0: neredeyim ben?

484 21 23
                                    


Kalabalık.

Kulaklarında çınlayan tiz sesi, nereden geldiği anlaşılmayan, hafif bir rüzgar ile boğuk insan seslerinin birleşerek oluşturduğu derin ve soğuk uğultuyu, olabileceğinden daha fazla gergin olmasına neden olan piyano sesini fark ettiğinde zihninde oluşan ilk düşünce bu olmuştu. Bulunduğu yerde saniyeler, saatler, günler, aylar geçirmişti belki. Tam olarak nasıl hissettiğini kestiremiyordu. Ağrı, acı, yanma, uyuşma, karıncalanma... Bir şey hissetmeli miydi onu da bilmiyordu. Gerçekten de hayatta mıydı? Nefes alıp veriyor muydu istemsizce? Göz kapaklarını duyduğu uğultudan kaçarmış gibi sıkıca kapatıyor muydu? Kalbi atıyor muydu sessiz ama hızlı bir şekilde?

Kendine ne zamandan beridir sorduğunu bilmediği, zihninde bozuk kasetçalar misali durmadan tekrarlayan bu sorular, cevabını düşünemeyecek kadar soyut ve boş geliyordu. Gerçi o da kendini soruların üzerinde düşünemeyecek kadar yorgun hissediyordu.

Evet, yorgun hissediyordu!

Ama fiziksel bir yorgunluk değildi bu. Satranç turnuvasında yarışırken oluşan ölüm sessizliği içinde büyük bir beyin savaşı vermiş ve en sonunda yığılmış gibiydi.

Tam olarak neredeydi bilmiyordu. Kalabalık bir insan topluluğunun yakınında olduğunu ve yorgun olduğunu anladığında bilincinin açık olduğunu fark edip hafif toparlanıyor gibi hissetse de ne tür bir karışıklığın içinde bulunduğu bilmemesi onu korku ve gerginliğin içine boğuyordu.

"Şu piyano sesi olmasaydı" dedi içinden.

"Şu piyano sesi olmasaydı, her şey daha katlanılabilir olurdu."

Zihninin derinliklerinde kovalamaca oynarmış gibi ordan oraya giden soruların ve düşüncelerin içinden sıyrılan bu ses, gözlerini hafif aralamasına neden olmuştu. Sönük ama varlığını kabul ettiren ışığın, araladığı gözlerinin içine girmesiyle birlikte zihnindeki kovalamaca bir anda durdu. Vücudunun her bir hücresi korkarak ama bilinmeyenin verdiği merakla gözlerinin içine düşen ışık hüzmesinin netleşmesini bekliyordu.

Görüntü, bir fikir oluşturabilecek kadar netleştiğinde görmesi gereken manzara bu olmamalıydı. Duyduğu ve gerçek olduğundan emin olduğu piyano sesi ve insan uğultusunun bu manzarayla yakından uzaktan alakası yoktu. Boylu boyunca uzanan, yer yer siyah lekelerle, sert cisimlerin atılması veya vurulmasıyla oluştuğu belli olan çiziklerle, neyden kaynaklı olduğunu anlayamadığı çatlaklarla kaplı gri ve boş bir duvarla karşı karşıyaydı. Eğer arkasında içini biraz bile rahatlatmayan sarı loş ışık olmasaydı etrafı siyah beyaz gördüğüne yemin edebilirdi.

Kendine odaklanmaya çalıştı. Kafasını hafifçe aşağı eğdiğinde çubuk kadar ince bacaklarını kendine doğru çekmiş bir şekilde yerde oturduğunu fark etti. Üzerinde kısa kollu, altuni sarısı renginde dikey çizgilere sahip bir gömlek, düzensiz beslenmeden kaynaklandığını uzaktan bakan birinin bile anlayabileceği çökmüş, ince, gerilmiş omuzlarından aşağıya doğru inen siyah renkli pantolon askısı, altında krem rengi ve birden fazla cebi olan bej renkli bir kapri vardı.

Ayaklarında hakiki deriden yapılmış, zarif ve şirin bağcıkları bulunan Derby model ayakkabı çifti vardı. Kaprisiyle aynı renkteydi. Bu güzel ve pahalı kıyafetlerle neden kirli hissettiren bir ortamda bulunduğunu sorgulamak istiyordu ama her şeyden önce neden böyle giyinmiş olduğunu bile bilmiyordu. Sahi onu kim böyle giydirmişti? Daha yedi yaşındaydı. Bu ayakkabıları alacak kadar para kazanamazdı. Kazansa bile kendini şuan olduğu gibi jilet bir şekilde gösterecek ütüyü yapamazdı gömleğine. Pantolon askısı kullanmayı da bilmiyordu zaten. Kolu sırtına yetişmezdi ki.

Gördüklerini yorumlamaya başladığında yavaş yavaş kendine geldiğini anladı. Kafasını merakından güç alarak biraz kaldırıp etrafa bakınmaya başladığında hala oturur pozisyondaydı. Gerginliği daha geçmemişti. Geçecek gibi de değildi. Sanki onu sonsuza kadar takip edecek ve onun zayıf anlarını yakalayıp boğmaya devam edecek gibiydi. Yine de içindeki meraka yenik düşen küçük bir çocuktu. Korku onu yetişkin gibi hissettirse de öyle olmadığının farkındaydı. Yetişkinler korktuğunda kendine sınırlar çizerdi. Onun, yetişkinlerin kendilerine koyduğu para, şan, gösteriş gibi sınırları yoktu. Çocuk olmayı seviyordu. çocuk olmak onun her koşulda koşabilmesini, aklına takılan her şeyi sorgulayabilmesini, mutsuz olduğunda her ne kadar utansa da ağlayabilmesini sağlıyordu. Neden yetişkin olsun ki?

Aprositos || Namjin (Slow)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin