FELAH

By lemveli

636K 60.6K 46.5K

❝Savaşı durduramam ama elime mikrofon alarak insanların sesini duyurabilirim.❞ Savaş kaybolmaktır. Ben bu sav... More

FELAH
2. DİP
3. KAYBOLMAK VE BULUNMAK
4. DOST VE DÜŞMAN
5. İKİ EL ATEŞ
6. BAŞKA KOŞULLAR
7. MASALLARA İNAN
8. AY PARÇASI OPERASYONU
9. LEKELİ GERÇEKLER
10. YASAK BÖLGE
11. ÖFKE
12. ÖNCELİK
13. ATEŞİN TAM ORTASI
14. MERHAMET VE İHANET
15. CEZA
16. DÖRT
17. EV
18. FEDAKÂRLIKLAR
19. AİLE
20. SEKİZ KASIM (1.KİTAP FİNALİ)
21. GÖMÜLMEYEN BİR ÖLÜ
22. GERİ DÖNÜŞ
23. SUİKAST
24. PİYON
25. LAVİNİA
26. ŞÜPHE
27. KARABAĞ'A DÖNÜŞ
28. HER ŞEYE RAĞMEN
29. İNTİKAM
30. SONLAR VE BAŞLANGIÇLAR
31. YALANLAR VE DOĞRULAR
32. BOZKURT VE KARGA
33. MÜHÜRLÜ KALPLER VE BEDENLER
34. MUTLU SABAHLAR

1. KAYIP

40.2K 2.6K 3.5K
By lemveli


Fleurie - Soldier




Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.


1. KAYIP


Bir süredir tüm dünyanın susmasını, duraksamasını ve herkesin aynada kendilerine bakıp işledikleri tüm günahları görmelerini diliyordum.

Zaman neden hiç durmaya tenezzül etmemişti? İhtiyaç hâlinde birkaç saniyeliğine durabilir, insanlara yardımcı olabilirdi.

Ama zaman; acımasızlıktan yaranan, vicdansızlıkla harmanlanan ve herkese adil davranan bir kavramdı.

Herkesin hayatının bir dönüm noktası olurdu. Kimisi herhangi bir başarıya imza attığı tarihi dönümü adlandırırdı. Kimisi iyi bir koleji ya da üniversiteyi kazanmıştır. Kimisi anne ve babasını kaybetmiştir. Herkesin bir dönüm noktası illaki vardır ya da olacaktır.

Benim dönüm noktam hiç şüphesiz bu savaştı.

"Yemeğini neden yemiyorsun?" Başımı sağ tarafa çevirerek karşı karşıya oturan iki askerin konuşmasına dikkat kesildim. İkisi de çok gençti. Biri yemeğini yerken diğeri karşısındaki çorbaya boş gözlerle bakıyor, tepkisizliğini sürdürüyordu.

"Döndüğümüzde yerim."

"Ya dönemezsek?"

Boğazım düğümlenirken, "Asker," dedim. Her ikisi bana baktığında gözlerim yemeğini yemeyi reddeden askerin üzerindeydi. "Bu çorbayı kaç yaşında kadın getirdi sizlere. Bu saygısızlığı duyarsa üzülür." Civardaki köylerden her gün kocaman tencerelerde yemekler geliyordu buraya. Sandviçler, ekmeğin arasında köfteler, sucuklar ve daha nicesi. Tüm ülkenin kalbi cephede atıyordu ve herkes faydalı olabilecek her şeyi buraya yolluyordu.

"Emredersiniz, Hilal Hanım."

Cevabı yüzümde belli belirsiz bir tebessüm doğurduğunda başımı sallayarak karşımdaki mercimek çorbasından birkaç yudum daha aldım ve geriye yaslandım. Alp, "Tadı çok güzel," diyerek bitiremediğim çorbama baktı. "Yemeyeceksen bana verebilirsin."

"İştahım yok," dedim kısık sesle. "Sen al."

Alp önümdeki kâseye uzandığında, "Hilal Hanım," dedi demin uyardığım asker. "Siz neden yemiyorsunuz?"

"Adın ne senin?"

"İbrahim."

"İbrahim, savaşan ben değilim. Sizin kuvvete ihtiyacınız var."

Alp'in elindeki kaşık havada kaldı. Sanırım dediğime bozulmuştu. Askerler onun bu hâline gülerken, "Siz de savaşıyorsunuz," diyerek bana karşı çıktı İbrahim. "Günlerdir burada bizimle savaşıyorsunuz. Dünyanın görmeyi reddettiği her şeyi bağıra bağıra söylüyorsunuz."

İç çekerek, "Savaşı durduramam ama elime mikrofon alarak insanların sesini duyurabilirim," diye mırıldandım. Elimden sadece bu geliyordu çünkü. Daha fazlası gelseydi onu da yapardım hiç şüphesiz.

Bu sefer İbrahim, "Zaten bunu yapıyorsunuz," diyerek bana katıldı. "Sizin her kurduğunuz cümle tarihe geçecek."

Bir anda herkes ayaklandığında Alp ve ben gelen kişiye bakmak için arkamızı döndük sakince. Herkes asker selamı verirken gördüğüm sima sandalyemi geri itip ayaklanmama sebep oldu. "Hazır mısınız, asker?"

"Her zaman, komutanım!"

"Görev yerlerine geçebilirsiniz yemeğinizden sonra."

"Emredersiniz, komutanım."

"Rahat."

Tekrar yemeğine döneceklerini sandım ama hepsi görev yerlerine doğru koşmuş, yemekhanede Alp'le yalnız kalmamıza sebep olmuşlardı.

Gözlerim, gözlerimin rengini ve şeklini aldığım adamla birleştiğinde bana doğru adım atmış ve tam karşımda durmuştu. Onun yanında duran komutan Bayramov, "Hilal, yorgun görünüyorsun," dedi. "Dinlenmek ister misin?"

"Teşekkür ederim ama buraya dinlenmeye gelmedim."

Bayramov başını salladı. "Kime benzediğin bence tartışmaya kapalı." Gözleri yanında duran babama değdi. "Komutanım, izninizle ben gideyim." O çıktığında Alp çorbasına dudak bükerek baktıktan sonra masanın üzerinde olan kamerasını aldı ve Bayramov'un peşinden gitti. İçeride sadece babam ve ben kaldık böylece.

"Tüm kanallar seni konuşuyor." Sesinde tek bir anlam aradım. Gurur, övgü, methiye? Ama hiçbirini bulamadım.

"Seni bilmiyorlar." Niyetim onunla alay etmek değildi asla. Sadece bu konuda içini rahatlatmak istiyordum.

"Burada olduğumu çok az kişi bilmeli."

"Anlıyorum."

"Anlamıyorsun, Hilal," dedi kuru bir sesle. "Herkes baban olduğumu öğrenmiş. Neden bunu gizlemiyorsun?"

Derin nefes aldım ve bakışlarımı yüzünde kenetledim. Tıraşlı yüzü beyazlarının çıktığını gizliyordu ama saçlarının kenarlarına dikkatlice baktığımda akları seçebiliyordum. Alnının ortası, kaşlarının arasında kocaman birkaç kırış vardı. Çatılı kaşları onun olmazsa olmaz yüz ifadesiydi. Biçimli kaşları düz çizgi hâlini alıyor ve delici bakışları insana binlerce kurşunu aynı anda sıkıyordu.

"Çünkü seninle gurur duyuyorum, baba."

Güçlü ve kocaman elini omzumda hissettim. "Ben de seninle gurur duyuyorum, kızım. İnan... Sen, her babanın sahip olmak istediği bir evlatsın. Ama baban olduğumu bilmemeleri ikimiz için de en iyisi. Bir savaşın ortasındayız. Bir tek sen kaldın, Hilal. Seni de kaybedemem."

"Beni kaybetmeyeceksin," dedim, onu inandırmak ister gibi. Annemden sonra en büyük korkusunun bu olduğunu biliyordum. "Bu savaş bitecek ve biz Türkiye'ye döneceğiz."

"Bu savaşın bitmesinden çok kazanmak istiyorum." Kazanmak. Babamın hayattaki en büyük isteği, hedefi her zaman kazanmak olmuştu. İstediği her şeyi, her insanı kazanmıştı bu zamana kadar. Ve şu an elindekileri kaybetmekten korktuğunu ama bunu kendine dahi itiraf edemediğini biliyordum.

"Ben de," dedim kararlı ifadeyle. "Bu ülke için elimden geleni yapacağım. Askerler, Karabağ'a hem Azerbaycan hem de Türk bayrağını asana kadar buradayım."

Çenesini dikleştirerek, "Korkmuyor musun?" diye sordu. Bakışları birer ok gibi bana saplandı.

"Ben tümgeneral Halil Uluant'ın tek kızıyım. Babamın ve İstiklâl marşının bana ilk öğrettiği şey; korkmamak. Ben asla korkmam, baba." Senin aksine ben kazandıklarımı da kaybetmekten korkmam.

O esnada, "Komutanım," dedi Azerbaycanlı bir asker. "SİHA kontrol odasına gelmeniz mümkün mü?"

Babam son kez bana bakarak, "Akşam gel yanıma," dedi. "Çay içeriz."

"Gelirim."

Arkasını dönerek hayran olduğum yürüyüşüyle çıkışa doğru ilerlediğinde istemsizce tebessüm etmiştim. Onunla çay içmek, dertleşmek, saatlerce tarih konuşmak hayattan aldığım en büyük zevklerden biriydi.

Masanın üzerindeki telefonumu aldım ve gelen mesajları kontrol ettim. Azerbaycan sınırları içerisinde internet savaş başladığı günden bu güne kadar devlet tarafından sınırlandırılmıştı. Neredeyse hiçbir uygulama çalışmıyordu ve bu kararın amacı sosyal medyaya her şeyin yansıtılmasıydı. Bana göre, oldukça yerinde bir karardı. Belirli kişiler haricinde kimse internet kullanamıyordu ama elbette bunun için de bir çıkış yolu bulmuşlardı. VPN'den başka ülke bağlantılarıyla sosyal medyaya erişim mümkündü. Fakat internetin kesintiye uğramadığı kişilerin içinde olduğum için VPN kullanmama gerek kalmıyordu.

Yemekhaneden çıkıp açık gri rengindeki boş koridorda yürüdüğümde, "Hilal Hanım," dedi bir asker. Omzumun üzerinden ona baktığımda çekingen tavırla bana doğru adımladığını fark ettim. "Telefonunuzu kullanabilir miyim?"

Gözlerimi kıstım. "Kimi arayacaksın?" Hem babam hem de komutan Bayramov beni askerlere telefon vermemem konusunda uyarmıştı çünkü içlerinde hain olabilirdi. Kimsenin canını riske atmamak için çok tedbirli davranıyordu ikisi de.

"Annemi."

Anne kelimesi neden her kilidin anahtarıydı?

Dudaklarımı ıslatıp, "Hoparlöre alacaksan arayabilirsin," dedim.

"Tabii," dedi hevesle elini uzatıp. Telefonun şifresini girerek ona uzattığımda numarayı yazarken parmaklarının titrediğini görür gibi oldum. En sonunda annesinin numarasını tamamlayıp aradığında, telefon ilk çalışta açıldı ve kadın, "Alo?" dedi.

Asker bu sefer Azerbaycan Türkçesinde konuşmaya başladı. "Anne? Benim."

Eş zamanlı olarak hıçkırık sesi kulaklarımıza doldu. "Oğlum, iyi misin? Ne yapıyorsun? Aç mısın?"

"İyiyim... Siz nasılsınız?"

"Oğlum, sen boş ver bizi. Tam olarak hangi bölgedesin onu söyle."

Askerin gözleri bana dokundu. "Anne, söyleyemem, biliyorsun." Hepsi telefon konuşmalarına dikkat etmelerine dair uyarılmıştı çünkü. "Ama merak etme. Çok iyiyim. Köyden teyzeler yemekler getiriyor bizim için. Hiç aç kalmıyoruz. Havalar da iyi." Yalan söylüyordu. Havalar gitgide soğuyordu.

"Allah sizi korusun," dedi annesi ağlamaklı sesle. "Kurban olurum ben sana. Gel artık..."

Askerin telefonu tutan eli titredi. "Geleceğim. Şimdi kapatmak zorundayım. Babamı öp benim için." Annesinin cevap vermesine müsaade etmeden telefonu kapattı ve bana uzattı. "Teşekkür ederim, Hilal Hanım."

Telefonu alıp cebime attım. "Bir şey değil. Adın ne?" Mümkün olduğu kadar buradaki herkesin adını öğrenmeye çalışıyordum, çünkü gittiğimde onları sadece yüzleriyle değil, isimleriyle de hatırlamak istiyordum.

"Hüseyin."

"Memnun oldum, Hüseyin."

Arkamı dönerek koridordaki rotama tekrar döndüğümde sonda Haydar Aliyev'in heykelinin bulunduğu yerden sağa döndüm ve Alp'i buldum. Alp dinlenme odasında, kanepede uzanmış vaziyette ekmek kemiriyordu.

Kaşlarımı çatarak, "Ekmek mi kemiriyorsun yine?" diye sordum. "Ruhun fakir." Kendisi çok zengin bir aileden geliyordu, babası kuyumcuydu ama o bu işi asla beğenmediği için kameramanlık bölümünde okumayı tercih etmiş, sonrasında kanalda işe girmişti. İki yıldır beraber çalışıyorduk ve neredeyse her gün onu ekmek kemirirken buluyordum.

Omuz silkti. "Seviyorum."

"Yemeğin de yarım kaldı."

Elini boş ver derecesinde salladı. "Ekmek stokladım odama. Hatta demin bir teyze geldi ve cebime şeker, çikolata attı."

"Kanaldakileri sömürdün, sıra burada mı?"

Bana göz kırptı. "Sınırları aşıyorum."

Gözlerimi devirdim. "Komik değil."

Alaycı ifadesi kayboldu ve ciddi bir sesle, "Baban sana kızdı mı?" diye sordu.

Başımı iki yana salladım ve ekmeğin kenarından kırıp dudaklarıma götürdüm. "Kızmadı sanırım. Akşam beraber çay içeceğiz."

"Çok tuhafsınız ya! Birbirinizi çaya davet ediyorsunuz resmen."

Dudaklarım kıvrıldı. "Annemden kalma bir detay. Bir zamanlar babamla birbirilerini çaya davet ederlermiş. Küçükken de babam ödevlerimi incelediğinde karşılıklı çay içmeyi severdik. Gerçi çoğu zaman sorduğu soruların heyecanından ben içemezdim ama..."

"Çok otoriter birine benziyor."

Kaşlarım havalanırken, "Beni askerleriyle karıştırıyor," diye mırıldandım. "Alıştım sayılır."

"Kanalda sana paşanın kızı, generalin kızı diye lakaplar takmışlar. Hatta buraya da babana prim kazandırmak için geldiğini iddia ediyorlar."

Ekmeği dişlerimle öğütürken dediklerinin zerre doğruluk payı olup olmadığını düşündüm ama yoktu. Onun buraya geleceğinden haberim yoktu çünkü o benimle görev bilgilerini asla paylaşmazdı. Bir gün öncesinde bavulumu toplayıp onu aradığımda Karabağ'a gideceğimi belirtmiştim ve o an ekranda beliren ifadesini sanırım asla unutamazdım.

"Buraya gelmemek için binlerce bahane uyduran sözde gazetecileri umursamıyorum, Alp. Bak, ikimiz varız sadece. Suriye'de ikimiz vardık. Irak'ta da. Filistin'de de..."

"Bana sen ilham oldun," dedi, ardından bacaklarını yere indirerek doğruldu. "Sen olmasan buraya gelmezdim. Sende gerçek bir Türk ruhu var, Hilal. Sayende buradayım. Bu benim için sıradan bir savaş değil, sanki kendi kardeşlerim savaşıyormuş gibi hissediyorum ve gerçekten onlara faydalı olmaya çalışıyorum."

"Eyvallah."

"Övülmekten nefret ediyorsun."

Belki de övgüleri seslendiren kişinin babam olmasını istediğimdendir.

"Neyse, dışarı çıkalım mı? Etraf sakin görünüyor."

"Çıkalım." Her ikimiz masanın üzerindeki miğferleri başımıza geçirdik, ardından kamera ve mikrofonu alarak dışarıya çıkan koridorda ilerlemeye başladık. Ortalık sakindi. Ve bu sakinliğin nasıl bozulacağını artık ikimiz de öğrenmiştik.

Dışarı çıktığımız an kapıda bekleyen asker, "Nereye?" diye sordu. "Komutanların haberi var mı?"

Alp, "Bak ne sorduğunu anlıyorum ama asla cevap veremiyorum," dedi bana dönerken. Azerbaycan Türkçesinde asla konuşamıyordu, konuştuğunda da çok komik görünüyordu.

"Uzaklaşmayacağız," dedim askere ve mikrofonumu düzelterek karargâhın çıkışına doğru adımladım.

Alp bana yetişmeye çalışıyordu. "Yahşi kelimesini öğrendim. Salam kelimesinin selam olduğunu öğrendim. Hatta küfürler bile öğrendim." Ona bakarak tekrar gözlerimi devirdiğimde heyecanla konuşmaya devam ediyordu. "Azeri bir kız da buldum mu tamam bu iş!"

"Azeri ne? Azerbaycan Türk'ü ya da Türk diyeceksin. Öğrenemedin mi?"

"Öğrenemedim!"

"Geri zekâlısın. Kaç kere anlattım sana."

"Dünya siyaseti Türk milletini ayırıp devletlere böldü ayırdı, coğrafyamızın adını taşıyoruz ama aslında hepimiz Türk'üz... Kâşgarlı Mahmud'un yazılarında her şey var, 1918'de Azerbaycan'ın resmi dili Türkçeymiş... Ezberledim artık. Ama yine de alıştım Azeri demeye."

Gözlerimi kıstım. "Cahilsin, cahil."

"Kameracılar!" Uzaktan gelen bir sese doğru döndüğümüzde kadın bize el sallayarak yanımıza gelmeye başladı ama İbrahim onu durdurdu.

Teyze karşısındaki nöbet tutan İbrahim'e bir şeyler anlatırken yavaş yavaş onlara doğru ilerlemeye başlamıştım. "Süzülmüşsünüz hepiniz! Ekmek arasında köfte getirdim size! En çok da şu zayıf kıza."

Alp kıkırdadı. İbrahim ise duruşunu bozmadan, "Bu kadar yakına gelmeniz yasak. Evinize dönün," dedi. Teyze büyük ihtimal arkadaki köylerden birinde kalıyordu. Onlara defalarca evlerini boşaltmaları söylenmişti ama bunu kabul etmiyorlardı.

Burada bir deyim vardı. Babamdan duymuştum ilk bu deyimi. Ona da annem söylemişti. Gezmeye gurbet ülke, ölmeye vatan yahşi... Annem Kars doğumlu bir Azerbaycan Türküydü. Babam Kars'ta görev yaparken tanışmışlardı. Eşsiz bir hikâyeleri vardı ve her defasında en başından hikâyelerini babamdan dinlemeye bayılırdım.

Alp, "Köfte ekmekleri alsak?" dediğinde dirseğimle karnına vurup onu uyardım ama gözü hâlâ teyzenin getirdiklerindeydi.

İbrahim, "Teyze, gerçekten bu kadar yolu gelmene gerek yok," dedi. Haklıydı. Arabasız bu kadar yolu gelmesi hem yorucu hem de çok tehlikeliydi.

"Boğazımdan geçmedi evladım," dedi teyze ve bize tatlı tatlı güldü. "Haydi, al bir tanesini. Kalanlarını da görev başındaki arkadaşlarına verirsin. Ne siz beni gördünüz ne de ben sizi. Gittim!"

Poşeti İbrahim'in eline tutuşturarak karargâhın çıkışına doğru yürümeye başladığında Alp, "Bize verecek misin kardeşim?" diye sordu. İbrahim ters bir şekilde ona baktığında Alp, "Göz hakkı?" diye tekrar şansını denedi. "Günah..."

İbrahim poşeti Alp'e uzattığında başımı şiddetle iki yana salladım. "Onun kusuruna bakma, İbrahim."

"Sorun değil, Hilal Hanım."

Kaşlarımı çattım istemsizce. "Herkesin bana Hilal Hanım demesi sinirlerimi bozuyor. Yaşlı hissediyorum kendimi."

"Siz paşanın kızısınız."

"Hatırlattığın iyi oldu," dedim alayla. "Ne alakası var? Bu, hanım demeni gerektirmiyor."

Dudakları kıvrılır gibi oldu. Buraya geldiğimden beri onu ilk kez gülümserken görüyordum sanırım. "Peki, Hilal."

Alp'in uzattığı köfteli ekmeğin kokusu burnuma dolduğunda kendime engel olamayarak almış ve kocaman ısırmıştım. Bugün neredeyse hiçbir şey yememiştim ve midem delinmek üzereydi. Kocaman ekmeği mideme indirdiğimde birkaç asker de gelip bizimle beraber yemişti.

Doymadığım için ikinci ekmeğe uzanmak istedim.

Uzanamadım.

Bir anda kulakları sağır eden sesler gelmeye başladığında ellerimle kulaklarıma baskı yapıp seslerin kesilmesini bekledim.

Bekledim, bekledim, bekledim.

Sesler kesildi, savaş ise bitmedi.

Gözlerime giren toprağı kolumla silip dikeldim ve Alp'e baktım. Neden korkuyorduk? Ölmekten korkulur muydu? Ölmekten korkan dünyaya gözlerini açar mıydı? Yaşama, hayata tutunur muydu? Biz zaten günün birinde ölmek için yaşamıyor muyduk?

"Alp! Kamera!" Tüm gücümle bağırdığımda Alp ikiletmeden kameranın kapağını açtı ve görüntü almaya başladı. Üzerimi temizledim, karargâhın çıkışına doğru yürümeye başladık. Güneşin açısı bu kısımdan daha güzeldi ve görüntü için gayet uygun bir yerdi.

"Hilal! Oraya gitme. Mayınlı olabilir!" İbrahim'in sesi kulağıma dolduğunda ona dönerek tebessüm ettim ve işaret parmağımı dudağıma getirerek sessiz olmasını istedim.

"Birkaç görüntü alıp döneceğim. Söz..."

Tereddütle başını salladığında, "Gidelim, Alp," diye mırıldanmış ve topraktan oluşan el yapımı basamakları inmiştim.

Alp etrafı çekiyor, dağların arasından çatışma sesleri yükseliyordu. Karargâhın olduğu yerden uzaklaştığımız sırada neredeyse yüz metre uzağımıza bir top düştü. Topun kulak perdesini yırtan sesiyle beraber ellerimi kulaklarıma götürdüğümde toprak havaya doğru yükselmeye başladı. Yanımdaki Alp'i bile zor görecek durumdaydım.

Mikrofonuma sarıldım. "Gördüğünüz gibi çatışmalar devam ediyor. Ermenistan tarafından sürekli sivillerin olduğu bölgelere füzeler, toplar yağıyor. Bu bir suçtur ve bu suçun bedelini ödeyecekleri günü bekliyoruz! Ben Hilal Uluant, kameraman arkadaşım Alp Talay sizler için sınır hattındayız!"

Alp tekrar etrafı çektikten sonra kameranın kapağını kapattı. "Toprak yatışsın, devam ederiz. Hemen montaja gönderirim."

"Tamam," diyerek güneş gözlüğünü taktım. Deminden beri gözüme giren topraklar görüşümü bulanıklaştırıyordu.

Toprak yavaş yavaş yatışmaya başladığında topun düştüğü tarafa doğru ilerledim. Her adımımda mayın olabilecek araziye bastığım sırada ansızın boşluğa düşmüştüm. O an bir mayına bastığımı, hatta patladığımı, bedenimin parçalarının dört bir yana savrulduğunu düşündüm. Alp benim herhangi bir parçamı bedenimden ayrılmış bir şekilde görürse muhtemelen kalp krizinden orada ölürdü sanırım.

Fakat saniyeler içerisinde kurguladığım bu senaryo gerçekleşmedi. Boyum kadar bir çukura düştüğümde, "Hilal!" diye bağırdı Alp.

Gözüme giren toz ve toprağı çıkarmaya çalışırken o an burada bir geçit olduğunu fark etmem uzun sürmedi. "Hilal! Siper al!" Şu an başımın üzeri kapalıydı ve siper almama gerek yoktu. Tünele benzeyen geçide doğru adım attım. Biraz eğilerek içeriye doğru adımlamaya başladığımda sağ tarafta toprağın arasına sıkışmış bir silah dikkatimi çekti.

Birkaç adım daha attım. Yukarıdan gelen çatışma sesleri yükselmiş, Alp'in sesini bastırmıştı.

Bu tünel nereye çıkıyor olabilir miydi? Dahası yapımı kime aitti?

Biraz daha ilerlediğimde arka taraftan yüksek ses geldi, ardından kocaman bir toprak fırtınası başladı. Arkamı dönmeye çalıştım. Döndüğümde topraktan bir duvarla karşılaşmıştım.

Yüksek sesle öksürüp elimi geldiğim yola uzattım. Geçit kapanmıştı.

Önümde dar bir yol kalmıştı ve ben kaybolmuştum.

Artık Alp'in sesini duyamıyordum.

Nefes almakta zorlandığımı fark ettiğimde sırtımı daha çok eğerek koştum. Dakikalar sonra bir ışık gördüm. Kolumu burnumdan çekerek buraya gelen oksijeni ciğerlerime çektim. Arka taraftan daha temizdi ve burada toprak ıslak olduğu için yukarı çıkmamıştı.

En sonunda bir çıkış bulabildiğimde başımı göğe kaldırarak, "Kimse yok mu?" diye bağırdım. "Alp! İbrahim!"

Adım sesleri geldiğinde başımdaki kaskı geriye doğru iterek gözlerimin kenarlarındaki kumları temizledim ve tekrar yukarıya baktım.

Güneş ışığının önünü kesen bir asker belirdiğinde, "Çıkmam için yardım eder misin? Alp nerede bu arada?" diye sordum ve ona elimi uzattım.

Cevap vermedi. Kaşlarım çatılırken, "Beni tanımadın mı? Hilal Uluant. Gazeteciyim. Türkiye'den geldim sırf burada olanları insanlara çekip göstermek için. Babam da-..." diye konuşacağım sırada dizlerini kırdı ve bana doğru eğildi.

Ama bu Azerbaycan askerinin giydiği forma değildi.

Dudaklarım aralanırken bir adım geri çekildim korkuyla. O sırada başını eğmiş, güneşin önüne geçmişti. "Türk kızı... Olman gereken en son yerdesin."

Tuhaf bir aksanla konuştuğunda nefesim kesilirmiş gibi oldu. Kalbim durdu, nabzım zayıfladı.

Yutkundum zorlukla. "Neredeyim?"

"Artsakh Cumhuriyetindesin. Başın belada..."

Göğsüm şiddetle inip kalkarken, "Bu bir şaka mı?" diye sordum öyle olmasını umarak. "Sen Türkçe konuşuyorsun!"

Gözleri kısıldı, kaşları çatıldı. "Birinci kural, düşmanının dilini, adetlerini, tarihini öğren. Böylece ondan her zaman bir adım daha önde olursun." Geri geri gitmeye çalıştığımda bir anda çukura atlayıp beni ensemden yakaladı. "Nereden geldin sen? Kimsin?"

Ensemi ondan kurtarmaya çalıştım. "Bırak beni! Geri döneceğim." Oysa dönecek yolum kalmamıştı çünkü geçit kapanmıştı.

"Nasıl döneceksin?" Yolu mu öğrenmeye çalışıyordu? Beni bırakacak mıydı?

Sesimi zerre kadar titretmeden, "Tünel," dedim. "Tünel kazılmış. Yanlışlıkla düştüm ve geri dönemedim."

"Nereye çıkıyor bu tünel?"

"Demin nereye füze ve toplar yağdırdıysanız oraya!" Cesaretimin kaynağını sorguluyordum. Omzundan astığı tüfeği bile benim boyumla eşit sayılırdı. Beni burada çekip vursa cesedim bu çukurda çürürdü ve asla bulunamazdım.

O sırada uzaktan gelen, "Rob!" sesleri bir anda beni bırakmasına sebep oldu. Başka biri, "Robert!" diye seslendiğinde kısa bir an için bozguna uğradığını fark ettim.

Derin nefes aldı ve bana baktı. Gözleri tüm bedenimde gezinirken, "Çıkar şunu," diyerek çelik yeleğin üzerine giydiğim, kanalın logosunun olduğu montumun önünü açtı.

Zihnimde binlerce senaryo aynı anda dönmeye başladı. "Lütfen," diye fısıldadım cılız sesle. "Öldür beni." Bana dokunması yerine ölmeyi tercih ederdim çünkü.

"Çıkar üzerindekini ve mikrofonunu, telsizini, telefonunu bana ver!"

Söylediklerini algılamama fırsat tanımadan montumu çıkardı ve tünelin karanlığına doğru savurdu. Elimdeki mikrofonu, telefonu, telsizi aldı ve hepsini devre dışı bırakarak çantasının içine attı.

Tam o sırada, "Robert!" diyen birinin sesi yaklaştı. Üzerimize düşen gölgeyle beraber başımı kaldırdığımda başka bir askerin geldiğini gördüm.

Tüm bedenimden kocaman bir titreme dalgası geçerken, "Ne yapıyorsun burada?" diye sordu Rusça. Onlar Rus muydu yani? "Kız kim?"

Robert dediği ve beni bulan askerin gözleri kısa bir süre için bana değdi. Uyarıcı bakışlarını bana yolladıktan sonra başını kaldırıp, "Kuzenim," diye cevap verdi Rusça. "Dolaşmaya çıkmıştık ama çatışma çıktığı için çukura girdik."

Dudaklarım aralanırken şaşkınlıktan ve korkudan nasıl tepki vereceğimi şaşırmıştım. Beni kuzeni olarak mı tanıtmıştı yoksa ben ana dilim gibi bildiğim Rusçayı mı unutuyordum korkudan?

Kalbim şiddetle çarparken yukarıda başka bir askeri de fark ettim. Aşağı doğru ip uzatırken tek umudum önce Robert'ın yukarı çıkmasıydı. Ben de geldiğim yoldan geri dönecek ve tünelde havasızlıktan ölecektim.

Ölmek, düşmanın eline düşmekten daha onurluydu. Esir düşemezdim. Bu duyguyu ve korkuyu ne kendime ne de babama yaşatamazdım.

Robert sanki düşüncelerimi duymuş gibi, "Önce sen çıkacaksın," dedi kısık sesle. Türkçe konuşmuştu. "Sakın kaçmaya çalışma. Vururlar seni. Eğer kaçarsan ve seni vururlarsa cesedini karşıya bile yollamam."

İşlevini yitiren ellerimle uzattıkları halata tutundum. Ayaklarımla sert duvara baskı uygulayarak yukarıya doğru tırmanmaya başladığımda gözümü kör eden güneş bile içimi rahatlatmamıştı. Yukarısı herkes için aydınlık olabilirdi ama benim için dipsiz, karanlık ve geldiğim tünelden daha karanlık olacağı barizdi.

Askerler beni yukarı çektikten sonra, "İyi misin?" diye sordular. Biri su uzattığında başımı iki yana salladım. Ağzımı açmıyor, konuşmuyordum. Ya Türk olduğumu anlarlarsa? Anında alnımın ortasından beni vurabilirlerdi. Fakat daha kötüsü...

Tarih... Tarih nelere şahit olmuştu. Kelbecer'e Ermenilerin saldırdığı günün ertesi sabah bir helikopter inmiş ve kadınlarla çocukları Bakü'ye götüreceğini söylemişti. Düşman, Azerbaycan Türkçesini her zaman çok iyi konuşmuştu ve onların Bakü'den geldiğini sanan herkes genç kadınları helikoptere bindirmişti çocuklarla beraber. Sonuç? Helikopter Bakü'ye değil, Ermenistan'a gitmiş ve onlarca kadının akıbeti bugüne kadar kimseye malum olmamıştı.

Tarih... Ne kıyametleri görmüştü. Hocalı katliamını babam bana defalarca anlamıştı. Hamile kadınların karnını bıçakla kesip bebeğini vahşice rahminden alıp sonra annesinin gözleri önünde bebeği öldürmüşlerdi.

Bu insanlar bana her şeyi yapardı.

Çukurdan çıkan Robert ile bakışlarımız çakıştığında oturduğum yerde geri geri gittim. Delici gözleriyle beni uyardı, "Sakın," diye fısıldadı.

Ayaklanmak, koşmak istediğimde bunu önceden fark ederek yanıma geldi ve kolumdan tutarak beni kaldırdı. Kolunu omzuma atarken, "O biraz korktu. Siz görev yerlerinize dönün, ben de onu güvenli eve götüreyim," dedi.

İki asker aynı anda başlarını sallayıp koşar adım arka tarafa doğru ilerlediğinde kolunun altından çıktım ve ondan uzaklaştım. "Rus musun? Neden Türk olduğumu söylemedin? Neden beni vurmalarını emretmedin?" Kuşkulu bakışlarla onu süzdü. "Ne yapacaksın bana? Eğer bana dokunacak olursan önce seni, sonra da kendimi öldürürüm."

"Ermeni'yim ve eminim, öldürürsün ama şimdi konumuz bu değil. Tünelle geri dönemez misin?" Benim aksime oldukça sakindi.

Derin nefes aldım ve başımı iki yana salladım. "Geçit kapandı. O bölgeye top ya da füze düşmüş olmalı." Bir süre düşündü. Bu süre beni daha da endişelendirdiğinde, "Kaç kilometre var sınıra?" diye sordum sabırsızca. "Beyaz bayrak ver bana. Elimde beyaz bayrakla gidersem eğer..."

"Beş adımda bir mayın var," dedi ve başını iki yana salladı. "Ayrıca beyaz bayrakla karşıya geçebileceğini sana hangi saçma savaş filmi düşündürdü? Anında vurur buradakiler seni."

"Lütfen, beni gönder. Burada olmamam lazım!"

"Buraya gelmemen lazımdı!" diye düzeltti beni. "Başımı belaya sokuyorsun! Şu an seni üstlerime teslim etmem gerekiyor!"

"Nesin sen?" Rütbesine baktım ama çıkarmıştı. Çatışma zamanı rütbesi yüksek olan askerler, bazen rütbelerini sökerdi. Bunu babam defalarca yapmıştı. "Yüzbaşı falan mı?"

"Falan değil, yüzbaşı."

"Niyetin ne?" Sinirlerim gerilmiş, damarlarımda gezinen adrenalinden heyecanım ikiye katlanmıştı. "Eğer bana dokunacak olursan seni gözümü kırpmadan öldürürüm!"

Kollarını göğsünde birleştirerek, "Sana neden dokunayım?" diye sordu. Bakışları baştan aşağı üzerimde dolaştı. "Çok fesat düşündüğünün farkında mısın?"

Yüzümü buruşturdum. "Beni incelemeyi kes! Ayrıca yıllar önce neler yaptığınızı herkes biliyor. Tarihim iyidir."

"Tarihin kadar coğrafyan iyi olsaydı şu an bizim topraklarımızda olmazdın."

Kaşlarım bu sefer havalandı. "Sizin topraklarınız mı? Şu an Karabağ'dayım!"

Başını iki yana salladı. "Artsakh Cumhuriyetindesin. Hafızan da kötüymüş, Türk kızı. Hemen de unuttun."

"Artsakh değil burası!" diye bağırdım bir anda kendime engel olamayarak. "Karabağ!"

Saniyeler içerisinde önümde belirip avucunu dudaklarıma bastırdı ve beni susturdu. Gözleri seri bir şekilde etrafı kontrol ederken, "Canına kastın mı var senin?" diye tısladı. "Sesini kes yoksa kimseye bırakmam, ben alırım canını."

Gözlerimde yanan alevleri gözlerine dokundururken onun da benden farksız olduğunu fark etmiştim. Altın renkli harelerinde yükselen alevlerle bana bakıyor, belki de beni korkutmaya çalışıyordu ama beni korkutan o değil, burada bana yapacaklarıydı.

"Sesini çıkaracak mısın?" Başımı iki yana salladığımda dudaklarına memnun bir tebessüm yerleşmişti. "Güzel. Peki, Rusça ya da Ermenice biliyor musun?" Cevabımı duymak adına avucunu dudaklarımdan çektiğinde yakınlığından rahatsız olup bir adım geri çekilmiş, derin nefes almıştım.

"Rusçam iyidir."

"Pekâlâ, o zaman soranlara Moskova'daki kuzenim olduğunu söyleyeceğiz. Buraya beni ziyarete geldin ama savaş çıkınca geri dönemedin. Tamam mı? Adın da..." Kaşlarını çattı. "Hilal miydi?"

"Sana ne adımdan?"

"İyi," diye kestirip attı. "Çok meraklıydım zaten adına. Burada adın Ekaterina. Unutma sakın."

"Beni geri gönder," dedim uzaklardaki Azerbaycan sınırına bakarak. "Gürcistan ya da İran sınırından geçemez miyim? Beni arayacaklar! Eğer haberlere çıkarsam burada sağ bırakmazlar."

Başını yavaşça omzuna yatırdı. "Çok mu önemli birisin?" Babam çok önemli biriydi ve bu yüzden beni arayacaklardı. Ama babamın kim olduğunu söyleyemezdim çünkü bunu kullanabilirdi. Babamı, Azerbaycan tarafını benimle tehdit edebilir, herhangi bir takas talebinde bulunabilirdi. "Merak etme, kimse bir gazeteciyi aramaz. Ne kayıplar veriliyor, seni mi umursayacaklar? Ayrıca sen aptal mısın? Türk'sün, Azerbaycan'da ne işin var?"

"Geri zekâlı!" diye hırladım. "Azerbaycan'dakiler de Türk!"

"Sizin mi dramalarınız yok mu? Bize çok komik geliyor." İç çekti ve kollarını çözerek düşen tüfeğini omzundan astı tekrar. "Neyse, arkamdan gel. Mayın olabilir buralarda. "

"Neden arkandan geleyim? Patlamam senin için sorun mu olur?"

"Aynen," diye onayladı beni. "Sağdan, soldan parçalarını toplamak bugünümün programında yok, Türk kızı. Uzatma ve yürü."

"Türkçe'yi öğrenmişsin ama kibarlık öğrenememişsin. Hem beni nereye götüreceksin? Dönmem gerekiyor! Elin, kolun uzunsa bir uçak ya da helikopter ayarla. Başka bir ülkeye geçeyim, oradan yolumu bulurum."

Bana döndüğünde dudakları aralanmıştı. "Türk kadınları gerçekten çok konuşuyor." Göğe bakarak bir süre hiçbir şey söylemedi. "Sana dokunmayacağım, zarar da vermeyeceğim. Öldürmek istesem o çukurda sıkardım kafana. Bunu yapmadığıma göre geri dönmeni istiyorumdur. Ama şu an burada duramayız, çok açıktayız. SİHA'lar her an gelebilir."

SİHA dediği an bedenimden tuhaf bir titreme dalgası geçti. SİHA görüntüleriyle benim bir sivil, dahası gazeteci olduğumu, Hilal Uluant olduğumu anlamaları mümkün müydü?

"Beni görürlerse kurtarırlar! SİHA'lar nereden geçiyor?"

Eliyle alnına vurdu. "SİHA dedim, İHA demedim. SİHA gördüğü an vurur! Hem sen kimsin? Seni arayacaklarından çok emin gibisin. Çukurda bir şeyler zırvaladın, babanla ilgili."

Adımı ve soyadımı ona çukurda söylemiştim, babamla ilgili ise konuşamamıştım çünkü lafımı kesmişti. İyi ki...

Ona cevap vermediğimde, "Öğrenirim, Ekaterine. Dert değil," dedi. Konuşması akıcıydı ama çok az bir aksan vardı.

"Hay senin Ekaterine'in batsın!"

Belli belirsiz güldüğünü görür gibi oldum. Hemen ardından uzaktan bir patlama sesi geldi ve göğe yükselen siyah dumana baktım. Ben donup o dumana bakarken, "Koş!" diye bağırdı ve kolumdan tutarak beni arkasından götürmeye başladı.

Kalbim boğazımda atmaya başladığında ikinci bir patlama sesi gelmişti. "SİHA'lar var. Saklanmalıyız." Beni ormana doğru götürdüğünde kolumu elinden kurtarmaya çalışıyordum ama bu nafile bir çabaydı. Tutuşu çok sıkıydı. Bir taraftan SİHA'ların görüş açısına girmek istiyordum. Belki benim için gönderilmişlerdi. Ama diğer taraftan dediğinde çok haklıydı. Anında vurulabilirdim, kim olduğumu görmeyebilirlerdi.

Ormanın derinliklerine doğru hiç durmadan koştuk. En sonunda ağaçların sıkı olduğu ve kenarda küçük bir mağaranın bulunduğu bölgeye vardığımızda, "Burası güvenli," diyerek kayalığın altına girmemi sağladı.

Kendisi telsizini çıkardığında kolumu özgür bırakmıştı. Kaşlarımı çatarak, "Eğer beni ihbar edersen," diye başladım konuşmama.

Başını bana çevirdi ve sorgu dolu gözlerle beni süzdü. "Ne olur?" Telsizini havaya kaldırdı ve dudaklarına yaklaştırdı. "Söyle, ne yaparsın?"

"Ölürsem peşini bırakmam. Ruhum sana dadanır, rahat uyku bile çekmene izin vermem."

"Çok korktum."

"Sizin korkak olduğunuzu zaten biliyordum." Öfkeyle kızaran koluma baktım. "Bana dokunmayacağını söylemiştin. Kolum kızarmış."

"İsteyerek olmadı," diye açıkladı. Ses tonu daha sakindi. "Kendini SİHA'ların önüne atacak kadar aptal görünüyordun gözüme."

"Aptal değil, cesur," diye düzelttim cümlesini. "Hem ölmem neden umurunda?"

Omuz silkti. "Parçalarını toplamak istemiyorum. Hem başıma bela olursun."

"Ne zaman geri döneceğim?"

"Soluklan önce," dedi ve gözlerini devirdi. "Ve benim de düşünmeme izin ver." Kısa bir süre düşündü, ardından telsizi çalıştırdı. Bu sefer Rusça değil, Ermenice konuşmuştu ve kafamın karışmasına neden olmuştu. Tek kelime de bilmiyordum bu dilde. Belki de sırf bu yüzden anlamamam için konuşmuştu.

Yanında Türk bir kadın olduğunu söylemiş olabilirdi ve birazdan birileri gelip beni alacaktı. Büyük ihtimal ilk sorgu için götürürlerdi beni. Ajan olduğumu sandıkları için bir sürü sorular sorarlardı, hatta işkenceler uygulayabilirlerdi. Onlara kimliğimi söylediğimde beni Google'da aratmaları kısa sürerdi. Ama bu sefer de babamın kim olduğuna erişip beni şantaj, takas olarak kullanma ihtimalleri doğardı. Babama bunu yaşatamazdım, kariyerimi onlara esir düşen gazeteci olarak kirletemezdim.

Hem esir düşersem Azerbaycan ve Türkiye tarafı da onlara bilgi sızdırdığımı düşünüp bana şüpheyle yaklaşırdı. Bunu dayanamazdım. Babam bile sırf benim bilgi sızdırma ihtimalime karşılık görevinden alınabilirdi.

En kötü ihtimaller bunlardı. En iyi ihtimal ise gizlice karşı tarafa geçmekti beyaz bayrakla. Ama beyaz bayrağı gördükleri an beni buranın haini sanıp vuracaklarını söylemişti. Bu yüzbaşıya inanmak istemesem de söylediklerinde gerçeklik payı vardı.

Diğer iyi ihtimaller onun sahte kuzeni kimliğiyle İran ya da Gürcistan sınırından geçmekti. Oradan sonrası çok rahattı. Türkiye ya da Azerbaycan büyükelçiliklerine sığındığım an tüm tehlikeden kurtulmuş olacaktım.

Ormanın derinliklerinden silah sesleri gelmeye başladığında irkilmedim ama içimde binlerce tufan aynı anda koptu. "Kim olduğumu söyledin. Benim için geliyorlar." Dudaklarım seğirdi. "Lütfen, kafama sık. Cesedimi göndermesen de olur ama öldür beni, yüzbaşı."

Benim yüzümden ne babamı ne de Türkiye ve Azerbaycan'ı tehdit etmelerini istemiyordum.

İşkence görmek istemiyordum.

Tacize, tecavüze maruz kalmak istemiyordum.

Acılar içinde kıvranmak istemiyordum.

Basit bir ölüm istiyordum sadece. Yüzbaşı bu kadarını bana çok görmezdi değil mi?

Sesler artık daha yakından geliyordu. Yüzbaşı da sesleri duyduktan sonra iç çekti ve yanımdaki taşın üzerine oturup bana döndü. "Son bir sözün var mı, Türk kızı?"

Tebessüm ettim. "Vatan sağ olsun."

"Neden bu kadar cesur davranıyorsun? Şu an titremen, korkudan ağlaman gerekiyordu."

Daha geniş tebessüm ettim. "Türk kanı akıyor damarlarımda, yüzbaşı. Sen anlayamazsın."

Sesler mağaraya daha da yaklaşırken, "O zaman bu cesaretini ödüllendireceğim," diyerek ayağa kalktı, belindeki tabancayı çıkarıp alnımın ortasına çevirdi namlunun ucunu. Titremedim, gözümü dahi kırpmadım. "Hâlâ emin misin ölmek istediğinden? Güzel kadınsın, üstlerimden biri seni beğenirse yaşayabilirsin."

Yutkundum ve gözlerinin içine bakarak alnımı namlunun ucuna bastırdım. "Eminim. Öldür beni."

"Yazık olacak."

Son duyduğum cümle de bu olmuştu çünkü aldığım darbeyle beraber gözlerim kararmış, bilincimi kaybetmiştim.

Yepyeni bir macerayla herkese merhaba! Çok heyecanlıyım, çünkü bu sefer çok farklı...

Bize bambaşka duygular yaşatacak bu kurgu...

NOT 1 :
Ekaterine : [ Yekaterine ]
Robert : [ Robert ]
diye okunuyor. Rus isimleri. İngilizce farklı telaffuz edilir ama burada Rusça olduğu için bu şekilde.

NOT 2 : Felah tüm kurgulardan bağımsızdır. Fakat Halef 2'nin sonunda Felah karakterlerinden bahsediliyor.

Felah kurgusuna da Zamir (Halef) karakteri misafir olacak. Bağlantıları yok, bağımsız okunabilir.

^ Teorilerinizi alayım?

^ Hilal ile ilgili düşünceleriniz?

^ Yüzbaşı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Yeni bölümde görüşmek üzere!

Sevgiler.🕊

İletişim için : Instagram - lemveli
Şarkı listeleri için : Spotify - lemveli
Tanıtım videoları için : YouTube - Leman Veli

Continue Reading

You'll Also Like

212K 14.6K 45
Yeşim köstebekti. Ona en çok güvenen adamın, Mehmet Bey'in aradığı kişiydi, düşmanıydı. Yüzbaşı Yiğit ise hiç güvenmediği bu kadının onu her seferind...
314K 14.9K 43
Ruhu yara bere dolu bir adam Ali Asaf Demir. Hüznün vakti olan bir kadın Hazan Tekin. Ve bu da onların hikayesi. "Bir gün Hayal, bir gün hikayeni din...
1.5K 987 7
Aşkı hiç hiss etmemiş iki kişinin bir birine aşkı hiss etdirdiği bir hayat. Sanki ikiside yıllardır bir birini bekliyorlardı. Bir birlerini ilk defa...
1.1M 66.8K 50
"Zamanın gerisinde olanlar, zamanın ilerisinde olanlara ilelebet tutsak kalacaktır. Öyleyse çık ve göster onlara yaranı. Göster yarayı, hâlâ kanayan...