oğuz, Banu'dan önce bar-restoran tarzı yere gelecek ve dikkat çekmemek için biraz takılacaktı. Belleği alma kısmı kolaydı zaten. Malum, erkekler çoğu zaman beyinlerini es geçip farklı yerleriyle düşünüyorlardı.

"Orası bende." dediğimde Alparslan bana kısa bir bakış attı. Üçlü koltukta yan yana oturuyorduk. Berşan yerde, Barlas da tekli koltukta oturuyordu. İkisi de ellerindeki tabletlerden bir şeylerle uğraşıyorlardı. "Adamı yatağa falan atmayacaksın değil mi?" diyen Alparslan'a yandan bir gülümseme sundum. "Niye? Kıskanır mısın?"

Göz devirdi. "Kıskanmamı mı isterdin?"

Ona hülyalı bir bakış attım. "Sorma, bunun hâyaliyle yaşıyorum(!)"

Gülerek yanağımdan makas aldı. "Sinir bozucusun."

Güldüm. "Ve bana bayılıyorsun."

Yüzünü yüzüme doğru eğdi. "Yataktaki hallerinden bahsediyorsak," dedi ve kısa bir es verdi. "Bayılmak ne kelime, ölüyorum." Bir elini dramatik bir tavırla kalbine vurmuştu.

"Eh," dedim egolu bir tavırla. "Ben olsam ben de bana ölürdüm."

Sırıtırken geri çekilmişti. Sanırım artk birbirimize silah çekmeden de anlaşabiliyorduk. Oldukça yol katetmiştik.

"E ozaman," dedi Berşan. "Hazırlanalım. Bir saate falan kulübe girip konum almamız lazım. Hiç birimiz birbirimizi tanımıyormuş gibi yapacağız."

***

Bölümü nasıl buldunuz?

Bir dahaki bölümde gerçekleşmesini istediğiniz küçük olaylar var mı?

Continue Reading

You'll Also Like

1.2M 38.6K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
74.3K 2K 27
Bodrum'da şans eseri gittikleri tatilde karşılaşan Almila Derin ve Aras Öztürk...
536K 4.7K 20
"Bakışlarındaki isteğe daha fazla dayanamadım, ama bakışlarından çok altındaki asıl harikanın ıslak ve muhtaç isteğine dayanamadım." "Konuşmak yerin...
452K 16.1K 84
Genç kızın arkadaşının verdiği yeni numarayı yanlış yazan kızın gelecekteki kocasına tesadüfen yazması. İlk başta kız engel yesede engel bir şekilde...