LAHZA | Kader Yazıcı

Από BuseGunsoy

35.9K 5.3K 22.3K

Efsaneye göre her şey krallıkların ve halkın bir cadı tarafından lanetlenmesiyle başladı. Laneti yok etmek iç... Περισσότερα

LAHZA
1.PRENSESİN GAZABI
2.CADININ İNTİKAMI VE MUMYA KAPANI
3.IŞIĞIN YURDUNDAKİ KARANLIK
4.GÖRÜNENİN ÖTESİNDE
6.MÜREKKEBİN SESİ
7.KİMLİKSİZ
8.SORULAR VE SORUNLAR
9.ADALET ÇEMBERİ
10.ŞEYTANIN HARESİ
11.DÜĞÜMLENMİŞ YOLLAR
12.KANLI NEHİR
13.UFUKTA BİR SAVAŞ
14.KALP AVCISI

5.ZAMANIN ÇARKI

1.9K 428 1.5K
Από BuseGunsoy

Şarkı: Cecilia Krull~ My Life İs Going On

Bu bölümü yazarken ayrı bir heyecanlandım, inşallah siz de beğenirsiniz. Okurken oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen. Düşüncelerinizi benimle paylaşırsanız sevinirim. 💜

Keyifli okumalar dilerim. ✨

5.ZAMANIN ÇARKI

Zaman tıpkı bozuk bir çarkın içinde dönüp duran sayılar gibi ileriye doğru akarken Valantin ülkesinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Halktan bazı kişiler başlarına gelen bu lanet yüzünden ülkeyi yönetenlere lanet ederken bazıları ise olaylara daha objektif bakıp onların da böyle olmasını istemeyeceğini düşünerek kral ve kraliçenin bir açıklama yapmasını bekliyorlardı.

Herkes birbirine dokunmaktan kaçınıyordu.

Aynı evde yaşayan aileler bile ya farklı odalar da ya da birbirlerinden en uzak olan köşelerde birilerinin bu işe bir çözüm bulmasını çaresizlik içinde bekliyorlardı.

Hayatları yalnızca kısa bir süre içinde alt üst olmuştu.

Sanki onlar için doğan güneş bile aydınlığı değil de karanlığı getiriyordu peşinden.

Gökyüzündeki güneş bile ağıt yakıyordu onlara.

Yakınlarından birilerini kaybeden her aile üzülmeye dahi fırsat bulamadan kendi başlarına neler geleceğiyle ilgili bilinmezliğin içinde boğuluyorlardı.

Annelerin kayboluşu, çocukların yitişi, babaların haykırışı, hepsi birbirine karışan acı çığlıkların içinde yok olmuşlardı.

Peki şimdi ne olacaktı?

Valantin'liler, kötü kalpli bu cadının lanetinden nasıl kurtulacaktı?

Her zaman birbirlerinden uzak durmaları imkansızdı.

Elbet dışarıya çıkmaları, birileriyle konuşmaları, temas halinde olmaları gerekecekti ama nasıl?

Laneti bozabilirler miydi?

Halkın kafasından buna benzer bir sürü cevaplanması gereken sorular geçiyordu.

İki gün geçmesine rağmen kral ve kraliçe hâlâ bir duyuruda bulunmamıştı ve bu amansız bekleyiş herkesin içindeki korkuyu daha da büyütüyordu. Tek yapılan uyarı herkesin evine gitmesi ve ne olursa olsun birbirlerine temas etmemeleri gerektiği olmuştu. Bir çözüm bulacaklarını söylemişlerdi ama hâlâ bir ses seda yoktu.

Buna daha ne kadar devam edebilirlerdi ki?

Resmen bir sıçan gibi dört duvar arasında sıkışıp kalmışlardı. Tabii ki bu uyarılara kulak asmayan ve kalacak bir yerleri olmayan kesimler de vardı. Kral ve kraliçenin başlarına açtıkları bu bela yüzünden isyan çıkarmak isteyenler bile vardı. Bu lanetten kurtulmak için her şeyi yapabilecek kadar gözünü karartanlar bir açıklama için hazır ol da bekliyorlardı. Bazıları ise açıklama ne olursa olsun ortalığı karıştırmak ve yönetime saldırmak istiyordu.

Halk çileden çıkmak üzereydi.

Beklemek ve ellerinden bir şey gelmemesi içlerindeki öfkeyi daha da büyütüyordu.

Artık bir açıklama duymak istiyorlardı.

"Lanet olası şu cadı bir şey yapmadan önce durduralım demiştim!" Kral Derz odayı dolduran gür sesiyle birlikte oturduğu yerden öfkeyle ayaklanırken Kraliçe Polina yüzündeki ciddiyetten ödün vermeden sırtını arkaya doğru yasladıktan sonra kocasına düz bir bakış attı. Olaylar yeterince gerici ve yeni olduğundan dolayı kocasının aksine daha sakin durmaya çalışıyordu.

"Derz, kendine hâkim olmaya çalış." Polina kocasına göre daha aklı başında ve çözüm odaklı düşünüyordu.

Kadının gece mavisi gözleri masanın etrafını çevreleyen diğer üyelere doğru kaydı. Hepsinin sıkıntısı yüzünden okunuyordu. İki gün önce başlarına gelen bu lanet yüzünden konuşabilmek için ancak bir araya gelebilmişlerdi. Lanetin tam olarak nasıl işlediğini öğrenebilmek için saraya bir büyücü çağrılmıştı. Yapılan lanetin nasıl işlediğini çözmek pek kolay olmamıştı ama sonunda bazı duyumlarla birlikte bu kara büyünün nasıl işlediğini çözmüşlerdi.

Polina kocaman topuzundan bukle bukle dökülen buğday renkteki saçlarının üstünde ağırlık yapan elmaslarla süslenmiş tacını taşımakta her ne kadar zorlansa da bu tacın temsil ettiği şeyler yüzünden göstermelik olarak onu başının üstünde taşımak zorunda olduğunu biliyordu. Her zaman herkesten daha iyi gözükmek zorundaydı. Üstündeki prenses tarzı gümüş grisi elbisenin kumaşı o kadar yumuşaktı ki tenine her değdiğinde kendini pamuklara sarılmış gibi hissediyordu. Buna rağmen vücudu daha diri gözüksün diye içine giydiği korse sanki onu dört bir duvarın arasına sıkıştırmış gibi boğuyordu.

Sorumlulukları yüzünden diken üstündeydiler fakat bu işlerin zor tarafı da buydu.

Ülkeyi yönetmek zordu ama daha zor olan ise halkı hayal kırıklığına uğratmaktı.

Lanetten önce Azerya ile ilgili şikayetler günden güne çoğaldı için önlem almayı düşünmüşlerdi, hatta onun zihnine girip neler çevirdiğini öğrenmeye çalışmışlardı ama o bir cadı olduğu için zihnine girmekte başarısız olmuşlardı. Duyumlara göre Azerya halktan bazı kişileri yakalayıp kalplerini yerinden sökerek kanlarıyla birlikte gücüne güç katmak için büyüler yapıyordu.

Günden güne güçlenmesinin nedeni halktan bazı kişilerin kalplerini sökerek kanlarıyla karanlık büyüler yapmasıydı.

Derz ve Polina öğrendikleri bu şeylerden sonra Mumya Krallığından Tanrun'u saraya çağırmış ve Azerya'yı Azpakar kutusuna hapsetmeyi düşündüklerini söylemişlerdi.

Tanrun öğrendiği bu şeylerden sonra her ne kadar zor olsa da kral ve kraliçeden af dileyerek Azerya'yı kutuya tıkmalarının yanlış bir hareket olabileceğini, emin olmadan bunu yapamayacaklarını dillendirmişti onlara ve bu konunun daha fazla araştırılmasını istemişti. Kral öfkelenip Tanrun'a karşı gelse de Kraliçe Polina onu sakinleştirerek 'madem prens böyle diyor o zaman bırakalım da o araştırsın bu olup bitenleri' diyerek ortamı yumuşatarak sakinleştirmeye çalışmıştı.

Ve işte şimdi buradaydılar.

Almadıkları önlem yüzünden Valantin ülkesindeki herkes bunun cezasını çekiyordu.

Lanetle alakalı bazı ufak tefek detayları öğrenmişlerdi.

En önemlisi de lanetin birbirine her dokunanı yok etmemesiydi.

Özellikle Tanrun'un, bir kadının çocuğuna sarılmasına rağmen yok olmadıklarını söylemesiyle buna neredeyse emin olmuşlardı.

Lanet etkisini kendi soylarından olmayan birilerine dokunduklarında gösteriyordu.

Her ne kadar bu kötünün iyisi bir haber olsa da baş kral ve kraliçe bile aynı soydan olmadıkları için birbirine dokunamıyorlardı.

Azerya bu laneti yaparken her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş olmalıydı.

Laneti kırmak için işinin ehli büyücülere, hatta cadılara bile danışmışlardı. Şimdilik bir şey bulunamasa da hâlâ araştırılmaya devam ediliyordu. Lanetler kırılması çok zor şeylerdi, imkânsız olmasa da bazı büyücülerin ve cadıların yaptığı lanetler kırılamayacak denli mühürle kaplıydı. Hele ki bunlar kara lanetlerse kırmak epeyce uğraştırıyor, bazen kırılamadığı için başka çözümler bulunmaya çalışılıyordu.

Mumya Krallığını başına açılan lanet bunun örneklerinden biriydi.

Karapar'ın yaptığı bu lanet, krallıklarının ve soyundan gelenlerin yıllarca o sargı bezlerinin ardında hapis kalmalarına sebep olmuştu.

Polina'nın kafasının içinden derin konular geçerken diğerlerinin de zihnini bu tip şeylerin kurcaladığına adı kadar emindi.

Karapar geri dönmüştü.

Kraliçe emindi ki Karapar geri dönerken bir tek benliğini değil kötülüğünü de peşinden getirmişti. Tam düştükleri anda ortaya çıkması bir tesadüf olamazdı. Bu an için fırsat kolladığında anlayabilmişti kraliçe. Şu an avantajlı taraf oymuş gibi gözükebilirdi ama Polina düştükleri gibi daha sağlam bir şekilde ayağa kalkmaları için elinden gelen her şeyi yapacaktı.

Güneşlerini söndürmeye çalışan herkesin yıldızlarını kaydıracaktı.

"Bazıları işimize çomak sokmasaydı," kin dolu sesiyle konuşan kral düşmanına bakar gibi açık kahverengi gözlerini Santu'nun sargılı yüzüne dikti. "Ne bu lanetle uğraşırdık ne de bize düşman kesilen halkla."

Tanrun'un babası Santu onlara yükleneceklerini bildiği için oğluna bu toplantıya kendisinin katılacağını söylemişti. Her ne kadar Tanrun itiraz etmeye çalışsa da babası bunun bir emir olduğunu ve sözünün üstüne söz etmemesi gerektiğiyle ilgili uyarmıştı onu. Şimdi ise buradaydı. Diğer üç krallığın da burada olması gibi... Onların önünde kendilerini ezmelerine izin veremezdi.

Santu, "Kralım," derken karşısındaki adamın kim olduğunun bilincinde saygıyla konuşmaya çalıştı. "Biliyorsunuz ki Azerya bunu kendi büyü yöntemleriyle öğrenmiş, yani biz hata yapmış olabiliriz ama ne yapılırsa yapılsın sonuç yine aynı olacaktı. Azerya gibi bir cadıyı kutuya tıkmaya planladığınız andan beri o kadın bunu hissetmiş olmalı. Bence önlem alınırken bundan kimsenin haberinin olmamasına dikkat edilmeliydi."

"Senin o kokuşmuş oğlun yüzünden Tina öldü!" masanın diğer ucundaki Wenda simsiyah gözleriyle Santu'ya bakarken onu gebertmemek için yerinde zor duruyormuş gibi gözüküyordu. Afrika örgüsü saçları kalçalarına kadar uzanıyor ve çatık kaşları arasından dövmelerle işlenmiş yüzüyle dik dik aptalın teki olduğunu düşündüğü mumya adama bakıyordu. Genç kadın çok güzel bir melezdi. Santu'nun tek kaşı yukarıya doğru havalandı ve onaylamaz şekilde cık cıklarken başını sallayarak ellerini masanın üstünde bir araya getirip ona karşı konuştu. "Sen olayı çok yanlış anlamışsın Karagöz," ona taktığı bu isim kadının dişlerini kıracak gibi sıkmasına neden oldu. "Onu Tanrun öldürmedi, onu kendi dili ve Azerya öldürdü."

Aniden ayaklarının altındaki yer sallanmaya başladığında Wenda sinsi bir sırıtmayla yalnızca Santu'ya bakıyordu. Tehditkâr bir tonlamada konuştu. "Seni sargı bezlerinden tutup tavana asmamı istiyorsan, buyur, konuşmaya devam et." Yeraltı Krallığının soyundan gelen Wenda istese topraktaki enerjiyle birlikte bu sarayda bir sürü çatlaklara sebebiyet verirdi ama şu anki niyeti sadece karşısındaki bu herifin ayağını denk almazsa başına neler geleceğini göstermekti. Her ne kadar kral ve kraliçenin yanında yaptığı bu şeyin yanlış olduğunu bilse de kendine hâkim olamamıştı.

"Durun artık," araya giren Hazar ile Wenda gözlerini devirerek sarayın sallanmasına neden olan büyüyü sona erdirmişti. "Yeterince derdimiz ve düşmanımız yokmuş gibi bir de kendi içimizde savaşmamız bize hiçbir şey kazandırmayacak."

"Katılıyorum," konuşmaya giren Bereket Krallığının Kraliçesi Marlen'di. Parkus'un karısıydı. Parkus kendini iyi hissetmediği için sarayda kalmaya karar vermişti. Genç kadın, soğuk bakan altın sarısı gözlerini hepsinin üstünde gezdirip küt siyah saçlarını hafifçe sallayarak mesafeli bir tonlamada konuşmaya devam etti. "Kavga etmektense biraz daha olaya odaklanıp çözüm bulmalıyız." dediğinde zaten diğerlerinin istediği de buydu.

Bir çözüm ama ortada çaresizlikten başka hiçbir şey yoktu.

Kral üzerindeki kırmızı kürkten yapılmış uzun pelerini hınçla çıkarıp sandalyeye savurduğunda bir şeylere vurma isteğine zorla engel oluyordu. Bakır tonlarındaki ensesine kadar uzanan aslan yelesi saçlarına eşlik eden aynı renkte gür ve uzun sakalları vardı. Başının üstündeki gösterişli tacı da göz alıcıydı. Gömleğinin düğmelerini zorlayan göbeği olsa da boyu epeyce uzun bir adamdı.

Derz, "Bu olayı acilen çözmeliyiz yoksa halk izdiham çıkaracak." diye sıkıntıyla konuştu.

Polina kocasına karşılık verdi. "Zaten iş üstündeyiz, en iyi büyücülerimiz araştırma içinde."

Aniden kapının yumruklanmasıyla herkesin dikkati oraya kaymıştı.

İçeride, kapının yanında duran askerler kral ve kraliçeye baktığında böyle önemli bir konuşmayı kimin böldüğünü herkes merak etmişti. Oysaki Derz çok önemli bir şey olmadığı sürece kimsenin onları rahatsız etmemesi gerektiğini açıkça belirtmişti.

Kral, yavaşça çenesindeki sakalı sıvazlarken gerilen ince dudaklarını araladı. "Açın kapıyı bakalım, konuşmamızı bölen bu densiz kim?"

Askerlerden biri hızlıca harekete geçerek iki kanatlı ahşaptan yapılmış, motifli büyük kapının bir tarafını araladı ve başka bir görevliyle karşı karşıya geldi. Geri çekildiğinde bir başka asker içeriye iki büyük adım atıp saygıyla eğildikten sonra belini doğrultup başı aşağıya bakar şekilde konuşmaya başladı.

"Kralım, böldüğüm için affedin." diye ciddi bir tonlamada konuştuğunda tüm gözler dikkatle onun üzerinde geziniyordu. Bu adamı ister istemez germişti. "Büyü Krallığının şövalyesi olan Hun aşağıda ve sürekli toplantıya katılması gerektiğini söyleyip duruyor, sizler için önemli haberleri varmış. Engel olmaya çalıştık ama lanetle alakalı olduğunu söyledi. Bu yüzden dolayı da size danışmak istedik."

"Hainin dölünden hain doğarmış." diye kinle tıslayan Wenda öldürülen kraliçeleri yüzünden haklı olarak hâlâ öfkeliydi. Bu lanet yüzünden yas etmeye bile vakitleri olmamıştı.

"Yalnız, Hun denilen adam Azerya'nın çocuğu değil ya da onun soyundan gelmiyor." diye sırıtarak alay eden Hazar'a yandan ters bir bakış attı Wenda. "Sen çok komiksin ya, biraz daha konuşmaya devam et de o gevşek ağzını yırtayım." diye karşılık veren kadın ile genç adam bayık gözleriyle başını hafifçe sallayıp önüne dönmüştü.

"Her neyse," araya giren Marlen seslice yutkunup konuşmaya devam etti. "Hun denen bu herife nasıl güveneceğiz, üstelik ihanete uğradığımız krallığın şövalyesiyken?"

"Normal bir fani, herhangi bir gücü yok." Polina bildiği bu gerçeği hepsiyle paylaşmıştı. "Merak etmeyin, tek bir yanlış hareketiyle omzunun üstünde taşıdığı başından olacağını biliyordur." dedikten sonra zarif boynunu hafifçe çevirerek kapının girişinde duran askere kısa bir bakış atıp kuruyan dudaklarını hızlıca yaladığı gibi araladı. "Bırakın gelsin, diyeceklerini duyalım bakalım."

Asker hızlıca başını sallayıp emre itaat ederek odadan çıktı ve kapanan kapıların ardından konuşmayı ilk başlatan Hazar olmuştu.

"O herifi çatışırken görseydiniz fani olup olmamasının bir önemi olmadığını bilirdiniz."

"Hmm aynen, Parkus'ta onu anlatıp duruyordu." Marlen onu ve kocasını küçük görür gibi iğneler bir tonlamada konuşmuştu, bakışlarında da gayet açık bir aşağılama vardı. "Tanrun orada adamı pert etmeye çalışırken siz de dizi/ film izler gibi olanları seyretmişsiniz."

Hazar, "Ne yapsaydık yani, iki kişi savaşırken araya mı girseydik?" diyerek üste çıkmaya çalıştı.

Marlen alaycı bir şekilde sırıttı. "Bir fani bile tüm gücüyle savaşırken sizin izlemeniz ne kadar da ironik."

"Gerçekten sadece öylece izlediniz mi?" Wenda yüzünü ekşiterek bakmıştı Hazar'a.

"Dışarıda onca kişi birbirine dokunup yok olurken gidip herife mi sarılsaydık?" diye patladı genç adam.

Santu'nun konuşulanlardan dolayı içi şişmiş olmalı ki dudaklarının arasından sesli bir nefes salmıştı. "Ne gereksiz bir konuşma. Kim durmuş, kim savaşmış, kim ölmüş, kim yaşamış... İçimi sıktınız. Şu lanet olayına odaklanabilir miyiz lütfen? Saçma sapan konular konuşulsun istemiyorum."

"Tabii sen de haklısın," Wenda ondan hazzetmediğini belli eder şekilde konuşmaya devam etti. "Yaşın almış başını gidiyor, kafan kaldırmıyor olsa gerek."

"Terbiyesiz." diye homurdandı adam.

"Terbiyeyi başka kadınlardan çocuk yapan heriflerden öğrenmeyeceğim." diye lafı yapıştırdığında Santu'nun gözleri yuvalarından çıkacak derecede öfkeyle aralandı ve sinirine hâkim olamadığı için yumruğunu büyük bir gürültüyle masaya geçirdiğinde bu yaptığı hareket beklenmedik olduğu için kral bile irkilmişti. Normalde bu tip hareketler kral ve kraliçenin yanında asla yapılmaz ve bir cezası olurdu ama şu an normal bir durumda olmadıkları için ve herkesin sinirleri gerildiğinden dolayı pek de bir şey demiyorlardı.

Santu, "Tina'nın kafasını kopardıkları gibi senin de kafanın koparılmasını istiyorsun sanırım." diye acımasızca konuştuğunda genç kadın ufak bir titremeyle çatık kaşları ardından oracıkta canını almak ister gibi ona baktı.

Wenda tam nefretini kusacağı sırada hepsini ürküten yüksek ses kulaklarını doldurdu.

"Kesin artık!" tüm odada yankılanan gür sesle birlikte Wenda konuşmaktan vazgeçti. Kral çatılan kalın kaşlarıyla birlikte iki elini birden sertçe masaya yaslayarak bıkkın bir tonlamada konuşmaya devam etti. "O Hun denen herif buraya gelecek ve bize aklından neler geçtiğini anlatacak. Sonra ise biz de ne yapacağımıza karar vereceğiz. Bu laneti bir şekilde etkisiz hale getirebilirsek daha sıkı kurallar getirilecek ve koruma büyüleri artırılacak. Kara büyü yasak bir büyüdür, büyücülerin bu tarz büyüler yapmasını engellemek için kanunlar çıkaracağız ve yapan birini gördükleri veya gördüğümüz anda Valantin ülkesinin ortasında halkın gözü önünde sallandıracağız. Bunların asla affı olmayacak. Biz alttan aldıkça başımızın üstüne çıktılar ama bundan sonra başımızın üstüne çıkardığımız gibi boyunlarını da başlarından ayıracağız." diye otorite içinde konuştuğunda herkes nefes dahi almadan onu dinlemişti.

Sessizlik.

"Anlaşılmayan bir şey?" diye sorarken tek kaşı yukarıya doğru havalanmıştı.

Hepsi başını sallarken neyse ki bu garip gerginliği bozan bir kapı tıklatması olmuştu.

Sandalyesini geriye çeken kral sonunda oturabilmişti. El hareketiyle birlikte iki yana doğru gerilen dudaklarını yavaşça aralamıştı. "Açın şu kapıyı."

Askerlerden biri dönen olaylardan dolayı kralı daha fazla kızdırmamak için elinden geldiğince hızlı bir şekilde kapıyı aralamıştı.

Demin Hun'u getirmek için giden asker girişte selamını verip, "Kralım, dediğiniz gibi getir..." sözünü bitirmesine izin vermeden onu kenara iten Hun, "Çekil şuradan." diyerek içeriye daldığında kral ters ters ona bakmıştı. Diğerlerinin bakışları da hiç yumuşak değildi.

"Buraya girebilmekte ne zahmetli iş böyle." diye söylenen Hun üstünü başını düzeltmesinin ardından onlara doğru ilerlemeye başladı. Aşağıda kılıcını almışlar ve herhangi bir zarar verici alet taşıyor mu diye onu baştan aşağıya kontrol etmişlerdi. "Donuma kadar ellediler beni."

Hazar adamın bu rahatlığına gülerken Santu ters bir bakış atarak onun bu gevşekliğini izliyordu.

Wenda sanki avuçları kaşınıyormuş gibi parmaklarını çıtlatmaya başladı.

Sonunda konuşan kişi kendini daha fazla tutamamıştı.

"Ne avamsın." diyen Marlen her ne kadar varla yok arasında konuşsa da bu dediği birkaç kişi tarafından duyulmuştu. Bunu duyanlardan biri de Hun'du. Gözlerini kısan genç adam hiç gocunmadan ona cevap verdi. "Neyse ki burnu havada bir avel değilim."

Hazar kahkaha atmamak için yüzünü şekilden şekle sokarken Wenda ise adamın bu beklenmedik cevabı yüzünden şaşkınca ona bakmıştı.

Wenda adamın cesaretini tebrik mi etse yoksa aptallığıyla dalga mı geçse, karar verememişti.

Bunca kişinin önünde böylesine rahat tavırlar sergilemesi hayret vericiydi.

Marlen dudakları bir açılıp bir kapanırken ne diyeceğini bilmez bir şekilde ona baktığı sırada kendisine yapılan bu saygısızlık ağrına gitmiş olmalıydı. "Sen... Bu ne terbiyesiz..."

"Lanetle alakalı söyleyeceğiniz birkaç şey varmış?" bu konuşmanın daha fazla uzamasını istemeyen Polina asıl konuya gelmişti. "Sanırım bizimle bir şeyler paylaşmak istiyormuşsunuz, sizi dinliyoruz."

Herkes kendini bu ciddi konuşmaya vermeye çalıştı.

Lanetle ilgili öğrenebilecekleri en ufak şey bile onların işine yarayabilirdi.

Hun ellerini göğsünde bir araya getirerek kol kaslarını gözler önüne sererken konuşmaya başladı. "Bu laneti yapan kişi Azerya," diye keskin bir tonlamada konuşmuş ve herkesin dikkatinin üzerinde olduğunu bildiği için laflarını özenle seçmeye çalışmıştı. "Yani bu laneti çözmek için anahtarı uzakta aramamanız gerektiğini söylüyorum."

Aniden ortamı kaplayan kıkırtı ile bazı bakışlar Wenda'ya doğru kaymıştı. Sevimli yüz ifadesi birdenbire yok olduğunda zifiri siyah gözleri hiç olmadığı kadar ürpertici bir hal almıştı. "Sen bizi geri zekâlı mı sandın, pis fani." dediğinde öfkesi fanilerden çok Azerya'nın altında çalışan kişilereydi.

Hun kadının dediklerini görmezden geldi. "Azerya bunun hesabını yapmadı mı sanıyorsunuz? Başına gelebilecek her şeyin önlemini aldı önceden. Siz onu o kutuya tıkarken bile kendisine muhtaç kalacağınızı biliyordu."

Santu, "Nesin sen, onun elçisi falan mı?" diye kalınlaşan sesiyle sertçe konuştu.

Hun'un bakışları ağır ağır sandalyede oturan mumya adama doğru kaydı. Burada herkesin gözünde hainmiş gibi görüldüğünün farkındaydı. Hepsi de nasıl da mağduru oynayıp masuma yatıyordu. Sanki yeni doğmuş bir bebek gibi temiz görüyorlardı kendilerini ama Hun'a göre her biri leş yiyen akbabalardan başka bir şey değildi. İzin verilse o anda hepsi birbirini boğazlayarak gebertirdi.

"Evet, ben onun elçisiyim." diye başı dik bir şekilde gururla konuştuğunda Santu göz ucuyla ona baktı. "Sanırım siz de Tanrun'un koruyucu meleğisiniz." çenesini hafifçe ileriye atarak konuşmaya devam etti. "Göründüğü üzere her toplantıya kendisi gelmeye çalışan Tanrun böyle önemli bir konuşmaya katılmamış. Neden ola ki acaba?" diye alaycı şekilde sorarken sırıtmıştı. Bu sorusuyla onu köşeye sıkıştırdığının farkındaydı.

Kafasını kaşıyan Wenda ağzının içinde gevelese de ne dediği anlaşılmıştı. "Doğru söze ne denir ki?"

"Haksızlık yapmayalım bence." Hazar ufak bir tebessümle oturduğu yerden göğsünü masanın kenarına doğru yaslayıp konuşmaya devam etti. "Senin kaçık kraliçen ortalığın anasını ağlatırken Tanrun onu engellemek için elinden geleni yaptı."

Hun gözlerini kırpıştırarak kısa bir süreliğine ona baktı ve ardından bakışlarını Santu'ya kaydırdığı gibi imalı bir şekilde konuştu. "Sen seversin böyle şeyleri Mumya Bey, bu sefer ki elçi senin oğlunun tarafını tutuyor."

Polina bu didişmelerden sıkılmıştı artık. "Bitti mi?"

Dikkatler kraliçeye doğru kaydı.

"Artık gereksiz konuşmalar istemiyorum." diye kısa bir uyarıda bulunurken gece mavisi gözlerini hepsinin üstünde gezdirmişti. Kraliçenin son baktığı kişi ise Hun olmuştu ve onu baştan aşağıya hızlıca süzerek konuşmaya devam etmişti. "Yani demek istediğin şey, lanetten kurtulabilmek için Azerya'yı serbest bırakmamız gerektiği mi?"

O anda Santu diğerlerinin böyle düşündüğüne emin olduğundan dolayı tam karşı gelmek için dudaklarını aceleyle araladığı sırada kraliçenin tek bir bakışıyla dudaklarını sertçe üzerine kapatması bir olmuştu. Kasılan sırtıyla öne doğru meyilli bedenini geri çekti. Onun sözünü kesmemesi gerektiğini gayet iyi anlamıştı.

Hun buraya gelirken ölümü bile göze almıştı.

İsteseler onu oracıkta öldürebilirlerdi, bunun bilincindeydi ama ne olursa olsun onu kurtarmalıydı, tıpkı onun kendisini kurtardığı gibi.

Hun Azerya'ya bir hayat borçluydu ve bu borcu ne yaparsa yapsın ödeyemeyeceğini biliyordu.

O dünyadan gelen bir faniydi.

Bu evrende ise bir köle... Ta ki o gelip kendisini bu eziyetten kurtarana kadar.

Bu evrende insanlar köle olarak kullanılırdı.

Hun ona layık bir şövalye olabilmek için her şeyi yapmış ve yapmaya da devam edecekti.

"Biliyorum, sizden imkansızı istiyorum ama en azından onu bir kez dahi olsa dinlemeniz gerektiğini düşünüyorum." derken kelimelerini oldukça dikkatli seçiyordu. "Halka böyle bir şey yapmakta hatalıydı ama hiçbirimiz hatasız değiliz. Hepimizin yanlış yaptığı şeyler var."

"Bu hata mı?" diye donuk bir tonlamada konuşurken gözlerinin içindeki karanlıkta onu boğmak ister gibi bakmıştı Wenda. "Kraliçemizi öldürdü ve halktan bir sürü kişiyi daha, böyle bir hatayı affedersek bizim o vicdanı yoksun cadıdan ne farkımız kalır?"

"Vahşetten başka bir şey değil." derken dudaklarının arasından hırıldar şekilde sesler çıkarmıştı Santu.

Marlen ise demin ki olayı hâlâ hazmedememiş olmalı ki asık suratıyla öylece boşluğa bakıyordu. Genel de hazır cevap bir kadındı, anlaşılan laflarının ağzına tıkılması hiç hoşuna gitmemişti.

Elini yukarıya doğru kaldıran kraliçe bu son uyarısıymış gibi yalnızca Hun'a bakarak dolgun dudaklarını aralamıştı. "Kimse söz vermediğim sürece konuşmasın lütfen, ben izin vermeden konuşan olursa atarım dışarı." diye iç ürperten bir tonlama ve sivri bir dil kullanmıştı.

Herkes sessizliğini korumuştu.

Hepsi bir sürü şey söylemek istiyordu ama kraliçenin emrine karşı gelemezlerdi.

"Azerya'yı neden bu denli savunuyorsun?"

Hun kraliçenin gece mavisi gözlerine bakarken yavaşça yutkunmuştu. "Çünkü o benim kraliçem."

"Yani yanlış yapması umurunda değil?"

"İnsan vatanına karşı gelebilir mi?" diye içtenlikle konuşan genç adamla birlikte kraliçenin gözleri hayretle aralanmıştı. "O benim yurdum ve ben evim bildiğim yeri sırtından bıçaklayamam."

Kraliçe kafasında netleştirdiği bir şeyi öylece dillendirdi. "Ona aşık mısın?" bu soru diğerleri için beklenmedik olmalıydı ki birkaç şaşkın göz ikisinin üzerinde mekik dokudu.

"Evet dersem ona bir şans verecek misiniz?"

Sessizlik.

Ama öyle kuru bir sessizlik değil. Herkesin nefesini tutmuş cevabını beklediği gürültülü bir sessizlikti bu.

Kral bile cevabı duymak için dikkat kesilmişti.

Kraliçe Polina, sonunda oturduğu yerden ayaklandığında bu kadar rahat olmasının nedeni kimsenin bu saraydakilere dokunduğunda yok olmaması için yapılan kısa süreli bir büyüydü. Şu anlık temas etmeleri bir sorun teşkil etmiyordu ama bu yalnızca birkaç saatliğine yapılabilen bir koruma büyüsüydü.

"Yalnızca bir şartla."

"Polina!" kral duyduğu şeyle birlikte oturduğu yerden zıplarcasına kalktığında diğerleri de bu cevaba şok olmuşa benziyorlardı.

Hun heyecanla parlayan gözleriyle ileriye doğru atılırken kalbi hızlıca atmaya başlamıştı. "Ne isterseniz, yeter ki oradan çıksın."

Sesini yumuşak ve saygılı tutmaya gayret eden Santu ellerini yumruk yaparak konuşmuştu. "Kraliçem o kadının yaptığı şeylerin farkındasınız değil mi?" hepsi oturduğu yerden rahatsız olduğunu belli edercesine ayaklanmıştı.

"Halk onca yakınını kaybetti, bize savaş açarlar." diyen Marlen kraliçeyi mantıklı düşünmeye çağırır gibi konuşmuştu.

"Onlar savaş açmazsa ben o cadının kellesini yerinden koparırım zaten." Wenda boynunda belerin damarlarla ne kadar sinirli olduğunu belli ediyordu.

"Bu iç savaşa sebebiyet verir, Polina." kocasının dediği şeyle birlikte göz ucuyla başta kocasını sonra ise diğerlerini yavaş yavaş süzdü. Konuşmayan tek kişinin üzerine dikti gözlerini.

Hazar diğerlerinin aksine duruşunu hiç bozmamış ve bu konu hakkında sesini çıkarmadan aynı şekilde oturuyordu. Bu boş gürültüye sebep olanlardan çok onun ne düşündüğünü merak etmişti Polina.

"Sen bir şey söylemeyecek misin, Hazar?"

Birbirine karışan sesler kraliçenin sorusuyla birlikte son bulmuş ve dikkatler Hazar'in üstüne doğru kaymıştı.

Hafifçe omzunu silken Hazar ona kısa bir karşılık vermişti. "Eminim ki kraliçemizin mantıklı bir şartı vardır." derken ona güvendiği sesinden bile okunuyordu.

Sanırım aralarında en gerçekçi ve samimi gördüğü kişiydi Hazar. İçi dışı bir ve zeki bir adamdı. Bazı şeyleri alaya alsa da ciddi konularda en aklı başında düşünen de o oluyordu genelde.

Kraliçe teşekkür edercesine ona ufak bir tebessüm sunarken suçlayıcı bakışları keskin bir şekilde kendi kararlarına daha dinlemeden karşı gelen kocasına doğru kaydı. Kocası sanki pot kırdığın anlamış gibi boğazını seslice temizleyerek kırdığı potu düzeltmek istercesine dudaklarını araladı.

"Kesinlikle, kraliçemiz bizim için en iyi olan şeyi düşünmüştür."

Polina, "Öyle." diye kestirip atmıştı.

Hun bu konuda onları çok zor ikna edebileceğini düşünmüştü ama kraliçe onu yanıltmıştı.

"Şartınız nedir kraliçem?"

"Şartım Azerya'nın tüm güçlerinin elinden alınması ve tıpkı senin gibi fani şekilde hayatını sürdürmesidir, Sadık Şövalye." derken Hun'un göz bebekleri büyüyerek sarı rengi yutarcasına siyaha bulanmıştı. Kraliçenin böyle bir şart sunmasını beklemiyordu.

Hun nefes dahi almıyordu.

Büyü Krallığını kraliçesi olan Azerya'nın elinde tüm güçlerini alırlarsa ondan geriye ne kalırdı ki?

"Tabii ki bu laneti bozduğu takdirde geçerli olacaktır ve asla özgür bir şekilde gezemeyecek. Her zaman kendi sarayında durmak zorunda. Oradan dışarıya tek bir adım dahi atarsa bu onun kutuya tıkılmaktan da öte ölümüne sebebiyet verecek."

Hun, "Ondan gücünü almanız onun için ölümle eş değer olur." diye mırıldanırken onlardan çok kendisiyle konuşur gibiydi.

"Onun yüzünden onca yitip giden cana saysın."

Kraliçe de her ne kadar sunmak zorunda kaldığı bu anlaşmadan memnun olmasa da laneti bir şekilde yok etmeleri gerekti. Şartlar ortadaydı ve yapılması gereken en mantıklı şeyi yapmaya çalışıyordu.

Çaresizlik zordu.

Kraliçe, buna kendilerinden çok halkı için katlanıyordu.

Azerya'nın güçleri alındıktan sonra o saraya hapsolması onlara çare getirecekse her şeyi yapmaya hazırdı.

"Ama siz de onu sırtından bıça..." Hun aniden koluna sertçe dolanan ince parmaklar yüzünden susmak zorunda kaldı.

"Kimseyi durduk yere cezalandırmaya çalışmayız." diye fısıldayan Polina her bir kelimesinin üstüne basa basa konuşmuştu. "Azerya hiçbir şey yapmadığını söylese de biz onun arkasından öylesine planlar kuracak kadar işsiz değiliz. Aptalı oynamayalım lütfen, sen de zeki bir adam gibi gözüküyorsun ve ikimiz de biliyoruz ki Azerya masum değildi. Güçlü olduğunu ve gücünden korktuğumuzu savunarak bizi halkın karşısında suçlu göstermeye çalıştı ama ondan daha güçlü olduğunu bildiğim kişiler var ve onları bir kez bile kutuya hapsetmeyi düşünmezken neden durduk yere Azerya'yı özgürlüğünden mahrum etmeyi düşünelim, öyle değil mi ama?" keman gibi olan ince kaşlarından biri yukarıya doğru havalandı.

Hun kraliçe ona bu kadar yakın dururken ne diyeceğini bilemez bir şekilde ona baktı, ardından gözlerini onun bakışlarından kaçırdı ve kuruyan boğazını ıslatmak için yavaşça yutkunmaya çalıştı ama yutkunurken boğazı adlandıramadığı bir hisle düğüm düğüm oldu. Her ne kadar itiraz etmek istese de Azerya'nın son zamanlarda gücün güç katması bir şeylerin döndüğünü kanıtlar şekildeydi ama yine de onun yanında duracaktı. Yanlış yapmış olsa da onunla birlikteyken hatalarını doğruya çevirebilirdi.

Hun saygı ile hafifçe başını eğerken kraliçe onları aptal yerine koymadığı için ufak bir tebessümle elini onun kaslı kolundan aşağıya doğru kaydırıp yavaşça uzaklaştırdı.

"O zaman anlaştık değil mi?" diye kendinden emin bir tonlamada sordu kraliçe.

"Polina bu fikirden emin misin, doğru mu yapıyoruz?" kocasının sesiyle bedenini masaya doğru çevirdi kadın.

"Bundan daha iyi bir fikri olan varsa buyurun, dinlemeye hazırım." diye ciddi bir tonlamada konuşurken ağır ağır bakışlarını hepsinin üzerinde gezdirmişti.

Herkes suspus olmuştu.

Kraliçe bu seçeneğin onları zor duruma sokacağını biliyordu ama tek şansları da bu gibi gözüktüğü için elde başka bir çare gelmiyordu.

"O zaman," bakışları hızlıca Santu'yu buldu. "Azpakar kutusunu getirin."

Mumya memnuniyetsiz bir ifadeyle kraliçeye baktı. "Emin misiniz?"

Polina, "En azından Azerya'yı bir dinlemek istiyorum." dediğinde Santu başka seçeneği olmadığını bildiği için yavaşça gözlerini kapatıp birkaç saniye sonra aralamıştı ve ardından oturduğu yerden ağır ağır kalkarak saraya gitmek için kısa bir selam verdiği gibi oradan ayrılmıştı.

"Halk buna karşı gelecek." diye söylenen krala yandan kısa bir bakış attı kraliçe.

"Merak etme, ben onu da düşündüm."

"Öyle mi?" kocası merak içinde onun çehresine baktı.

"Öyle, yeter ki şu lanetten kurtulalım."

"Azerya'ya güven olmaz." diye araya girdi Wenda.

Polina yana doğru kıvrılan dudağıyla ona karşılık verdi. "Nefes alan hiçbir şeye güven olmaz, Wenda."

Hazar hayranlık içinde kraliçesine bakarken onun gibi zeki bir kadının bu ülkeyi yönetmesinden dolayı çok şanslı olduklarını düşünüyordu ve aynı şekil de kral da böyle bir karısı olduğu için şükretmeliydi.

Ülke yok olacak duruma gelse, bu ülkeyi kurtarabilecek nadir kişilerden biri de Kraliçe Polina'ydı.

"Tanrı, Kraliçe Polina'yı korusun." diye fısıldayan Hazar onu kimsenin duymadığını biliyordu.

"Tanrı, seni de korusun Hazar." diye zihninde yankılanan sesle birlikte bunu sesli söylediğini düşünen Hazar kocaman aralanan gözleriyle ona bakmıştı.

Kraliçe nazikçe ona göz kırptığında aniden dank etmişti.

Önceden Düşünce Krallığının Prensesi olan Kraliçe Polina'nın zihinlere sızıp düşünceleri duyması ve onlarla kafalarının içinden iletişime geçmesi zor olmasa gerekti. Hazar bazen bunu unutuyordu, diğerlerinin de unuttuğu gibi. Yine de içten içe aklından kötü bir şey geçirmediğine şükrediyordu. Kraliçenin karşısında başı eğik bir şekilde durmak istemezdi.

"Peki şimdi ne olacak?" diye ince sesiyle konuşan Marlen tüm dikkatleri üzerine çekmişti.

Bu sorunun ardından yavaşça yerine oturan kraliçe kabarık eteğini düzelterek kimseye bakmadan derin bir iç çekerek konuştu. "Yaşayıp göreceğiz, bakalım zamanın çarkı bizi neyle yüzleştirecek?"

"Mavişim, ne oldu sana böyle? Tenin çok solgun, son günler de pek iyi gözükmüyorsun." saçlarını okşayan ev arkadaşının onun için telaşlanmasını istemiyordu.

İnce uzun bacaklarını karnına doğru çeken genç kız, başını dizlerine yaslayarak içindeki bu garip hissin neden azalmak yerine günden güne çoğaldığını anlamaya çalışıyordu. Arkadaşı onun için endişelenirken aklı karman çorman olduğundan dolayı yanında öylece oturan arkadaşına kafasını veremiyordu.

Birkaç gündür kendisini iyi hissetmiyordu.

Sorun neydi, bilmiyordu ama içinde adlandıramadığı büyük bir sıkıntı vardı.

Acaba yazdığı kitabı bitirdiği için miydi bu sıkıntı?

Sanki bir şeyler yarım kalmıştı.

Belki de kitabın sonu öyle olmamalıydı, daha farklı bir son yazsaydı daha mı iyi olurdu acaba?

Yıllarca uğraştığı ve emek verdiği bir kitabın sonuna gelmek garipti.

Bu kitap onun ilk eseriydi.

Kimseyle paylaşmadığı bu uzun serüvenli serinin sonuna gelmişti ama içi hiç rahat değildi.

Sanki yazdığı o kitabın, son paragrafındaki son cümlesinin, son kelimesindeki son noktasına takılı kalmıştı.

Yazan insanlar da böyle mi hissediyordu?

Bir kitabı bitirdiklerinde boşlukta sallanan bir beden gibi...

Omzunu dürten can acıtıcı parmak ile kaşlarını çattı.

"Yaa uff, kendine gelsene, korkutuyorsun beni." diye söylenen Sima kolunu oyduğu için kafasını dizlerinin üstünden kaldırıp dik dik ona bakmak zorunda kaldı. "Bu ne hal kızım, Azrail gelip seni görse korkup kaçar. Gulyabani gibisin. Az silkelen, kendine gel."

"Sağ ol ya, acayip motive edicisin." soğuk bir tonlamada karşılık verdi genç kız.

"Ben senin psikoloğun muyum?" diye düz bir tonlamada sordu. "Psikoloğun motive etsin seni."

"Ödediğimiz kirayı ve faturaları görse psikoloğumun da psikolojisi bozulur." diyen genç kızla birlikte arkadaşı sesli bir kahkaha patlattı.

"Ruhunu kaybetmiş gibisin ama esprilerin hâlâ kaliteli, Mavişim." dediğinde yorgun hissetse de onun pozitif enerjisi yüzünden dudaklarının yukarıya doğru kıvrılmasına engel olamadı.

Sima bukle bukle uzun olan koyu kumral saçlarını sırtına doğru savururken kahverengi misket şeklindeki gözlerini arkadaşının yorgun yüzünde gezdiriyordu. Son günlerde teni olduğundan daha soluk gözüküyordu, omuzlarına kadar uzanan düz siyah saçları bugünlerde daha dağınık gözüküyordu. Onun da kendisini izlediğini gördüğünde mavi gözlerinin yüzünün her yerini çevreleyen çillerde gezindiğini fark etti. Havalar ısınmaya başladığından dolayı çilleri bayağı çoğalmıştı, onları sevse de çoğaldığında kötü gözüktüklerini düşünüyordu.

"Bakmasana, senin yüzünden çoğalacaklar." diye huysuzlanan arkadaşına hafifçe gülümsedi.

"Çok güzeller, keşke benim de olsa."

"Zaten olmayan olandan olan ise olmayandan şikâyet eder." dediğinde genç kız garip garip arkadaşını izlemişti.

Nasıl baktığını bilmiyordu ama Sima kendini tutamamış gibi dudaklarının arasından kahkahasını püskürttüğünde daha fazla eğlenecek havasında olmadığı için oturduğu yerden yavaşça ayaklanmıştı.

"Ben biraz uzanacağım." dediğinde Sima'nın kalp şeklindeki kalın dudaklarını yana doğru eğdiğini gördü. "Aman git uyu, dünyada yeni bir virüs çıkarsa kesin en son senin haberin olur." diye söylenirken genç kız çoktan odasının yolunu tutmuştu bile.

"Ağzını hayra aç, şom ağızlı."

"Hayır mı kaldı sanki, bunlar hep kıyamet alametleri!" diye arkasından sesini duyurmak için bağırsa bile sonunda genç kız odasını girip kapısını kapatmıştı.

Tek kişilik yatağına ilerlemeden önce kapı tarafındaki çalışma masasının üstünde duran açık laptopuyla karşı karşıya geldi. Ufak adımlarla oraya doğru ilerleyip bilgisayarın bir tuşuna basarak masaüstünden kitabını kaydettiği belgeye tıkladı. Yazdığı şeyler bir bir ekranda belirirken dönen sandalyesini çekip oraya yerleşti ve gözleri yazıların üstünde gezinmeye başladı.

İlk bölümleri geçerek son sayfaya geldiğinde onu şaşkınlığa uğratacak bir şey gördü.

Kitabın bittiğini belli eden -SON- kelimesinin altında kendisinin yazmadığına emin olduğu bir cümle geçiyordu.

Lahza'nın tüm bedeni kaskatı kesilmişti.

Şok içinde o cümleyi okurken aklından geçen ilk şey; bunun nasıl olabileceğiydi?

Zamanın çarkı sen de durdu, artık yazdığını yaşama vakti.

Bölüm sonu.

Bölüm nasıldı sizce?

En sevdiğiniz kısım neresi oldu?

Sizi en çok şaşırtan şey neydi?

Yeni giren karakterler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce Kraliçe Polina'nın nasıl bir planı var?

Son kısımları yazarken üst seviyede olan heyecanım daha da artmış olabilir, olaylar asıl şimdi başlayacak diyebilirim. İnşallah siz de okurken aynı şekilde heyecanlanmışsınızdır.

Lahza'yı sonun da gördünüz, bakalım onu ve sizleri daha neler bekliyor olacak. Ben yazarak siz ise okuyarak göreceksiniz.

İnstagram: ruhtakihikayeler

Bir dahaki bölüm de görüşmek üzere, öpüldünüz canımlar. 😘

Συνέχεια Ανάγνωσης

Θα σας αρέσει επίσης

3.6M 299K 82
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
MAHKÚM Από Nsakoseoglu

Φαντασίας

2.3M 72.8K 54
Babasının borcu yüzünden genç kızı alı koyan Karahan başına büyük ama tatlı bela alır... Genç kız Karahandan küçük olmasına rağmen yalnız adama eş ol...
66.4K 4.7K 34
Altı elementin bulunduğu bir okul. Bu okula her şeyden habersiz, bir gece yarısı zorla kaçırılıp getirilen bir baş rol. Annesiyle aynı gece kaçırılıp...
1.2M 98.7K 47
Gelecekten, geçmişe engebeli bir serüven! 27 yaşında olan Feride gittiği Topkapı Sarayında esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. Gözünü açtığında...